Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Dr. Nur Bilge Criss, özellikle İngilizce yaptığı yayınlarla[1] Türkiye’de bilime önemli katkılar yapmış yetkin bir bilimkadınıdır. Criss’in literatüre en önemli katkılarından birisi de, o döneme kadar pek işlenmeyen ve biraz da hasıraltı edilmeye çalışılan -ünlü yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore’ye benzettiği- 1918-1923 döneminde işgal altındaki İstanbul’un tarihini yazmaya cüret ederek kaleme aldığı “İşgal Altında İstanbul (1918-1923)”[2] adlı eseridir. İletişim Yayınları tarafından ilk kez 1993 yılında yayımlanan kitap, bugüne kadar birçok baskı yapmış ve bir klasik haline gelmiştir. Bu yazıda, 259 sayfalık bu kitaptaki temel tezler özetlenecektir.
Dr. Nur Bilge Criss
Kitabın “Giriş” başlıklı birinci bölümünde, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan gelişmeler özetlenmekte ve Osmanlı’nın işgal edilmesi anlatılmaktadır. 13 Kasım 1918’de başlayan İstanbul’un Müttefikler tarafından işgali, Mondros Antlaşması uyarıca Osmanlı Ordusu’nun terhis edilmesini öngörüyor, dahası, Müttefikler, 7. maddeyi bahane ederek tehlike gördükleri her yerde Osmanlı topraklarının işgal edilmesini meşrulaştırıyorlardı. Ayrıca Müttefikler, bu şekilde sert bir pozisyon alarak, barış antlaşması öncesinde Türklerin gözünü korkutmak istiyorlardı. Müttefikler, Padişah ve Bab-ı Ali üzerinde denetim kurarak, Osmanlı Devleti ve Anadolu halkını zapturapt altına alabileceklerini hesap ediyorlardı. Ancak sonradan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlatacağı Milli Mücadele, onların öngöremediği bir gelişme olmuştu. İstanbul’un Müttefikler tarafından işgali iki evrede tamamlanmıştı: 13 Kasım 1918’den 20 Mart 1920’ye kadar İstanbul de facto (fiili) olarak işgal edildi, 20 Mart 1920’de ise de jure (yasal, resmi) işgal başladı. Ancak Ekim 1923’te Kuvayi Milliyeciler İstanbul’u geri almayı başardı ve işgali sona erdirdi. İstanbul’dan bakıldığında, Kemalistlerin başarısının 5 temel nedeni olduğu gözüküyor: 1-) İngilizlerin Türkleri küçümsemesi, 2-) Kuvayi Milliye’nin İttihatçı kadroları devşirerek örgütsel sürekliliği ve devamlılığı sağlaması, 3-) Kuvayi Milliye muhaliflerinin zayıf olması, 4-) İstanbul’un işgali sonrasında Ankara’da yeni bir Meclis’in kurulması, 5-) Müttefiklerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle Türkleri durduramamaları. Elbette tüm bu faktörlerin haricinde, Milli Mücadele’nin karizmatik önderi Mustafa Kemal’in 9. Ordu Komutanlığı Başmüfettişliği’ne atanarak Karadeniz’e gönderilmesi de tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Padişah, Rum nüfusa yönelik eşkıyalık hareketlerini bastırması için Mustafa Kemal’i Karadeniz’e gönderirken, Pandora’nın Kutusu’nu açtıklarını akıllarından bile geçirmiyorlardı. Ayrıca enerjik, başarılı, genç ve karizmatik bu Generali İstanbul’dan uzaklaştırmak için başka sebepler de vardı; Mustafa Kemal’in İstanbul’da olması, Damat Ferit hükümeti için ciddi bir tehdit kaynağıydı. İhtiraslı bir kişi olan Mustafa Kemal, o dönemde Osmanlı Devleti’nden umudu henüz kesmemiş ve Harbiye Nazırı olabilmek için aktif lobi çalışmaları yürütmekteydi. Ancak Karadeniz’e gönderilince, Mustafa Kemal, burada aradığı özgürlüğü ve fırsatı buldu ve Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir gibi arkadaşlarıyla Milli Mücadele’yi başlattı. Müttefikler, Türklere karşı son derece önyargılıydı ve basmakalıp düşüncelere dayalı olarak düşünüyorlardı. Tüm Türklerde İslami kaderciliğin ve gericiliğin var olduğunu zannediyor ve Hıristiyanlara karşı düşmanca hisler beslediklerini düşünüyorlardı. Örneğin, İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’ndan Harold Nicholson böyle birisiydi. İngiliz Başbakanı Lloyd George’un Yunan hayranlığı da onu ve ülkesini hatalara sürüklüyordu. Müttefiklerin en önemli hataları ise, Türklerin savaşçı ruhunu küçümsemeleriydi. Onlar, Türklerin bağımsızlıkları için herşeyi göze alabileceklerini anlamamışlardı. Dahası, savaşı kaybeden ve önderleri yurtdışına kaçan İttihatçı hükümet bile Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla direniş hareketi başlatılması yönünde kesin emirler vermişti. Türk milliyetçiliği, o dönemde çıkışta olan bir ideolojiydi ve özellikle aydınlar ve genç subaylar arasında büyük ilgi görüyordu. Halife Sultan’ın konumu da Müttefiklerin abarttığı bir meseleydi. Türk toplumunun din (İslam) kullanılarak rahatlıkla kandırılabileceğini düşünen ve bu yüzden Sultan’ı çevreleyerek istediklerini ona zorla yaptıran Müttefikler, halkın buna tepki göstereceğini öngörememişlerdi. Sonuçta, Karakol Cemiyeti ve birçok diğer örgütün de desteğiyle Milli Mücadele hareketi Anadolu’da ve İstanbul’da örgütlendi ve işgalciler mağlup edildi. Ancak işgal süresince İstanbul’da yaşananlar, Türk tarihinin utanç vesikaları olarak tarihin tozlu raflarında yerini aldı.
“İşgal Altında İstanbul” kitap kapağı
“Mütareke Döneminde İstanbul’a Genel Bir Bakış” başlıklı kitabın ikinci bölümü, dönemin İstanbul’u hakkında önemli bilgiler vermekte ve adeta o dönemin fotoğrafını çekmektedir. Bizans ve Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul, hem havası, hem de mekânıyla İmparatorluk atmosferinin ve geleneğinin yaşatıldığı bir şehirdir. 16. yüzyıldan beri dünyanın en büyük şehirlerinden birisi olan İstanbul, göçler sayesinde zaman içerisinde çok renkli ve kalabalık bir kent haline gelmiştir. İspanyol Engizisyonu'ndan kaçan Yahudilerden tutun, Osmanlı’nın farklı milletlerden oluşan tebaasına, Avrupalı tüccar ve diplomatik misyonlardan turistlere kadar yüz binlerce yabancı kişi, bu büyük kentte birlikte yaşıyorlardı. Osmanlı’nın aşırı merkeziyetçi yönetim biçimi nedeniyle, kent, hem ekonomik, hem de siyasi açıdan İmparatorluğun başkenti durumundaydı ve kendisiyle rekabet edebilecek -ticarette bir ölçüde İzmir dışında- herhangi bir Osmanlı kenti yoktu. İstanbul, 20. yüzyılın başında etnik olarak bölünmüş durumdaydı. Eski İstanbul, Türklerin ve öteki Müslüman halkların oturdukları Beyazıt, Aksaray, Unkapanı, Fatih, Şehremini, Eyüp ve Kasımpaşa semtlerinden oluşuyor, Yahudiler daha çok Haliç’in karşı kıyısındaki Hasköy’de ve Balat’ta yerleşmiş bulunuyor (Başhahamlık ise Sirkeci’deydi), Rumlar Haliç’in karşı kıyısındaki Pera’da ve Rum Patrikhanesi’nin bulunduğu Haliç’teki Fener’de ağırlıklı olarak yaşıyor, Ermeniler Samatya ve Kumkapı’da bulunuyor, Pera (Beyoğlu) ise yabancı elçilikler ve iş dünyasının kalbinin attığı çok kültürlü bir merkez olarak öne çıkıyordu. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler nedeniyle İstanbul’un Müslüman Türk halkı o dönemde oldukça zor koşullarda yaşamlarını idame ettiriyorlardı. Birçok ailede, Birinci Dünya Savaşı’nda çok şehit verilmesi nedeniyle, sadece ihtiyarlar, çocuklar ve dullar kalmıştı. Hayat pahalılığı, insanları değerli mallarını satarak yaşamaya zorluyordu. İstanbul’un meşhur yangınları da birçok ev ve işyerini tahrip etmişti. Savaşlar ve yoksulluk nedeniyle kadınlar artık işyerlerinde ve sokaklarda görülmeye başlanmış, İttihatçıların siyasi propagandaları da bunda etkili olmuştur. Özellikle dokuma sanayiinde kadın istihdamı yaygınlaşmaya başlamış ve Osmanlı başkenti, ilk kez, Avrupa kentleri gibi sokaklarında kadın ve erkeklerin birlikte görüldüğü bir yer haline gelmiştir. Ancak kadının sosyal hayata ve iş yaşamına girmesi, gerici çevrelerde çeşitli tepkiler de yaratıyordu. Bu gruplar, bazı meslekleri “namus dışı” olarak kabul ediyordu. Örneğin tiyatro oyunculuğu, bu kesimler açısından böyle bir meslekti. Ancak yine aynı kesimler, devlet kurumları aracılığıyla hayat kadınları için resmi evrak düzenliyorlardı. Kadınların eğitilmesi ve yeni ve modern eğitim kurumlarının açılması da İttihatçı dönemin artılarındandır. Ancak eğitimdeki ikili yapı henüz düzeltilememiştir. İstanbul’un işgal dönemindeki en önemli konusu ise hayat pahalılığı olmuştur. Özellikle yüksek kiralar, insanların ekonomik olarak zorluk yaşamalarının temel sebebiydi. Camiler, o dönemde evsizler ve mülteciler için yatakhane olarak kullanılan mekânlara bile dönüşmüştü. Aşırı kalabalık nedeniyle ulaşım da başlı başına bir problemdi. Kömür kıtlığı nedeniyle vapur seferleri sık sık aksıyordu. Elektrik ve su kesintileri de olağan hale gelmişti. Sağlık hizmetleri de felaket durumundaydı. Bebek ölüm oranları, tifüs, tifo, difteri ve gripten ölüm oranları yüksek seviyelerdeydi. Belediyelerin parasızlığı da önemli bir sorundu. 5 Mayıs 1919’da Prof. Dr. Cemil Paşa (Cemil Topuzlu) Belediye Başkanı seçildi. Şehre biraz düzen verdiyse de, şehrin sorunları çözmekte o da çok başarılı olamadı.
“İç Siyasi Durum” başlıklı kitabın üçüncü bölümü, Osmanlı Devleti’ndeki siyasi tabloyu ortaya koymaktadır. Osmanlı’da bu döneme damgasını vuran grup Jön Türkler hareketi ve onun ardılı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Jön Türkler ve İttihatçılar için tek mesele, “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna cevap aramak olmuştur. Uzun bir mücadele sonucunda İkinci Abdülhamit’i tahttan indirmeyi başaran İttihatçılar, buna karşın içte ve dışta birçok zorlukla karşı karşıya kaldılar. Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları ile başlayan askeri zorluklar, Birinci Dünya Savaşı ile zirve noktasına ulaştı ve İmparatorluğu çöküşe zorladı. Bunlar dışında, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel açıdan da birçok reform eşzamanlı olarak hayata geçirilmeye çalışılıyordu. İttihatçılar, kuşkusuz dürüst, iyi niyetli ve vatansever kişilerdi. Ancak zaman zaman akılcılıktan uzak ve hayalci kararlar alabiliyor ve duygusal davranıyorlardı. Seçimlere hile karıştırmaları, muhaliflere yönelik baskıları ve Sarıkamış Harekâtı gibi iyi planlanmamış maceralar, İttihatçıları başarıdan uzaklaştırdı. İttihatçılar, Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında girilmesinin bir zorunluluk olduğunu da halka ve aydınlara iyi izah edememişlerdi. Osmanlı, topraklarını paylaşan ülkelere karşı bu ittifaka zorlanmış olsa da, savaşın sonlarına doğru, birçok kişi, bu durumun Talat Paşa-Enver Paşa-Cemal Paşa “triumvira”sı tarafından alınmış keyfi bir karar olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ayrıca savaş sürecinde Ermenilerin büyük tehcire zorlanması ve Rumların bir bölümünün de göç ettirilmesi çeşitli olumsuz gelişmelere neden oldu. Batı kamuoyu da, tehcir sırasında Ermenilere yönelik katliamlar nedeniyle İttihat ve Terakki yönetimine iyice düşman kesildi. Ateşkes imzalandığında, Osmanlı Devleti, tarihinin en güçsüz dönemindeydi. Sultan Mehmet Vahdettin’in halkta büyük bir etkisi yoktu. İttihatçılarla arası iyi değildi ve Jön Türk geleneğini devam ettiren Osmanlı-Türk aydınları tarafından desteklenmiyordu. Siyasi geleceğini İngilizlerle arasını iyi tutarak devam ettireceğini düşünüyordu. Damat Ferit Paşa ile de uyumlu bir yönetim sergiliyordu. Criss’e göre, aslında Vahdettin de diğer Osmanlı Padişahları kadar yurtseverdi. Ancak mütareke boyunca çelişkili politikalar sergilemiştir. Bunun sebebi, bireysel tutarsızlıkları kadar, dönemin koşullarının kendisini ve devleti zorlaması da olabilir. Sonuçta, Vahdettin, bugün bile “hain” ve “yurtsever” gibi iki farklı yaklaşımın olduğu ilginç bir tarihsel figürdür. Gerçek, Nur Bilge Criss’e göre, muhtemelen bu iki kutup arasındaki gri bölgededir. Dönemin Osmanlı-Türk basını da eleştirilere fazlasıyla açık bir haldeydi. Nitekim “mütareke basını” sözü, bugün bile Türkiye’de kullanılan bir deyimdir. Basın, o dönemde katı bir sansür altındaydı ve herşey denetleniyordu. İttihat ve Terakki karşıtı basın, o dönemde mütarekeyi fırsat bilerek İttihatçılara yönelik kinlerini kusmak için uygun bir ortam bulmuşlardı. Gazetelere de yansıdığı üzere, dönemin siyasi koşulları netti: ya Kuvayi Milliyeci idiniz, ya da Kuvayi Milliye karşıtı. İstanbul merkezli basın-yayın organları, tamamen Kuvayi Milliye karşıtıydı. Bazı azınlık gazeteleri de Türk düşmanlığının merkezi haline gelmişti. Özellikle Rum azınlığın çıkardığı gazeteler, çökmekte olan İmparatorluğun yarattığı siyasal fırsatların da etkisiyle, Türk düşmanlığını en üst seviyeye çıkarmışlardı. İlginç bir şekilde, Ermeni gazeteleri ise son derece ılımlıydı. Zira Avrupa devletlerinden umudu kesen Ermeniler, tehcir felaketinden sonra Türklerle daha iyi geçinmenin doğru olacağını düşünmeye başlamışlardı. İstanbul’daki Yahudi basını da Türk yanlısı, en azından Türk karşıtı olmayan bir çizgide yayın yapıyordu. Basına yönelik sansür nedeniyle, o dönemde hiciv ve nüktedanlık sanatı Osmanlı’da epey gelişti. Bu dönemin ideolojik akımları da başlı başına bir araştırma konusudur. Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık gibi üç temel ideoloji çerçevesinde yaşanan tartışmalar ve oluşan sentezler, o dönemde son derece ileri entelektüel faaliyetler olarak görülmelidir. Bu üç ana akım dışında, işgalle mücadele konusunda iki temel strateji gelişmişti: askeri-silahlı mücadele veya diplomatik mücadele. Mustafa Kemal ve arkadaşları ilk tip mücadeleyi, İstanbul’daki aydınlar ise büyük çoğunlukla ikinci tip mücadeleyi tercih ediyorlardı. Halk da zaman içerisinde ilk yöntemi daha çok benimsedi ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarını desteklemeye başladı. Bunun temel sebebi ise, Anadolu’nun işgalinin yarattığı büyük öfke ve Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’nın muzaffer Generali olarak halka verdiği güvendi.
Kitabın “Müttefik Yönetimi” başlıklı dördüncü bölümü, mütareke döneminde İstanbul’da kurulan Müttefik yönetimini incelemektedir. İstanbul’un işgali sonrasında İngilizler ve Fransa arasında askeri komuta konusunda hemen bir problem yaşanmıştır. Bu, iki ülkenin Orta Doğu’daki amansız rekabetlerinin sadece küçük bir unsuruydu. Müttefikler, 1920’den sonra karmaşık bir bürokrasi oluşturdular. Yönetim mekanizması zayıftı ve Türk direnişi de bundan yararlanmayı başarıyordu. Örneğin, İtalyanların denetimindeki Üsküdar bölgesinde kontrol zayıftı ve buradan Ankara’ya adam kaçırmak ve Milli Mücadele’ye destek olmak daha kolaydı. Eski şehir ve banliyöler Fransız kontrolünde ve daha sıkı denetim altındaydı. Ancak ilginç bir şekilde, 1920’den itibaren, Fransızlar, Milli Mücadele’ye önce ses etmemeye, daha sonra da açık şekilde destek olmaya başladılar. Bu, Fransızların İngilizlerle olan rekabetinin doğal bir sonucuydu. Ayrıca Fransızca bilen Türk diplomatlar ve aydınlar sayesinde Fransızlarla yakın diyalog da kurulabiliyordu. Hatta tanınmış Fransız yazar Pierre Loti anısına Pierre Loti Derneği’nin kurulması da bu döneme rastlar. İngilizler ise, Osmanlı’ya düşmanca davrandıkları için, halkın büyük tepkisini çekiyorlardı. Dönemin gözlemlere dayalı belgelerini inceleyen Nur Bilge Criss, Osmanlı-Türk halkının işgalcilerle ilgili şu tespitleri yaptıklarını not etmiştir: “İtalyanlar ‘kibar işgalciler’, kadınları taciz eden Senegalli askeri haricinde Fransızlar ‘zararsız’, Amerikalılar ‘nezih’, İngilizlerse açık bir şekilde ‘düşman’dır”. Buna karşın, Müttefik Ordularının komutasını devraldığında bir fatih edasıyla at sırtında Cadde-i Kebir’den geçen Fransız Generali Franchet d’Espèrey’i Türk kamuoyu hiçbir zaman affetmemiştir. İngilizler de ulusal çıkarlarına aykırı gördükleri d’Espèrey’in görevden alınması için çaba göstermişlerdir. Neticede, 5 Nisan’da d’Espèrey’in yerine General Nayral de Bourgon atanmıştır. Ayrıca İstanbul sokakları, o dönemde İngiliz üniforması giymiş Rum ve Ermenilerle doludur. Bunlar, İngiliz Komutanlığınca istihbarat ve güvenlik amacıyla çalıştırılan kimselerdir. Bu kişiler, Türklere ve hatta üst düzey kişilere bile çok sert tutum takındıkları için İngilizlere yönelik tepkilerin artmasına neden olmuşlardır. Müttefiklerin İstanbul’u işgalinin temel gerekçesi Türkleri korkutmak ve Sevr Barış Antlaşması’nı imzalamaya zorlamaktır. Ancak bu politika, yanlış uygulamalar ve Türklerin direnişi sayesinde geri tepmiştir. Bu noktada Türk subay ve erlerinin Müttefik askerlerine selam durmaya zorlanması gibi uygulamalar da subayların işgalcilere yönelik öfkesini arttırmıştır. Dahası, Müttefik yönetiminin şehir hayatını yönetme yetkileri de vardır. Hatta mallara el koyma ve sağlık hizmetlerini düzenleme yetkileri bile bulunuyordu. Bu dönemde hayli çok sayıda varlıklı kişinin evine Müttefikler tarafından el konuldu. Ancak şaşılacak bir şekilde, kahveleri ve genelevleri dolduran Müttefik askerlerine karşı İstanbul halkının bir tepkisi gelişmiyordu. Bunun bir sebebi de bu tarz yerlerin Müslümanların yaşadığı bölgelerden uzakta olmasıydı. Halk, Pera başta olmak üzere bu tarz yerleri pek tasvip etmiyordu. Ancak Senegalli askerler gibi Türk bölgelerinde Müslüman kadınları taciz edenler olursa, halk, tepki göstermeye başlayabiliyordu. Sonunda, Müslüman Türk kadınlarının sokağa çıkmaları engellenerek bu konuya bir çözüm bulundu. Türk futbol kulüpleriyle İngiliz takımları arasında bu dönemde çeşitli dostluk maçları da oynandı. Sonuç olarak, mütareke döneminde iki farklı İstanbul’dan söz edilebilir. Biri Konstantinopolis, Çarigrad veya Gibraltar olarak adlandırılabilecek gayrimüslimlerin ağır bastığı daha gelişmiş İstanbul, diğeri ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’u olarak adlandırılabilecek geri kalmış Türk ve Müslüman İstanbul’dur. Mustafa Kemal ve milliyetçiler, işte bu ikinci İstanbul’da hissedilir ölçüde destek bulmayı başarmıştır. İnsanlar doğrudan savaşa katılmasalar da, dükkânlarına astıkları Mustafa Kemal posterleri ve Türk bayraklarıyla bu dönemde işgale tepki göstermişlerdir. Daha gözü kara olanlarsa, Anadolu’ya giderek Milli Mücadele’ye bizzat katılmıştır.
Kitabın “Müttefiklerin Açmazı” başlıklı beşinci bölümü, Müttefik kuvvetlerinin mütareke İstanbul’undaki komünist hareketlere ve Bolşevik hareketlere olan yaklaşımını incelemektedir. Rusya’da yaşanan Bolşevik İhtilali sonrasında Avrupa’yı saran kızıl komünizm korkusu, etkisini İstanbul’da da gösteriyordu. Hakikaten de, İstanbul’da ilk kez bu yıllarda ciddi komünist örgütlenmeler oluşuyordu. Örneğin, Türk Sosyalist Partisi (TSP), o dönemde epey aydının katıldığı ve Müttefiklerin dikkatini çeken bir girişim olmuştur. Sonrasında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası da önemli bir girişimdir. Aslında Ankara’da Mustafa Kemal de bir komünist parti (Türkiye Komünist Fırkası) kurdurmuştur, ancak İstanbul’daki komünizm sempatizanları, burada bağımsız bir parti kurarak mücadelelerine devam etmişlerdir. Dahası, Mustafa Kemal’in bu partiyi Sovyet desteği için kurdurduğu da çok geçmeden anlaşılacaktır. Müttefiklerde bu yıllarda Bolşevik yıkıcılık beklentisi üst düzeydedir. Hatta bu yıllarda Bolşevik propagandası öyle güçlüdür ki, Müttefik askerleri içinde bile komünizm destekçisi kişiler görülmeye başlanmıştır. Örneğin, Fransız istihbaratı, Bolşevik ajanların Galata’daki kahvelere ve dükkânlara gelen İngiliz ve Fransız askerleri ile ilişki kurduklarını tespit etmiştir. Müttefiklerse, hem Bolşevik ajanları, hem de Türk komünistlerini gözlem altında tutmak zorunda kalmıştır. Özellikle Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın örgütlediği genel grevlerin kamu düzenini bozması, Müttefiklerin İstanbul’daki kontrolünü azaltmıştır. Ancak parti lideri Hüseyin Hilmi, satın alınabilir bir kişi olarak ün yapmıştır. Nitekim Fransız istihbaratı, Hilmi’nin İstanbul’da bir tramvay grevi organize etmesi için İngilizlerden para aldığını tespit etmiştir. Bu durum Müttefikler için büyük bir güvenlik meselesi olmasa da, Fransızların İngilizlere güven duymadığını göstermesi bağlamında önemlidir. Bu dönemde, müttefiklerin korkularının aksine, İstanbul’daki komünistlerin pek azı Bolşevizm ve Rusya sempatizanıdır. Dönemin birçok Türk komünist, komünizmi Almanya veya Fransa’da öğrenciyken öğrenmiş ve bu nedenle Rusya’dan çok Avrupa soluna ilgi duyar nitelikteydi.
Kitabın “İstanbul’daki Direniş ve Yeraltı Örgütleri (1918-1920): Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol” başlıklı altıncı bölümü, İstanbul’da Milli Mücadele yolunda örgütleri incelemektedir. İttihat ve Terakki savaştan mağlup ve iktidardan düşerek çıkmasına karşın, Milli Mücadele’yi örgütleyecek altyapıyı oluşturmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın (TM) çabaları ve sonrasında Karakol Cemiyeti’nin kurulmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Zaten İttihatçıların temel stratejisi, savaş kaybedilirse Anadolu’da halk direnişi başlatmak üzerine kuruluydu. Mustafa Kemal bunu uygulamaya koyunca, çoğu İttihatçı ona destek oldu. Ancak İttihatçı önderler Malta’ya sürüldüğü için, mücadele, yeni ve genç kadrolarla devam ediyordu. Osmanlı istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu noktada rolü büyüktür. İttihatçıların kurduğu bu örgüt, kısa sürede teşkilatlandırılmış ve operasyonel bir hale gelmiştir. Balkan Savaşları’ndan itibaren birçok bölgede görev yapan TM’ciler, fedai olarak çalışan subaylar aracılığıyla birçok örtülü operasyon düzenlemiştir. Örneğin, TM lideri Eşref Sencer Kuşçubaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere karşı mücadelesiyle ön plana çıkmış bir isimdir. Ancak İstanbul hükümeti, TM’nin çalışmalarına engel olmak için Müttefiklerin denetiminde birçok girişimde bulunmuşlardır. Mütareke dönemine özgü olarak kurulan ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyeti ise, İstanbul’dan Anadolu’ya Milli Mücadele için eleman devşirilmesinde başlıca rolü oynamış önemli bir organizasyondur. 1918 Kasım’ında kurulan örgüt, TM ile koordineli olarak çalışmıştır. Karakol, hücre sistemi temelinde örgütlenmiş ve hücre üyeleri numara ile kodlandırılmıştır. Baha Sait din adamlarını, Galatalı Şevket gazetecileri örgütlemekte, Kemalettin Sami ise öğrencilerle ve aydınlarla bağlantıyı kurmaktadır. Galatalı Şevket’in Süleyman Nazif’le de yakın ilişkisi vardı ve beraber çalışıyorlardı. Karakol’un liderliği için Enver Paşa’nın yurtdışına kaçması sonrasında Mustafa Kemal Paşa ile temas edildi. Ancak Mustafa Kemal, Halil Paşa’nın teklifine olumsuz yanıt verdi. Kemal, İttihatçıların döneminin geçtiğini, halkın artık onlara güvenmediğini ve Anadolu’da yeni bir hareket başlatmak gerektiğini düşünüyordu. Ayrıca Enver Paşa ile özdeşleşen Karakol Cemiyeti’ne ve İttihatçılara karşı kişisel önyargıları da vardı. İttihatçılara mesafeli durması, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya (Karadeniz’e) tayin edilmesinde de olumlu bir etkiye neden olmuş olabilir. Mustafa Kemal’in ret cevabı sonrasında liderliğin teklif edildiği Sadrazam İzzet Paşa da bu hareketin başarısızlığa uğrayacağını düşündüğü için liderlik teklifini geri çevirmişti. Buna karşın, Karakol, Yenibahçeli Şükrü’nün komutası altında Anadolu’ya doğru silah ve insan kaçakçılığını organize eden Menzil Hattı’nı örgütlemeyi başardı ve işgal altındaki İstanbul’dan on binlerce kişiyi Anadolu’ya geçirdi. İstanbul’dan Anadolu’ya kaçışların ilk durağı Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’dir. Tekke’de bolca silah ve elbiseler stoklanmıştır. Tekke’nin başında TM’nin propaganda kolunun üyesi Şeyh Âtâ bulunuyordu. Silah kaçakçılığının adresi Tekke’den Dr. Esat Paşa’nın (Osmanlı Kızılay Derneği Başkanı) evi, oradan da Anadolu idi. Bu yolla çok sayıda silah ve mühimmat ve insan kaçırılmaya başlandı. Örneğin, Halide Edip Adıvar, Dr. Adnan Adıvar, Mehmet Akif Ersoy, General Fevzi Çakmak ve Albay İsmet İnönü, Karakol’un Anadolu’ya geçirdiği en meşhur kişilerdendir. Karakol, Anadolu’da İttihatçı hareketi canlandırmak için de aktif çaba göstermiştir. Özellikle Kara Kemal, Beşler adını verdiği gizli bir hücre kurarak, Anadolu’da yeniden İttihat ve Terakki’yi örgütlemeye çalışmıştır. Ancak 1920 yılından sonra Mustafa Kemal ve milliyetçilerin öne çıkması, İttihat ve Terakki’yi arka planda bıraktı. Birçok İttihatçı ve Karakol Cemiyeti mensubu da Mustafa Kemal ve arkadaşlarına katıldılar. Ayrıca İngilizlerin istihbarat çalışmaları da Karakol’un çökmesine neden oldu. İngilizler, Hindistan Halifelik Örgütü delegesi kılığına giren ajanları Mustafa Sagir aracılığıyla birçok Karakol üyesini yakalattı ve hapse attırdı. Sagir, daha sonra Karakol’un biriktirdiği paraları da alarak, Anadolu’ya Mustafa Kemal’i öldürmek için geçmiştir. Ancak daha sonra ajan olduğu tespit edilmiş ve 1921’de Ulus Meydanı’nda asılarak idam edilmiştir.
Kitabın yedinci bölümü olan “İstanbul’daki Direniş ve Yeraltı Örgütleri (1920-1923): M. M., Felâh, Yardımcı Gruplar” kısmında, Nur Bilge Criss, Milli Mücadele döneminde İstanbul’da örgütlenen diğer yeraltı örgütlerini incelemektedir. 1920’de kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, bu tarz örgütlerden birisidir. Kısaca M. M. olarak adlandırılan bu cemiyet, Karakol üyesi kadroları devşirerek, Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı şeklinde örgütlendi. M. M., İstanbul’da Topkapı semtinde bir şube kurarak işe başladı. Şehremini şubesini ise Topkapılı Canbaz Mehmet Bey örgütledi. Topkapılı, bu semtte hırsız çeteleriyle de ilişkisi olan değişik bir kişiydi. İngilizlerin yaptıkları baskınlara karşın, M. M., bu dönemde İstanbul’un birçok noktasında şube ve silah depoları oluşturarak Milli Mücadele’yi örgütledi. Ayrıca Türk ajanlarına işkence eden İngiliz İstihbarat Subayı Yüzbaşı John G. Bennett’e yönelik suikast girişimi de bir M. M. projesiydi. Bennett öldürülemediyse de, suikast sonucunda topal kaldı ve hayatı boyunca bunun acısını çekti. Bu dönemdeki yeraltı örgütlenmelerine Osmanlı-Türk kadınları da katıldılar. Örneğin, şair Şükûfe Nihal, M. M.’de görev yapan en önemli kadın ajanlardandı. Felâh Grubu da bir diğer yeraltı örgütlenmesiydi. Felâh, Milli Mücadele için asker toplamak, Yunan Ordusu’nun durumu hakkında Ankara’yı bilgilendirmek, savaş malzemesi kaçırmak ve Ankara ile gizli telgraf hatları yoluyla haberleşmek gibi faaliyetler yürütüyordu. İngilizlerden gizli olarak yürütülen bu faaliyetler, Felâh için en büyük zorluk ve tehlike kaynağıydı. Daha sonra Felâh’a katılan İmalât-ı Harbiye ve Muavenet-i Bahriye gibi farklı gruplar da vardı. Ancak İngilizler, bir süre sonra bu örgütü fark ettiler; fakat yine de harekete geçmediler. Bunun sebebi, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşacak izlenimi yaratması ve İngilizlerin artık tarafsız bir konuma geçmeleriydi. Ayrıca İngilizlerin Türklere karşıt olan liderlerine karşın, Yunan emperyalizmi konusunda istekli olmaları için de somut bir sebep yoktu.
Kitabın “İstanbul’un Boşaltılmasına Doğru” başlıklı sekizinci bölümü, mütareke döneminin sonlarında yaşanan gelişmeleri özetlemektedir. 1921-1923 yıllarında, Ankara hükümeti, hem İstanbul, hem de Avrupa’ya kendi iradesini kabul ettirdi. Anadolu’da kontrolü sağlayan Kuvayi Milliyeciler, şimdi İstanbul’da da İngilizlere gözdağı veriyor ve İngiliz askerlerini sokak ortasında öldürüyorlardı. Ayrıca hukuk devleti ilkesinin oturmadığı bir ortamda, çeşitli linç olayları da vuku bulabiliyordu. Örneğin, Ali Kemal Bey, adil bir yargılama yapılmadan linç edilerek öldürülmüştü. Bunun emrini ise büyük olasılıkla Sakallı Nurettin Paşa vermişti. Sonuçta, Lozan Konferansı başladı ve İngilizlerin İstanbul’dan çekilmesi için de uygun bir ortam oluşmaya başladı. 24 Temmuz 1923 tarihinde ise Lozan Konferansı sona erdi ve anlaşma taraflarca onaylandı. 25 Ağustos’ta İstanbul’daki Müttefik kuvvetleri boşaltma için hazırlıklara başladılar. 6 Ekim’de düzenlenen bir törenle Müttefik ve Türk Generaller birbirlerinin bayraklarını selamladılar ve Müttefik Generaller, nöbetçi değişimi ardından gemilerine binerek İstanbul’u terk ettiler. Aynı gün, şehre Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Birinci Piyade Tümeni girdi.
Kitabın “Sonuç” başlıklı dokuzuncu ve son bölümü, kitapta işlenen konuların özetlendiği ve temel bulguların tekrarlandığı bir kısım olmuştur. Mütareke döneminde, İstanbul’un yaklaşık üçte biri harap olmuştur. Hayat pahalılığı, işsizlik ve göçmen akını gibi sorunlara karşın, salgın hastalık sorununun oluşmaması bir başarıdır. Bu noktada Kızılay'ın, Kızılhaç’ın, Beyazhaç’ın ve Amerikan Yakın Doğu Yardım Örgütü’nün başarısına dikkat çekilmelidir. İşgal altındaki İstanbul, maddi ve psikolojik bir yıkıma uğramıştır. Yazara göre, o dönemi en iyi anlatan tabir “belirsizlik”tir. O dönemin İstanbul’unda olumsuz şeyler yaşandı, ancak Kuvayi Milliyecilerin kazanması kesinlikle şans eseri olmamıştı. İşgal boyunca gizli cemiyetler vasıtasıyla yürütülen insan ve silah kaçakçılığı ve Mustafa Kemal’in Anadolu’daki askeri ve siyasi hüneri, bu sonucu doğal hale getirmişti. Müttefikler arasındaki iç çelişkiler de işin diğer önemli boyutudur.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, kitabın geniş bir kaynakça ile yazılmış önemli bir eser olduğu ve Osmanlı tarihinin bu unutulmuş ve yüz kızartıcı bölümüne tanıklık ve tercümanlık ettiği söylenebilir. Kitapta duygusal bir dil yerine akademik bir dilin benimsendiği dikkat çekmesine karşın, yine de Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’ye yönelik bir hayranlık da gözden kaçmamaktadır. Son olarak, şu da söylenebilir; Mütareke İstanbul’u, bugün bile hala izleri gözlemlenebilen ve Türk tarihinin pek konuşulmayan/yazılmayan karanlık ve kötü bir dönemidir. Bu eser ise, bu dönemin araştırılmaya başlanması açısından bir dönüm noktası olmuştur.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Amazon.com’daki kitapları için bakınız; https://www.amazon.com/s?ie=UTF8&page=1&rh=n%3A283155%2Cp_27%3ANur%20Bilge%20Criss.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder