26 Aralık 2020 Cumartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Makale: "Türk-Amerikan İlişkilerinde 8 Büyük Kriz"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Türk-Amerikan İlişkilerinde 8 Büyük Kriz" adlı makalesi, İstanbul Gedik Üniversitesi tarafından çıkarılan International Journal of Economics Administrative and Social Sciences (IJEASS) dergisinin Aralık 2020 tarihli 3. cilt 2. sayısında yayımlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye erişebilirsiniz.


25 Aralık 2020 Cuma

Dr. Cenk Özgen ile Söyleşi: "Türk Savunma Sanayiinde Güncel Gelişmeler"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 25 Aralık 2020 tarihinde Giresun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Dr. Cenk Özgen ile “Türk Savunma Sanayiinde Güncel Gelişmeler” konulu bir mülakat gerçekleştirdi. Aşağıda bu mülakatın kaydını bulabilirsiniz.



22 Aralık 2020 Salı

Amerikalı Siyaset Bilimci Michael Wuthrich ile Mülakat


Dr. Michael Wuthrich, Amerikalı bir Karşılaştırmalı Politika uzmanı olup, Kansas Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde ders vermektedir. Wuthrich, ayrıca, Kansas Üniversitesi’ne bağlı Küresel ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde Müdür Yardımcısıdır. Doktora derecesini 2011 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden alan Wuthrich’in makaleleri Journal of Democracy, Political Research Quarterly, International Journal of Middle East Studies, the Middle East Journal ve Turkish Studies gibi önemli akademik dergilerde yayınlanmıştır. Ayrıca, Wuthrich’in National Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System adlı kitabı, 2015 yılı Temmuz ayında Syracuse Üniversitesi Yayınları tarafından basılmıştır. Wuthrich’in uzmanlık alanları ise; Karşılaştırmalı Politika, Ortadoğu Politikası, Siyasi Partiler ve Parti Sistemleri, Seçmen Davranışı, Din ve Siyaset ve Milliyetçilik ve Siyaset gibi konulardır.

 

Michael Wuthrich’in yazarı olduğu National Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System adlı eser

Ozan Örmeci: Dr. Wuthrich, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler. ABD Başkanlık seçimleriyle başlamak istiyorum. ABD eski Başkan Yardımcısı ve Demokrat Parti Başkan adayı Joe Biden, seçim sonucunda 46. ABD Başkanı seçildi. Biden, 81 milyonun üzerinde oyla, tarihte en fazla oyla seçilen ABD Başkanı oldu. Buna karşın, rakibi olan 45. ABD Başkanı ve Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı Donald Trump da 75 milyona yakın oy alarak, bugüne kadar en fazla oy toplamayı başaran Cumhuriyetçi aday oldu. Trump, seçimi kaybetmesine karşın, seçim öncesindeki anket ve analizlerden daha iyi bir performans gösterdi. Başkanlık seçimi ve ABD Kongresi’ndeki duruma bakınca, sizce bu seçimi nasıl yorumlayabiliriz?

Michael Wuthrich: Beni bu röportaj için davet ettiğin için teşekkürler Ozan hoca. Ayrıca bana Michael diye hitap edebilirsin. Soruna gelince, bu, ikinci defa seçim öncesindeki anketlerin kamuoyunu yanlış yönlendirdiği bir seçim oldu. Her iki seferde de (ki ilki 2016 ABD Başkanlık seçimleridir), Demokrat Parti adayının mevcut neticeden çok daha fazla oy alması ve seçimi rahat kazanması bekleniyordu. Bu seçimde, Demokrat adayın kazanacağı öngörüsü doğrulandı; ancak bu, beklendiği ölçüde rahat olmadı. Ayrıca ABD Kongresi için yapılan öngörülere bakınca, Cumhuriyetçilerin beklenenden çok daha başarılı oldukları görülüyor. Hatta Cumhuriyetçi adayların Trump’a kıyasla daha başarılı oldukları bile söylenebilir.

Peki bu sonuçlar bize ne anlatıyor? Dürüst olmak gerekirse, emin değilim. Aslında muhtemelen bize birçok şeyi aynı anda anlatıyor; ancak değişik konteks ve bireylerde, bu sebep-sonuç ilişkilerinin daha farklı olması beklenebilir. Trump döneminde başlamayan ama bu dönemde derinleşen siyasal kutuplaşma, seçim öncesi anket ve tahminleri daha da zor hale getirdi. Öyle ki, siyasal kutuplaşmanın yarattığı derin yarık nedeniyle, kötü performans gösteren adayların bile kötü sonuçlar elde edememesi mümkün olabiliyor.

Bildiğiniz üzere, ABD’deki seçimlere katılım oranı çeşitli sebeplerle daima düşük düzeyde oluyor. Bu sebeplerden birisi de “Electoral College” denilen “Seçmen Heyeti” veya "Seçiciler Kurulu" sistemi. Bu sistemde, birkaç eyaletin seçim sonucunu belirleyebilmesi gibi bir durum oluşabiliyor. Bir partinin hakim (dominant) olduğu eyaletlerde “kazanan herşeyi alır” prensibi uygulandığında, gelecek Başkan’ı seçmek sembolik bir iş haline bile gelebiliyor. Mancur Olson’ın The Logic of Collective Action (1965) adlı klasik eserinde öngördüğü üzere, eğer bulundukları eyelet özelinde bireylerin oyları sonucu belirleme noktasında gerekli oydan çok daha fazla ya da çok daha az kalıyorsa, kişinin oy verme konusunda harekete geçmesi daha zor oluyor. ABD’de seçim gününde oy veren kayıtlı seçmen sayısı yüksek olmasına karşın, kayıtlı seçmen sayısının erişilebilir seçmen sayısına göre daha az düzeyde kalması, demokratik bir rejim için ideal bir durum kabul edilmeyecek olan düşük seçime katılım oranlarının oluşmasına neden oluyor. Birçok eyalette özellikle alt sınıfların ve etnik azınlıkların seçmen kaydının yapılmasının zor olması da bunda bir etken. Bu nedenle, ABD’de, anketlerin oy vermesi muhtemel kişilere dayalı olarak yapılması gerekiyor. Bu yaklaşımda, Demokratların Cumhuriyetçilere göre daha yoğun olarak oy vermeleri bekleniyor ve genelde de bu doğrulanıyor.  Bu seçimde, anketçiler, yüksek oy verme oranına ulaşılması durumunda bunun Demokrat adayları daha şanslı hale getireceğini öngörüyorlardı. Cumhuriyetçiler de buna inanmış olmalılar ki, birçok eyalette oy verme tercihlerini sınırlı hale getirerek, seçime katılım oranını düşük tutacak bazı düzenlemeler yaptılar.

Peki, buna rağmen neden Cumhuriyetçi Parti seçim sonucunda beklenenden daha güçlü gözüktü? Kısmen, girişte belirttiğiniz gibi, ABD’de seçime katılımın Cumhuriyetçiler için de yeni bir zirveye ulaşması bunda etkili oldu. Amerika’daki siyasi kutuplaşma, toplumdaki farklı grupların birbirlerine olan güvenlerinin azalmasına ve bu nedenle kendi tabanlarını harekete geçirme ve mobilize etme çabalarını yoğunlaştırmalarına neden oldu. Sistemdeki iki parti arasında kültürel olarak geniş bir bariyer oluşurken, birçok seçmen, “benim partimin adayı bile bu kadar kötü bir kişi ise, diğer partinin adayı kim bilir nasıl berbat bir kişidir” güdüsüyle hareket etti. Trump’ın ahlaksızlığı ve ülkenin demokratik normları ve demokratik dokusunda boşluklar oluşturan hareketleri, onun seçmenlerinin, muhalefetin Trump’tan da kötüsünü yapacağını ve demokrasiye daha büyük zarar vereceğini düşünmelerine neden oldu. Bu şekilde daha fazla Cumhuriyetçi seçmenin seçime katılması sayesinde, ki bunların bir bölümü Trump’a, daha geniş bir bölümü de genel olarak Cumhuriyetçilere oy verdiler, partinin Kongre seçimlerindeki performansında olumlu bir yansıma oldu.

Trump Başkan olarak ofisi terk etsin veya etmesin (ki terk edecek gibi gözüküyor), Trump’ı 4 yıl önce Başkanlığa taşıyan sağ-sol arasındaki kültürel kutuplaşma, Trump sonrasında da devam edecektir. Bu, yeni yönetimin de uğraşması gereken bir mesele olacaktır. Joe Biden-Kamala Harris ikilisinin toplumsal çekişmelere son vermelerini beklemek ise  gerçekçi değildir; yine de, bekleyip görmek gerekir. Bir popülist olarak, Trump, kendilerinin dinlenmediğini ve tercihlerinin yerine getirilmediğini düşünen birçok kişi ile bağ kurmayı başarmıştı. O, basit ve çarpıcı çözümlere yönelik umudu ve beyaz veya siyahi olarak karar verme ihtiyacını temsil ediyordu. Trump döneminde terörizm ve güvenlik, göç özellikle de kayıtdışı göç düzeyi ve değişen ekonomik gerçeklikler konusunda endişeler yaratıldı.

Milliyetçi gruplardan aldığı destek ve söylemlerine karşın, Trump’ın siyahi erkekler ve Latinolar (Hispanikler) nezdinde onceki seçime göre kazanımlar yapmayı başardığını ve bunun büyük ölçüde -pandemi etkili olana kadar- kişilerin ekonomik refah seviyesindeki artışla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bu kafa karıştırıcı seçim sonuçlarında, toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan çağraşık etkiler rol oynamıştır. Bu bağlamda, seçim öncesindeki anketlerde, kültürel kimliklere dayalı gruplarda Timur Kuran’ın geliştirdiği “tercih tahrifatı” (preference falsification) kavramına benzer yanlış öncelik sıralamasının da etkili olduğunu düşünüyorum. Anketçilerin Trump’ın azınlıklar arasındaki oy oranındaki artışını anlayamamalarının nedeni, bence bu kişilerin ait oldukları kültürel gruplar karşısında kendi öncelikli bireysel tercihlerini açıklamakta yaşadıkları çekincelerdir. Herşeye rağmen, anketlerin öngördüğü şekilde ezici bir üstünlük sağlamasa da, Joe Biden, hem genel oy, hem de Seçmen Heyeti sisteminde açık bir zafer kazanmayı başarmıştır.

Ozan Örmeci: Joe Biden-Kamala Harris döneminden önümüzdeki 4 yılda neler bekleyebiliriz? Sizce yeni dönemdeki en önemli konu ve temalar neler olacaktır?

Michael Wuthrich: İç politikada nasıl hareket edeceklerini tahmin etmek zor; ancak dış politikada geleneksel Amerikan dış politikasına dönüş yaşanacağını düşünüyorum. Şurası açık ki, ilk amaçlarından birisi, Batı ittifakı ile, özellikle de Batı Avrupa ülkeleri ile ilişkileri düzeltmek olacaktır. Geçtiğimiz 4 yılda bu konuda bir yabancılaşma yaşanmıştı. Trump yönetimi Rusya’ya karşı merak uyandırıcı düzeyde yumuşak, Çin’e karşı bir o kadar tutarsızca sert ve Kuzey Kore konusunda ABD’ye fazla bir fayda sağlamayan şekilde yeni bir yol tutturmuştu. Biden-Harris yönetimi ise, sıklıkla uluslararası anlaşmalara, özellikle de Kyoto Protokolü (hatta şimdi Paris İklim Sözleşmesi) ve İran nükleer anlaşmasına (JCPOA) dönüş sözü verdiler. ABD’nin iklim değişikliği konusundaki uluslararası anlaşmalara dönüşü nispeten kolay olacaktır; ancak İran İslam Cumhuriyeti ile nükleer programı konusunda anlaşmaya varmak daha zorlu bir süreç olacaktır. Zira İran yönetimi, ABD’nin güvenilmez ve ahlaksız olduğunu belirten bir söylem kullanmıştır. Bu bağlamda, Trump yönetiminin tavrı, İran’daki şahinleri (muhafazakârları) güçlendirmiştir. Hatta bu nedenle, Rusya ile birlikte İran’daki rejim unsurlarının Donald Trump lehine ABD seçimlerine müdahil olmaya çalışmalarına da şaşırmamak gerekir. Zira Trump, söylediğim gibi, İran iç politikasında radikal kanadı güçlendiriyordu.

Yeni dönemde, Biden-Harris yönetiminin geçtiğimiz 4 yılda gerilen ilişkileri düzeltip düzeltemeyecekleri veya bunu nasıl yapacaklarını gözlemlemek gerekecektir. Demokrat ve Cumhuriyetçi Başkanlar arasında yaşanan önceki geçiş süreçlerinde Amerikan dış politikasında uluslararası anlaşmalara yaklaşım ve katılım konusunda çarpıcı değişimler meydana gelmemişti. Önceki normlara dayalı olarak, birçok Amerikalı analist, ABD’nin Barack Obama yönetimi sonrasında İran nükleer anlaşmasından ayrılmasını beklememişti. Şimdi Trump yönetimi sayesinde, bu konuda bir teamül oluştu; bu nedenle, yeni ABD yönetimi önceki yönetimden farklı uluslararası anlaşmalara katılma veya anlaşmalardan ayrılma iradesi gösterebilecektir. Ancak bunun Amerikan diplomasisini önümüzdeki 4 yılda nasıl etkileyeceği büyük bir soru işaretidir. Diğer hükümetler Biden-Harris yönetimini sempatik bulsalar bile, olası bir anlaşmanın sonraki Amerikan yönetiminde nasıl devam edeceği konusunda şüpheci davranabilirler.

Ozan Örmeci: Sizce Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni dönemdeki en önemli konular neler olacaktır? Acaba Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki kişisel dostluk faktörünün ortadan kalkması ilişkileri bundan sonra olumsuz etkileyebilir mi? Biden Başkanlığında ikili ilişkilerdeki en sorunlu konular sizce neler olacaktır?

Michael Wuthrich: Türk-Amerikan ilişkilerinin 2003 Irak Savaşı’ndan beri gergin bir seyir izlediği bir sır değil. Son birkaç yılda birçok farklı konu iki ülke arasında gerginliğe neden oldu. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye gibi komşularıyla ilişkiler konusunda nasıl tavır alınacağı konusunda yaşanan farklılıklar oldu. Irak tabii ki daha önceden beri devam eden ve Türkiye açısından öncelikli bir sorundu. Türkiye, sınır güvenliği, Irak’tan ayrılarak burada bir Kürt Devleti’nin kurulması ve bunun kendi içerisinde Kürt milliyetçiliğini yükselterek Kürtlerin yönetimini zorlaştırması ve PKK’nın sınırdaki etkinliği gibi konulardan rahatsız oluyordu. ABD, Iraklı Kürtlere sıcak yaklaşmasına karşın, ABD’deki yaygın görüş, Irak’ta bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına yönelik değildi. Buna karşın, Amerikan bürokrasisindeki bazı kişilerin bağımsız Kürt Devleti konusuna sıcak bakan yaklaşımları, Türkiye’nin endişelerini artırdı. ABD’nin Suriye ve Irak’ta kendi ajandasına uygun hareket edecek saha unsurları bulmakta zorlanması ve İslamcılık karşıtlığıyla dikkat çeken Kürt örgütlerinin etkili bir milis güç oluşturmaları, ABD’nin bu unsurlara fazla yaslanmasına neden oldu. Bu, Türkiye karşıtı bir politika gibi algılansa da, aslında apaçık bir Amerikan pragmatizmi örneğiydi. Ayrıca tarih gösteriyor ki, Amerikan hükümeti, Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Suriye’deki milislerin kendi amaç ve özlemlerini gerçekleştirmelerini yardımcı olmak konusunda -özellikle ABD’ye faydalı olan işlevleri ortadan kalkınca- kendisine fazla bir sorumluluk yüklemiyor.

Yakın geçmişte, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına bağlı olarak ABD’den alacağı F-35 savaş uçaklarının gecikmesine/engellenmesine yönelik tepkisi de ilişkilerde yeni bir gerilime neden oldu. Erdoğan’ın Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iade edilmemesine yönelik tepkisi ve Türk hükümetinin Halkbank aracılığıyla ABD kanunlarına aykırı bazı işlere karışması (sahtekarlık, kara para aklama ve yaptırımları delme) ikili ilişkilere yeni bir gerginlik daha ekledi.

İşte bu konuların Trump’tan Biden yönetimine geçerken en kritik sorunlar haline geldiği anlaşılıyor. Gerçekten de, Washington’daki bürokratik yapıların Erdoğan Türkiye’sine eleştirel bir gözle yaklaştığı ve aynı şekilde Ankara’nın da benzer pozisyon aldığı söylenebilir. Buna karşın, Erdoğan ile Trump’ın aralarında güçlü kişisel ilişkiler vardı. Trump’ın Başkanlığı süresince, Erdoğan ona karşı eleştirilerinde ilginç bir şekilde yumuşak ve Trump da Türkiye Cumhurbaşkanı’nı öven çizgideydi. Washington bürokrasisinin sızlanmalarına karşın, Trump, Erdoğan’ın isteklerine karşı birçok noktada duyarlı davrandı ve hatta Amerikan askerlerini bölgeden çekerek, Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmesine olanak sağladı. Aslında Trump yönetimi başka konularda da Erdoğan’ın isteklerini yerini getirmeye çalıştı. Örneğin, hukuken uygun olmamasına karşın Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusunun araştırılması ve Halkbank davasına bakan Savcı’nın baskı sonucu görevden alınması buna örnek gösterilebilir. Hatta Erdoğan ile Trump’ın birbirlerine karşı olumlu hislerinin iki ülke arasındaki sorunları yatıştırdığı/hafiflettiği bile söylenebilir. Öyle ki, Trump yönetimi, Kongre ve bürokrasiden gelen yoğun baskıya rağmen, bir NATO üyesi olarak Rusya’dan hava savunma sistemi satın alan Türkiye’nin yaptırımlara maruz kalmasını da  geciktirdi. Trump yönetimi, ancak seçimi kaybettikten sonra yasal olarak uygulaması gereken (CAATSA yasası kapsamında) yaptırımları minimal düzeyde uygulayarak Türkiye’ye en az zararı vermeye çalıştı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Trump’a benzer şekilde, kendisini uluslararası sahnede bir anlaşma yapıcı ve işadamı olarak biçimlendiriyor ve eleştirilerden hoşlanmıyor. Erdoğan’ın Avrupa ile ve daha az düzeyde de olsa Obama yönetimi ile sorunları, içerideki yönetim sisteminden kaynaklanıyor. Trump’ın Erdoğan’a yönelik eleştirel bir tutum içerisine girmemesi ve onun güçlü bir popülist lider olarak yönetim tarzına saygı duyması, iki lider arasında olumlu ilişkileri güçlendirmişti. Biden-Harris yönetiminin ise bu yolu takip etmeyeceklerini düşünüyorum. Özellikle ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Erdoğan yönetimine içeride hukukun üstünlüğüne uygun hareket etmesi konusunda baskılar olacaktır. Mevcut konjonktürde, Suriye’de PYD/YPG’nin durumu gibi en öncelikli konular daha çok Türkiye’nin istediği şekilde çözümlenme yoluna girmiştir; bu nedenle, önceki dönemde yaşanan gerginlikler azalabilir. Ayrıca Biden-Harris yönetimi ile Erdoğan’ın S-400’ler konusunda nasıl hareket edecekleri de henüz belirsizdir. Bu konuda büyük para harcansa da, ne yazık ki bu alım Türkiye’yi daha güvenliksiz hale getirmiştir. İki devlet bu konuda çözüm yolu bulamazlarsa, Rus lider Vladimir Putin’in kaprislerine boyun eğmek durumunda kalacaklardır.

Ozan Örmeci: Michael, senelerce Türkiye’de yaşadın. Türkiye siyasetini ve Türk-Amerikan ilişkilerini gayet iyi biliyorsun. Türklerin ABD’ye bakışını ve son dönemde yaşanan gerginlikleri nasıl yorumlarsın?

Michael Wuthrich: Türk-Amerikan ilişkileri son yıllarda oldukça gergin bir ilişki biçimine dönüştü. Önceki dönemlerde de anti-Amerikancılık (Amerikan karşıtlığı) olmasına karşın, bunun daha çok belli bir ideoloji ve partizanlık temelinde oluştuğu ve toplumun yarısından çoğunu etkilemediği düşünülebilirdi. Yani merkez sol ve sol ABD ile ilişkilerde daha şüpheci ve Washington’a mesafeli iken, geleneksel merkez sağ ABD ile müttefikliğe çok olumlu yaklaşıyordu. 1950’lerde Demokrat Parti Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmaya çalışırken, ABD’nin piyasa ekonomisi modeli ve dine yönelik liberal yaklaşımı Türkiye’de çok destekleniyordu. Uzun süre boyunca, Türkiye’nin aşırı sağ elitleri de ABD ile ilişkilere müspet baktılar. Örneğin, MHP kurucu lideri Alparslan Türkeş, ABD’nin ortasında Kansas’ta yıllar boyu askeri eğitim aldı. Ancak 2003 Irak Savaşı sırasında ve hemen sonrasında, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı siyasal skalanın tüm veçhelerinde hızlı bir yükselişe geçti. AK Parti elitleri  iç siyasette kazanım elde etmek için Amerikan karşıtlığını kullanan son grup olsa da, Türkiye iç politikasında Amerika’ya yakın olmak, bu dönemden itibaren partilerin birbirlerini kötülemek için kullandıkları bir mesele oldu. Başka bir ifadeyle, sol ve sağdaki partiler, birbirlerini ABD’nin ve daha az ölçüde Avrupa ve İsrail’in çıkarlarına uygun hareket etmekle suçlamaya/karalamaya başladılar. Türk elitleri için de ABD’ye bulaşmamak zor bir iş haline geldi; çünkü bu, siyasette çok yaygın ve kolay hale gelmişti. Erdoğan’ın ABD’ye yönelik söylemleri de 2013 sonrası dönemde değişti ve yabancı gözlemcileri Türkiye’yi karıştırmakla itham etmeye başladı. Ancak elbette asıl dönüm noktası 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve bu girişim sonrasında ABD’nin Fethullah Gülen’i Türkiye’ye iade etmemesi sonrasında yaşandı.

ABD’nin Gülen’i yasal olarak iade etmesinin mümkün olmaması konusu da Türkiye kamuoyunda yeterince bilinmiyor. İlk olarak, Gülen’in ABD’de “Yeşil Kart” olarak oturma izni elde etmesi ve Türkiye’deki laik yargı sisteminden korunaklı olarak yaşamaya başlaması, AK Parti çevrelerinin de destekleri sayesinde uzun bir süreç sonucunda ve yasal olarak gerçekleşmiştir. İlginçtir ki, Gülen’e oturma izni verilmesinden birkaç yıl sonra, onun bu izni almasını ve Türk yargısından korunmasını sağlayan Erdoğan hükümetine yakın kişiler, onun Türkiye’ye iadesini istemeye başladılar. Üstelik Türk hükümetince Gülen’in iadesine yönelik gerekli yasal kanıt da sunulamamıştır. Türk hükümetinin gönderdiği kutular dolusu kanıt dosyaları ise daha çok göstermeliktir ve iç politikada hükümete destek sağlamak veya ABD’ye iadeyi gerçekleştirmek için yeterli bahaneyi sunmak için kullanılmaktadır. Her şekilde, bir kişinin sivil haklarının kutsallığı düşünüldüğünde, boş kutularda sunulan kanıtların Gülen’in ABD tarafından Türkiye’ye iadesi için yeterli dayanak oluşturmadığı anlaşılmaktadır. Böyle durumlarda, ABD Başkanı, bir bireyin haklarına karışamaz. İronik olarak, bunun Gülen’in 2016 darbe girişiminde sorumluluğunun bulunup bulunmadığıyla bir ilgisi yoktur; mahkemede aleyhinde yeterince delil olup olmadığıyla ilgilidir. Washington’daki analist ve bürokratlar, Gülen’in iadesi konusunun Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi bir sorun haline geldiği ve yapabilmeleri durumunda bunu yapacakları konusunda uzlaşıyorlar.

Bunun yanında, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığının Amerikan hükümeti ve dış politikasını hedef aldığını ve ortalama Amerikalı vatandaşlara yönelmediğini de söyleyebilirim. Senin de belirttiğin üzere, tam 9 yıl Türkiye’de yaşadım, doktoramı Bilkent Üniversitesi’nde yaptım ve orada ders verdim. Eşimle birlikte Türkiye’de nereye gidersek gidelim -ki çok geziyorduk- iyi karşılandık. Gerçekten de Türkiye’de her Amerikalının CIA ajanı ve/veya misyoner olduğuna dair güçlü bir komplo teorisi olmasına karşın, Türk insanının oldukça misafirperver olduğunu söyleyebilirim. Bazen hükümetimin politikaları nedeniyle mahçup hissetsem de, Türkiye’de kimseye Amerikan vatandaşı olduğumu söylemekten çekinmedim. Her zaman Türk insanının hükümet politikalarına yönelik öfkeleri ile bireyleri ayırmalarını takdir ettim ve bize gösterilen misafirpervelik ve dostluktan keyif aldım.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerginlikler ve Türk insanının ABD hükümetine yönelik öfkeleri elbette benim için büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Elbette, birbirimizi daha iyi anlayabilirsek, bu, iki tarafın da lehine olur. Bence Washington’daki bürokratların da Türkiye’nin ve Türk vatandaşlarının gerçek niyetleri hakkında yanlış anlamaları mevcut. Ayrıca her iki tarafta da bu konuda yanlış bilgiler yayılabiliyor. Amerikan halkının genelinin Türkiye hakkında fazla bir bilgisinin olmaması sebebiyle, son yıllarda medyada Türkiye aleyhine yapılan haberler etkisiyle, Ankara’ya karşı olumsuz bir bakış oluştu. Vatandaşlar arasındaki yanlış anlaşılmaları düzeltmek konusunda nasıl işe başlamak gerektiğini bilmiyorum. Yanlış anlaşılmanın günümüzde artık küresel bir trend olduğu da söylenebilir. Birbirlerini suçlamayan ve diğer ülkeleri günah keçisi haline getirmeyen siyasetçiler, bence doğru yönde iyi bir başlangıç olabilir.  

Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerindeki yeni trendleri anlamak için sizce kimleri okumalı ve takip etmeliyiz?

Michael Wuthrich: Elbette analizlerini ve nihai görüşlerini güvenilir veriler ve geçerli kamuoyu yoklamaları kullanarak oluşturan akademisyenleri takip etmek isteyeceksinizdir. Dış politika ve uluslararası ilişkiler alanında, bir veya iki ülke üzerinde yoğunlaşan ve araştırmalarını “arm-chair approach/arm-chair theorizing” adı verilen yöntemle literatürdeki mevcut bilgileri dikkatle sentezleyerek ve tasnif ederek oluşturan çok sayıda akademisyen var. Bir kişinin kendi ideolojisi doğrultusunda ilişkilerin nasıl olması gerektiğine karar vermesi oldukça kolay. Bu nedenle, istatistiki analiz yapan akademisyenlere önem vermek gerekir. Elimden geleni yapmama karşın, uluslararası ilişkilerin benim asıl uzmanlık alanım olmadığını da belirtmem gerekir. Ancak Mehmet Yeğin gibi akademisyenlerin Amerikan kültürü ve siyasi dinamikleri konusunda ciddi bilgilerinin olduğunu ve sadece Türkiye dinamiklerini dikkate alarak analiz yapmadıkları için, araştırmalarının derinlikli olduğunu düşünüyorum. Yeğin’in çalışmalarında görüşlerini ve analizlerini istatistiki verilere dayandırdığını da söyleyebilirim. Batı ile ilişkiler konusunda ise, Ziya Öniş, Kemal Kirişci ve Birol Yeşilada gibi akademisyenleri takip etmekten keyif alıyorum. Ayrıca başka birçok kişi de belirtilebilir. En büyük tavsiyem, farklı görüşlerden kişileri de okumak ve mümkün olduğunca çok görüş almaktır; zira gerçek, genelde bu görüşlerin arasında bir yerdedir.  

Ozan Örmeci: Teşekkürler Michael. Senin öğrencin olmak benim için büyük bir şanstı ve şimdi seninle bu röportajı yapmak da büyük bir ayrıcalık.

Michael Wuthrich: Bu, benim için bir ayrıcalık oldu. Beni davet ettiğin için teşekkürler Ozan.

Tarih: 22.12.2020

 



21 Aralık 2020 Pazartesi

Interview with American Political Scientist Michael Wuthrich

 


Dr. Michael Wuthrich is an American comparative political scientist teaching in the Political Science department at the University of Kansas. Wuthrich is also the Associate Director for the Center for Global & International Studies. He received his PhD in Political Science from Bilkent University in Ankara, Turkey in 2011. His publications have appeared in the Journal of Democracy, Political Research Quarterly, International Journal of Middle East Studies, the Middle East Journal, and Turkish Studies among others. His book, National Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System was published in July 2015 with Syracuse University Press. He is specialized in Comparative Politics, Middle East Politics, Parties and Party Systems, Electoral Behavior, Religion and Politics, and Nationalism and Politics.

National Elections in Turkey: People, Politics, and the Party System by Michael Wuthrich

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Wuthrich, thank you for your time. I want to start with the recent elections in the United States. Democratic Party candidate and former Vice President Joe Biden was elected as the 46th President of the United States. Biden became the U.S. President elected with the most votes in American history by having more than 81 million votes. At the same time, incumbent President and Republican Party candidate, Donald Trump also garnered nearly 75 million votes, which is more than any other Republican presidential candidate before him. Although Trump lost the election, his strong performance was also unexpected by the polls and political analyses prior to the elections. How can we explain these elections by looking at presidential and Congress results?

Dr. Michael Wuthrich: Thank you, Ozan Hoca, for inviting me to do this interview, and you can certainly call me, Michael. As to your question; this is the second presidential election in which predictions from polling have appeared misleading. In both cases, the Democratic candidate was expected to win by a wider margin than the actual result. In this most recent election, the ultimate outcome fit the general predictions, but not by the margins anticipated. Furthermore, if we look at Congressional election predictions, the Republicans performed more strongly than anticipated in 2020. In fact, as your question anticipates, the Republican members of Congress might have performed better than President Trump overall.

What does this tell us? I’m not sure, to be honest. It probably tells us several things at once, and the causal factors for these voting outcomes would be different in differing contexts and individuals. Political polarization in the United States, which was aggravated by the Trump administration, but not created by it, has led to patterns in voter turnout that have made accurate polling estimations more challenging while also exacerbating the political divide such that even a poor candidate does not fare so poorly in the election simply because of the chasm that separates the two major political camps.

As you may know, voter turnout for presidential elections in America has generally and notoriously been low for a number of reasons, one of which is most certainly an consequence of the electoral college system in which only a handful of states could argue that the result of the vote is in question. In a winner-takes-all system where one party is very dominant, it makes voting for the future President little more than a symbolic gesture. Much as Mancur Olson anticipates in his classic work The Logic of Collective Action (1965), the result of voting is far above or below the provision point that there is little incentive for an individual to vote. Typically, however, the number of registered voters who vote on election day is relatively high, but the number of registered voters compared to eligible voters has historically remained low so that turnout is a smaller proportion of eligible voters than would be ideal in a democracy. The historical challenges in many states to register has certainly been a part of this, particularly for lower class voters and racial and ethnic minorities. For this reason, polling has typically had to account for “likely voters” to estimate the outcome. These models have anticipated that Democrats will be less likely to turn out to vote than Republicans, and this has generally held true. In the current election, the pollsters assumed that if voter turnout would be higher, this would create a windfall for Democratic Party candidates, and the Republicans appeared to believe this too based on attempts by many in their party within various states in the U.S. to suppress the voter turnout by restricting voting options.

Now, why did all of this lead to an expectedly strong showing for Republicans? Partly as you can note from the overall voting totals that you shared at the beginning, a new ceiling for voter turnout was reached, even for Republicans. The polarization in American has coincided with a clear decline in overall feelings of trust for one another in society, and this has worked to enable both parties to galvanize their base and mobilize their supporters even more dramatically. A very large cultural barrier has been erected by many between the two parties in the party system, and this creates the logic for many voters that, if my party’s candidate is a horrible person, imagine how villainous the other party’s candidate must be. Despite the immorality of Trump and his behaviors that pushed through every loophole in the fabric of the country’s democratic norms, his supporters were perpetually led to believe that the opposition would only do even worse and threaten democracy in even more detrimental ways. When more Republicans went out to vote, some to vote for Trump and others to vote for Republicans in general, this created a positive outcome for the party in Congress.

Whether Trump leaves the office of President or not (and it most certainly seems that he will), the strident cultural polarization existing between the left and right, which brought Trump to the office four years ago, will certainly continue. This will be an important issue for the new administration to address, but one cannot imagine that the Biden/Harris victory has brought an end to the social strife. That is definitely, yet, to be seen. Trump, as a populist, resonated with many in the country who felt like they weren’t being listened to or that their preferences were being displaced. He represented the hope in simple and dramatic solutions, and the need for black and white decision-making. Anxieties that had been created about terrorism and security, levels of immigration, including illegal immigration, and changing economic realities for many had been festering for years prior to 2016.

Despite his rhetoric and support from white nationalist groups, it appears that he made gains with minority populations, black men and Latinos in particular, and much of this has to do with the relative increase in prosperity some members of these communities experienced during the Trump presidency, particularly until the pandemic stifled the economic growth. Thus, a number of cross-cutting social, cultural, political, and economic factors led to the confusing election results. It is within these cultural identity communities in which we can also imagine an element of preference falsification (ala Timur Kuran’s conceptualization) in pre-election polling. Pollsters certainly hadn’t captured any sort of gains for Trump in minority communities in pre-election polling, and there are obvious reasons why these new Trump supporters, small in number though they may be, felt hesitant to acknowledge their private preferences publically, due to the clear view of their communities in general. In any case, although he did not win by the landslide often anticipated by polling, Joe Biden did win by a clear margin in both the electoral college and the popular vote.

Dr. Ozan Örmeci: What can we expect from Joe Biden-Kamala Harris term in the next four years? What will be the most important issues and themes in the new era?

Dr. Michael Wuthrich: It is hard to know how they will proceed domestically, but in terms of foreign policy, I think it will largely be a return to more of a traditional approach. It is fairly clear that one of their first goals will be to repair relationships within the Western alliance, particularly with Western European countries. There has been some estrangement there over the last four years. The Trump administration was curiously soft on Russia, inconsistently tough on China, and totally forged a new course with North Korea, which ultimately resulted in little of benefit. The Biden-Harris team has frequently promised a return to important international treaties, including the Kyoto Protocol (and now the Paris Climate Agreement) and the JCPOA nuclear treaty with Iran. It will be easy for the United States to return to international climate treaties, but the Biden administration will likely experience a challenge in trying to return to a solid agreement with the Islamic Republic on the nuclear issue. The narrative of the Islamic Republic has been that the United States is immoral and untrustworthy, so the Trump administration’s actions played into the hands of the conservative operators of the regime. From this angle, it’s not surprising that elements within Iran’s regime, along with Russia, were trying to interfere in the U.S. elections on behalf of Trump. Trump actually strengthened the hardliners position domestically in Iran.

It will be important to see if and how the Biden-Harris administration is able to rebuild relationships that have experienced strain over the last four years. Previous transitions between Democratic and Republican Presidents have not resulted in such dramatic shifts in approaches or participation in treaties. Based on previous norms, most American analysts would not have anticipated that the U.S. would break the treaty with Iran regardless of the party affiliation of the Presidents following Obama. Now, a precedent has been set that the U.S. may enter an international agreement and then renege on it four years later. How this will affect American diplomacy going forward is a big question. Even if other governments find the Biden-Harris administration sympathetic, they may wonder what an agreement will cost them with a future administration.

Dr. Ozan Örmeci: What would be the most important issues in Turkish-American relations in the new era? Do you think the lack of personal relations between President Trump and President Erdoğan will negatively affect U.S.-Turkish relations from now on? What will be the most problematic issues in bilateral relations in Biden presidency?

Dr. Michael Wuthrich: It is no secret that U.S.-Turkey relations have been strained since the Iraq War. Various issues have played into the tensions over the last several years. Chief among them has been differing positions on the proper approaches to the challenges faced in regard to Turkey’s neighbors, specifically Iraq, Iran, and Syria. Iraq, of course, was the earlier problem, and Turkey’s primary concern, especially at the outset, was stability on the border and the prevention of a Kurdish breakoff state that would have repercussions with Turkey’s management of its own Kurdish population, rising Kurdish nationalism, and the border activities of the PKK. The United States often appeared to favor the Kurdish population in Iraq, and although the mainstream position in the U.S. government had no designs for a separate Kurdish State, there were always enough individuals within the State Department’s bureaucratic apparatus to spout sympathy toward an autonomous Kurdistan that it fueled anxiety on the Turkish side. The U.S.’s need in recent years to find elements on the ground in Iraq and Syria who would be willing to support the American agenda and the ability of Kurdish organizations to be patently anti-Islamist and be able to form effective militias proved to be a combination that American governments relied on heavily. Although this appeared to be an affront to Turkey, from the U.S. position it was mostly bald pragmatism and, as history has shown to Kurdish militias in Syria and the KRG in Iraq, the American government feels a very limited obligation to the aims and aspirations of the Kurdish organizations once the functional need for these groups is over.

In recent history, Turkey’s reaction to the delay in receiving F-35’s from the U.S. by purchasing S-400 air missile defense system from Russia has added an element of stress. Erdoğan’s public disapproval of the U.S. government for not extraditing Fethullah Gülen and the implication of the Turkish government in the illegal dealings (fraud, money-laundering, and sanctions evasions) of Halkbank have also added to the strain in relations between the two countries.

It is these latter issues that prove to be the most critical in regard to the transfer of power from the Trump administration to the Biden administration. It is true that many in the bureaucratic Washington establishment have a critical eye on Erdoğan’s Turkey and the bureaucratic apparatus in Ankara could be described as having a similar critical eye toward Washington, D.C. However, it is important to point out that Trump and Erdoğan actually had fairly strong personal relations with one another. Throughout the Trump presidency, Erdoğan was unnaturally subdued in his criticism of Trump and Trump was largely praiseworthy of Turkey’s President. The Washington bureaucracy may have responded with groans, but Trump had a very open ear to Erdoğan’s requests at several key points, including the withdrawal of American troops from northern Syria in advance of a Turkish invasion. The Trump administration was also trying at several points to work on behalf of Erdoğan’s interests, including exploring ways to extradite Gülen despite the illegality of this action and the pressure campaign that resulted in the removal of a U.S. attorney who was presiding over the Halkbank affair. It could be argued that the positive feelings between Trump and Erdoğan mitigated the pending problems existing between the two countries. The Trump administration also held off sanctions against Turkey as a NATO member purchasing Russian defense equipment as long as possible, despite the strong Congressional and bureaucratic pressure to do so. When the administration finally placed the legally required (as part of CAATSA law) sanctions on Turkey, it was after Trump lost the election and they were as minimal and as targeted to specific interests as possible.

President Erdoğan, much like Trump, styles himself as a businessman and deal-maker on the international stage and is one who does not handle personal criticism well. Erdoğan’s strained relationships in Europe and, less so with the Obama administration, had to do with criticism of his style of domestic governance. Trump’s lack of criticism toward Erdoğan and his respect for Erdoğan’s ‘style’ as a strong populist ruler likely cemented their positive perceptions of one another. The Biden-Harris administration is unlikely to take this approach. There will be pressure from the State Department bureaucracy underneath them to apply more pressure toward Erdoğan’s government to adhere to the rule of law domestically. At the current juncture, some of the most pressing issues related to the PYD/YPG in Syria have resolved themselves mostly to Turkey’s liking; so, some of the previous tensions have been reduced. It’s still not clear how the U.S., under Biden and Harris, and Erdoğan will deal with the issue of S-400s. The money has been spent, but the implications of the purchase has probably made Turkey less secure actually. Unless they change course, they have closed themselves off from a lot of military and defense hardware, and they are stuck with the whims of a very capricious actor in Putin.

Dr. Ozan Örmeci: You lived several years in Turkey. You know Turkish Politics and Turkish-American relations very well. How would you explain Turks’ perception of the United States and recent tensions in bilateral relations?

Dr. Michael Wuthrich: The general relations between the United States and Turkey have become very strained. In previous decades, you could argue that anti-Americanism existed, but that it was more partisan or ideological, typically affecting not more than half of the population. The left and center-left in Turkey behaved more suspiciously and distantly to the United States, and the traditional center-right, in particular, was more positive toward its American ally. In the 1950s, the Democrat Party in Turkey often styled its policies as creating a ‘little America’ in Turkey, and there was strong support for America’s liberal economic model and also its more liberal approach toward religion. For a long period of time, the elites on the nationalist Turkish far right were also reasonably positive about America. Alparslan Türkeş, for example, spent some of his years of foreign military training in Kansas in the middle of the U.S. During and immediately after the 2003 Iraq War, however, the anti-American sentiment in the Turkish public skyrocketed across the political spectrum. Although the AKP elites were the last to take advantage of using anti-Americanism for domestic political gain, parties of all ideological perspectives began to use negative “American associational” references to discredit their domestic political opponents. In other words, parties broadly on the left and the right began to slander their rival parties by suggesting that their true objectives and motives were given to them by outside forces, certainly including the U.S., but also to a lesser extent, Europe and Israel. It is hard for Turkish elites not to pick on their American allies because it has become too easy. Erdoğan’s turn against the United States especially picked up post-2013 as he began to level blame on a variety of foreign specters for the trouble upsetting citizens in Turkey. But, of course, the big break in Erdoğan’s attitude toward the United States occurred after the 2016 attempted coup d’état and his failure to convince the U.S. government to extradite Fethullah Gülen for his alleged role in the event.

The fact that the United States can’t legally extradite Fethullah Gülen has also been made to be misunderstood by the Turkish public. First, the 'Green Card' that Gülen eventually received was part of a long process that also involved support from pro-AKP circles to help push his residency status through, and this was to give him the legal status to protect him from having to return home and face the secular judiciary’s indictment of his organization’s behaviors. Within years after his permanent residency was granted, the Erdoğan government and his aligned judiciary wanted to extradite Gülen, but were blocked by his legal rights that many of the same people advocated the U.S. giving him years before. Basically, the standard of evidence needed to extradite a person with Gülen’s current legal status cannot be provided by the Turkish government. The Turkish governments boxes of ‘evidence’ was clear showmanship, either to appear to the domestic public in Turkey as having gone above and beyond in their provision of evidence, or to perhaps give the United States enough cover to justify the extradition. In any case, where an individual’s civil rights have sanctity, there was not enough evidence in those empty boxes to give the American legal system grounds to turn him over to the Turkish State. In these cases, the U.S. President cannot legally interfere against the rights of an individual. Ironically, this has nothing to do with whether or not Gülen bears guilt in the attempted coup d’état in July 2016, but whether there is enough evidence for a court case against him. In conversations with bureaucrats and analysts in Washington, the general consensus is actually that the “Gülen issue” is a huge albatross in their relations with Turkey that they desperately want to remove if they could.

At the same time, the anti-Americanism in Turkey is largely leveled at the U.S. administration and foreign policies and not as much toward average American citizens. As you mentioned, I lived in Turkey for nine years as I taught at Bilkent and did my PhD work there. My wife and I did a lot of traveling and we were always treated kindly wherever we went. Yes, it is true that there is a commonly held conspiracy theory that any American in Turkey could be a CIA agent and/or missionary (with some believing that these two categories are really the same thing), but even still Turkish people are extremely charitable to individuals. Although I was occasionally embarrassed about policies and decisions that were being make by the U.S. government, I never felt afraid to admit to anyone in Turkey that I was an American citizen. I deeply appreciated Turkish people’s ability to separate their frustration with governments from individual citizens and the gracious hospitality and friendship that I consistently received.

The strain in Turkey-U.S. relations and the frustrations of Turkish people toward the U.S. government is a source of deep sadness for me. Of course, I think it would be to both countries’ interests if we understood one another better. I feel that bureaucrats in Washington also have misunderstandings about Turkey and its citizens and what their true aims are. There is a lot of misinformation floating around on both sides. The American populace in general is fairly unaware of the specifics about Turkey, so they are, unfortunately, strongly affected by the press coverage that has painted Turkey in a negative light over the last few years. I don’t know what it would take to begin to correct this misperceptions among citizens. One could argue at the current juncture that misperception is a global trend; there is a lot of misunderstanding going on around the globe. Political elites that don’t use other countries as their scape goats would be a starting point in moving the right direction.

Dr. Ozan Örmeci: Could you give us some advice about who to read and follow in order to understand new trends in Turkish-American relations?

Dr. Michael Wuthrich: You definitely want to follow the scholars that are using reliable data and good public opinion population surveys to develop their analysis and conclusions as much as possible. In the realm of foreign policy and international relations, there are a lot of scholars that focus on a country or two and take an “arm-chair” approach to their analysis. It is easy to let one’s own ideologies dictate what a person wants the relationships to be. Therefore, definitely pay attention to the scholars who are doing statistical analysis. Foreign policy and international relations is also not my direct area of focus, so although I care about the topic, and I did my best to try to provide what is an honest response and evaluation of the relationship, you should still take me with a grain of salt. I know scholars like Mehmet Yeğin have a solid understanding of American cultural and political dynamics —i.e. not just the Turkish dynamics— so, this adds a component of depth to the analysis. His studies have often used statistical data to make his points and analysis too. On foreign policy with the West, I like to follow people like Ziya Öniş, Kemal Kirişci, and Birol Yeşilada, but there are many others to read from who would be beneficial to understanding the dynamics. My strongest encouragement would be to advise you to read broadly, not from one perspective, but from a variety of viewpoints. The truth will be somewhere in the middle.

Dr. Ozan Örmeci: Thank you, Michael. It was a great chance for me to be your student and it’s a privilege to interview you.

Dr. Michael Wuthrich: It is a privilege for me, Ozan. Thank you for inviting me to participate.

 

 Date: 22.12.2020


A Talk with Dr. Beata Piskorska: Turkey-EU Relations and Recent Political Developments in Poland


UPA founder and Istanbul Kent University Political Science and Public Administration department staff Associate Professor Ozan Örmeci made an interview with Associate Professor Beata Piskorska from John Paul II Catholic University of Lublin on Turkey-European Union (EU) relations, recent political developments in Poland, and United States-EU relations. You can watch the interview from the link below.




19 Aralık 2020 Cumartesi

Instagram Talk: "In-depth Analysis of Recent Developments in French Politics and Foreign Policy"

 

I attended an Instagram talk on December 18, 2020 with Mrs. Çiğdem Yorgancıoğlu about recent developments in French Politics and French Foreign Policy. You can watch this talk from the YouTube link below.




16 Aralık 2020 Çarşamba

Akit Tv'de Katıldığım Canlı Yayın Programı

 

15 Aralık 2020 tarihinde Akit Tv'de yayınlanan "Derin Kutu" programında Türk Dış Politikası'na dair güncel gelişmeleri yorumladım. Aşağıdaki videodan bu programı izleyebilirsiniz.




14 Aralık 2020 Pazartesi

Olay Tv'de Katıldığım CAATSA Yaptırımları Konulu Canlı Yayın


Dün (14 Aralık 2020) Olay Tv'de katıldığım "Erhan Yılmaz ile 23. Saat" programında ABD'nin Türk Savunma Snnayi Başkanlığı'na uygulama kararı aldığı CAATSA yaptırımlarını değerlendirdim. Aşağıdaki videodan bu programı izleyebilirsiniz.




CAATSA Yaptırımları Geldi!


Giriş

ABD Hazine Bakanlığı, CAATSA Yasası’nın 235. maddesi kapsamında, Rusya’nın Rosoboronexport şirketinden S-400 hava savunma sistemi aldığı gerekçesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Savunma Sanayi Başkanlığı ve kurumun üst düzey yöneticilerine yaptırım uygulama kararı aldı.[1] Peki, bu yaptırımların kapsamı nedir?

Yaptırımların İçeriği

Yaptırımların içeriği 5 ana başlıkta toplanabilir. Bunlar şöyledir:

  1. 235. maddenin 2. bölümü uyarınca, Savunma Sanayi Başkanlığı’nın ABD’den yaptığı tüm savunma tedarik projelerinin lisansları ve yetkilendirmelerinin iptali. (Yani Türkiye’nin ABD’den Savunma Sanayi Başkanlığı aracılığıyla yaptığı her türlü silah ithalatı yasaklandı. Önemli ve Türkiye'ye zarar veren bir karar.)
  2. 235. maddenin 3. bölümü uyarınca, Amerikan finans kuruluşlarının Savunma Sanayi Başkanlığı'na 12 ay süresince 1o milyon dolardan fazla kredi vermesinin engellenmesi.
  3. 235. maddenin 1. bölümü uyarınca, ABD İhracat-İthalat Bankası'nın Savunma Sanayi Başkanlığı'na desteğinin yasaklanması.
  4. 235. maddenin 4. maddesi uyarınca, Savunma Sanayi Başkanlığı'na uluslararası finans kuruluşlarının kredi vermesinin engellenmesi.
  5. 235. maddenin 7, 8, 9, 11 ve 12. bölümleri uyarınca, Savunma Sanayi Başkanlığı Müsteşarı İsmail Demir, Başkan Yardımcısı Faruk Yiğit, Deniz Şube Müdürü Mustafa Deniz Alper ve Hava Savunma ve Uzay Daire Başkanı Serhat Gençoğlu’nun ABD'deki mal varlıklarının dondurulması ve bu kişilere vize yasağı getirilmesi. (Daha çok sembolik bir karar.)

ABD Dışişleri Bakanlığı, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin önemli bir müttefik olduğunu, ancak S-400 hava savunma sistemi ABD’nin askeri teknolojisini ve personelini riske atacağı için, bu konuda kararlı olduklarını ve Türkiye’nin ABD ile istişare ederek bu konuyu çözmesi gerektiğini belirtti. 

Yaptırımlarla İlgili Bazı Tespitler

ABD’nin beklenen bu kararı sonrasında şu temel tespitler yapılabilir:

İlk olarak, bu kararların orta şiddette bir yaptırım paketi olduğu söylenebilir. Nitekim bu yaptırımlarla, Türkiye’nin Savunma Sanayi Başkanlığı aracılığıyla ABD’den yaptığı tüm savunma ithalatına yasak getirilmiş durumdadır. Ayrıca Amerikan mali kurumlarından kredi temininin yasaklanması, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası mali kurumlardan alınan kredilerin bloke edilmesi gibi yasaklar da söz konusudur. Ancak ABD’nin doğrudan iş yaptığı mali kurumlara yaptırım uygulanması, dövizle işlem yapılmasının yasaklanması, ABD’nin yetki alanına giren banka ödemeleri ve para transferlerinin yaptırım kapsamına alınması gibi çok daha ağır yaptırım yöntemleri tercih edilmemiştir. Bu da, Washington’ın bu konuyu Türkiye ile anlaşarak çözmek istediğini göstermektedir. Ancak birçok uzman, yaptırımların -iki ülke arasında bir uzlaşma olmazsa- ilerleyen aylarda daha da ağırlaşabileceğini belirtiyorlar. 

Bu yaptırımların Türk savunma sanayiine yönelik toptan bir ambargo olmadığının da altını çizmek gerekir. Nitekim ABD’den Savunma Sanayi Başkanlığı aracılığıyla yapılan ithalat yasaklanıyor; ancak Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılacak alımlar, hibeler ve NATO kapsamındaki askeri proje ve işbirlikleri için açık kapı bırakılmış.

Yaptırımlar kapsamında Türkiye’den ABD’ye yönelik askeri tedarik ve ithalata yönelik bir kısıtlama da yok. Nitekim F-35 jetlerinin bazı parçaları (orta gövde, muhtelif motor parçaları vs.) halen Türkiye’de Türk firmalarınca üretiliyor. Bu yaptırım kararlarına karşın, bu durum devam edebilir.

Görüştüğüm askeri uzmanlar, özellikle Türk Hava Kuvvetleri’nin bu yaptırımlardan olumsuz etkileneceğini ve F-35’lerin alınamamasının yanı sıra, Türkiye’nin helikopter üretimi anlamında önümüzdeki dönemde sıkıntı yaşayacağını belirtiyorlar.

Bu yaptırım kararı, kuşkusuz, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra 1975-1978 döneminde ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan ambargodan sonraki en büyük ikinci yaptırımdır. Ancak bazı Türk akademisyenler, kısa vadede sorunlar yaşansa da, orta vadede yaptırımların milli savunma sanayiini güçlendirdiğini düşünüyorlar. Zira Türkiye’nin yerli savunma sanayii konusundaki ilk büyük atılımı da ABD’nin Kıbrıs ambargosundan sonra olmuştu. Nitekim ASELSAN şirketi, 1975 yılında ambargo esnasında kurulmuştur. Türkiye, yaptırımları fırsat bilerek, kendi savunma sanayiine ve farklı dış ortaklıklara (örneğin, F-35 yerine İngiltere'nin BAE System firması ile geliştirilen Milli Muharip Uçak projesi veya Fransız Rafale uçakları vs.) yönelebilir.

Türkiye, hukuk yoluyla ABD’ye yönelik itirazlarını sürdürmelidir. Ayrıca diplomasi yöntemleri de kullanılmalıdır. Yeni Washington Büyükelçimiz Murat Mercan’ın bu konuda girişimleri olacaktır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Joe Biden ile ilk görüşmesi bu konuda önemli bir gelişme olacaktır. Ayrıca Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da yeni mevkidaşı Antony Blinken ile ilk görüşmesinden itibaren bu konuyu gündeme getirecektir.

Yaptırımların Başkan Donald Trump döneminde geçmesi, aslında bir bakıma olumludur; çünkü kötü bir başlangıç olduysa da, yaptırımlar Başkan Biden’ın kararıyla olmamış ve ikili ilişkileri düzeltme fırsatı saklı tutulmuştur.

Türkiye’nin Seçenekleri

Peki, Türkiye olarak bundan sonra bu konudaki seçeneklerimiz nelerdir?

1. S-400’den vazgeçmeyerek ABD yaptırımlarına direnmek. 1970’lerin anti-Amerikancı ulusalcı dalgası, o dönemde CHP’nin genç ve karizmatik lideri Bülent Ecevit’i iktidara taşımıştı. O dönemde de ABD ile Türkiye arasında haşhaş krizi ve Kıbrıs Barış Harekâtı gibi ciddi sorunlar vardı ve ABD, 1975-1978 döneminde Türkiye’ye silah ambargosu uygulamıştı. Bu dönemde, Türkiye, ABD'ye direndi ve ambargo kararını 1978'de kaldırtmayı başardı. Ancak bu süreçte Türkiye’nin ekonomik krizi de derinleşti ve neticede 12 Eylül 1980’de askeri darbe oldu.

2. S-400’ler konusunda bir ara yol bulmaya çalışmak. Yeni Şafak’tan Mehmet Acet’in gündeme getirdiği[2] Pakistan’ın F-16’lar konusunda 1990’larda ABD ile vardığı konsensüs model alınarak, S-400'ler konusunda ABD ile bir tür uzlaşmaya varılabilir. Özellikle Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın bu konudaki açıklamaları önemlidir. Yani S-400’lerin faaliyetleri konusunda Amerikalı ve Türk yetkililerin ortaklaşa görev yapacakları bir ofisin kurulması ile, bir ihtimal, bu kriz aşılabilir. Ancak gün içerisinde CNNTürk yayınına katılan Amerika’da yaşayan Türk lobici Ali Çınar, ABD’nin bu seçeneği kabul etmeyeceğini düşünüyor.

3. S-400’leri başka bir ülkeye satmak. Türk asıllı dış politika uzmanı yazar Soner Çagaptay’ın krizin ilk patladığı dönemde gündeme getirdiği bu seçenek de artık garantili bir çözüm olmayabilir; çünkü ABD, NATO üyesi olmayan Çin’e bu konuda yaptırım uyguladı ve Hindistan’a da aynı şekilde S-400 alımı nedeniyle yaptırım uygulamaya çalışıyor. Bu nedenle, diğer ülkelerin S-400 alımına yaklaşımı artık daha temkinli olabilir.

4. S-400’leri aktive etmeyerek bir depoda bekletmek. Bu durumda S-400 krizi derinleşmez, ama bu kriz ortamında yapılan S-400 alımı büyük bir israfa dönüşür ve halkın tepkisine neden olabilir. 

Sonuç

Sonuç olarak, acele etmeden ve sakince düşünerek, Türkiye’nin bu krizin çözümü için çeşitli formülleri değerlendirmesi ve en doğru kararı vermesi gerekmektedir. Bu konuda muhalefet ile iktidarın ortak bir duruş sergilemeleri şarttır. ABD, çok önemli bir devlet ve müttefik bir ülkedir; ancak krizlerin aşılması için iki tarafın da istekli olması gerekmektedir. Bu nedenle, kısa vadede Türk hükümetinden sert tavizler beklemek gerçekçi değildir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Yaptırım kararı buradan okunabilir; https://www.state.gov/caatsa-section-231-imposition-of-sanctions-on-turkish-presidency-of-defense-industries/

[2] Bakınız; https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmetacet/abd-ile-s-400-krizini-asmak-icin-yeni-bir-formulden-soz-ediliyor-2057044.


Amerikalı Siyaset Bilimci Dr. Matthew Weiss’la Mülakat

 

Dr. Matthew Weiss, Las Vegas’taki Güney Nevada Koleji’nde tam-zamanlı Siyaset Bilimi eğitmeni olarak çalışan Amerikalı bir Siyaset Bilimcidir. Weiss, daha önce Teksas Rio Grande Valley Üniversitesi’nde çalışmıştır. Weiss, ayrıca, 2011-2012 döneminde Singapur Ulusal Üniversitesi’ne bağlı Ortadoğu Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı olarak bulunmuştur. Doktora derecesini 2011 yılında California Davis Üniversitesi’nden alan Matthew Weiss, Türk Dış Politikası, Türk-Kürt ilişkileri, Yemen’deki su sıkıntısı ve çatışmalar ve uluslararası nehir basenleri konusunda yaşanan işbirliği ve çatışmalar gibi konularda çeşitli dergilerde uluslararası makaleler yayınlamıştır. Weiss’ın, Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Prof. Dr. Hüseyin Işıksal editörlüğünde yayınlanan Historical Examinations and Current Issues in Turkish-American Relations adlı kitapta da Türk-Amerikan ilişkilerini Ortadoğu bağlamında değerlendiren önemli bir makalesi bulunmaktadır. Weiss’ın uzmanlık alanları ise; Uluslararası İlişkiler, Ortadoğu Politikası, Amerikan hükümeti ve geleneksel olmayan güvenlik meseleleridir.

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Matthew Weiss, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler. Mülakatımıza 2020 ABD Başkanlık seçimlerine dair bir soruyla başlamak isterim. Demokrat Parti Başkan adayı ve ABD eski Başkan Yardımcısı Joe Biden, seçimleri kazanarak 46. ABD Başkanı seçildi. 81 milyonun üzerinde oy almayı başaran Biden, böylelikle en yüksek oyla seçilen ABD Başkanı da oldu. Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti adayı ve 45. ABD Başkanı Donald Trump da 74 milyonun üzerinde rekor bir oy almayı başardı. Başkanlık seçimi ve Kongre seçimi sonuçlarına bakarak, 2020 ABD Başkanlık seçimleri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Sizce Biden’ın Trump karşısında rahat bir zafere koştuğunu gösteren kamuoyu yoklamaları Trump’ın gücünü anlamakta gerçekten yetersiz mi kaldılar?

Dr. Matthew Weiss: Joe Biden’ın seçimi 7 milyon oyun üzerinde bir farkla kazandığı düşünülürse, Amerikan halkının Biden’a güçlü bir destek verdiği anlaşılacaktır. Ancak dediğiniz gibi, bu, bazı anketlerin öngördüğü gibi ezici bir zafer olmadı. Birçok gözlemcinin seçim öncesinde de belirttiği üzere, Trump ve Cumhuriyetçiler, anketçilerin beklentilerinin üzerinde bir başarıya ulaştılar ve hem ülke genelinde, hem de birçok eyalette oylarını yükselttiler. Bu, ABD siyasetinin merkez sağ eğilimli yapısının devam ettiğini gösteriyor.

Seçim sonuçları, ABD’de sola doğru keskin bir dönüşten ziyade, Trump’ın COVID-19 pandemisini kötü yönetmesi ve buna bağlı olarak gelişen ekonomik krizi reddetmesinin neticesi olarak anlaşılıyor. Hatta Trumpizm’in bir ideoloji olarak mağlup edilemediğini de belirtmek gerekir. Cumhuriyetçi seçmenlerin yüzde 70’i -ortada somut bir hile kanıtı olmamasına rağmen- halen daha seçimin hileli olduğuna inanıyorlar. Hatta Trump, Twitter üzerinden milyonlarca seçmene ulaşarak, onların Başkan’ı gibi hareket etmeye devam ediyor. Buna rağmen, 2024’te ne olacağına dair spekülasyon yapmak için çok erken; hatta ben Trump’ın tekrar Başkan adayı olacağını düşünmüyorum. Bence Trump, 2024 seçimlerinde, kızı İvanka Trump’ı ya da Kongre’deki yardımcılarından birini destekleyecek.

Şunu da belirtmek gerekir ki, ABD seçim sonuçlarını doğru tahmin etmek, Seçmenler Kurulu (Electoral College) olarak bilinen seçim sistemi nedeniyle diğer demokrasilerden çok daha zor oluyor. Bu sistemde, ABD Başkanı, en çok oyu alan aday değil, en çok delegeye (en az 270 delege) ulaşan aday olarak seçiliyor. Ezici bir farkla ya da burun farkıyla kazanmasına bakılmadan, “kazanan hepsini alır” (winner-take-all) seçim sistemi gereği, bir eyaletin tüm delegeleri o adayın hanesine yazılıyor.  Bu, “nispi temsil” mantığının ve sisteminin tam zıttı bir siyasi uygulama. Hatta bu yüzden, ABD’deki bir Başkanlık seçiminde bir adayın 50 eyaletten sadece 11 daha kalabalık olanını 1 oy farkla kazanarak ve toplamda yüzde 27 civarında bir oyla Başkan seçilmesi mümkün olabiliyor. 2000 ve 2016 Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi adaylar George W. Bush ve Donald Trump’ın zaferlerinde de zaten toplam oy değil, delege (seçmen) sayısı belirleyici olmuştu.

Bu ilginç sistemin iki olumsuz sonucu oluyor. İlk olarak, Başkan adayları, seçim kampanyaları döneminde, Cumhuriyetçi ve Demokrat oyların yakın olduğu ve delege (seçmen) sayısının çok olduğu salıncak eyaletlere (swing states) büyük zaman, kaynak ve enerji ayırıyorlar. Bu tarz eyaletlerdeki küçük bir oy değişimi seçim sonucunu etkileyebileceği için, bu seçim bölgelerinde Başkan adayları arasındaki rekabet de son derece şiddetli oluyor. İkinci olarak ise, ulusal (federal) düzeyde yapılan toplam oy tahminlerinin pek de bir anlamı olmuyor. Son tahlilde, eyalet bazlı analizler ön plana çıkıyor. Buna karşın, ilginç bir sorunsal olarak, yerel düzeydeki anket çalışmaları federal düzeydeki anket çalışmalarına kıyasla çok daha az fonlanıyor/destekleniyor.  

2020 seçimine bakacak olursak, bu seçim öncesindeki anketler, aslında 2016 seçimine kıyasla bir konuda çok daha başarılı oldular. 2020 seçimi öncesindeki anketler, Demokrat aday Joe Biden’ın salıncak eyaletlerdeki başarısını (oy farkını) olduğundan fazla hesaplarken, 2016 seçimi öncesindeki anketlerde hem oy farkı, hem de kimin üstün olacağı konusunda hatalı öngörülerde bulunuldu. 2016 seçimleri öncesinde çoğu anketler Demokrat aday Hillary Clinton’ın salıncak eyaletleri kazanacağını öngörürken, seçim sonucunda bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Ancak “RealClearPolitics” gibi diğer tüm anketlerin ortalamasını alan ve son haftaya girilirken Trump ile Clinton arasında kıyasıya bir seçimin olacağını öngören platformları da bu noktada belirtmek gerekir.

Aslında bu seçim öncesinde de anketler Donald Trump’ın yükselen performansını görmezden gelmedi. Ancak bu çalışmalar, Cumhuriyetçi Parti’nin ve adaylarının güç ve dirençlerini hafife aldılar. Seçim öncesi anketleri yanıltan bir şekilde, Cumhuriyetçiler, özellikle bazı seçim bölgelerinde Temsilciler Meclisi yarışında da beklenenden başarılı oldular. Bu sayede, 9-10 fazla koltuk kazanan Cumhuriyetçiler, Demokratların Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğunu azalttılar. Aynı şekilde Senato’da da, koltuğunu kaybetmesi beklenen birçok Cumhuriyetçi aday, koltuklarını korumayı başardılar. Bu nedenle, Demokratların Senato’da çoğunluğu alma hayalleri de suya düşmüş oldu. Şimdi Georgia’daki iki koltuğu kazanırlarsa -Demokratlar için bu bir zorunluluk-, Senato’da 50-50 eşitlik ve Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in de oy hakkı sayesinde zayıf bir Demokrat çoğunluğu oluşabilir. Eyalet yasama meclislerinde de Cumhuriyetçilerin Demokratlara kıyasla bu seçimde daha başarılı olduklarını belirtmek gerekir.

Kısacası, Biden’ın seçim zaferi -Cumhuriyetçilerin ulusal, eyalet ve yerel düzeydeki seçim başarısı düşünüldüğünde- bir anlamda bir tür “anomali” olarak değerlendirilebilir. Peki nasıl böyle sonuçlar ortaya çıktı? İlk olarak, bu seçimde banliyölerde yaşayan Amerikalı beyaz ve bağımsız seçmenlerin birçoğunun “bölünmüş bilet oylaması” (split-ticket voting) şeklinde oy verdiklerini ve bunun Biden’ın şansını artırdığını belirtmek gerekir. Bu tarz oylamada, seçmenler, Kongre ve eyalet seçimleri için bir partiden adaylara, Başkanlık seçimi için ise diğer partinin adayına oy verebiliyor. Dolayısıyla, Trump’ın karakter zaafiyetleri ve COVID-19 sürecini kötü yönetmesi nedeniyle, Kongre ve eyalet seçimlerinde Cumhuriyetçi adaylara oy veren birçok seçmen, Başkanlık seçiminde Trump’ı tercih etmediler. Başka bir ifadeyle, Biden, “aşağı oylama etkisi” (down-ballot effect) veya “kuyruk etkisi” (coat-tail effect) oluşturamadı ve diğer Demokrat adayların oy oranını yükseltemedi. Bu nedenle, bu seçimleri Demokratların silip süpürdüğü (Democratic sweep) bir seçim olarak görmek mümkün değil.

Anlaşılıyor ki, birçok seçim bölgesinde, Biden’ın zaferinde ona ve politikalarına verilen destekten ziyade, Trump’ı cezalandırma düşüncesiyle seçmen ona yöneldi. Trump’a yabancılaşan seçmen, buna karşın Kongre’de Cumhuriyetçilere daha fazla oy verek, Biden ve Demokrat Parti’nin liberal kanadını kontrol altında tutmak istediler. Birçok açıdan, Biden’ın zaferi, bağımsızlar, ılımlılar, banliyölerde yaşayan seçmenler, orta sınıf ve kolej mezunu beyaz seçmenlerin aralarında kurduğu ve kalıcı olmayan bir seçim ittifakına/koalisyonuna dayanıyor. Bu seçmenleri birleştiren en önemli unsur ise, Trump’a karşı duyulan karşıtlık idi. Bu nedenle, 2024 seçimlerinde aynı ittifakın oluşması kesin değil.

Tabii şu da var ki, Biden, klasik Demokrat Parti seçim bölgelerinde kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve Hispaniklerin yoğun desteğini almayı başardı. Ancak ilginçtir ki, bu gruplar arasında Trump da oy oranını yükseltti. Özellikle Afrikalı Amerikalı ve Hispanik erkek seçimenler nezdinde Trump’ın 2016 seçimlerine kıyasla oy oranının yükselttiğini görüyoruz. Buna karşın, Biden da 2016’daki Hillary Clinton’a kıyasla beyaz erkek seçmen nezdindeki oyunu yüzde 8 civarında artırmayı başardı. Bu oy değişkenliğini, Trump’ın beyaz imtiyazlarına yönelik vurguları ve ona karşı olarak gelişen ırklararası eşitlik temelli keskin muhalefeti düşündüğümüzde, açıklamak kolay değil. Demokratların azınlık gruplarında az da olsa oy kaybına uğraması, orta vadede çözüm bulunması gereken bir sorun.

Dr. Ozan Örmeci: Joe Biden-Kamala Harris ikilisinden 4 yıllık iktidarları sürecinde neler beklemeliyiz? Sizce yeni dönemde en önemli konular neler olacak?

Dr. Matthew Weiss: Bence öncelikle seçilmiş Başkan Joe Biden ve seçilmiş Başkan Yardımcısı Kamala Harris’ten önümüzdeki 4 aylık dönemde ne beklememiz gerektiği daha öncelikli bir soru olabilir; çünkü Biden ve Harris’in ilk olarak COVID-19 pandemisi ile mücadele ve bunun Amerikan ekonomisine yıkıcı etkileri konusunda harekete geçmeleri gerekiyor. Zira burada 1930’lardaki Büyük Buhran döneminden beri benzerine rastlanmayan bir ekonomik krizden ve tüm Amerikan tarihindeki en büyük kamusal sağlık sorunundan söz ediyoruz!

Şu sıralar ABD’de işsizlik oranının yüzde 6,7’ye gerilediğini de belirtmek gerekir. Buna karşın, COVID-19 pandemisi nedeniyle enfekte olan kişi sayısı çok hızlı bir şekilde artıyor ve bu durum kısa sürede kontrol altına alınacak gibi gözükmüyor. Bu bağlamda, yakında alınacak yeni kapanma ve sokağa çıkma yasağı kararları nedeniyle ekonomide “çift dipli resesyon” (double dip recession) yaşanabilir. Ayrıca ABD Kongresi’ndeki partizan tıkanmaya bağlı olarak ikinci büyük ekonomiyi canlandırma paketinin geçirilememesi nedeniyle, on milyonlarca Amerikalı, uzatılmış işsizlik desteklerinin ve federal icra ve tahliye kararlarını erteleme süresinin sona erecek olması nedeniyle uçurumun kenarında bulunuyorlar. Bunun yanı sıra, federal düzeyde bir kredi programı olan ve küçük işletme sahiplerinin çalışanlarının maaşlarını ödemelerini sağlayan Maaş/Ücret Koruma Programı’nın (Paycheck Protection Program) devamı konusunda da riskler bulunuyor. 54 milyondan fazla Amerikalı’nın dünyanın en zengin ülkesinde gıda güvenliği sıkıntısı çekmeleri de ülkenin içerisine girdiği sıkıntılı durumu ispatlıyor.

Bu nedenle, Biden-Harris ikilisinin Ocak 2021’de işbaşı yapmalarının ardından en önemli öncelikleri COVID-19’la mücadele ve ekonomiyi canlandırmak olacaktır. Çeşitli raporlara göre, COVID-19 salgınıyla mücadele konusunda kapsamlı bir plan hazırlanıyor. Konuşulan yaratıcı önlemler arasında; Güney Kore’de de uygulanan ve pandemi yayılma oranlarını gösteren Ulusal Pandemi Panosu’nun (Nationwide Pandemic Dashboard) hayata geçirilmesi, ücretsiz COVID-19 testleri yapılması, COVID-19 virüsü tespit edilen hastaların temaslarının önceden planlanmış kapsamlı bir strateji ile takip edilmeleri, izole edilmeleri ve karantina altına alınmaları ve azınlık gruplarında virüsün yıkıcı etkileriyle mücadele eden özel bir birimin oluşturulması gibi öneriler var. Bunlara ek olarak, Başkan Biden’ın Başkan Trump’tan farklı olarak bilimsel/tıbbi önerileri daha ciddiye alacağını ve bunu da 100 gün süreyle maske takılmasını zorunlu hale getiren çağrısıyla gösterdiğini belirtebiliriz.

Bunlar dışında, Biden-Harris ikilisinin iklim değişikliği ile mücadele konusunda gerek ABD içerisinde, gerekse de uluslararası alanda çok daha aktif olacakları, açıkladıkları kapsamlı plandan da anlaşılabiliyor. California Senatörü olarak, Kamala Harris, Yeşil Yeni Düzen (Green New Deal) anlaşmasının -ki bu anlaşma ABD ekonomisinin 21. yüzyılda fosil bazlı yakıtlara bağlı olmaması ve yenilenebilir enerji sektöründe milyonlarca yeni iş imkânı yaratılmasını öngörüyor- sponsorlarından birisiydi. Ayrıca Başkan Biden’ın Başkan Obama’nın 2017’de bıraktığı yerden devam edeceği ve ofise girdiği ilk gününde ABD’yi Paris İklim Sözleşmesi’ne yeniden dahil edeceği belirtilebilir.

Biden-Harris ikilisinin, ayrıca, ırklararası eşitlik ve polis şiddeti konusularında da cesur adımlarla harekete geçmeleri bekleniyor. Geçtiğimiz yaz aylarında silahsız bazı Afrikalı Amerikalı vatandaşların polis tarafından öldürülmeleriyle başlayan ve birçok büyük Amerikan şehrinde etkili olan protestolar ve Kamala Harris’in ilk Afrikalı Amerikalı Başkan Yardımcısı olarak geçmişte San Francisco Bölge Savcısı ve California Başsavcısı gibi görevlerde bulunan bir kişi olduğu düşünüldüğünde (ki bu bölgelerde polis şiddeti ve ırklararası şiddet olayları sıklıkla yaşanabiliyor ve hukuk sisteminin konusu oluyordu), onun polis reformu ve ırklararası adalet konularında harekete geçebilecek ideal kişi olduğu söylenebilir.

Bu konularda Biden’ı zorlayacak unsurlar ise; kademeciliğe (yavaş ve sindirilmiş reformlara) yatkın içgüdüleri ve muhtemel bir Cumhuriyetçi çoğunluklu Senato olacaktır. İlk meseleye odaklanırsak; Biden siyaseten tam bir merkez Demokrat figürü olmasına ve kendisini yenilikçi bir reformist olarak ayrıştırmamasına karşın, COVID-19 pandemisinin yarattığı çoklu kriz ortamında, Biden, kendisinden beklenmeyecek ölçüde değişim-dönüşüm yönünde hareket edebilir. Pandemiyle mücadele ve ekonomik krizin aşılması konusundaki kapsamlı planları, Biden’ın Amerikan halkının ruh hali ve beklentilerini doğru anladığını gösteriyor. Tarihsel bir benzerlik kurulması gerekirse, eski ABD Başkanlarından Franklin Delano Roosevelt’in (kısaca FDR) 1930’larda ABD’yi ekonomik krizden çıkaran sosyal refah programları uygulamaları ve hizmetleri buna örnek verilebilir. Aslında FDR’nin aristokrat geçmişi nedeniyle onun büyük bir liberal reformcu olması hiç beklenmiyordu; ama o, gidişatı doğru anlayarak sosyal güvenlik sistemi gibi son derece kapsamlı ve tarihi sosyal ve ekonomik programları devreye soktu ve ülkeyi krizden çıkardı. Günümüzde Biden da aynı yolu takip edebilir...

İkinci konuya bakarsak; Cumhuriyetçilerin Georgia’daki iki Senato koltuğu için yapılacak seçimlerinde bir koltuk veya her iki koltuğu da kazanmaları durumunda, Biden, Obama döneminde olduğu gibi, Kongre’den çok Başkanlık kararnameleri (executive orders) ile yapmak istediklerini yapmaya çalışacaktır. Bu şekilde de birçok şey başarılabilir; ancak Başkanlık el değiştirdiği anda, bu reformların kalıcı olması zor hale gelecektir. Nitekim Obama’nın başardıkları Trump döneminde büyük oranda ortadan kaldırıldı/tersyüz edildi; Biden’ın da aynı riski yaşamaması için, Kongre’de çoğunluğu sağlayarak, yapmak istediklerini yasalaştırması gerekiyor.

Dış politika açısından bir değerlendirme yaptığımızda ise; tüm uluslararası gözlemcilerim ve benim de görüşüm, Biden’ın Trump’ın “Önce Amerika” (America First) sloganıyla uyguladığı yeni-izolasyonist politikasına son vereceği ve ABD’nin geleneksel diplomatik çizgisine döneceği yönünde. Biden, öncelikle, Başkan Trump’ın tek taraflı politikaları ve müttefiklere danışmadan hareket etmesi nedeniyle küstürdüğü geleneksel Amerikan müttefikleri, NATO üyeleri ve diğer demokrasilerle (Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore) ilişkilerini düzeltmeye gayret edecektir. Biden’ın Senatörlüğü ve Obama’nın Başkan Yardımcısı olduğu dönemlerde takip ettiği yol, daima çok taraflılık ve uluslararası liberal düzenin kural ve kurumlarına uygun hareket etmek şeklinde olmuştur.

Dr. Ozan Örmeci: Joe Biden’ı çok da iyi tanımayan Türk sosyal bilimcileri ve kamuoyu için onu siyasi fikirlerini ve Demokrat Parti ve ABD siyasetinde neyi temsil ettiğini açıklayabilir misiniz?

Dr. Matthew Weiss: Biden’ın iç politikadaki durumunu önceki sorularda detaylı olarak anlattığım için (kriz zamanında işbaşına gelen merkezci bir Demokrat), bu soruya cevaben, kendisinin dış politika ve uluslararası sorunlara yaklaşımını anlatmak isterim. Şunu belirtmek gerekir ki, Joe Biden, 1988 Başkanlık seçimini kazanan George H.W. Bush’tan (Baba Bush) beri Başkan olan dış politika alanında sicili (bilgisi ve tecrübesi) en kabarık kişi oldu. Biden, ABD Senatosu’nda uzun yıllar boyunca Dış İlişkiler Komitesi’nin üyesi/Başkanı ve ayrıca Obama’nın Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. Hatta ilk Başkan seçildiğinde dış politikadaki tecrübesizliği nedeniyle Obama’nın onu Başkan Yardımcısı olarak seçtiği de biliniyor.

Buna rağmen, Joe Biden’ın dış politikada her zaman doğru kararlar verdiğini söylemek mümkün değil. Örneğin, birçok muhalifi, onun 2003 yılında George W. Bush (Oğul Bush) Başkanlığında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle sonuçlanan Irak Savaşı’na destek veren politikalarını eleştiriyor ve onun tarihin doğru tarafında durmadığını belirtiyorlar. Hatta Biden’ın savaşa neden olan ve sonradan doğru olmadığı açıklanan Saddam Hüseyin’in elindeki kitle imha silahları konusundaki iddialara da destek olduğu belirtiliyor.

Buna karşın, Obama’nın Başkanlığı döneminde, Biden, birçok uluslararası meselede ılımlı, makul ve iyi düşünülmüş pozisyonlar almış bir siyasetçi. Hatta kendisi, bu doğrultuda, zaman zaman Obama’nın dış politika danışmanlarıyla olan farklı görüşlerini de saklamamıştır. Buna en iyi örnek, Obama’nın ilk döneminde danışmanlarının ona ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığını artırmasına yönelik önerilere karşı çıkmasıdır. Obama’nın danışmanlarının aksine, o dönemde Başkan’a Afganistan’da daha ılımlı bir politika öneren Biden, asker sayısını artırmak ve Afganistan’da ucu açık ve kapsamlı bir ulus yaratma süreci yerine, özel kuvvetlerin, insansız hava araçlarının (drone) ve teknolojik unsurların ön planda olduğu daha dar kapsamlı bir terörle mücadele politikasını savunmuştur. Biden, ayrıca, Taliban’ın ABD için varoluşsal bir tehdit olmadığını ve ABD’nin mücadelesinin kalan El Kaide unsurlarını yok etmek üzerine kurulması gerektiğini savunmuştur. Obama, başlarda Biden yerine etrafındaki Generaller ve danışmanların sözünü dinlemiş ve Afganistan’daki ABD askeri sayısını 30.000 kadar artırmıştır. Ancak aynı Obama, Biden’ın Afganistan’daki ABD misyonunun ölçeğinin daraltılması ve ulus-inşa sürecinin devamı konularındaki tavsiyelerini kısmen uygulamıştır. Afganistan Savaşı’nın seyri ve Taliban’ın ABD ile müzakerelere sıcak yaklaşımı düşünülürse, Biden’ın yaklaşımı haklı çıkmıştır.

Dış politikadaki kapsamlı deneyimlerinin yanında, Biden’ın Beyaz Saray’a kendisiyle yıllardır birlikte çalışan ve görmüş geçirmiş kişileri getirecek olması da büyük bir avantajdır. Örneğin, Biden’ın Dışişleri Bakanı olarak seçtiği Antony Blinken, Biden’ın dünya algılamasını ve düşüncelerini çok iyi bilen bir kişidir. Elbette, Biden’ın seçtiği bazı danışmanların daha farklı fikirleri de olacaktır. Hatta zaman zaman bu görüş ayrılıkları yeni yönetim içerisinde çeşitli çatışmalara da neden olabilir. Ancak Trump döneminde olduğu gibi, bu görüş ayrılıklarının Beyaz Saray’da kaotik süreçlere neden olmasını beklememek gerekir. Biden-Harris ikilisinin, Trump döneminde kıyasla, diğer ülke liderleri ve toplumlara daha tutarlı bir dış politika sunacaklarını düşünüyorum. Başkan Trump’ın dış politikayı kişiselleştirme eğilimi ve dış politikada yaptığı zamansız müdahalelerle onları etkisiz kılma huyu vardı. Biden ise, dış politikaya damgasını vurmaya çalışırken, bunu uzlaşı (konsensüs) oluşturarak yapmaya çalışacak ve müttefiklerine ve hasımlarına tutarlı mesajlar vermeye gayret edecektir.

Dr. Ozan Örmeci: Sizce yeni dönemde Türk-Amerikan ilişkilerindeki en önemli konular neler olacaktır? Acaba Başkan Trump ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki kişisel dostluğun artık diplomaside bir unsur olarak var olmaması Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkileyebilir mi? Biden döneminde ikili ilişkilerdeki en önemli sorunlar sizce neler olacaktır?

Dr. Matthew Weiss: Joe Biden’ın Başkan seçilmesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde -konusuna göre- hem uyum/işbirliği, hem de uyuşmazlık/anlaşmazlık olasılıklarını artırıyor. Biden’ın Türk-Amerikan ilişkileri açısından en önemli avantajı, müthiş dış politika deneyimi ve diğer ülke liderleriyle olan ilişkileri.

Bazı açılardan, Trump ile Erdoğan arasındaki kişisel ilişkiler ve yakın dostluk, gerçekten de Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da zarar görmesini frenlemiştir. Bu nedenle, Trump’ın seçimi kaybetmesi, Başkan Trump’ın Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sistemi nedeniyle ABD Kongresi tarafından yaptırıma uğramasına engel olduğu da düşünüldüğünde, Ankara açısından bir endişe kaynağıdır. Buna karşın, her ne kadar Trump-Erdoğan dostluğu Türk-Amerikan ilişkilerine olumlu bazı katkılar sağlasa da, Trump’ın emprovize ve dış politika konusunda beceriksiz yaklaşımları -ki bana göre beceriksizliği ve diplomasi sanatını öğrenme konusundaki isteksizliğinden kaynaklanmaktadır- bana göre Türk-Amerikan ilişkilerinde birçok farklı gerginlik ve anlaşmazlığa neden olmuştur. Dolayısıyla, Trump’ın kişisel menfaatleri dışında hiçbir ilke ve doktrine dayanmayan dış politikası, Türkiye ve diğer müttefiklerle aslında daha çok sorun yaşanmasına neden olmuştur.

Buna somut bir örnek vermek gerekirse; Başkan Trump’ın Türkiye’nin bölgedeki en önemli rakiplerinden olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Sünni güçlerin istek ve kaprislerini tatmin etmek için uyguladığı politikalar, Türkiye’yi ve Türkiye ile ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ın kurduğu acımasız düzeni ve Cemal Kaşıkçı cinayetini görmezden gelen Trump yönetimi, Körfez monarşileri ve Mısır’ı Türkiye ve Katar gibi ülkeler karşısında desteklemiştir. Suudi Arabistan ve BAE’ye on milyonlarca dolarlık yeni silah satışları gerçekleştiren Trump, farkında olarak veya olmayarak Sünni dünya içerisindeki bir mücadeleye taraf olmuş ve Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermiştir. Trump’ın, İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarındaki yayılmacı faaliyetlerine daha önce eşi benzeri görülmemiş ölçüde göz yumması ve Filistinlilerin hakları konusunda duyarsız olması da, dış politikasını Filistin Davası üzerine oturtan Türkiye’nin ABD’yi kınamasına ve ikili ilişkilerin bozulmasına neden olmuştur.

Bu konudan hareket edilirse, Biden’ın Suudi Arabistan ve BAE Prenslerinin isteklerini yerine getirmek ve bu ülkelere milyarca dolarlık silah satışları gerçekleştirmek dışında öncelikleri olacağı için, dış politikadaki büyük tecrübesiyle Türkiye’nin temel çıkarlarına daha uyumlu politikalar uygulaması muhtemeldir. Birçok gözlemci, Biden’ın dış politikada da önceliğinin insan hakları meselesi olacağını vurguluyorlar. İronik olarak, bu durum, Türkiye’nin bazı politika ve uygulamalarını da eleştiri konusu haline getirebilir. Buna karşın, bu politikanın doğal sonucu, Suudi Arabistan ve BAE’nin Yemen’de büyük bir insani trajediye dönüşen savaş yanlısı agresif politikaları ve Libya’daki müdahaleci pozisyonlarına yönelik baskı olacaktır. Her ne kadar Biden yönetimi, Türkiye’yi de tutuklu gazeteciler ve muhaliflere yönelik baskılar bağlamında eleştirebilecekse de, bunun Türkiye’nin Sünni rakiplerine daha yüksek dozda yapıldığını görmek ve bu politikanın Türkiye’nin rakiplerini Libya ve Afrika Boynuzu’nda dizginlemesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olumsuz tepkilerini sınırlandırabilir.  

Biden’ın bir diğer önemli avantajı ise, onun döneminde Başkan Trump’ın önemsemediği ve ihmal ettiği çok taraflı anlaşma ve kurumların yeniden önem kazanacak olmasıdır. Trump’ın uyguladığı politikalar, bu tarz anlaşma ve Batılı kurumlara dahil olan Türkiye’nin de değerli ve güvenilir bir müttefik olarak değerini azaltmıştır. İlk olarak, kuşkusuz, Türkiye’nin ABD’den sonra ikinci en büyük üye orduya sahip olduğu NATO, yeni dönemde önem kazanacaktır. Başkan Biden, ABD güvenlik politikasının kilit unsuru olarak gördüğü NATO’ya daha fazla önem atfedecektir. Yakın geçmişte, Türkiye, Afganistan gibi bazı ülkelerde NATO barış gücü misyonlarında kritik görevler üstlenmiştir. Bu nedenle, NATO’nun yeniden canlandırılması, Türk-Amerikan ilişkilerinde ortak amaçların belirlenmesini ve son yıllarda yaşanan anlaşmazlıkların yatışmasını sağlayabilir.

Ayrıca Joe Biden’ın “önce diplomasi” diyen bir Başkan olarak, Türkiye’nin taraf olduğu Suriye ve Libya’da krizlerin yönetimi ve çözümüne ağırlık vermesi olasıdır. Ancak bu durum, ABD’nin diplomatik tercihlerinin Türkiye’nin çıkarları ile mutlak uyumlu olacağı anlamına gelmemektedir. Yine de, ABD’nin tarafsız bir arabulucu/hakem olarak hareket etmesi ve Türkiye’nin Sünni rakipleri ile Ankara’ya eşit baskı uygulaması, Türkiye açısından avantajlı bulunabilir.

Diğer bir konu ise elbette İran nükleer programı ve Tahran’ın bölgesel hedefleri olacaktır. Biden yönetimi, Sünni bir güç olmasına rağmen İran’la dostane ilişkileri olan Türkiye’nin kendisine özgü konumunu kullanabilir; ancak İran ile Türkiye arasındaki jeopolitik rekabeti de unutmamak gerekir. Obama yönetiminin P5+1 (BM Güvenlik Konseyi üyesi 5 ülke ve Almanya) ülkeleri ile yaptığı anlaşmayı (İran nükleer anlaşması/JCPOA) bir şekilde yenilemek isteyen Biden yönetimine karşı, Türkiye de, kendisini ABD ile İran arasında bir tür arabulucu olarak konumlandırabilir. Trump’ın ABD’yi çektiği bu anlaşma, aslında İran’ın nükleer çalışmalarını -yaptırımların kalkması karşılığında- ciddi anlamda kısıtlıyor ve denetim altına alıyordu.

Bunların yanında, ABD ile Türkiye arasında sorun yaratan birçok konu olmaya devam ediyor. Bunlar arasında; Türkiye’deki bir devlet bankası olan Halkbank hakkında İran yaptırımlarını delmeye yardım ettiği iddiasıyla ABD’de başlatılan yasal süreç, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 hava savunma sisteminin aktive edilmesi ve Ankara ile Moskova’nın işbirliklerini derinleştirmeleri, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji hedefleri, Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan Dağlık Karabağ krizi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devlet yönetimine hâkim olan otoriter yaklaşımı sayılabilir. Bu konularda, Başkan Biden’ın eli, Türkiye’ye karşı giderek daha şüpheci yaklaşan ABD Kongresi nedeniyle zayıflayacaktır ki, Türkiye konusunda ABD’deki her iki parti de aynı çizgide buluşmuş, hatta Biden’ın partisi olan Demokratlar Türkiye’ye karşı daha eleştirel yaklaşmaktadır. Örneğin, Demokrat Parti içerisinde birçok Kongre üyesi, Dağlık Karabağ krizi konusunda Türkiye’nin desteklediği Azerbaycan’a karşı Ermenistan’a destek vermektedir.

Biden Oval Ofis’e girip Başkan olarak işe başladığında, bu meselelerden bir tanesinin alevlenmesi ve Biden yönetimi ile Türkiye arasında yeni oluşmaya başlayan işbirliğini raydan çıkarmasa bile gölgelemesi mümkündür. Ancak herşeyden öte, ABD ile Türkiye arasındaki en ciddi mesele Kürt Sorunu olmaya devam etmektedir. Türkiye’nin ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından da terör örgütü olarak kabul edilen PKK’nın uzantısı olarak gördüğü YPG ve PYD gibi grupları yok etmek ya da geri püskürtmek için Suriye’ye yönelik yeni bir askeri müdahale gerçekleştirmesi durumunda, Washington ile Ankara arasındaki yapıcı ilişkilerin devamı zora girebilir. Türkiye’nin onlarca yıldır mücadele ettiği PKK’nın devamı olarak gördüğü bu gruplar, ABD’nin IŞİD terör örgütüne karşı verdiği mücadele nedeniyle daha ılımlı baktığı ve silah desteği ve askeri eğitim sağladığı yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’nin Biden yönetiminden çekinmesinin bir diğer nedeni de, Biden’ın Obama döneminde başlatılan IŞİD’e karşı Kürt milislerini örgütleme ve silahlandırma politikasının mimarlarından olmasıdır. Biden, halen de PYD ve YPG ile diyaloğu desteklemektedir. Biden, Suriyeli Kürt grupları Suriye iç savaşı denkleminde IŞİD ve rejime karşı desteklenmesi gereken unsurlar olarak görürken, Türkiye ise, bu grupları, PKK ile birlikte kendi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne yönelik varoluşsal tehdit kaynağı olan yayılmacı terör örgütleri olarak değerlendirmektedir. Biden’ın becerikli bir diplomasiyle Ankara ve Suriyeli Kürtler arasında uyumlu bir politika geliştirmesi ise kolay gözükmemektedir; zira Ankara, Washington’ın PYD-YPG ile herhangi bir düzeyde ilişki kurmasına tamamen karşıdır. Bu şekilde Ankara’nın endişelerine yönelik olarak “iğne deliğinden iplik geçirmek” şeklinde politikalar oluşturmak ise geçmişte de denenmiş ve pek başarılı olmamıştır. Örneğin, Ankara, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısı altında Kürt milisleriyle Kürt olmayan (Arap vs.) diğer etnik unsurlardan oluşan bir muhalif grubun oluşmasına destek vermemiştir.

Kısacası, Erdoğan ve Biden yönetimleri arasında gelişen iyi niyet ve işbirliği, Kürt Sorunu’nun alevlenmesiyle birlikte kısa süre içerisinde dağılabilir. Hatta bazı analistler, Türkiye’nin Trump-Biden geçiş dönemini fırsat bilerek Suriye’deki YPG karşıtı askeri operasyonlarını genişletebileceğini ve YPG’nin petrol satışlarına engel olarak, burayı ekonomik olarak boğabileceğini speküle ediyorlar. Buradaki hesap ise, Erdoğan’ın Biden’ın Başkan olarak işe başlayacağı güne kıyasla Trump’ın son günlerinde PYD-YPG’ye karşı daha fazla manevra yapma imkânı bulacağı şeklindedir.

Türkiye-Rusya ilişkilerine bakacak olursak; Ankara’nın Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi ABD ve Batı’ya tam bağlı ve Rusya ile enerji ve güvenlik işbirliğini yüzüstü bırakacak bir çizgiye geçmesi mümkün gözükmemektedir. Ancak ekonomi, enerji ve güvenlik teşviklerini kullanarak, Biden yönetimi, kendisini Moskova’ya kıyasla daha çekici bir partner haline getirebilir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına ve satış tamamlanmasına karşın halen daha sistemi tamamen operasyonel hale getirmemesi, Biden yönetiminin Ankara’yı ABD ile daha sağlam bir işbirliği yapabileceği konusunda ikna etme şansını ortaya koymaktadır.

Dr. Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni trendleri anlamak için sizce kimi okumalı ve takip etmeliyiz?

Dr. Matthew Weiss: ABD, Avrupa ve Türkiye’de Türk-Amerikan ilişkileri konusunda nesnel ve yüksek kalitede analizler sunan birçok önemli düşünce kuruluşu bulunuyor. Bunlardan bir tanesi de, Özgür Hisarcıklıoğlu’nun yönettiği Amerikan düşünce kuruluşu Alman Marshall Fonu’nun (German Marshall Fund) Ankara şubesi. Ayrıca ben özellikle Al-Monitor adlı Ortadoğu ve Türkiye hakkında Türk muhabirler, uzmanlar ve gözlemciler tarafından yazılan zihin açıcı yorum ve analizler yayınlayan internet sitesini takip ediyorum.

Dr. Ozan Örmeci: Teşekkürler Matthew, seninle mülakat yapmak bir ayrıcalıktı.

 

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 08.12.2020