23 Mart 2017 Perşembe

Carl Schmitt’ten ‘Parlamenter Demokrasinin Krizi’


Carl Schmitt (11 Temmuz 1888 - 7 Nisan 1985)[1], ünlü bir Alman hukukçu, Katolik filozof, siyaset kuramcısı ve Hukuk Profesörüdür. Nazi döneminde yaşadığı ve bu partiye destek verdiği için sıklıkla eleştirilen Carl Schmitt, özellikle Realizm’in uç boyutlarındaki “siyasal” tanımı -“The Concept of the Political” (Der Begriff des Politischen) kitabında[2] siyasetin “dost ve düşman ayrıştırması” olarak tanımlanması- ve “Parlamenter Demokrasinin Krizi” (Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus) adlı kitabıyla[3] dünya çapında tanınmaktadır. Entelektüel olarak saygı duyulmasına karşın, Schmitt, bazı fikirleri nedeniyle demokrasi açısından dünya genelinde son derece olumsuz ve tartışmalı olarak görülen bir isimdir. Türkiye’de de parlamenter demokrasi ve liberal değerlerin son derece yıpratıldığı bu dönemde, Schmitt’in Alman siyasal tarihinde son derece tehlikeli gelişmelere neden olan fikirlerini hatırlamakta fayda var.

Parlamenter Demokrasinin Krizi

“Demokrasi ve Parlamenterizm” adlı ilk bölümde, Schmitt, iç içe geçen demokrasi ve parlamentarizm kavramlarını ayrıştırmaya çalışmaktadır. Carl Schmitt’e göre; “19. yüzyıl siyaset ve devlet kuramına ilişkin düşünceler tarihi basit bir sloganla özetlenebilir: ‘demokrasinin zafer alayı’”. Batı Avrupa, 19. yüzyıldan itibaren giderek artan ölçüde liberal demokratik değerlerin etki alanı içerisine girmiştir. Demokrasi, bu dönemden itibaren ilerleme ile eşanlamlı olarak görülmüş ve buna ayak direyenlere ise demode gözüyle bakılmıştır. Bu durum öyle bir hal almıştır ki, demokratikleşme, zamanla Avrupa’da bir yazgı olarak görülmeye başlanmıştır. Schmitt ise, buna kesin olarak karşıdır. Zira Schmitt’e göre; demokrasi hayata geçirildikçe, bu rejimin de bazı efendilere hizmet ettiği ve özü itibariyle net siyasal amaçlarının olmadığı görülmüştür. Demokrasi, en önemli rakibi monarşi ortadan kalktığı andan itibaren içerik keskinliğini kaybetmeye mahkûm hale gelmiştir. Demokrasiler, başlarda liberalizmle ittifak halindeyken, zamanla “sosyal demokrasi” altında sosyalistlerle de ittifaka yönelmişlerdir. Bu nedenle, Schmitt’in düşüncesinde demokrasi sadece bir örgütlenme şeklidir; bir içeriği ve somut hedefleri yoktur. Bir demokrasi, liberal veya mutlakiyetçi, militarist veya pasifist, merkeziyetçi veya yerinden yönetimci ya da ilerici veya gerici olabilir. Demokrasi, daha çok yönetimin şekilsel boyutuyla ilgilidir. Çoğunluğun sözünün geçtiği bu sistemde, azınlık veya bireylerin iradeleri arka planda kalabilir ve uygulamaya geçirilemeyebilir. Dahası, demokrasilerde halkı manipüle etmek ve propaganda daha büyük önem kazandığı için, siyasal gerçeklerin de bir önemi kalmaz. Hatta şayet demokrasinin kendisinin ortadan kaldırılması için kullanılması tehlikesi ortaya çıkarsa, radikal demokrat, bir karar vermek zorunda kalır: ya çoğunluğa karşı da demokrat kalacaktır, ya da demokrat olmaktan vazgeçecektir... Bu noktada, demokratların düşüncesinde halkın eğitimi konusu öne çıkacaktır. Ancak Schmitt’e göre, halkın eğitimi denilen mesele de, aslında eğitimin içeriğinin eğitimciye göre şekillendirilmesi olayıdır. Hatta Schmitt’in düşüncesinde, “Bugün Batı Avrupa kültür çevresine dâhil devletlerde hüküm suren demokrasi, onlara göre yalnızca sermayenin basın ve partiler üzerindeki ekonomik hâkimiyetinin bir aldatmacası, yani yanlış yönlendirilmiş halk iradesinin aldatmacasıdır.” Ayrıca yine Schmitt’e göre, “demokrasi, modern parlamentarizm olarak adlandırılan şey olmaksızın da var olabileceği gibi, parlamentarizm de demokrasi olmaksızın var olabilir ve diktatörlük demokrasinin zıddı olmadığı gibi, demokrasi de diktatörlüğün zıddı değildir.” “The Concept of the Political” eserinde de belirttiği gibi, Schmitt, liberalizm ve parlamenter demokrasinin, düşmanı, ekonomide bir rakip, siyasette de tartışılabilen bir muhalife dönüştürmeye çalıştığını iddia etmektedir. Oysa bu, temeldeki düşmanlığı ortadan kaldırmaz…

Kitabın “Parlamentarizmin Prensipleri” adlı ikinci bölümü, Schmitt’in parlamentarizm olgusunu incelediği ve eleştirdiği bölümdür. Parlamento, aslında köydeki bir ıhlamur ağacının altında toplanması imkânsız hale gelen geniş kalabalıkların temsilcilerinin toplandığı bir komiteden ibarettir. Ayrıca Schmitt’e göre; bu komitenin seçimler sonrasında uzunca bir süre bağımsız olarak hareket edebilmesi ve ikinci komite olan hükümetin parlamentonun güvenine bağlı ve azledilebilecek durumda olması da demokratik açıdan sakıncalıdır. Parlamentonun mantığı, doğru siyasetin müzakereler ve tartışmalar sonucunda oluşabileceği fikrindedir. Ancak Schmitt’in yaklaşımında, bu, hatalıdır ve bu noktada parlamentarizm ve liberalizm arasında bir uyum söz konusudur. Schmitt şöyle yazmaktadır; “Rekabetin uyumu kendiliğinden doğuracağını iddia etmekle, hakikatin fikirler arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkacağın iddia etmek kesinlikle aynı şeydir. Bu düşüncenin özü de, salt, fikirler arasındaki ebedi rekabet işlevine dönüşmüş olan hakikat ile spesifik bağıntısında yatmaktadır.” Bu, Schmitt’e göre rasyonel değil, romantik bir yaklaşımdır. Ayrıca bu noktada “aleniyet” düşüncesi de ön plana çıkar. Liberal demokratik mantık, gizli siyaset ve diplomasinin önlenmesini her türlü siyasal soruna bir çare olarak öne çıkarır. Oysa bu yaklaşım, aynı zamanda uzmanlık ve teknik bilgiyi de geriye atar ve şimdilerde “demokratik popülizm” olarak adlandırılan siyaset türüne neden olur. Bu nedenle, liberal demokrasilerde basın özgürlüğü en önemli siyasal konulardan birisidir. Zira basın, siyasette aleniyete imkân verir ve siyasi keyfiyete karşı en büyük korumayı sağlar. Oysa John Stuart Mill’in çok önce fark ettiği gibi, demokrasi ile özgürlük arasında kolaylıkla bir tezat yaşanabilir ve bu durum azınlığın yok olmasına sebebiyet verebilir. “Kuvvetler ayrılığı” prensibi de bir diğer önemli parlamenter prensip ve gelenektir. Burada da temel mantık, yönetimde “denge” unsurunun sağlanmasıdır. Ancak Schmitt’e göre, pratikte bu durum gerçekleşmez. Büyük sermaye grupları ve güç odakları, küçük parlamentolar veya komiteler aracılığıyla gerçekleşen halkın kendi kendini yönetimi sürecinde, kolaylıkla kararları yönlendirebilirler.

Kitabın “Marksist Düşüncede Diktatörlük” başlıklı üçüncü bölümü, Schmitt’in Marksizm’i eleştirdiği bölümdür. Marksizm, Schmitt’e göre, Hegel’in tarih mantığı temelinde rasyonalist diktatörlük düşüncesini geliştirmiştir. Bu nedenle, Marksizm, tarihsel materyalizmin yasalarının yol açtığı mutlak zorunluluk ve pozitivist kesinlikten söz eder. Karl Marks'ın ünlü Komünist Manifesto eserini büyülü yapan da budur; tüm insanlık tarihinin mücadelesini, burjuvazi ile proletarya (işçi sınıfı) arasındaki tek ve keskin bir mücadeleye indirgemesi. Ancak Marksizm’in metodolojik bir problemi de vardır; Marksist totoloji, doğru bir bilinç için yeni bir başlangıç aşamasını şart koşar. Doğru bilinç aşamasına gelinmediği sürece, burjuvazi ve hatta belli ölçülerde proletarya, eski rejimi desteklemeye devam edecektir.

“Doğrudan Şiddet Kullanımına ilişkin İrrasyonalist Teoriler” başlıklı dördüncü ve son bölüm, Schmitt’in şiddetle ilgili düşüncelerini içeren bölümdür. Modern toplumda liberalizmin etkisiyle yaratılan kuşkuculuk, görelilik ve parlamentarizm gibi değerlerin aksine, total ideolojiler, bir halk, grup, sınıf ve hatta bireyi tarihin öznesi ve motoru haline getirebilir. Liberalizmin dayattığı pragmatizm, böyle bir durumu imkansız kılar. Oysa Georges Sorel’in de dikkat çektiği gibi, tarihsel sıçramalarda eylemsel kararlılık ve kahramanlığa yatkınlık söz konusudur. Bu tür efsanelere örnek olarak, Yunanlılarda şöhret ve büyük bir isim olma düşüncesi, kadim Hıristiyanlıkta "Kıyamet Günü" beklentisi, büyük Fransız Devrimi sırasında “vertu”ye [erdeme] ve devrimci özgürlüğe duyulan inanç ve 1813’teki Alman bağımsızlık savaşları sırasındaki ulusal coşku verilebilir.

Sonuç olarak, Carl Schmitt’in Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman halkını sefalete ve büyük siyasal sorunlara sürükleyen parlamenter demokrasi ve liberalizmi temel alarak yaptığı eleştirileri ciddiye almak ve üzerinde düşünmek, fakat bunlara aldanmamak gerektiği söylenebilir. Zira Almanya’da Schmitt ve benzeri yaklaşımların yol açtığı siyasal sistemin olumsuz sonuçları, zaten herhangi bir bilimsel çalışma veya felsefi argümandan çok daha etkili bir biçimde bunun zararlarını bizzat ortaya koymaktadır. Nazizm, insanlık tarihinin en kötü dönemi olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bir harekettir. Parlamenter demokrasi ise, tüm eksiklikleriyle birlikte demokratik ülkelerin çoğunluğunda kullanılmaya devam eden bir modeldir. Parlamentarizmin alternatifi de günümüzde Nazizm ve benzeri tek partili veya tek adamlı anti-demokratik sistemler değil, Başkanlık sistemi, yarı-Başkanlık sistemi gibi farklı modellerdir. Bu nedenle, Schmitt’in eleştirilerini tarihsel süreç bağlamında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Ancak parlamenter demokrasi ve liberalizmi de aynı gözle görmek gerekir. Değişen üretim ve iletişim teknolojileri ve birçok farklı unsur nedeniyle, gelecekte, bugün sahip olduğumuz yönetim biçiminin en doğru veya en iyi sistem olarak kalmaya devam edeceğini de kesinlikle söyleyemeyiz. Zira sistemler, biraz da toplumsal ihtiyaç ve koşullardan kaynaklanırlar.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Carl_Schmitt.

Hiç yorum yok: