30 Eylül 2020 Çarşamba

2020 ABD Başkanlık Seçimi Öncesindeki İlk Televizyon Tartışmasında Donald Trump ile Joe Biden Karşı Karşıya Geldiler

 

Giriş

3 Kasım 2020 tarihinde düzenlenecek olan ABD Başkanlık seçimi öncesinde, mevcut Başkan Cumhuriyetçi Donald Trump ile önceki Başkan Yardımcısı ve Demokratların Başkan adayı Joe Biden, dün (29 Eylül 2020) Cleveland-Ohio’da Case Western Reserve Üniversitesi’nin Sağlık Eğitimi Kampüsü’nde ilk televizyon tartışmaları için bir araya geldiler. Fox News kanalından Chris Wallace’ın moderatör olarak görev yaptığı tartışma, yaklaşık bir buçuk saat sürdü. BBC’den Anthony Zürcher’e göre[1], tartışma boyunca sakinliğini ve soğukkanlılığını kaybetmeyen Joe Biden, tartışmadan avantajlı ayrıldı. Anketlerde de, Biden’ın Trump’a kıyasla halen daha epey farkla önde olduğunu bu noktada hatırlatmak gerekiyor. Ancak Trump'ın son dönemde atak yaparak aradaki farkı kapatmaya başladığı da anketlerde görülebilen bir gelişme. Bu nedenle, seçimlerin oldukça kıyasıya geçeceğini ve kazananın henüz belli olmadığını söylemek mümkün. Bu yazıda, Trump ile Biden arasında yapılan bu ilk tartışmada konuşulanları özetleyecek ve değerlendireceğim.

 

Tartışmanın kaydı

Tartışmadaki Önemli Konular

Öncelikle, tartışmada, genel olarak Başkan Trump'ın söz kesme eğiliminde olduğu, ancak zaman zaman Joe Biden'ın da söze girerek tartışma kurallarına tam olarak riayet etmediğinin görüldüğü söylenebilir. Daha önemli olan ise, Trump'ın tartışmaları kişiselleştirmek için sık sık rakibine sataşmada bulunmasıdır. Bu tarz durumlara örnek olarak; Trump'ın Biden'ın akıllı olmadığı yönündeki iddiası ve 47 yıldır siyasette hiçbir şey yapmayı beceremediği yönündeki sataşması verilebilir. Ancak Joe Biden da zaman zaman popülist hamleler yapmış ve özellikle Trump'ın zenginliği ve golf tutkusunu sık sık gündeme getirerek ve Başkan'ın ülkeyi golf sahasında yönetmeye çalıştığını belirterek, onu halka uzak bir siyasetçi olarak lanse etmeye çalışmıştır. Biden, ayrıca tartışmanın bir anında Başkan Trump için "clown" (palyaço) ifadesini de kullanmıştır.

Tartışmadaki ilk konu, ABD Yüce Mahkemesi (Supreme Court) yargıcı Yargıcı Ruth Bader Ginsburg’in vefatı ardından, seçimlere bir ay kalmasına karşın Başkan Trump’ın genç ve koyu Katolik bir kadın hukukçu olan Amy Coney Barrett’ı onun boşalan koltuğuna aday göstermesi olmuştur.[2] Cumhuriyetçi Parti’nin halihazırda 5’e 3 üstünlüğü olan Yüce Mahkeme’de, Barrett’ın da Senato’dan onay alarak göreve başlaması durumunda -ki Senato’da da 53’e 47 Cumhuriyetçi üstünlüğü bulunuyor-, muhafazakâr üstünlüğünün 6’ya 3 olacağı biliniyor. Başkan Trump, bu durumu anayasal bir hak olarak değerlendirirken, rakibi Joe Biden ise bunun gücü kötüye kullanmak olduğunu savunuyor. Bu konuda görüşleri sorulan Başkan Trump, 2016 yılındaki seçimi kazandıklarını ve Senato’da çoğunluklarının olduğunu, Amy Coney Barrett’ın liberallerden de destek alan saygın ve çok iyi bir aday olduğunu, kendilerinin yerinde Demokratların olması durumunda onların da aynı şekilde hareket edeceklerini ve bu konudaki eleştirilerin geçersiz olduğunu söylerken, Joe Biden ise Amerikalıların Yüce Mahkeme’ye seçecekleri kişiyi tanımaya haklarının olduğunu, ancak bunun bir seçim sürecinde mümkün olmadığını, zira ülkede seçimlerin çoktan başladığını ve birçok insanın posta yoluyla önceden oy verdiğini hatırlatarak, bu sürecin bekletilmesi gerektiğini ve Trump’ın politikasının doğru olmadığını iddia etmektedir.

Tartışmadaki ikinci önemli konu, ABD’deki sağlık sistemiyle ilgiliydi. Moderatör Chris Wallace’ın, Başkan Trump’ın “Obamacare” olarak bilinen ve önceki Başkan Barack Obama tarafından uygulamaya sokulan sağlık sistemini çok sert eleştirmesine ve bunu ortadan kaldırmak için uğraş vermesine karşın, bu konuda bir plan ortaya koyamadığını sorması üzerine, Trump, Obamacare’in kötü bir uygulama olduğunu, kendi dönemlerinde ABD’de ilaç fiyatlarının çok ucuzladığını ve bunun çok önemli bir gelişme olduğunu söyleyip, insülin örneğini vermekte ve Joe Biden’ı Bernie Sanders gibi Amerikan sağlık sistemini sosyalistleştirmeye çalışan radikal bir siyasetçi olarak takdim etmektedir. Joe Biden ise, Obamacare’in Trump’ın aktardığı gibi devlet kaynaklarını israf eden sosyalist bir proje olmadığını, yalnızca çok zor durumda olan kişilere “Medicaid” adıyla ilaç ve sağlık harcamalarını karşılayan bir program uyguladıklarını, bu sayede 20 milyon insanın ülkelerinde sağlık sistemine erişim sağlayabildiğini, Trump döneminde ilaç fiyatlarının ucuzlamadığını ve bu konuda hiçbir planı olmayan Başkan Trump’ın halka açıkça yalan söylediğini vurgulamaktadır.

Tartışmanın üçüncü önemli konu başlığı, Covid-19 (koronavirüs) salgını olmuştur. Moderatör Chris Wallace, ABD’de şimdiye kadar 7 milyon vakanın görüldüğünü ve 200.000’den fazla insanın hayatını kaybettiğini hatırlatırken, bu konuda görüşleri sorulan Başkan adayı Joe Biden, ABD’nin dünyadaki ölümlerin yüzde 20’sinin yaşandığı bir ülke olarak bu konuda Trump döneminde çok başarısız olduğunu ve bunun sebebinin Trump olduğunu; zira bu hastalığı önceden bilen Trump’ın onları bilgilendirmediğini iddia etmektedir. Biden, ayrıca, Trump’ın Covid-19’la mücadelede hareketsiz kaldığını ve herhangi bir planının olmadığını söyleyerek, bu konuda halka ve özellikle küçük işyeri sahiplerine daha fazla destek verilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Donald Trump ise, Covid-19’un Çin’den kaynaklanan bir hastalık olduğunu, kendisi yerine Biden’ın Başkan olması durumunda ölüm sayılarının çok daha fazla olacağını ve Biden’ın iddia ettiği gibi en fazla ölümün ABD’de yaşanmamış olabileceğini; zira Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin bu konuda gerçek rakamları yansıtmadığını vurgulamaktadır. Trump, ayrıca aşıya ulaşmaları için haftaların kaldığını ve ölüm sayılarının giderek azaldığını belirterek, bu konuda bazı Demokratların ve senelerdir Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü'nün direktörlüğünü yapan Anthony Fauci'nin de belirttiği gibi çok iyi bir iş yaptıklarını iddia etmektedir. Trump ile Biden’ın uzlaşamadıkları en önemli konu ise, Biden’ın insanlara daha fazla imkân sağlanmasının ardından normale dönülmesi gerektiğini düşünmesi, Trump’ın ise halka yeterli desteğin verildiğini düşünmesi ve aşı konusunda son aşamaya gelindiğini vurgulayarak, hızlı bir şekilde normale dönüşü savunmasıdır. Ayrıca her iki aday maske takılması konusunda aynı görüştedirler ve maske takılmasının hastalığın yayılmasını önlemede yardımcı olduğunu düşünmektedirler. 

Tartışmada geçen dördüncü önemli konu başlığı ise ABD ekonomisinin durumu olmuştur. ABD ekonomisinin Covid-19 tedbirlerine bağlı olarak alınan "shutdown" (kapanma) kararı ardından hızlı bir şekilde toparlanma sürecine girdiğini belirten moderatör Chris Wallace’ın yorumları ardından söz alan Cumhuriyetçi Başkan adayı Donald Trump, kendisinin Başkanlığı döneminde harika bir iş çıkardıklarını ve ABD tarihinin en başarılı ekonomik performanslarından birini sergilediklerini, ancak Trump'ın "Çin hastalığı" adını verdiği Covid-19 salgını sonrasında ekonominin tüm dünyada olduğu gibi ABD'de de bozulduğunu söylemiş; buna karşın son 4 ayda milyonlarca kişiyi istihdam ederek, çok hızlı bir toparlanma sürecine girdiklerini de sözlerine eklemiştir. Joe Biden'ın Başkan seçilmesi durumunda yeniden kapanma kararı alabileceğini ve bunun ekonomiyi mahvedeceğini iddia eden Trump, ayrıca Demokrat Valilerin kapanma kararı almalarının ardında Trump yönetimindeki ekonomiyi kötü gösterme gayretinin olduğunu ve bunun Amerikan halkını olumsuz etkilediğini vurgulamaktadır. Trump, ayrıca, kapanma nedeniyle boşanma, alkol ve uyuşturucu kullanımının da arttığını savunmakta ve bu nedenle normal hayata dönülmesinin gerekli olduğunun altını çizmektedir. Demokrat Başkan adayı Joe Biden ise, Trump ve benzeri milyarderlerin Covid-19 sürecinden olumsuz etkilenmediklerini, ancak halkın bu süreçte çok kötü duruma geldiğini vurgulamakta ve Trump'ın önceki Başkan Obama döneminde yaratılan toplam iş sayısından daha az sayıda iş sayısına ulaşan ilk ABD Başkanı olarak tarihe geçeceğini iddia etmektedir. Biden, ayrıca, son dönemde ülkenin yarısında enfekte insan sayısı ve ölümlerin artmaya başladığını ve bu durumda önlemler alınması gerektiğini kaydetmektedir. Trump, bu bölümde ayrıca 2016 ve 2017 yıllarında yalnızca 750 dolar gelir vergisi ödediği iddiasını da yalanlamakta ve söz konusu dönemde milyonlarca dolar vergi ödediğini iddia etmektedir. Joe Biden ise, Trump'ın iddiasının resmi belgelere göre doğru olmadığını ve Trump'ın bir okul öğretmeninden daha az vergi ödediğini söyleyerek, Başkan seçilirse vergileri arttıracağını vaat etmektedir. Biden, ayrıca Trump'ı "ABD tarihinin en kötü Başkanı" olmakla suçlamaktadır. Biden, kendi Başkan Yardımcısı olduğu döneminde 7 milyon yeni iş yarattıklarını da belirterek, bazı alanlarda (corporate tax) vergileri yükselterek ve yerli malı tüketimini teşvik ederek ekonomiyi kısa sürede toparlayacaklarını iddia etmektedir. Bu noktada aslında her iki aday da daha az vergi alacaklarını belirtirken, Biden'ın halktan alınan vergileri, Trump'ın ise şirketlerden alınan vergileri azaltmayı ön plana koydukları anlaşılmaktadır.

Yayındaki beşinci önemli tartışma konusu, ABD'deki ırklararası ilişkiler ve ırkçılık olmuştur. Daha önce Başkan Trump'ın Charlottesville'deki olaylara gösterdiği tepki nedeniyle Başkan adayı olduğunu açıklayan Joe Biden, bu konuda -ırklararası eşitliği sağlamak için- geçmişte görev yaptıkları dönemde de büyük çaba gösterdiklerini, ancak sorunu tam olarak çözemediklerini, buna karşın Trump gibi sorunu görmezden gelmediklerini vurgulayarak, Trump'ın ırkçı grupları destekleyen ve Afrikalı Amerikalıları önemsemeyen bir kişi olduğunu söylemektedir. Trump ise, Biden'ın geçmişte Afrikalı Amerikalılar için "super predator" (vahşi) ifadesini kullandığını hatırlatarak, Biden'ın aşırı sol desteğini kaybetmemek için güvenlik konusunda zayıf davrandığını iddia etmektedir. Bu konuyla bağlantılı olarak yapılan sonraki tartışmada ise, Biden, ABD'de Afrikalı Amerikalılara yönelik sistemik bir haksızlık olduğunu söylemekte ve ülkedeki büyük çoğunluğu oluşturan namuslu polislerin George Floyd ve Breonna Taylor vakalarından rahatsızlık duyduğunu ifade etmektedir. Biden, ayrıca barışçıl gösterileri desteklediğini ama şiddet eylemlerine hiçbir zaman destek vermediğinin de altını çizmektedir. Trump ise, kısa bir süre önce sona erdirdiği "racial sensitivity" (ırk hassasiyeti) eğitimlerinin aslında ırkçılığı teşvik ettiğini iddia ederek, bu tarz eğitimlerle Amerikan karşıtlığının yayıldığını iddia etmektedir. Biden ise, Trump'ın ırkçı olduğunu belirterek, bu eğitimlerin gerekli olduğunu düşünmektedir. Bu bölümde ayrıca son dönemde ABD'de artan suç olayları, protesto gösterileri ve aşırı sol ve aşırı sağ aktivizmi de (Antifa, Black Lives Matter, Ku Klux Klan vs.) tartışılmaktadır. 

Trump ile Biden arasında ilk kez yapılan Başkanlık tartışmasında öne çıkan altıncı önemli konu ise, Başkan adaylarının neden halkın kendilerini seçmesi gerektiği sorusuna verdikleri cevaplar olmuştur. Bu soruya, Trump, Covid-19 sürecine kadar ekonomik performansının tarihin en iyi performanslarından biri olduğuna vurgu yaparak ve kendisinden önceki Obama-Biden dönemini kötüleyerek cevap verirken, Biden da kendisinin Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı 8 yıllık dönemde ülkeyi ekonomik resesyondan çıkarmayı başardıklarını hatırlatarak ve Trump döneminde yaşanan olumsuzları sayarak cevap vermiştir.

Tartışmanın son bölümünde iklim değişikliği ve seçim güvenliği konuları da gündeme gelmektedir. Trump, bu bölümde seçim güvenliği konusunda posta yoluyla oy vermede hileler yaşanabileceğine dikkat çekmekte ve bu seçimin kolay sonuçlanmayacağını belli edercesine güçlü ifadeler kullanmaktadır. Biden ise, Trump'ın seçimi kaybedeceğinden korktuğu için böyle davrandığını iddia etmektedir. Bu anlamda, 2020 ABD Başkanlık seçim sonuçlarının kesinleşmesinin haftalar sürebileceği anlaşılmakta ve bu da seçim güvenliğine gölge düşürmektedir. 

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Sonuçta, tartışmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; Trump'ın Biden'a kıyasla tartışmada daha agresif davrandığı ve sık sık rakibinin sözünü kestiği, Biden'ın ise biraz daha sakin ve saygılı olmakla birlikte, zaman zaman Trump hakkında olumsuz ifadeler kullandığı görülmüştür. Ayrıca tartışma düzeyi beklenenin altında kalmış ve gerekli istatistiki bilgiler ve rakamlar yeterince ikna edici bir şekilde Amerikan halkına ve uluslararası kamuoyuna sunulamamıştır. Sonuç olarak, Joe Biden'ın ilerleyen yaşına rağmen Başkan olabilecek seviyede olduğu anlaşılırken, Trump'ın da siyaseti iyice öğrendiği ve kolay teslim olmayacağı görülmüştür. En önemli konu ise, kuşkusuz, seçim güvenliği olacaktır. Posta yoluyla oy vermede hile yapılmasının engellenmesi ve seçim sonuçlarının gecikmemesi, ABD demokrasisi adına önümüzdeki süreçte en önemli konular olacaktır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


28 Eylül 2020 Pazartesi

Yeni Makale: "Typology of Crises in Turkish-American Relations A Study of Eight Cases"

 

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Typology of Crises in Turkish-American Relations A Study of Eight Cases" adlı makalesi, UPA Strategic Affairs dergisinin ilk sayısında yayımlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleyi okuyabilirsiniz.




UPA Strategic Affairs Dergisinin İlk Sayısı Yayımlandı

 

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ekibince hazırlanan ve yayın hayatına yeni başlayan UPA Strategic Affairs adlı uluslararası hakemli akademik e-derginin ilk sayısı yayımlandı. Birçok Türk ve yabancı akademisyenin editör, hakem ve yazar olarak katkı sunacağı ve Yayın Kurulu'nda yer aldığı dergi, Türkiye'ye yeni bir uluslararası akademik yayın kazandırabilmek amacıyla hazırlandı. Derginin baş editörlüğünü Dr. Deniz Tansi üstlenirken, Editör Kurulu'nda şu isimler yer aldılar. 

Derginin 146 sayfalık ilk sayısında şu makaleler yer aldı:

  • Körfez Savaşı ve Irak’ın 2003 Yılındaki İşgaline Yönelik Avrupa Birliği’nin Yaklaşımı (Onur BİGAÇ)
  • 20. Yüzyılın İlk Yarısında Filistin Topraklarındaki Anlaşmazlığa Yönelik Birleşik Krallık'ın Siyasi Etkilerinin İncelenmesi (Alparslan ULUHAN)
  • Typology of Crises in Turkish-American Relations A Study of Eight Cases (Ozan ÖRMECİ)
  • Kopenhag Okulu’nun Güvenlikleştirme Teorisi Bağlamında ABD’nin Irak Politikası: 2000-2008 (Serdar ÇUKUR)
  • Balkanlarda Yugoslavya’nın Dağılması ve Dayton Barış Antlaşması (Güney Ferhat BATI & Neriman TUNBUL)
  • Doğu Akdeniz’deki Enerji Temelli Askeri Güvenlik Gelişmelerinin Türkiye’nin Doğu Akdenizli Komşuları ve Küresel Güçlerle Olan İlişkilerine Yansımaları (Sina KISACIK & Gamze HELVACIKÖYLÜ)

Dergiye buradan ulaşabilirsiniz. 

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin ABD Başkan Adayı Joe Biden Hakkındaki Makalesi M5 Dergi'de Yayınlandı

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "ABD Başkan Adayı Joe Biden’ın Türkiye Hakkındaki Görüşleri” adlı makalesi, M5 Dergi'nin 350 nolu Eylül 2020 sayısından yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye ulaşabilirsiniz.


 

25 Eylül 2020 Cuma

Prof. Dr. Ahmet Talimciler ile "Siyaset ve Futbol" Konulu Söyleşi

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 25 Eylül 2020 tarihinde Zoom programı üzerinden İzmir Bakırçay Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Talimciler ile "Siyaset ve Futbol" konulu bir söyleşi gerçekleştirdi. Aşağıda, bu söyleşinin kaydını bulabilirsiniz.



20 Eylül 2020 Pazar

OECD Daha İyi Yaşam Endeksi Verilerinde Türkiye


OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development) veya Türkçe adıyla Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı olarak da söylenebiliyor)[1], İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marshall Planı’nın uygulanmasını ve Avrupa’nın kalkınmasını sağlamak amacıyla kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (OEEC) devamı niteliğinde ve 1961 yılında kurulmuş olan önemli bir uluslararası kuruluştur.[2] 37 üyesi olan[3] OECD’nin üyelerinin büyük bölümü Avrupalı devletlerdir. OECD’nin Avrupalı üyeleri; Almanya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık (İngiltere), Çek Cumhuriyeti (Çekya), Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan’dır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kanada, Kolombiya, Meksika ve Şili, OECD’nin Amerika kıtasındaki üyeleridir. OECD’nin Pasifik bölgesinden üyeleri ise; Avustralya, Güney Kore, Japonya ve Yeni Zelanda’dır. OECD’nin kalan iki üyesi ise, Ortadoğu bölgesinden Türkiye ve İsrail’dir. Türkiye, 1961 yılında OECD’nin kurucu üyelerinden birisi olmuştur. Kosta Rika ise, şu sıralar OECD’nin 38. üyesi olmak için kurumla müzakereler yürütmektedir.[4]


OECD nam-ı diğer Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü

OECD, özellikle ekonomi alanındaki istatistikleriyle, ülkelerin ekonomik performanslarını ölçmek konusunda çok önemli bir otorite kabul edilmektedir. Ayrıca, kurum, 2011 yılı Mayıs ayından bu yana “OECD Better Life Index” (OECD Daha İyi Yaşam Endeksi) adıyla[5] ülkelerin yaşam kalitelerini (wellness) ölçen yeni bir endeks oluşturmaya ve bunun sonuçlarını yayınlamaya başlamıştır. Endekste; “housing” (barınma imkânları), “income” (gelir koşulları), “jobs” (iş imkânları), “community” (sosyal destek imkânları), “education” (eğitim kalitesi), “environment” (çevre koşulları), “civic engagement” (sivil katılım/demokrasi imkânları), “health” (sağlık hizmetleri), “life satisfaction” (hayat memnuniyeti), “safety” (güvenlik) ve “work-life balance” (iş-yaşam dengesi) gibi kriterler değerlendirilmekte ve ülkelerin bu konularda vatandaşlarına sundukları imkânlar ölçülmektedir. 37 üye ülke dışında, Brezilya, Rusya ve Güney Afrika da bu endekste verileri toplanan ve ölçülen ülkeler arasında yer almaktadırlar.


OECD Daha İyi Yaşam Endeksi

Türkiye, OECD Daha İyi Yaşam Endeksi verilerine göre, OECD üyesi ülkeler arasında neredeyse tüm istatistiklerde vatandaşlarına en kötü şartları sunan ve yaşam kalitesi en düşük olan ülke durumundadır.[6] Bu, Türkiye’nin geçmişte de yaşam şartları çok yüksek bir ülke olmadığı ve halen gelişmeye devam ettiği düşünüldüğünde, oldukça normal bir durumdur. Nitekim Türkiye’nin son 20 yılda birçok alanda atılım yaptığı, kurumun web sitesinde de açıkça vurgulanmıştır. Ancak Türkiye’nin atılım yaptığı alanların çok sınırlı kalması, diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye adına olumsuz bir durumdur. Türkiye, seçimlere yüzde 86 gibi çok yüksek bir katılım oranının olmasının da etkisiyle, sivil katılım/demokrasi imkânları konusunda oldukça iyi bir durumdadır. Ancak Türkiye, gelir, sağlık hizmetleri, sosyal destek imkânları, eğitim kalitesi, iş imkânları, çevre koşulları, iş-yaşam dengesi, barınma imkânları gibi neredeyse tüm diğer kategorilerde ise ortalamanın altında ve genelde son sıralardadır.

Bu istatistiklere daha detaylı bakmak gerekirse şunlar belirtilebilir:

 Barınma İmkanları: Türkiye’de, aileler, genelde gelirlerinin yüzde 20 düzeyinde bir bölümünü kira veya ev taksidi olarak harcamaktadırlar. Bu, OECD ülkeleri ortalamasıyla da uyumlu bir durumdur ve Türkiye’yi 40 ülke arasında 14. sıraya oturtmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de hane halkı için bir kişiye ortalama 1 oda düşmektedir ki, bu da, 1,8 olan OECD ortalamasının altındadır ve Türkiye’yi bu konuda 40 ülke arasında 38. sıraya yerleştirmektedir. Ayrıca Türkiye’de alafranga tuvalet yaygınlığı halen yüzde 92 dolayındadır ki, bu da OECD ülkeleri arasında en düşük ortalama olarak dikkat çekmektedir.

Gelir Koşulları: Her ne kadar “para saadet getirir” sözü her zaman doğrulanmasa da, gelir koşullarının bir ülkenin ve halkın yaşam düzeyinde önemli rol oynadığı yadsınamaz bir gerçektir. OECD ülkelerinde ortalama 33.000 dolar olan ortalama gelir, haliyle Türkiye’de çok daha düşüktür. Bu kategoride, Türkiye, 40 ülke arasında 32. sırada yer almaktadır. Ayrıca, son yıllarda yapılan atılımlara karşın, gelir eşitsizliği konusunda da Türkiye’de ciddi sorunlar mevcuttur. Son aylarda döviz kurlarında yaşanan fahiş artış nedeniyle, güncel bir çalışmada, Türkiye'nin durumu, büyük olasılıkla 40 ülke arasında en son sıralara inecektir.

İş İmkânları: Türkiye’de aktif işgücü grubundaki (15-64 yaş arası) nüfusun yalnızca yüzde 52’sinin işi bulunmaktadır. Bu kategoride, Türkiye, 40 ülke arasında 39. sıradadır ve oldukça başarısız bir konumdadır. İş imkânları bağlamında cinsiyet eşitliği tablosuna bakıldığında da, Türkiye, 40 ülke arasında son sırada yer almaktadır. Dolayısıyla, işsizlik ve özellikle kadın işsizliği Türkiye için büyük bir sorundur.

Sosyal Destek İmkânları: Türkiye’de, sanılanın aksine toplumsal bağlar ve sosyal destek imkânları da gelişmiş ülkelere kıyasla daha geri durumdadır. Örneğin, OECD ülkelerinde ortalama olarak halkın yüzde 89’u ihtiyaç durumunda güvenebilecekleri toplumsal destek imkânları ve sosyal ağlar olduğuna inanırken, Türkiye'de bu oran yüzde 86’dır. Bu bağlamda, Türkiye, 40 ülke arasında 36. sırada yer almaktadır.

Eğitim Kalitesi: Türkiye, aktif işgücünün eğitim seviyesi anlamında 40 OECD ülkesi arasında 39. sıradadır. Bu yaş aralığında, ortalama ikinci derece ve daha yüksek eğitim alanların oranı yüzde 40’ın altındadır. Bu da, Türkiye’de özellikle yüksek eğitimin yaygınlaştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Çevre Koşulları: Türkiye, hava kirliliği konusunda 40 OECD ülkesi arasında 35. sıradadır. Su temizliği (kalitesi) konusunda ise, Türkiye, 39. basamakta yer almaktadır.

Sivil Katılım/Demokrasi İmkânları: Türkiye, yüzde 86 ortalama ile, seçimlere katılım konusunda OECD Daha İyi Yaşam Endeksi’ne dahil 40 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Bu, herhangi bir konuda Türkiye’nin ulaştığı en büyük başarı olarak dikkat çekmektedir ve OECD ortalaması olan yüzde 68’in epey üzerindedir.

Sağlık Hizmetleri: Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi 78 yaş olup, 40 ülke arasında bu konuda 29. sırada yer alınmaktadır. Bu konuda OECD ortalaması ise 80’dir. Türkiye’de halkın yüzde 69’u sağlık koşullarından memnundur ki, bu da OECD ortalamasıyla paraleldir. Bu anlamda, sağlık hizmetlerinde de durum -diğer kategorilerle kıyaslandığında- nispeten biraz daha iyi durumdadır.

Hayat Memnuniyeti: Türkiye’de halkın hayat memnuniyeti ölçüldüğünde, 40 ülke arasında 37. sırada yer alınması, ülkedeki zorlu yaşam koşullarının ve halk memnuniyetsizliğinin ispatı durumundadır.

Güvenlik: Türkiye’de halkın yüzde 60’ı gece evine yalnız başına dönerken güvenli hissettiğini belirtirken, bu, yüzde 68 olan OECD ortalamasının altındadır ve Türkiye’yi 40 ülke arasında 31. sıraya oturtmaktadır. Ancak Türkiye’de cinayet oranı OECD ortalamasının altındadır ve bu konuda 40 ülke arasında 29. olunmuştur.

İş-Yaşam Dengesi: Türkiye’de çalışanların yaklaşık üçte biri (yüzde 33) çok uzun saatler mesai yapmaktadırlar ki, bu, yüzde 11 olan OECD ortalamasının çok üzerindedir ve Türkiye’yi 40 ülke arasında son sıraya koymaktadır. Buna karşın, genel ortalamada, çalışan kesimin ortalama bir gün içerisinde 14,8 saat işdışı aktivitelerine zaman kalması, 15 saat olan OECD ortalamasına yakındır. Bu nedenle, bu konuda 40 ülke arasında 24. sırada yer alınmaktadır.

 

Bu verilere bakıldığında, şu tespitler rahatlıkla yapılabilir:

  • Türkiye, son yıllarda dış politikada bölgesel bir güç olmayı başarmış olmasına karşın, ülke içerisindeki hayat kalitesi bağlamında gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında epey gerikalmış bir ülkedir. Bu da, Türkiye’de kaynakların halk (vatandaşlar) için değil, devlet için harcandığının somut bir ispatıdır. Hatta bu yönüyle, Türkiye, gelişmiş demokratik ülkelerle kıyaslandığında, oligarşik bir rejim görüntüsü çizmektedir.
  • Türkiye, acilen iş imkânları, çevre koşulları, eğitim kalitesi ve hayat memnuniyeti gibi konularda reformlara girişmeli ve atılım yapmaya başlamalıdır. Aksi takdirde, artan nüfusla birlikte ülkedeki yaşam kalitesi daha da düşecektir. 
  • Demokratik katılım, Türkiye’de çok yüksek düzeylerdedir. Bu nedenle, Türkiye’de halkın demokrasiye yatkın olmamasından değil, ancak devletin demokrasiye yatkın olmamasından söz edilebilir.
  • Türkiye, sağlık hizmetleri konusunda nispeten iyi durumdadır. Ancak artan nüfus nedeniyle, bu konuda da atılımlar sürdürülmelidir.
  • Türkiye, halkın eğitim seviyesini ve kalitesini yükseltmelidir. Bu nedenle, ihtiyaca göre yeni üniversiteler açılmalı ve bu kurumların eğitim kalitelerini arttırmak için ciddi plan-program yapılmalıdır.
  • Türkiye’nin OECD verilerinde ispatlanan gerikalmışlık durumu, ülkedeki mevcut hükümetten değil, daha çok ülkenin zorlu koşullarından ve bir ölçüde de devletçi siyasi düzenden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu veriler, Türkiye'nin son 20 yılda yaptığı atılımlara karşın halen bu düzeylerdedir. Bu nedenle, halkın yöneticilerinden hesap sorabildiği şeffaf, halkçı ve demokratik bir rejim kurulmadığı sürece, Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmesi imkânsızdır.
  • Türkiye’deki kritik karar alıcılar ve devlet elitleri, yeni bir beyin göçü dalgası ve ilerleyen yıllarda yaşanması muhtemel sosyal patlamaların önüne geçebilmek için, mutlaka ama mutlaka stratejik hedefler kadar vatandaş memnuniyeti ve iyiliğini de düşünmek zorundadırlar. Zira stratejik hedefler devlet katında daha önemli bir konu olarak algılansa da, bu hedeflerin gerçekleştirileceği bir beşeri sermayenin mevcut olmaması durumunda, ilerleyen yıllarda bu kazanımlar kolaylıkla geri kaybedilebilir. Bu nedenle, Türkiye’de kaynakların vatandaşlar için kullanıldığı halkçı bir düzenin gerekli olduğu apaçık ortadadır.

 Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Web sitesi için bakınız; https://www.oecd.org/.

[2] OECD’nin kısa tarihçesi için bakınız; https://www.thebalance.com/organization-economic-cooperation-development-3305871#:~:text=The%20OECD%20was%20initially%20called,governments%20recognize%20their%20economic%20interdependence.

[3] Bakınız; https://www.oecd.org/about/members-and-partners/.

[4] Bakınız; https://www.oecd.org/latin-america/countries/costa-rica/.

[5] Web sitesi için bakınız; http://www.oecdbetterlifeindex.org/.

[6] Bakınız; http://www.oecdbetterlifeindex.org/countries/turkey/.


18 Eylül 2020 Cuma

Turkey-KRG Relations: A Talk with Dr. Barzan Jawher Sadeq

 

UPA Coordinator Dr. Ozan Örmeci made a talk with Dr. Barzan Jawher Sadeq from Salahaddin University in Erbil, Kurdistan Regional Government, Iraq. You can click on the video to watch the talk.



16 Eylül 2020 Çarşamba

Japonya’da Yoshihide Suga Dönemi


Giriş

Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olarak küresel ekonomide ve uluslararası siyasette gücünü ve önemini koruyan Japonya’da, 2012 yılı Aralık ayından beri Başbakan olarak görev yapan Liberal Demokrat Parti (LDP) lideri Şinzo Abe’nin 28 Ağustos 2020 tarihindeki beklenmedik istifası üzerine, parti içerisinde bir Genel Başkanlık ve dolayısıyla ülke geneli için de bir Başbakanlık yarışı başlamıştır. 14 Eylül’de yapılan parti içi liderlik yarışını kazanan Yoshihide Suga (Suga Yoşihide), bu sürecin sonunda Japonya Parlamentosu Diet tarafından da onaylanarak, bugün itibariyle Japonya Başbakanı olarak görev yapmaya başlamıştır. Bu yazıda, Japonya’daki yeni Başbakan seçim sürecini ve Başbakan seçilen Yoshihide Suga’nın hayatı ve siyasi fikirlerini özetlemeye çalışacağım.

LDP liderini, Japonya Başbakanı’nı seçti

1948 yılından beri iki kısa istisna dönemi (1993-1996 ve 2009-2012) dışında daima iktidarda kalmayı başaran ve bu yönüyle çok partili siyasal dizgelerde istisnai başarı gösteren bir parti olarak dikkat çeken Japonya Liberal Demokrat Partisi (LDP), 2012 yılından beri Şinzo Abe liderliğinde iktidarını koruyordu. Ancak Başbakan Abe’nin Ağustos ayı sonlarında sağlık sorunları nedeniyle iktidardan çekilmesi üzerine, 14 Eylül 2020 tarihinde parti içerisinde bir liderlik seçimi düzenlendi. Seçime, 3 önemli aday katıldı. Bu kişiler; Yoshihide Suga, Fumio Kishida ve Shigeru Ishiba’ydı.

Yoshihide Suga, Fumio Kishida ve Shigeru Ishiba

Seçime favori olarak giren Yoshihide Suga (1948-), 1996 yılından beri LDP’nin Kanagawa ikinci bölge milletvekili olarak görev yapan ve daha önce Şinzo Abe’nin Başbakanlıkları döneminde İçişleri ve İletişim Bakanlığı (2006-2007) ve Kabine Bakanlığı ve Hükümet Sözcüsü (2012-2020) gibi önemli görevlerde bulunan bir kişi olarak sivriliyordu. Diğer adaylardan Fumio Kishida (1957-), 2012-2017 döneminde Japonya’nın Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ve milliyetçi “Nippon Kaigi” örgütüyle bağlantılı bir kişi olarak dikkat çekiyordu. Shigeru Ishiba (1957-) ise, Savunma Bakanlığı (2007-2008) ve Tarım, Orman ve Balıkçılık Bakanlığı (2008-2009) üst düzey görevlerde bulunmuş bir diğer iddialı Genel Başkan ve Başbakan adayıydı.

14 Eylül’de düzenlenen seçimi, 534 delegeden (partili milletvekilleri ve diğer seçim bölgelerinden gelen temsilciler) 377’sinin oyunu (yaklaşık yüzde 70 oy) alarak kazanmayı başaran Suga, böylelikle rahat bir şekilde parti lideri seçilmiş oldu.[1] Suga’nın rahat zaferi, büyük ihtimalle, Kabine Bakanı olarak Başbakan Abe’nin sağ kolu olarak görev yapmasından ve milletvekilleri ve temsilcilerle kurduğu yakın ilişkilerden kaynaklandı. Üstelik, bu 8 yıllık süreçte, Suga, hükümet adına tam 3.213 basın toplantısı düzenleyerek halk tanınırlığı anlamında da desteğini arttırmayı başarmıştı. Hukuk diploması olan Suga, 1986’dan beri aktif siyasetin içinde olan bir kişi olarak zaten siyasi çevrelerde çok iyi tanınıyordu. Suga, bu gelişmenin ardından, Japonya Parlamentosu Diet’in alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde (Şuugin) bugün düzenlenen oylamayı da kazanarak (462 oyun 314’ünü alarak), 2021 yılı Eylül ayındaki seçimlere kadar Başbakan olarak görev yapmaya hak kazandı.[2] Seçimi kazanmasının ardından, “Akita’da bir çiftçinin en büyük oğluydum. Herhangi bir kan bağı ya da bilgi birikimim olmadan siyaset dünyasına sıfırdan giriş yaptım ve LDP’nin lideri olmayı başardım. Kendimi Japonya ve vatandaşlarına hizmet için adayacağım.” açıklamasını yapan[3] Suga, böylelikle yeni Japon İmparatoru Naruhito ile başlayan “Reiwa” (Uyum) döneminin de ilk Başbakanı olmayı başardı.

Yoshihide Suga veya Suga Yoşihide’nin hayatından önemli zaman dilimleri[4]

Yeni Başbakanının İlginç Özellikleri ve Bazı Görüşleri

Tüm dünya ülkelerini ilgilendiren koronavirüs salgınının yanı sıra, yaşlanan nüfus, yıllardır stagflasyon yaşayan ekonomi, nesiller arası yaşanan kültürel uyumsuzluklar ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin hızlı yükselişini dengelemek gibi birçok sorunla da uğraşmak zorunda olan Japonya’nın yeni Başbakanı Yoshihide Suga (Suga Yoşihide), daha çok iç siyasette sivrilen bir isim olarak tam bir “kapalı kutu” görüntüsü çiziyor. Ancak uluslararası basında yer alan haberlerden derleyerek, kendisinin siyasi görüşleri hakkında bazı yargılara ulaşmak mümkün.

Öncelikle, Japonya’nın yeni Başbakanı’nın oldukça mütevazı bir geçmişten geldiğini; bu yönüyle ABD Başkanı Donald Trump gibi zengin ya da Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson gibi elit kurumlarda öğrenim görmüş bir kişi olmadığını belirtmek gerekiyor. 1973 yılında Hosei Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Suga, dedesi (Nobusuke Kishi) Başbakan, babası (Shintaro Abe) Dışişleri Bakanı olan önceki Başbakan Şinzo Abe ile de bu bağlamda oldukça tezat bir görüntü çiziyor.[5] Oldukça kırsal bir bölge olan Akita prefektüründe yetişen ve fakir bir aileden gelen Suga, üniversite eğitimi için 1970’lerde başkent Tokyo’ya taşınmış ve eğitimi için bu dönemde bir karton fabrikasında işçi olarak çalışmıştır. Hatta Suga, Hosei Üniversitesi’ni de ucuz ve ücretini karşılayabilir olduğu için seçmiştir. Suga’nın küçüklüğü ve ilk gençliği ise, babasının çilek tarlalarında çalışarak geçmiştir.

Gençliğinden beri özelleştirmeleri savunan ve piyasa ekonomisine destek veren liberal bir siyasetçi olarak sivrilen Yoshihide Suga (Suga Yoşihide), Yokohama Belediye Meclisi’ne seçildiği 1987’den itibaren, Japonya demiryollarının ve posta hizmetlerinin özelleştirilmesi konusundaki katı liberal tutumuyla dikkat çekmiştir.[6] Daima Şinzo Abe’ye yakın bir isim olarak konumlanan Suga, Japonya'da, Abe’yi ikinci Başbakanlık dönemi ve ekonomik reformlar konusunda cesaretlendiren isim olarak da bilinmektedir.[7] Suga’nın yeni kazandığı lakabı ise “Uncle Reiwa” yani Reiwa Amca’dır. Bunun nedeni, Suga’nın Kabine Bakanı olarak yeni İmparator Naruhito’nun dönemi için “Reiwa” (Uyum) kelimesini kameralar önünde ilan eden kişi olmasıdır.[8]

Uncle Reiwa (Reiwa Amca)

Ekonomi alanında, Yoshihide Suga, önceki Başbakan Abe ile özdeşleşen ve ekonomik reformları öngören “Abenomics” çizgisinin devam ettireceğini açıkça belirtirken, Washington merkezli Stimson Merkezi Japonya Programı Yöneticisi Yuki Tatsumi de Yoshihide Suga döneminde Şinzo Abe dönemindeki girişimlerin sürdürüleceğini düşünüyor.[9] Ancak Tatsumi, Abe’nin sağ kolu olarak başarılı performans gösteren Suga’nın ülke lideri olarak henüz test edilmediğini ve bu nedenle Japonya’nın kamusal yüzü olarak göstereceği performansın önemli olduğunun altını çiziyor.[10] Hakikaten de, Suga’nın halkçı ve elitizmden uzak siyasi kimliğiyle Japonya’da halk ve elitler (daha çok iş çevreleri) tarafından ne ölçüde benimsenebileceği merak konusu. Yoshihide Suga, Başbakan seçilmesinin hemen arifesinde yaptığı açıklamalarda, önceliğini koronavirüsle mücadele ve ekonomiyle ilgilenme olarak açıklarken, erken seçim ihtimaline de kapıyı kapattı.[11] Suga, ayrıca dijitalleşme konusunda atılımlar deneyeceğinin sinyallerini de verdi.[12] 

Bunların yanı sıra, Başbakan Suga, Şinzo Abe döneminden gelen tam 8 Bakan'la yeni kabinede yoluna devam ederek, Abe'nin misyonunu sürdürmek niyetinde olduğunu gösterdi. Hatta Suga, Abe'nin küçük kardeşi Nobuo Kishi'yi de Savunma Bakanlığı görevine getirdi. Ancak Japonya'da hükümetin yaş ortalamasının çok yüksek ve Bakanların yaşlı olması konusunda bazı eleştiriler de mevcut. Ayrıca Suga'nın parti içerisinde Şinzo Abe gibi güçlü bir konumda olmadığı ve LDP içerisindeki büyük grupların/hiziplerin (Hosoda Grubu, Takeshita Grubu, Aso Grubu ve Nikai Grubu) uzlaşmasıyla Genel Başkanlığa seçildiği bilinen bir gerçek. Bu nedenle, Başbakan Suga'nın, özellikle en etkili ve güçlü grup olan Hosoda Grubu ile ilişkilerini bundan sonra iyi düzeyde tutması gerekiyor. Hosoda Grubu ise, ABD ile yakın müttefikliğin sürdürülmesini, anayasanın değiştirilmesini ve Japonya'nın daha fazla silahlandırılmasını savunuyor. 

Japonya’nın yeni Başbakanı Suga’nın dış politikası ve özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ile kuracağı ilişkiler konusunda ise bazı belirsizlikler var. Global Times için yazan Çinli analist Xu Keyue, birçok uzmanın, Suga’nın Abe’nin siyasi mirasını Çin politikası konusunda da sürdüreceğini düşündüğünü yazıyor.[13] Bu anlamda, Suga’ya daha çok “caretaker” (geçici süreyle görev yapan bekçi) gözüyle bakıldığı anlaşılıyor.[14] Çinli uzmanlar, Suga dönemi için genelde olumlu beklentiler ifade ederlerken, neredeyse tüm analizlerde Japonya’nın en büyük ticari partnerinin Çin, ama en büyük siyasi müttefikinin de ABD olduğu vurgulanıyor.[15] Suga’nın 2019 yılında bir Çinli gazeteciye verdiği röportajda, Çin ile Japonya’nın Budizm başta olmak üzere çeşitli kültürel yakınlıklarının olduğunu ve bu ülkeye yakın hissettiğini söylemesi de, Çin tarafında, genelde, kendileriyle iyi ilişkiler kurmak isteyen bir liderin tavrı olarak vurgulanıyor.[16] Suga’nın, daha önce Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i Japonya’ya davet edeceğini, Asya-Pasifik'te Çin karşıtı bir mini-NATO oluşumuna izin vermeyeceğini ve Çin’le karşılıklı güvene dayalı yüksek düzeyli ilişkiler inşa edeceğini söylemesi de bu konuda güçlü sinyaller.[17] Ancak daha önce belirttiğim Hosoda Grubu etkisi, Başbakan Suga'nın Çin politikasında istediği açılımları yapmasına engel olabilir.  

Sonuç

Sonuç olarak, Japonya’nın, Yoshihide Suga (Suga Yoşihide) Başbakanlığı döneminde Şinzo Abe dönemine benzer politikalar izleyeceği, ancak ABD’nin tavrının da bu konuda çok etkili bir faktör olacağı belirtilebilir. ABD’de Donald Trump yönetiminin devamı halinde, Japonya-Çin ilişkilerinde rekabet unsuru ve güvenlik temaları kolaylıkla daha ön plana çıkabilecekken, olası bir Joe Biden Başkanlığı döneminde -Obama dönemine benzer şekilde- serbest ticaret anlaşmaları daha ön planda olacak gibi gözükmektedir. Ancak her şekilde, Japonya ile Çin arasında koronavirüs (Covid-19) salgını, Kuzey Kore nükleer programı ve diğer bazı kritik konularda diyalog ve işbirliği sürecektir. 

Son olarak, şunu da söylemek gerekir; Yoshihide Suga, kuşkusuz Şinzo Abe kadar karizmatik ve güçlü bir lider değildir; ancak yine de, başarılı performansıyla Suga'nın görev süresini uzatması ve sonraki genel seçime partisinin başında girerek Başbakanlığına devam etmesi ihtimal dahilindedir.

                                                                                                                               Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; https://japan-forward.com/yoshihide-suga-wins-ldp-party-leadership-race-with-overwhelming-support/.

[2] Bakınız; https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/japonyada-8-yil-sonra-bir-ilk-yeni-basbakan-belli-oldu-6040061/.

[3] A.g.e.

[4] Bakınız; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/japonya-basbakanligina-suga-yosihide-secildi/1974793.

[5] Bakınız; https://www.tokyoweekender.com/2020/09/new-prime-minister-yoshihide-suga/.

[6] A.g.e.

[7] A.g.e.

[8] https://www.ft.com/content/6ae24e68-9702-4825-aaac-24137fb8ba64.

[9] Bakınız; https://www.bbc.com/news/world-asia-54172461.

[10] A.g.e.

[11] https://asia.nikkei.com/Politics/Japan-after-Abe/Suga-vows-to-digitize-government-and-push-down-mobile-fees.

[12] A.g.e.

[13] Bakınız; https://www.globaltimes.cn/content/1200820.shtml.

[14] A.g.e.

[15] Bakınız; https://www.firstpost.com/world/yoshihide-suga-set-to-be-japan-pm-chinese-media-expresses-guarded-optimism-raises-concerns-on-hardline-attitudes-8817481.html.

[16] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=tHzh-o7KhW0.

[17] A.g.e.


14 Eylül 2020 Pazartesi

BAE’den Sonra Bahreyn de İsrail’i Tanıma Kararı Aldı


Giriş

Geçtiğimiz haftalarda Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) İsrail’i tanıma kararı almasının ardından, 11 Eylül Cuma günü, ABD Başkanı Donald Trump’ın Bahreyn’in de İsrail’i tanıma ve bu ülkeyle diplomatik ve ekonomik ilişkilerini geliştirme kararı aldığını açıklaması[1], uluslararası basında önemli bir siyasi gündem maddesi olarak değerlendirildi. İsrail’in Körfez açılımına yıllar öncesinde vurgu yapan[2] ve BAE’nin bu kararının ardından Bahreyn’in de benzeri bir karar alabileceğini[3] yazan biri olarak, kuşkusuz, bu karar benim ve UPA okurları için sürpriz olmadı. Bu yazıda, İsrail-Bahreyn normalleşmesini ve bunun bölgesel etkilerini değerlendireceğim.

Tanıma kararı açıklaması

ABD Başkanı Donald Trump’ın verdiği haberin ertesi günü, ABD’nin Mısır’daki Büyükelçiliğince yapılan 12 Eylül 2020 tarihli resmi açıklamada[4]; ABD Başkanı Donald Trump, Bahreyn Kralı Hamed bin İsa el-Halife ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun görüşerek, Bahreyn ile İsrail’in birbirlerini tanıması konusunda uzlaşmaya vardıkları belirtilmiş ve bu gelişmenin tarihi bir dönüm noktası olduğu vurgulanarak, bu sayede Ortadoğu bölgesinde istikrar, güvenlik ve refahın artışına katkı sağlanacağı vurgulanmıştır. Açıklamada, ayrıca, iki ülke arasındaki resmi barış antlaşmasının 15 Eylül tarihinde Beyaz Saray’da imzalanacağı ve bu görüşmeye İsrail adına Başbakan Netanyahu, Bahreyn adına da Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid el-Ziyani’nin katılacağı belirtilmiştir.

İsrail Başbakanı Netanyahu, anlaşmayı “yeni bir barış döneminin başlaması” olarak değerlendirmiş ve bu sayede İsrail ekonomisinin gelişebileceğinin altını çizmiştir.[5] Filistin Otoritesi liderliği ise, anlaşmayı “Filistin Davası ve Filistin halkının sırtına saplanan hançer” olarak yorumlamıştır.[6] İran’dan ve Türkiye’den tanıma kararı hakkında olumsuz açıklamalar gelirken, BAE, Mısır ve Umman gibi ülkeler kararı desteklemişlerdir.[7] Ürdün ise, anlaşma konusunda daha nötr bir dil belirlemiş ve eleştiri ya da övgü ifadelerinden uzak durmuştur. Bu kararın Suudi Arabistan’ın rızası olmadan asla gerçekleşemeyeceğini vurgulayan Filistinli Amerikalı yazar Khalil Jahshan ise, Suudi Arabistan’ın etki alanındaki küçük bir devlet olan Bahreyn’in bu kararı almasında, Riyad’ın Trump ve ABD ile iyi ilişkileri korumak adına bir adım atmak istemesi olduğunu iddia etmektedir.[8] Dolayısıyla, bu karar, Suudi Arabistan’ın Başkan Trump’a seçim öncesinde önemli bir dış politika kozu vermesi olarak da yorumlanabilir.

Kararın bölgeye etkisi

İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki yakınlaşma, aslında 1993 tarihinde Oslo Barış Görüşmeleri’nde İsrail’in yapıcı tutumu ve bu tutumun Arap/İslam dünyasında hoş karşılanmasıyla başlamıştır. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın arabuluculuğunda gerçekleşen görüşmelerin ardından, Ürdün, İsrail’i tanıma kararı almış; ayrıca Körfez ülkelerinden birçoğu da İsrail’le ticari ilişkilerini geliştirmek için karşılıklı olarak ticari misyonlar açmayı kararlaştırmışlardır.[9] 2000 yılında İkinci İntifada’nın başlamasıyla bu ilişkiler kesilse de, İsrail ile Körfez Arap devletleri arasındaki yakınlık 2010’larda yeniden gündeme gelmeye başlamıştır. Bunun temel nedeni ise, demokrasiye geçiş baskısı hisseden Körfez devletlerinin yönetici elitlerinin ABD ve İsrail’le ilişkileri, anti-demokratik rejimleri için bir tür garanti olarak algılamaları ve İran’ın “Şii hilali” politikasıyla bölgede güçlenmesinden rahatsız olmalarıdır. Bu sayede, İsrail’le birlikte ABD destekli ve İran karşıtı bir ittifakta konumlanmak, Körfez monarşilerine nefes aldırmakta ve Batı dünyasındaki değerlerini ve itibarlarını yükseltmektedir.

Bu bağlamda, BAE’den sonra Bahreyn’in de İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi, ABD’nin dış politikada müdahalecilikten giderek uzaklaştığı bir ortamda gerçekleşen -kuşkusuz- önemli bir hamledir. Elbette, ne BAE, ne de Bahreyn, tanıma kararları öncesinde İsrail karşıtı siyasi gruplar ve terör hareketlerinin merkezi durumunda olan ülke durumunda/statüsünde değillerdi. Bu nedenle, bu tanıma kararlarının güvenlik boyutunu çok da abartmamak ve örneğin, Mısır’ın İsrail’i tanıma kararı alması gibi Ortadoğu’da tarihin akışını değiştiren bir gelişme olarak değerlendirmemek gerekir. Ancak yine de, bu tanıma kararlarının bölge siyasetine dair birkaç önemli sonucu olduğundan söz edilebilir.

Birincisi, Trump ve Netanyahu, bu kararlarla birlikte, iç siyasette çok ihtiyaç duydukları başarı hikâyelerini yine bir şekilde elde etmeyi başarmış gözükmektedirler. Özellikle Trump için yaratılan “bilgisiz” ve “dış politikadan anlamaz” imajı, görüldüğü üzere, o kadar da doğru değildir. Elbette ABD Başkanı’nın Ortadoğu’ya yönelik akademik bilgisi son derece sınırlıdır; ancak siyaseti materyalist temelde ve daha çok bir alışveriş olarak gören Trump, kendi tarzıyla -bir şekilde- Körfez monarşilerini -önceki ABD Başkanlarının yapamadığını yaparak- ikna etmeyi başarmaktadır. Trump’ın tarihe geçmesi için gereken başarı hamlesi ise, kuşkusuz, Suudi Arabistan’ın İsrail’i tanıması ve/veya Filistin ile İsrail’i Filistin Sorunu konusunda uzlaştırması olur. Kasım ayındaki Başkanlık seçimini kazanması pek de beklenmeyen Trump, bu şekilde, ayrıca, Başkanlık dönemine birkaç başarı puanı eklemeyi de başarmıştır. Netanyahu ise, Başbakanlığının son yılına girerken, iç siyasette yeni bir seçimi zorlayacak kritik iki tanıma kararı aldırmayı başarmış durumdadır ve iktidarının ömrünü uzatmak için ilerleyen aylarda yeni bir seçim hamlesinde bulunması bile beklenebilir.

İkinci olarak, ABD’nin İsrail ile Körfez ülkelerini yakınlaştırmayı başarması, bölgede Batı müttefiki bir devlet olarak sivrilen Türkiye’nin jeopolitik konumunu ve önemini azaltmakta ve İran karşıtı çemberi genişletmektedir. Şöyle ki, daha önce ABD ile müzakerelerde -bölgede İsrail’i tanıyan çok az sayıda devletten biri olarak- oldukça güçlü durumda olan Ankara, şimdi ise bölgesel olarak nüfuzu daha fazla, ama ABD nezdindeki jeopolitik ve stratejik değeri daha düşük bir konumdadır. Bu bağlamda, bir dönemler sıklıkla dile getirilen ABD-İsrail-Türkiye stratejik üçgeni yaklaşımı, yerini -Trump döneminde- ABD-İsrail-Körfez ülkeleri üçgenine bırakmaktadır. Elbette Trump sonrasında bu çizginin -hele ki 2020 seçimlerini Joe Biden kazanırsa- aynı şekilde sürdürülmesi beklenmemelidir. Ancak Biden’ın ya da ikinci Trump dönemi sonrasında Başkan seçilecek kişinin bile, artık Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması ve İsrail-Körfez ülkeleri yakınlaşmasının korunması konularından geri adım atması zor gözükmektedir. Bu gelişmeler, kuşkusuz, İran’ın jeopolitik çevrelenmişliğini de arttırmaktadır. Özellikle Trump’ın tekrar seçilmesi durumunda, Tahran’ı çok zor günlerin beklediği açıktır. Joe Biden’ın Başkan seçilmesi durumunda İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) yeniden yürürlüğe sokması neredeyse kesin olmasına karşın, Biden da İran’dan bölgesel istikrar konusunda daha fazla taleplerde bulunabilir. Bu nedenle, Tahran’ın, yeni dönemde, ekonomik yaptırımlardan kurtulmak adına, bölgesel nüfuzunun sınırlandırıldığı ve nükleer programına kısıtlama çekildiği yeni bir siyasi çizgiyi benimsemesi gerekecek gibi gözükmektedir.

Üçüncü olarak, bu gelişmeler, kuşkusuz, başka Arap devletlerinin de İsrail’le ilişkiler kurmak konusunda heveslenmesine neden olmaktadır. ABD’nin ekonomik destek paketleri, İsrail’in ileri teknoloji desteği, rejimler üzerindeki demokratikleşme baskısının kalkması ve uluslararası basında iyi bir itibara sahip olunması gibi avantajlar düşünülünce, birçok Arap monarşisi, İsrail’le ilişkileri geliştirmek için adeta uygun ortamı kollamaktadır. Nitekim Umman, Bahreyn’in kararının ardından yaptığı resmi bir açıklamayla, bu anlaşmayı “memnuniyet verici” olarak değerlendirmiş[10] ve benzeri bir karar almasının çok da büyük sürpriz olmayabileceğinin sinyallerini vermiştir. Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerden de yakın gelecekte İsrail’le ilişkileri normalleştirme konusunda ileri hamleler gelebilir. Bunun nedeni ise, İslamcı siyasetin yarattığı kaos, istikrarsızlık ve terörün, halkları bunalma, devlet yönetimlerini de endişe ortamına sürüklemesidir.

Türkiye’nin Batı için stratejik değeri azalıyor

Kararın Türk Dış Politikası açısından en endişe verici tarafı ise, Türkiye’nin Batı dünyası ve ABD-İsrail ekseni için stratejik değerinin artık azalmaya başlamasıdır. Nitekim yegâne İsrail müttefiklerinden biri olarak bir dönem bu bölgede Batı’dan önemli destek sağlamayı başaran Ankara, son dönemde İsrail’le konuşma yetisini kaybeden bir ülke olarak sürekli irtifa kaybediyor. Elbette 80 küsur milyonluk büyük bir devlet olan Türkiye, askeri açıdan bölgesel güç olma yolunda ilerlerken, bu konuyu çok da önemsemiyor olabilir. Ancak Doğu Akdeniz’de KKTC ve Libya’daki yarım-hükümet dışında hiçbir ülkeden destek bulamayan Ankara, ABD’nin de Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’de giderek Türkiye karşıtı cepheye doğru kaydığı bir ortamda, çok büyük risklerle karşı karşıya olduğunu artık fark etmeli.

Türkiye’nin olası yeniden stratejik yükselişinin temelini ise İsrail’le düzelen ilişkiler oluşturacaktır. İsrail’le düzelen ilişkiler, Ankara’ya, Washington’da, Suriye’de, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de daha fazla destek olarak geri dönecektir. Bu, kesinlikle Filistin Davası’na ihanet olarak da algılanmamalıdır. Zira İsrail ile konuşabilen ve çekincelerini anlatabilen “sempatik” bir Türkiye, Tel Aviv (Kudüs) üzerinde -eskiden olduğu gibi- daha tesirli olabilir ve bu sayede Filistin halkı ve Filistin Devleti adına daha büyük kazanımlar sağlayabilir. İsrail’in dış politika tavrı ve sicili incelendiğinde, “dost” olarak algıladığı ülkelerden gelen tepkileri daha ciddiye aldığı ve buna uygun adımlar attığı kolaylıkla fark edilecektir. Bu nedenle, gerek Doğu Akdeniz enerji kaynakları ve jeopolitik mücadelesinde, gerek İran ve Suriye politikasında, gerekse de ABD’deki nüfuz mücadelesinde, Türkiye’nin ihtiyacı olan şeyin İsrail’le ilişkileri normalleştirmek olduğu apaçık ortadadır. Türk hükümeti ve devletinin, daha fazla kriz yaşamamak için, bana kalırsa bu konuda harekete geçmesi son derece yerinde olur. Bu, kuşkusuz İsrail adına da faydalı olacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, BAE’nin ardından Bahreyn’in de İsrail’i tanıma kararı alması, ABD Başkanı Donald Trump’ın Amerikan dış politikasında uyguladığı yeni stratejinin somut bir sonucu ve başarısıdır. Bu, ABD’nin Ortadoğu ve özellikle Körfez bölgesindeki muazzam potansiyel gücünü Trump’ın havuç-sopa politikalarıyla daha da belirgin hale getirmesi sayesinde yaşanmıştır. Bu anlamda, Trump’ın İran’ı “şeytanlaştırma” politikası da şimdilik gayet iyi işlemektedir. Ancak Trump’ın Başkanlık seçimini kazanacak gibi gözükmemesi, bu politikalarda Joe Biden’ın Başkanlığı döneminde yumuşamaya gidilmesi ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Türkiye ise, bu süreçte dış politikasında çok zor ve yalnız bir süreçten geçmektedir. Kuşkusuz, Ankara'nın haklı olduğu birçok konu vardır; ancak maalesef diplomaside haklılık kadar güç de önemlidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Mark Lander (2020), “Another Gulf State Recognizes Israel. Here’s Why It Matters.”, The New York Times, 12.09.2020, Erişim Tarihi: 14.09.2020, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2020/09/12/world/middleeast/bahrain-israel.html.

[2] Bakınız; https://www.academia.edu/38344974/_%C3%96rmeci_Ozan_2018_%C4%B0srail_Suudi_Arabistan_Yak%C4%B1nla%C5%9Fmas%C4%B1_Ger%C3%A7e%C4%9Fe_D%C3%B6n%C3%BC%C5%9Febilir_Mi_Yap%C4%B1salc%C4%B1_Realist_Bir_Analiz_International_Journal_of_Economics_Administrative_and_Social_Sciences_IJEASS_Cilt_1_no_1_Aral%C4%B1k_2018_ss_60_100.

[3] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2020/08/17/israilin-korfez-acilimi-nasil-oluyor-ve-surer-mi/.

[4] Bakınız; https://eg.usembassy.gov/joint-statement-of-the-united-states-the-kingdom-of-bahrainand-the-state-of-israel/.

[5] Bakınız; https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/trump-duyuracak-israil-bahreyn-iliskileri-normallesiyor-6033880/.

[6] Bakınız; https://www.aljazeera.com/news/2020/09/world-reacted-bahrain-israel-normalising-ties-200911185957223.html.

[7] A.g.e.

[8] Bakınız; https://www.aljazeera.com/news/2020/09/israel-bahrain-agree-establish-full-diplomatic-ties-200911171014685.html.

[9] Mark Lander (2020), “Another Gulf State Recognizes Israel. Here’s Why It Matters.”, The New York Times, 12.09.2020, Erişim Tarihi: 14.09.2020, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2020/09/12/world/middleeast/bahrain-israel.html.

[10] Bakınız; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/umman-israil-bahreyn-anlasmasini-memnuniyetle-karsiladi/1971934.


13 Eylül 2020 Pazar

Doğu Akdeniz’de Tansiyon Düşmüyor

 

Giriş

Türkiye ile Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa arasında hararetli bir şekilde devam Doğu Akdeniz krizi, son günlerde yaşanan gelişmelerle birlikte -hız kesmek bir yana- daha da gergin bir noktaya ulaşmış durumda. Bugün Yunanistan ve Türkiye’den makam sahibi önemli kişilerin yaptığı açıklamalara bakıldığında, krizin henüz yatışma sürecine girmediği görülüyor. Üstelik Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) de son dönemde krize müdahil olmaya başladığı yeni bir konjontüre girilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu yazıda, Doğu Akdeniz krizinin nedenlerini ve tarafların bu konudaki pozisyonlarını açıklayacak, son günlerde yaşanan önemli gelişmeleri özetleyecek ve taraflara barış ve çözüm yolunda bazı somut önerilerde bulunacağım.

1.     Doğu Akdeniz Krizi: Sorun Nedir?

Özünde Türkiye ile Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa üçlüsü arasında yaşanan Doğu Akdeniz krizinin temelinde, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan devletler arasında -Karadeniz örneğinin aksine- deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda bugüne kadar bir anlaşma yapılamamış olması bulunuyor. Üstelik, bu kriz, Türkiye ile Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında yıllardır devam eden Ege Sorunu, Ege Adaları Sorunu ve Kıbrıs Sorunu gibi konularla da bütünleştiği için, krizin çözümü için tarafların tüm konularda uzlaşı gayreti ve iradesi göstermeleri gerekiyor. Ancak Türkiye ile Yunanistan arasında -her iki ülke de sağcı/milliyetçi unsurların iktidarda olması nedeniyle- şu sıralarda böyle bir imkân sağlanamadığı için, krizin çatışmaya dönüşmesi riski gün geçtikçe artarak devam ediyor. Bu ise, kuşkusuz, NATO üyesi iki ülkenin savaşın eşiğine gelmesi nedeniyle NATO’nun kurumsal yapısına büyük zarar veriyor ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un söylediği “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözünü adeta doğruluyor. ABD’deki Donald Trump yönetiminin dış politikadaki sorunları çözmek konusunda gayet ilgisiz bir görüntü çizmesi, Fransa’nın son aylarda Doğu Akdeniz’de tamamen Türkiye karşıtı bir pozisyon alması ve Almanya’nın Türkiye ile Yunanistan arasındaki arabuluculuk çabalarının sonuçsuz kalması da çatışma riskini arttıran diğer gelişmeler olarak bu noktada belirtilebilir.

Şimdi bu bağlamda tarafların pozisyonlarına bakalım:

1.1. Yunanistan: Arkasına Fransa ve bir ölçüde Avrupa Birliği (AB) desteğini alan Yunanistan, Türkiye’nin Suriye, Libya ve Irak gibi coğrafyalarda yoğun askeri hareketlilik içinde olması ve dünyadaki desteğinin dip noktasına ulaştığı bir dönemden geçmesini fırsat bilerek, Doğu Akdeniz’deki egemenlik hakları konusunda son derece iddialı bir politika güdüyor. Yeni Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in halk desteğinin halen yüksek olması ve Batılı ülke liderleriyle yakın ilişkiler içerisinde olmasını da avantaja çevirmek isteyen Atina, UNCLOS (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku) sözleşmesinin imzacı devletlerinden birisi olarak, bu anlaşmadaki bazı maddeleri (örneğin, adaların deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeleri) çok geniş şekilde yorumlayarak, Ege Adaları sayesinde Türkiye’yi neredeyse kendi karasularına hapsedecek çizgide abartılı politikalar savunuyor. Yunanistan, bunları sadece teorik düzlemde ve söylemsel olarak iddia etmekle de kalmıyor ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Mısır gibi ülkelerle oluşturduğu Doğu Akdeniz  Enerji Forumu (Eastmed Gas Forumve bahsi geçen ülkelerle imzaladığı ikili deniz yetki alanları/münhasır ekonomik bölge anlaşmaları sayesinde, iddialarına hukuki bir temel de kazandırmaya çalışıyor. Ancak elbette, Atina’nın anlayamadığı şey, tüm kıyıdaş ülkelerin onaylamadığı bir ortamda, büyük enerji projelerinin hayata geçirilmesinin riskli olacağı gerçeği. Dahası, Yunanistan’ın son haftalarda Fransa’nın askeri takviyelerine de güvenerek meseleyi çatışmacı bir çizgiye taşıması, bu ülke adına -Türkiye’nin yüksek askeri gücü de hesaba katıldığında- son derece tehlikeli bir politika olarak yorumlanabilir. Bir diğer önemli konu da, Yunanistan’ın Meis adası başta olmak üzere Ege Adaları’nı son yıllarda -Lozan Barış Antlaşması (1922) Paris Barış Antlaşması’na (1947) aykırı olarak[1]- silahlandırmasının bu ülkenin barışçıl imajı ve iyi niyetlerine dair olan şüphelerin artmasına neden olması. Elbette, Türkiye, Yunanistan’ı askeri açıdan bir tehdit olarak değerlendirmiyor; ancak bu tarz hatalı politikalar, Türkiye’de de aşırı sağcı/yayılmacı zihniyetin hortlamasına neden oluyor. Öyle ki, Yunanistan’ın hatalı politikalarının etkisiyle, son günlerde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin Ege Adaları’nda Türkiye’nin hakkı olduğu yönündeki söylemleri[2], Hüsamettin Cindoruk gibi ılımlı merkez sağ figürlerince bile desteklenebiliyor[3]. Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik rahatsızlığının merkezinde ise, bilinen anlaşmazlıkların ötesinde, son dönemde Ankara’nın Yunanistan’ın kendisine ait olduğunu iddia ettiği bölgelerde NAVTEX ilan etmesi konusu var. Atina, bunu bir "provokasyon" olarak değerlendiriyor ve Türkiye’yi kriz ve savaş çıkarmak istemekle itham ediyor.

Yunan tezlerine göre düzenlenen Seville Haritası

1.2. Türkiye: Askeri açıdan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden çok daha güçlü olmasına güvenen Türkiye, yalnızca kendisinin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve iç savaşın devam ettiği Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti (Fayiz es-Sarrac) ile yaptığı anlaşmalar sayesinde, Yunanistan’ın aktif diplomasisine son dönemde bir ölçüde karşılık vermeyi başardı ve bu bölgede yalnız ve dışlanmış bir ülke olmadığını ispatladı. Ancak Ankara’nın temel sorunları; iç savaşın devam ettiği Libya’da Sarrac hükümetinin yakın gelecekte tüm ülkeye hâkim olmasının mümkün gözükmemesi ve olası bir geçiş sürecinde -Sarrac’ın karşısındaki Halife Hafter güçlerini destekleyen- Fransa, Rusya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ve hatta bu konuda kesin kararını henüz vermeyen ABD de Libya üzerinde etkili olacağı için, Libya ile yaptığı anlaşmanın devamı konusunda yaşadığı riskler olarak karşımıza çıkıyor. Ankara, ayrıca, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Doğu Akdeniz’de yaşanabilecek bir çatışmada askeri olarak üstünlük kuracağından emin olmasına karşın, Fransa’nın da deniz ve hava unsurlarının bölge bulunması, NATO üyesi bir ülke olan Yunanistan’la yaşanacak çatışmanın Birlik adına yaratacağı riskler ve en önemlisi AB’nin bu durumda kesin olarak uygulamaya sokacağı düşünülen ekonomik yaptırımların ülke içerisindeki ekonomik krizi daha da derinleştirmesinden endişe ediyor. Ayrıca, Türkiye’de milliyetçi ve hükümete yakın çevreler tarafından son aylarda sürekli olarak gündeme getirilen ve resmi bir tez olmamasına karşın devlet katında benimsendiği düşünülen “Mavi Vatan” konsepti, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki isteklerinin uluslararası hukukla sınırlı olmayabileceğini, aynı Yunanistan’ın "Seville Haritası" gibi Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’de kendi iddialı yaklaşımının olduğunu ve tarafların uzlaşmasının kolay olmadığını ispatlıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bu konuda müzakereye yer bırakmayan çok sert açıklamalarının da konjonktürü zorlaştırdığını belirtmekte fayda var.


Mavi Vatan konsepti

1.3. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi: Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla, adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türk vatandaşlarının temsil edilmediği ucube bir düzen içerisinde AB’ye üye olan ve bu süreçte adada çözümün sağlanması için düzenlenen Annan Planı referandumunu büyük bir farkla reddeden Kıbrıslı Rumlar (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) ise, Yunanistan ve Fransa’nın uyguladığı riskli politikalardan en olumsuz etkilenen ülke olarak son derece gergin bir süreçten geçiyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın anılarının halen daha çok taze olduğu Kıbrıs’ta, Rumlar, yeni bir Türk askeri müdahalesinin gelmesinden endişe ettikleri için, Batılı ülkelere ticari imtiyazlar ve askeri imkânlar sağlamaya yöneliyorlar. Öyle ki, Fransız TOTAL, İtalyan ENI firmaları ile birlikte Amerikalı (Exxonmobile, Noble Energy), İsrailli (Delek), Güney Koreli (Kogas), Rus (Novatek), İngiliz (BG Group) ve Katarlı (Qatar Petroleum) şirketlerle Doğu Akdeniz’de enerji araştırma faaliyetleri için yıllardır anlaşmalar imzalayan Lefkoşa, ayrıca Fransa ile yaptığı ve Evangelos Florakis Deniz Üssü’nü kullanıma açan askeri anlaşmalarla[4] da kendisini sağlama almaya çalışıyor. Lefkoşa, ayrıca, ABD’nin 33 yıl sonra kendisine yönelik silah ambargosunu kaldırması sayesinde[5], silahlanma konusunda da atılım yapma şansı yakalıyor. Rumların en büyük dezavantajı NATO üyesi olunmaması iken, AB üyesi olunması ve Yunanistan’ın hem NATO, hem de AB üyesi olması[6], Lefkoşa’nın zayıf durumunu biraz olsun toparlama imkânı sağlıyor. Kıbrıslı Rumların bir diğer avantajları da, Rusya ile olan tarihsel-kültürel bağları ve ekonomik ilişkileri (Kıbrıs Rum tarafındaki Rus yatırımları). Bu nedenle, Rusya da Doğu Akdeniz’de Türkiye’den ziyade Ortodoks Yunan-Rum tezlerine daha yakın bir ülke olarak konumlanıyor. Kıbrıs’ta iki daimi ve yasal askeri üssü olan ve bu ülkenin hem kuzeyi, hem de güneyinde etkisini koruyan Birleşik Krallık (İngiltere) ise, bu gelişmeleri dışarıdan sessizce takip ediyor ve henüz hiçbir renk vermiyor.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yaptığı enerji anlaşmaları[7]

1.4. Fransa: Aslında Doğu Akdeniz krizinin doğrudan bir tarafı olmayan Fransa, ilginç bir şekilde Emmanuel Macron yönetiminde Türkiye karşıtı çizgisini giderek daha da şiddetli ve belirgin hale getiriyor. Her ne kadar Macron, bunun bir AB (Avrupalı) dayanışması olduğunu iddia etse de, Almanya ve diğer AB üyelerinin Paris kadar hararetli bir Rum-Yunan dayanışması içerisine girmemiş olması, bu konuda kafaları karıştırıyor. Fransa’nın tavrının Türkiye’deki hükümete yönelik mi olduğu, yoksa Doğu Akdeniz’de son dönemde güçlenen Türkiye’yi Paris’in jeopolitik bir tehdit olarak mı değerlendirdiği konusu henüz belirsiz. Ancak Fransa’nın konuya sadece enerji devi TOTAL’ın çıkarları bağlamında yaklaşmadığı ve giderek daha fazla artan bir şekilde askeri unsurlarını da devreye soktuğu açıkça anlaşılıyor. Bu ise, yıllardır anlaşmazlıklarına rağmen müttefik durumunda olan Türkiye ile Fransa’yı bir çatışma ortamına sürüklüyor. Fransa’nın şu aşamada bölgeye dair temel isteğinin, -savaş çıkarmaktan ziyade- Türkiye’ye geri adım attıran ülke olarak bölgedeki imajını güçlendirmek olduğu söylenebilir. Ancak Ankara’nın geri adım atmaması ve Türk ve Fransız askeri unsurları arasında bir çatışma yaşanması halinde, Macron’un ne karar alacağı oldukça belirsiz. Lakin Avrupa Ordusu kurma hayalini her fırsatta dile getiren Macron, iki NATO üyesi arasında bir çatışma yaşanırsa, bunu kendi siyasal projesine önemli bir dayanak haline de getirebilir.

2. Güncel Gelişmeler

Bölgede ve ilgili devletlerde yaşanan güncel gelişmeler, konunun nasıl devam ettiğinin anlaşılması açısından önem arz ediyor. Örneğin, bugün itibariyle, Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelaropulu’nun -Meis’in İtalya’nın kontrolünden Yunanistan’a geçmesinin 77. yıldönümü vesilesiyle- Antalya’nın Kaş ilçesinin 2,1 kilometre güneyinde bulunan Meis adasını ziyaret etmesi ve burada verdiği mesajlar oldukça önemliydi. Burada yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Yunanlılar ve Türkler tarafından çok uzun yıllar boyunca inşa edilmiş iyi komşuluk ve barış içinde yaşama ortamını sabote ettiğini öne süren Sakelaropulu, “Türk liderlerin saldırgan söylemleri halklar arasında engelleri yükseltiyor, şüphe ve düşmanlık yaratıyor, aralarındaki bağları sarsıyor” şeklinde Türkiye’yi suçlayan bir konuşma yaptı. Meis’teki Savaş Müzesi’ni de ziyaret eden Sakelaropulu, Türkiye’nin NAVTEX’i yenilememesini olumlu bir adım olarak değerlendirirken, Yunanistan’ın Ege Adaları’nı silahlandırması konusunda bir açıklama yapmadı.

Katerina Sakelaropulu’nun Meis ziyaretinden bir kare

Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise, Katerina Sakelaropulu’nun ziyareti ile hemen hemen aynı saatlerde onun ziyaret ettiği Meis adasının tam karşısındaki Antalya’nın Kaş ilçesine yaptığı ziyaret kapsamında yaptığı açıklamalarda; Ege Adaları’nın Yunanistan tarafından hukuksuz bir şekilde silahlandırıldığını, kendilerinin bölgede barış istediğini, ancak Fransa’nın tahrik ve teşvik siyaseti nedeniyle Atina’nın hata yaptığını, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un politikalarının çöktüğünü ve Türkiye’nin haklı olduğu konularda geri adım atmayacağını söyledi.[8]

Hulusi Akar

Bir diğer önemli gelişme ise, geçtiğimiz gün ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Kıbrıs’ı ziyaret etmesi oldu. Ancak Başkan Yardımcısıyken adanın hem güneyi, hem de kuzeyinde temaslarda bulunan Joe Biden’ın aksine, Pompeo, sadece Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Devlet Başkanı Nikos Anastasiades’le görüşerek, Türkiye ve KKTC kamuoyunda hayalkırıklığı yarattı. Pompeo, ayrıca, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinden endişe duyduklarını açıklayarak, müttefik Türkiye’nin beklentilerini karşılamadı.[9] ABD Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs’ın kendi münhasır ekonomik bölgesindeki kaynakları kullanabileceği yönündeki açıklamaları, şu noktalarda çıkmaza giriyor; Kıbrıs’ta, adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türklerin temsil edilmediği “apartheid” rejimine benzer bir siyasi sistem var ve dahası, bu sorun nedeniyle Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında resmi bir ilişki, dolayısıyla Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda bir uzlaşı bulunmuyor. Bu nedenle, Kıbrıs Sorunu’nda çözüme ulaşılmadan Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın sağlanması ve enerji projelerinin hayata geçirilmesi mümkün gözükmüyor.

Pompeo ve Nikos Anastasiades

Bu gelişmeler olurken yaşanan bir diğer ilginç olay ise, İngiltere’nin ünlü yayın kuruluşu BBC’nin 11 Eylül tarihinde yayınladığı bir araştırma haberinde[10], Türkiye’nin Libya’da -Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un daha önce iddia ettiği gibi- Ocak 2020 tarihli Berlin anlaşmasında tüm taraflarca üzerinde uzlaşılan Libya’ya silah sokmama ilkesini deldiğini ortaya koyması oldu. T.C. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un daha önce “gerçek dışı” olarak değerlendirdiği iddiaların doğru olduğunu ortaya koyan BBC, buna karşın Türkiye dışındaki başka tarafların da Libya’da anlaşmaya uygun davranmadığını belirtti ve Türkiye tarafının haber için herhangi bir yorum yapmadığını vurguladı. BBC’nin iddialarına Türk basını hiç yer vermezken, konunun ilerleyen günlerde gündem yaratıp yaratmayacağı bilinmiyor.

3. Barış İçin Ne Yapmalı?

Öncelikle, krizde yer alan tarafların bundan sonra adımlarını çok dikkatli atmaları ve bir kazaya mahal vermemek adına popülizm prensibiyle hareket etmemeleri gerekiyor. 21. yüzyılda demokratik rejim olmaya çalışan söz konusu ülkelerin, sorunlarını; birbirleriyle konuşarak, tartışıp uzlaşarak, uluslararası hukuka başvurarak ve arabulucu devletlerin görüşünü alarak çözmeleri gibi birçok farklı yöntem varken, savaş/çatışma aşamasına taşımaları, asla kabul edilemez. Bu nedenle, benimsenebilecek olan en makul yöntem, taraflar arasında doğrudan görüşmelerin başlamasıdır. Zira Türkiye ile Yunanistan’ın, 1976 Bern Bildirisi gibi belli prensiplerde uzlaşmaları durumunda, diğer ülkelerin (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, KKTC, ABD, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık, Almanya) ya da uluslararası kurumların (NATO, AB, BM) müdahalesi gerekmeden çok daha olumlu bir atmosfer yaratılabilir. Türkiye ile Yunanistan, Öcalan krizi sonrasında bunu yapmayı başarmış iki devlet olarak, makul hareket etmeleri durumunda krizi kolaylıkla çözebilirler. Bu konuda bazı somut öneriler yapmak gerekirse:

  • Yunanistan, krizin yatışmasını müteakiben, Ege Adaları’nı silahsızlandırmaya başlayarak, Türkiye ve dünya kamuoyuna iyi niyetini göstermelidir.
  • Türkiye, dünyada yayılmacı bir politika olarak algılanan Mavi Vatan konseptinin resmi bir tez olmadığını resmi ağızlardan ilan etmelidir.
  • Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda kıyıdaş ülkelerin katılacağı büyük bir konferans düzenlenmeli ve anlaşma yolunda adımlar atılmaya başlanmalıdır.
  • Türkiye, Doğu Akdeniz Enerji Forumu’na davet edilmeli ve bu konularda Ankara’nın da görüşleri alınmalıdır.
  • Yunanistan, Ege Adaları konusunda makul davranmalı ve Türkiye’nin açık denizlere erişimini kısıtlamayacak bir anlaşma üzerinde uzlaşı için adım atmalıdır.
  • AB, taraflardan birini cezalandırmak yerine, Türkiye ile Yunanistan arasında diyalog ve işbirliğini teşvik etmelidir.
  • Kıbrıs müzakereleri, kesin bir sonuca ulaşılması amacıyla ve müzakerelerin sonuçsuz kalması durumunda her iki tarafın da aleyhine olacak koşullar yaratılarak yeniden başlatılmalıdır.
  • Türkiye, Kıbrıs Sorunu’nda BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve uluslararası hukuka uygun olarak barış görüşmelerini desteklemelidir. Ankara, 1974’ten beri Kıbrıs Sorunu’nun dış politikada kendisine yarattığı maliyetleri de göz önünde bulundurarak, çözüm yönünde tüm istencini göstermeli; sorun çözülmediği noktada ise, artık tamamen yeni bir dünya düzeninin kurulması ve KKTC’nin tanıtılması yönünde bir siyaset belirlemelidir.

Son olarak, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yıllar önce İsrail Başbakanı Şimon Peres'e hatırlattığı Tevrat'taki On Emir'de geçen 6. maddeyi gündeme getirmekte fayda var: "Öldürmeyeceksin"...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Lozan Antlaşması’nın 13. maddesi ve Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesinde bu konuda önleyici hükümler bulunmaktadır.

[6] Bu noktada unutulmamalıdır ki, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü de 12 Eylül 1980 askeri rejimi sağlamış ve Türkiye’nin AB üyeliği ve Kıbrıs Sorunu konusunda büyük bir kozu kaybetmesine neden olmuştur.