30 Kasım 2023 Perşembe

Henry Kissinger'ın Ardından...

 

Giriş

ABD eski Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, dün 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger'ın vefatının ABD'nin eski bir Dışişleri Bakanı veya önemli bir bürokratı/diplomatının vefatının çok ötesinde, Amerikan ve dünya medyasında flaş gelişme ve birinci haber olarak verilmesi, bir asırlık hayatında başardıkları/başaramadıkları, yaptıkları/yapmadıkları ve genel olarak bıraktığı iyi ve kötü izlerle oldukça önemli bir şahıs olduğunu ortaya koyuyor. Bu bağlamda, bu yazıda Kissinger'ın 100 yıllık hayatına, siyasi kariyerine ve akademik açıdan yaptıklarına nesnel bir bakış açısı sunmaya çalışacağım.

Henry Kissinger: Biyografi

27 Mayıs 1923 tarihinde Almanya'nın Bavyera eyaletindeki Fürth şehrinde Alman Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Heinz Alfred Kissinger, Paula ve Louis Kissinger çiftinin iki çocuklarından büyük olanıydı. 1923 doğumlu Henry'nin ardından, çiftin 1924 yılında Walter Kissinger adlı bir oğulları daha olacaktı (işadamı olan Walter Kissinger 2022 yılında 96 yaşında vefat etmiştir). Kissinger ailesinin dikkat çekici soyadları ise, Henry'nin büyük büyük dedesi Meyer Löb'ın 1817 yılında Bad Kissingen şehrinden esinlenerek bu soyadı seçmesiyle ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Almanya'da kurulan Weimar Cumhuriyeti'nin ekonomik açıdan zorlu ama özgürlükçü ortamında yetişen küçük Henry, çocukluk yıllarında SpVgg Fürth (Greuther Fuerth) takımının minikler branşında futbol oynamış ve futbolu çok sevmiştir. Ancak küçük Henry ve Kissinger ailesinin hayatı, Almanya'da Yahudi karşıtı Nazi Partisi ve Adolf Hitler'in iktidarı ele geçirdiği 1930'lu yıllarda değişmek zorunda kalacaktır. Çocuk yaşlarında Nazi Partisi üyeleri ve sempatizanlarının ırkçı saldırı ve tacizlerine maruz kalan Kissinger, bu yıllarda içe dönük, çok okuyan ve utangaç bir çocuk olarak anlatılmaktadır. Nazi Partisi'nin iktidarı ele geçirmesi ve anti-Semitizm'i Almanya'da siyasetin ana akımı haline getirmesiyle birlikte Almanya'da Yahudilerin üzerindeki baskılar her geçen gün artarken, Kissinger ailesi de baskılara daha fazla dayanamayarak 1938 yılında ABD'ye göç etmiştir. Ailenin Holokost tehlikesinin yaklaştığını hissederek aldığı bu karar döneminde, genç Henry henüz 15 yaşındadır. Hayatını değiştirecek bu kararla birlikte, Henry Kissinger, 15 yaşında, yeni süper güç olmaya hazırlayan özgürlükler ülkesi ABD'de New York şehrine yerleşmiştir.

ABD'de hemen bir fabrikada işe başlayan genç Henry, aynı zamanda George Washington Ortaokulu'na kaydolmuş ve Almanca'nın yanı sıra İngilizce'sini de kısa sürede mükemmel hale getirmiştir. Bu dönemde kendisiyle birlikte birçok Alman Yahudisi göçmenin yerleştiği New York'a kısa sürede adapte olan genç Henry, kısa sürede ciddiyeti ve zekasıyla dikkat çekmeyi başarmıştır. Kissinger, daha sonra City College of New York'a kaydolmuş ve muhasebe eğitimi almıştır. 1943 yılında ABD Ordusu tarafından İkinci Dünya Savaşı sürecinde askere alınan Kissinger, Güney Karolina'daki askeri eğitimi sırasında 20 yaşında ABD vatandaşlığına da hak kazanmıştır. Düşük rütbeli Kissinger, Fransa ve Almanya'da piyade eri ve askeri istihbarat görevlisi olarak hizmette bulunmuş ve savaştan sonra ülkesine dönmüştür. Harvard Üniversitesi'nde eğitimine devam genç Henry Kissinger, lisans eğitiminin ardından aynı kurumda doktorasına başlamış ve Hükümet (Government) bölümündeki doktorasını 1954 yılında teslim ettiği "A World Restored: Metternich, Castlereagh, and the Problems of Peace, 1812-1822" teziyle başarıyla nihayetlendirmiştir. Kissinger, doktora tezinde Napolyon Savaşları sonrasında Viyana Kongresi (1815) ile Avrupa Ahengi sistemini hayata geçiren Avusturyalı diplomat ve devlet adamı Klemens Von Metternich'i incelemiştir. Metternich, Kissinger'ın akademik ve siyasi kariyerinde kendisine daima bir ilham kaynağı olacaktır.

Doktorası sonrasında Harvard Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayan Kissinger, 1957 yılında yayımladığı Nuclear Weapons and Foreign Policy adlı eseriyle ilk kez akademisyen ve siyasal elitlerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bu eserde, Kissinger, ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower ile Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'ın Sovyetlerle mücadele stratejisine karşı çıkmış ve konvansiyonel ve taktik nükleer silahların sınırlı kullanımını içeren esnek bir stratejiyle SSCB'nin askeri olarak mağlup edilmesinin mümkün olduğunu iddia etmiştir. Kissinger, 1960 tarihli The Necessity for Choice kitabıyla bu görüşlerini daha da geliştirmiştir. Bu eserleriyle birlikte önemli bir akademisyen olarak sivrilen Kissinger, 1961-1968 döneminde akademisyenliğin yanı sıra Washington DC'de John F. Kennedy ve Lyndon Johnson gibi Demokrat Partili ABD Başkanlarına dış politika konularında özel danışmanlık yapmış ve ismini başkentteki siyasi kulislerde de duyurmayı başarmıştır. Bu başarılarının ardından, Kissinger, 1969-1975 döneminde Cumhuriyetçi Parti'den ABD Başkanları Richard Nixon ve Gerald Ford'un Ulusal Güvenlik Danışmanı, 1973-1977 yıllarında ise ABD'nin 56. Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. Görev yaptığı dönemde Amerikan tarihinin en etkili ve popüler Dışişleri Bakanı olarak sivrilen Kissinger, tartışmalı Vietnam Savaşı politikası, SSCB ile geliştirilen detant (yumuşama) süreci ile SALT-I anlaşması ve Başkan Nixon döneminde Çin'le diplomatik ilişkilerin kurulması gibi tarihi çabalara öncülük ve ilham kaynaklığı yapmıştır. Vietnam politikası nedeniyle 1973 yılında Nobel Barış Ödülü de kazanan Kissinger, buna karşın aşırı sol ve anti-emperyalist çevrelerde savaş suçları nedeniyle suçlanan bir isim de olagelmiştir. Ödüle Kuzey Vietnamlı lider Le Duc Tho ile birlikte layık görülen Henry Kissinger, 1970'lerin anti-emperyalist ve sol siyaset eksenli ortamında, bu ödüle hak kazanması nedeniyle çokça eleştirilen bir isim olmuştur. Hatta ünlü The New York Times gazetesi, ödüle "Nobel Savaş Ödülü" (Nobel War Prize) adını vermiştir. Kissinger'a yönelik eleştirilerin temelinde, ABD Ordusu'nun Vietnam ve Kamboçya'da sivillere karşı misket bombaları kullanması ve 1970'lerin Şili'si gibi komünist yönelimdeki ülkelerde askeri diktatörlük yönetimlerine siyasi ve ekonomik destek sağlaması gibi sebepler bulunmaktadır. Buna karşın, Kissinger, 1973 Arap-İsrail Savaşı'nı (Yom Kippur Savaşı) bitiren müzakerelere ve Vietnam Savaşı'nı sonlandıran Paris Barış Anlaşması'na katkıda bulunmuş ve bu çabalarıyla takdir de görmüştür. Türkiye'nin 1974 tarihli Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında da ABD Dışişleri Bakanı olan ve Ankara'ya karşı ılıman bir ton benimseyen Kissinger, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'le de yakın ilişkileriyle gündeme gelmiştir. Kissinger, resmi görevi olmamasına karşın, 1979 yılında İsrail ile Mısır arasındaki normalleşme sürecine yaptığı katkılarla ve yürüttüğü "mekik diplomasisi" ile de ismini aktif siyasette bir kez daha duyurmuştur.

Henry Kissinger ve Bülent Ecevit 

Dünya tarihinin en etkili diplomat ve akademisyenlerinden birisi olarak şöhret kazanan Henry Kissinger, aktif siyaset sonrasında daha çok siyasal danışmanlık ve yazarlık kariyerine yönelmiştir. Bu yıllarda, Kissinger, American Foreign Policy (1969), The White House Years (1979), For the Record (1981), Years of Upheaval (1982), Diplomacy (1994), Years of Renewal (1999), Does America Need a Foreign Policy?: Toward a Diplomacy for the 21st Century (2001), Ending the Vietnam War: A History of America’s Involvement in and Extrication from the Vietnam War (2003), Crisis: The Anatomy of Two Major Foreign Policy Crises (2003), On China (2011), World Order (2014) ve son olarak The Age of AI: And Our Human Future (2021) gibi birçok önemli esere imza atmıştır. Bu eserlerinde, Kissinger, Tarih, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanlarındaki akademik bilgisinin yanı sıra, kendi anı ve deneyimlerini de kullanarak farklı bir üslup yakalamış ve yazarlık kariyerinde çok başarılı olarak, defalarca en çok satan eserler listesine girmeyi başarmıştır. Kissinger'in Diplomacy (Diplomasi) eseri halen Uluslararası İlişkiler disiplininde en yaygın kullanılan eserlerden birisidir. Aynı zamanda Kissinger'ın Çin bir süper güce dönüşme sürecini öngörerek hazırladığı On China (Çin Üzerine) kitabı da çok değerli bir çabadır. 2014 tarihli World Order (Dünya Düzeni) eseri de Kissinger'ın literatüründe önemli ve güncel bir eserdir. Kissinger, son yıllarında yapay zeka konusuyla ilgilenmiş ve bu konuda da vefatından kısa süre önce bir esere imzasını atmıştır. Kissinger, 1982 yılından itibaren "Kissinger Associates" adlı siyasal danışmanlık şirketiyle de siyasete katkı yapmayı sürdürmüştür. İlerleyen yaşına rağmen diplomasiyi bırakmayan Kissinger, geçtiğimiz yıllarda Rusya'ya yönelik Batı politikasına dair bazı eleştirilerde bulunmuş ve 2023 yılı Temmuz ayında da Çin'e bir ziyarette bulunarak, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'le bizzat görüşmüştür. Uluslararası kamuoyu da, tüm bu yıllar boyunca Kissinger'ın görüşlerini daima dikkatle takip etmiştir. 1949-1964 döneminde ilk evliliğini Ann Fleischer ile yapan Henry Kissinger, daha sonra 1974 yılında ise iyi bir aileden gelen Nancy Maginnes (Kissinger) ile evlenmiş ve eşinin de etkisiyle magazin dünyasının da dikkatle takip ettiği popüler bir isim olagelmiştir.

Kissinger çifti: Nancy ve Henry Kissinger

Kissinger: Modern Makyavel mi, Akılcı Devlet Adamı mı?

Geçtiğimiz gün vefat eden Henry Kissinger için bugüne kadar pek çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Kendisini öven ve yerenlerin birleştikleri tek ortak nokta, Kissinger'ın tartışmasız en popüler ve dikkat çeken diplomat ve akademisyen olmayı başarmasıdır. Büyük güç rekabetine ve büyük güçler arasındaki ilişkilere yönelik geliştirdiği Realizm (Gerçekçilik) temelli yaklaşımla seçilen Kissinger, bu anlamda ABD'nin Rusya ve Çin gibi büyük güçlerle ilişkilerini düzenlemesine tarihi katkılar yapmıştır. Bu bağlamda, Kissinger için "modern Makyavel" tanımı kullanılmış ve insan hakları ihlalleri yapan ülkelerle ABD'nin ilişkilerini normalleştirmesi veya belli bir seviyede sürdürmesi konusundaki ısrarı nedeniyle bu konularda duyarsız olduğu eleştirisi yapılmıştır. Bu bağlamda, özellikle Vietnam'da ABD'nin karıştığı savaş suçları ve Şili'deki Augusto Pinochet rejimi gibi askeri darbe yönetimlerine destek konusunda, Kissinger, baskıcı rejimleri desteklemekle itham edilmiştir. Örneğin, ünlü İngiliz gazeteci ve yazar Christopher Hitchens, The Trial of Henry Kissinger (2001) adlı eserinde Kissinger'ın Vietnam, Laos, Kamboçya, Bangladeş, Şili, Kıbrıs ve Doğu Timor'da dahil olduğu savaş suçlarından bahsetmiştir. Kendisini "savaş suçlusu" olarak itham ve protesto edenlere karşı bu insanları bilgisizlikle suçlayan Kissinger, Realpolitik akımının modern bir temsilcisi olarak hep dikkat çekmiş ve aynı zamanda eleştiri almıştır. Kissinger'ı övenler ise, kendisinin çok birikimli ve sonuç alması muhtemel gerçekçi yaklaşımlar geliştirebildiğini, bu sayede Vietnam Savaşı'nı sona erdirmek ve İsrail-Mısır (Arap) normalleşmesi (Camp David Antlaşması) gibi tarihi diplomatik başarılara imza atabildiğini vurgulamışlardır. Bu kişilere göre, Kissinger, insan doğası ve "güç" kavramını daha iyi anlamış ve bu sayede ütopik fikirler yerine somut gerçeklikler üzerinden barış kurgulamaya çalışmıştır. 

Ünlü diplomat, devlet adamı, akademisyen ve yazar Henry Kissinger hakkındaki tartışmalar, aslında Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi alanlarındaki temel fikir ayrılıklarının da bir yansımasıdır. Uluslararası İlişkiler disiplininde Realizm ve İdealizm arasındaki tarihi mücadele günümüzde de devam ederken, Siyaset Bilimi'nde de güç ve hak odaklı yaklaşımlar arasındaki rekabet sürmektedir. Kissinger, bu çelişkilerde genelde Realizm ve güç konseptlerine yakın durmuş ve siyaseti temelde böyle algılamıştır. Ancak Kissinger'ın bu yaklaşımlarının Soğuk Savaş döneminde Batı ile Doğu arasındaki kamplaşmanın son derece sert ve rekabetçi olduğu bir dönemde etkili olduğunu da hatırlamak gerekir. Yani o dönemlerde zamanın ruhu veya zeitgeist, güç ve çatışma temelli yaklaşımları desteklemektedir. Kissinger da, bu durumu verili gerçek ve insan doğasına uygun kabul ederek, bu yapı içerisinde olabilecek en barışçıl ve makul yöntemleri tercih etmeye çalışmıştır. Kissinger'ın bir savaş çığırtkanından daha çok gerçekçi ve akılcı bir barış adamı olduğunu, en iyi Vietnam Savaşı'nı bitiren ve Mısır-İsrail normalleşmesini sağlayan somut politikalarından anlayabiliriz. Ancak elbette, Sovyetlerle mücadelenin ABD için varoluşsal bir anlam taşıdığı Soğuk Savaş döneminde, Kissinger, bilerek veya bilmeyerek, 1973 Şili darbesi ve ABD Ordusu'nun yaptığı insanlık dışı bazı eylemler nedeniyle daima tartışılacak bir isim olacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, bir asırlık ömrüne birçok siyasi ve akademik başarı sığdıran Henry Kissinger, siyasal tarihte daima hatırlanacak bir isim olacaktır. Kendisini yargılamak ise, elbette çeşitli kişilerin farklı felsefi, siyasi ve diplomatik bilgi ve birikimleri doğrultusunda yapmaları gereken önemli bir iştir. Ancak bunu yaparken, kuşkusuz, dönemin siyasi dinamiklerini de her zaman iyi tespit etmek, daima akılda tutmak ve anakronizm hatasına düşmemek gerekmektedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

28 Kasım 2023 Salı

La Turquie se dirige vers les élections locales de 2024

 

Après la victoire décisive du président Recep Tayyip Erdoğan et de son bloc islamiste/nationaliste en Turquie lors des élections présidentielles et législatives cruciales de mai 2023, il a semblé pendant quelques mois que la politique s'était arrêtée dans le pays tandis que le bloc d’opposition pro-laïc vaincu s’affairait avec ses propres luttes de pouvoir et les électeurs de l’opposition ont ressenti un profond désespoir. En raison de l’apathie politique croissante, des centaines de milliers de personnes issues des cercles d’opposition ont cessé de regarder des programmes télévisés, d’acheter des journaux et de parler de politique. Il semblait que le président Erdoğan et son bloc au pouvoir se présentaient pour une nouvelle victoire lors des prochaines élections locales du 31 mai 2024.

Cependant, les choses ont commencé à changer rapidement ces dernières semaines, augmentant les espoirs des partis d’opposition et des électeurs. Le premier changement crucial s'est produit lorsque le jeune homme politique social-démocrate Özgür Özel a remporté une victoire surprenante au 38e Congrès ordinaire du Parti républicain du peuple (CHP), les 4 et 5 novembre 2023. Bien que la Turquie organise des élections démocratiques depuis 1950, les politologues turcs admettent souvent que le système de partis politiques du pays n'est pas démocratique et fait des présidents des partis des dieux mortels qui ne peuvent être vaincus ni remplacés. La transition antérieure des pouvoirs a également renforcé ce point de vue. Par exemple, contrairement à ce que l’on sait, lorsque le jeune Bülent Ecevit a remplacé le très vieux héros de guerre İsmet İnönü en 1972 à la présidence du CHP, ce n’était pas le résultat d’une course à la direction, mais plutôt du retrait d’İnönü des élections intrapartis en raison de sa colère envers les délégués du parti lorsqu’il a perdu les élections au parlement du parti. De plus, en 2010, Kemal Kılıçdaroğlu n’est pas devenu le nouveau président du parti en battant Deniz Baykal lors d’un congrès du parti. Au lieu de cela, Baykal a dû démissionner en raison d’une prétendue sex tape révélant sa relation inappropriée avec un député du parti. Dans les partis de droite, les expériences antérieures ont été encore pires. Alparslan Türkeş du MHP et l’islamiste Necmettin Erbakan étaient les dirigeants de leurs partis jusqu’à leur mort. Dans l’AKP au pouvoir, des congrès se tiennent régulièrement avec un seul candidat à la direction : Recep Tayyip Erdoğan, et Ahmet Davutoğlu pendant une courte période. Ainsi, le remplacement de Kılıçdaroğlu par Özel à la tête du CHP constitue un progrès important et une nouveauté pour la politique turque. Ce changement a donné un nouvel espoir à de nombreux électeurs, car Özgür Özel est un homme politique jeune, brillant, inexpérimenté et inconnu, qui a une feuille blanche.

Le deuxième changement important ces dernières semaines a été les désaccords croissants entre le président turc Recep Tayyip Erdoğan et son partenaire junior, le président du MHP, Devlet Bahçeli. Il est de notoriété publique que l’islam politique turc (Milli Görüş) et le nationalisme turc sont deux idéologies très différentes puisant leurs racines et leurs inspirations dans des sources contradictoires. Il convient de rappeler que Devlet Bahçeli était également le critique le plus féroce d’Erdoğan jusqu’à la tentative de coup d’État manquée en 2016. Cependant, comprenant la nature sociologique changeante de la Turquie ainsi que la transformation de l’État, Bahçeli, avec la conscience de maintenir la force de l’État, a décidé de soutenir Erdoğan pour une transition en douceur vers le système présidentiel en 2017. Cela a marqué le début de l’Alliance populaire (Cumhur İttifakı), qui s’est poursuivie et renforcée après la transition vers le présidentialisme, avec une coalition électorale officielle entre les deux partis. Bien que cette coalition ait aidé Erdoğan à rester au pouvoir et Bahçeli à employer et à placer des nationalistes turcs de confiance à des postes critiques dans la bureaucratie, les deux partenaires sont restés en désaccord sur de nombreuses questions. Par exemple, selon certains journalistes, la destitution de Süleyman Soylu du ministère de l’Intérieur après les élections était une mesure contre Bahçeli. De plus, Ali Yerlikaya, le nouveau ministre de l’Intérieur nommé par Erdoğan après les élections, a lancé des opérations judiciaires contre certains dirigeants criminels (Ayhan Bora Kaplan) qui entretenaient de bonnes relations avec l’État pendant le mandat de Soylu. Bahçeli, en revanche, a critiqué cela et a ouvertement soutenu Soylu. Cela a conduit à une position politique de plus en plus conflictuelle entre Erdoğan et Bahçeli. La tendance s’est encore accélérée lorsque l’assassinat par balle d’un jeune homme politique ultranationaliste et ancien dirigeant des Loups gris (Ülkü Ocakları), Sinan Ateş, en décembre 2022, s’est transformé en un champ de bataille juridique entre le MHP et le gouvernement. L'enquête policière a montré que certaines personnes du siège du MHP (le député de Mersin, Olcay Kılavuz) entretenaient des relations étroites avec le suspect du meurtre, Tolgahan Demirbaş. En fait, Demirbaş a été arrêté par la police au domicile de Kılavuz à Ankara. Alors que cette enquête s'est transformée en une lutte de pouvoir entre l’AKP et le MHP, le rédacteur en chef d’un site politique lié au MHP – Orhun Haber – Mert Kerim Ejder a été récemment arrêté en raison de menaces contre le procureur général d'Ankara, Ahmet Akça, qui mène l’enquête sur l’assassinat de Sinan Ateş. Même si je ne crois pas que MHP puisse être impliqué dans l’assassinat avec sa personne morale, il semble que certaines personnes de l’administration aient pu être impliquées dans l’assassinat d’Ateş. C’est pourquoi cette question et la lutte de pouvoir entre deux éléments essentiels de l’Alliance populaire donnent à l’opposition une chance de convaincre les électeurs lors des élections locales. 

Taux d’inflation en Turquie au cours des 12 derniers mois

 

La dévaluation de la livre turque depuis 2014

​Le troisième avantage important pour l’opposition est la détérioration des conditions socio-économiques en Turquie, en particulier dans les grandes villes coûteuses. Selon The Economist, la Turquie a été confrontée à des taux d’inflation à trois chiffres tout au long de l’année 2022.[1] En 2023, l’inflation moyenne est estimée à environ 51,45 % au cours des 10 premiers mois de cette année et à 66 % au cours des 12 derniers mois.[2] Pour de nombreuses personnes, il est devenu de plus en plus difficile de maintenir une vie décente en raison de la hausse rapide des prix ainsi que de la forte dévaluation de la livre turque. Un dollar américain valait moins de 3 lires turques en 2014, moins de 5 lires en juillet 2018, moins de 8 lires en avril 2021, moins de 15 lires en mars 2022 et moins de 20 lires en mai 2023. Mais maintenant, en novembre 2023, un dollar américain valait près de 30 livres turques, ce qui montre l’énorme dévaluation de la monnaie turque au cours de la dernière décennie. En ce sens, l’économie envoie un message clair aux électeurs moyens en Turquie : ne votez pas pour le gouvernement. Cependant, en raison de tendances socioculturelles, de nombreuses personnes ont voté pour le gouvernement en mai dernier, et beaucoup d’entre eux pourraient continuer à voter pour le gouvernement et le président Erdoğan lors des élections locales de mars prochain.

Mais l’opposition est désormais confrontée à un nouveau problème. Le deuxième parti d’opposition de l’Alliance nationale (Millet İttifakı), İYİ Parti (Bon Parti), a récemment connu quelques luttes au sein du parti en raison de ses mauvaises performances aux élections précédentes. İYİ Parti est un parti orienté vers le leader, construit autour du charisme de l’ancienne ministre de l’Intérieur (1996-1997) Meral Akşener. Il s’agit d’un parti scindé du MHP et la plupart de ses membres sont d’anciens nationalistes turcs. Cependant, en tant qu’homme politique populaire, Akşener a réussi à ouvrir le parti à différents segments de la société et à accueillir de nouveaux électeurs fuyant le CHP et l’AKP. Ce faisant, le parti a établi une base électorale solide de 9 à 10 % lors des élections précédentes, un succès important pour un nouveau parti politique créé en 2017. Akşener, en raison de l’échec de la stratégie d’alliance avec le CHP social-démocrate en mai dernier, a adopté une rhétorique différente ces derniers mois et ne veut pas paraître très disposé à s'engager dans de nouvelles élections électorales. Akşener veut toucher les électeurs conservateurs et nationalistes de droite et elle pense que la coalition électorale avec le CHP empêche son parti de se développer. Cependant, cette stratégie a conduit à des critiques croissantes à l’égard de sa direction au sein du parti, et finalement 79 des 200 fondateurs du parti ont démissionné ou ont été exportés du parti. Les récentes critiques et accusations du député du parti Sakarya, Ümit Dikbayır, ont mis Akşener dans une position difficile. En outre, la popularité croissante du Parti de la Victoire et de son chef Ümit Özdağ est un autre problème pour que İYİ Parti réussisse aux élections. Les sondages actuels suggèrent que le parti a perdu une quantité considérable de ses voix après les élections de mai, quatre mois avant les élections locales.

Les politologues turcs classent souvent les élections locales comme différents types d’élections. C’est un fait que l’identité, la popularité et l’image du candidat peuvent faire la différence au niveau local puisque les gens votent directement pour leurs gouverneurs locaux. Selon un expert des élections turques, le professeur Birol Akgün, lors des élections locales, quatre facteurs jouent un rôle clé :[3]

1.      Le potentiel des partis politiques dans cet électorat,

2.      La personnalité et les ancrages locaux des candidats,

3.      Composition socioculturelle et ethnique de l’électorat,

4.      Mouvements électoraux tels que les dépenses de transfert.

En ce sens, un bon candidat, en établissant des liens locaux, adaptés à la composition socioculturelle et ethnique de cet électorat et en faisant des gestes électoraux intelligents, peut atteindre le potentiel maximum de son parti alors qu'un mauvais choix pourrait réduire ce potentiel. C'est pourquoi le choix des candidats, notamment dans les villes métropolitaines, sera très important pour les dirigeants des partis dans les semaines à venir. Il est presque certain que le CHP continuera à se présenter aux élections de mars aux côtés de Mansur Yavaş à Ankara et d’Ekrem Imamoğlu à Istanbul. À Izmir, la candidature de l’actuel maire Tunç Soyer n’est pas garantie, mais je pense qu’il conservera son siège dans l’un des électorats les plus sûrs pour le CHP. Entre-temps, le CHP a décidé d’organiser des enquêtes de satisfaction pour choisir ses candidats, ce qui n’affectera pas la candidature de Yavaş ou d’İmamoğlu à mon avis.

Selon la presse turque, l’AKP a également récemment intensifié ses recherches pour choisir le candidat approprié dans les villes métropolitaines et organisé des enquêtes de tendance au sein du parti. À Istanbul, le président du parti pour la province d’Istanbul, Osman Nuri Kabaktepe, le député d’Istanbul et ancien ministre de l’Environnement et de l’Urbanisation, Murat Kurum, et le fondateur de la société de de drones Baykar et le mari de Sümeyye Erdoğan, la fille du président Erdoğan, Selçuk Bayraktar, sont cités comme candidats potentiels. L’ancien ministre des Affaires étrangères Mevlüt Çavuşoğlu a également été mentionné par certains journalistes les semaines précédentes. À Ankara, le maire de Keçiören, Turgut Altınok, et l’ancien ministre de l’Éducation, Ziya Selçuk, arrivent en tête de liste dans les enquêtes de tendance. À Izmir, les membres du parti ont préféré le chef de la branche jeunesse du parti, Eyüp Kadir İnan, et le député d’Izmir, Hamza Dağ. Même si les candidats potentiels de l’AKP sont des politiciens forts, ils ne sont pas très connus du public, ce qui pourrait constituer un gros désavantage. Mais d’un autre côté, le succès du jeune et énigmatique Ekrem İmamoğlu aux élections locales de 2019 à Istanbul pourrait encourager Erdoğan et d’autres responsables clés du parti à choisir un nouveau nom. Mais quel que soit le candidat choisi, tout le monde sait que l’AKP participe à toutes les élections avec le président Erdoğan et qu'il est la principale raison pour laquelle des millions de personnes continuent de voter pour un parti qui n’a pas eu de très bons résultats ces dernières années, notamment en matière économique.

En conclusion, les élections locales turques de 2024 ne seront ni ennuyeuses ni sans controverse, compte tenu du récent changement de direction au sein du CHP et de la détérioration des conditions économiques du pays. Cependant, l’opposition doit maintenir sa coalition électorale pour être plus compétitive, tandis qu’Erdoğan doit également résoudre le problème du MHP pour ne pas perdre de voix.

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ



[3] Pour plus de détails, voir; Birol Akgün (2002), Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven, Ankara: Novel Akademik Yayıncılık. 

Türkiye is heading toward 2024 local elections

 

After the decisive victory of President Recep Tayyip Erdoğan and his Islamist/nationalist bloc in Türkiye in the critical presidential and parliamentary elections in May 2023, for a few months, it seemed like politics stopped in the country as the defeated pro-secular opposition bloc dealt with its own power struggles and voters from the opposition felt a deep despair. Due to increasing political apathy, hundreds of thousands of people from the opposition circles stopped watching television programs, buying newspapers, and talking about politics. It seemed like President Erdoğan and his ruling bloc were running for another victory in the approaching local elections on May 31, 2024.

However, things have begun to change rapidly in the last few weeks, increasing hopes among the opposition parties and voters. The first critical change came when the young social democratic politician Özgür Özel had a surprising victory at the 38th Regular Congress of the Republican People’s Party (CHP) on November 4-5, 2023. Although Türkiye has been holding democratic elections since 1950, it is often accepted by Turkish political scientists that the political party system in the country is not democratic and makes party chairs mortal gods who cannot be defeated and replaced. The earlier transition of powers also strengthened this view. For instance, unlike the common knowledge, when young Bülent Ecevit replaced the very old war hero İsmet İnönü in 1972 as the new CHP chair, it was not the result of a leadership race, but rather the withdrawal of İnönü from the intraparty election due to his anger to party delegates when he lost the election for the party parliament. Moreover, in 2010, Kemal Kılıçdaroğlu did not become the new chair of the party by defeating Deniz Baykal in a party congress. Instead, Baykal had to resign due to an alleged sex tape containing his inappropriate relationship with a party deputy. In the right-wing parties, the earlier experiences were even worse. MHP’s Alparslan Türkeş and Islamist Necmettin Erbakan were leaders of their parties until their death. In the governing AK Parti, Congresses are held regularly with only one leadership candidate: Recep Tayyip Erdoğan, and Ahmet Davutoğlu for a short while. Thus, the replacement of Kılıçdaroğlu with Özel as the new CHP leader is an important progress and novelty for Turkish politics. This change gave new hope to many voters since Özgür Özel is a young, bright, untried, and unknown politician who has a clean sheet.

Soylu and Yerlikaya

The second important change in recent weeks was the increasing disagreements between Turkish President Recep Tayyip Erdoğan and his junior partner MHP chair Devlet Bahçeli. It is common knowledge that Turkish Political Islam (Milli Görüş) and Turkish nationalism are two very different ideologies taking their roots and inspirations from contradicting sources. It should be remembered that Devlet Bahçeli also was the fiercest critic of Erdoğan until the failed coup attempt in 2016. However, understanding the changing sociological nature of Türkiye as well as the transformation of the state, Bahçeli, with the consciousness of keeping the state strong and stable, decided to support Erdoğan for a smooth transition into the Presidential system in 2017. This marked the beginning of the People’s Alliance (Cumhur İttifakı), which continued and strengthened after the transition into Presidentialism, with an official electoral coalition between the two parties. Although this coalition helped Erdoğan to stay in power and Bahçeli to employ and emplace trusted Turkish nationalists into critical positions in the bureaucracy, the two partners continued to disagree on many issues. For instance, according to some journalists, the removal of Süleyman Soylu from the Ministry of Interior Affairs after the election was a step against Bahçeli. Moreover, Ali Yerlikaya, the new Interior Minister appointed by Erdoğan after the elections, started legal operations against some criminal leaders (Ayhan Bora Kaplan) who had good relations with the state during Soylu’s tenure in office. Bahçeli on the other hand criticized this and openly backed Soylu[1]. This led to an increasingly confrontational political stance between Erdoğan and Bahçeli. The trend was further accelerated when the shooting of a young ultranationalist politician and former Grey Wolfes (Ülkü Ocakları) leader, Sinan Ateş, in December 2022 turned into a legal battleground between the MHP and the government[2]. Police investigation showed that some people from the MHP headquarters (Mersin deputy Olcay Kılavuz) had close relations with the murder suspect Tolgahan Demirbaş.[3] In fact, Demirbaş was taken into custody by the police from Kılavuz’s house in Ankara.[4] While this investigation turned into a power struggle between AK Parti and MHP, the editor of an MHP-related political website -Orhun Haber- Mert Kerim Ejder was recently taken into custody due to threats toward Ankara Chief Prosecutor Ahmet Akça who conducts the investigation of Sinan Ateş assassination. Although I do not believe that MHP could be involved in the murder with its legal entity, it seems like some people from the administration could have been involved in the murder of Ateş. That is why, this issue and power struggle between two critical elements of the People’s Alliance give the opposition a chance to convince voters in the local elections.

Inflation rates in Türkiye in the last 12 months

The devaluation of Turkish lira since 2014

The third important advantage for the opposition is the worsening socioeconomic conditions in Türkiye, particularly in expensive big cities. According to The Economist, Türkiye struggled with triple-digit inflation rates throughout the year 2022.[5] In 2023, the average inflation is estimated around 51,45 % in the first 10 months of this year and 66 % in the last 12 months.[6] For many people, it has become increasingly difficult to maintain a decent living due to the rapid rise of prices as well as the sharp devaluation of Turkish lira. A U.S. dollar is worth less than 3 Turkish liras in 2014, less than 5 liras in July 2018, less than 8 liras in April 2021, less than 15 liras in March 2022, and less than 20 liras in May 2023. But now, as of November 2023, a U.S. dollar is worth almost 30 Turkish liras, which shows the enormous devaluation of Turkish currency in the last decade. In that sense, the economy is giving a clear message to average voters in Türkiye: do not vote for the government. However, due to sociocultural inclinations, many people voted for the government last May, and many of them might continue to vote for the government and President Erdoğan in next March’s local elections as well.

Meral Akşener

But the opposition also now has a new problem. The second most important party of the opposition’s Nation Alliance (Millet İttifakı), İYİ Parti (Good Party) has been having some intraparty struggles recently due to the party’s poor performance in the earlier elections. İYİ Parti is a leader-oriented party built around the charisma of the former Minister of Interior Affairs (1996-1997) Meral Akşener. It is a split party from MHP and most of its members are former Turkish nationalists. However, as a popular politician, Akşener was able to open the party to different segments of society and embraced new voters escaping from CHP and AK Parti. By doing this, the party established a 9-10 % solid voter base in the previous elections, an important success for a new political party created in 2017. Akşener, due to the failure of the alliance strategy with the social democratic CHP last May, has been adopting a different rhetoric in recent months and does not want to seem very willing to engage in another electoral election. Akşener wants to reach right-wing conservative and nationalist voters and she thinks that the electoral coalition with CHP prevents her party from expanding. However, this strategy led to increasing criticism of her leadership in the party, and eventually 79 out of 200 founders of the party either resigned or exported from the party.[7] Especially the party’s Sakarya deputy Ümit Dikbayır’s recent criticism and accusations put Akşener into a difficult position.[8] In addition, the growing popularity of the anti-immigrant Victory Party and its leader Ümit Özdağ is another problem for İYİ Parti to have a successful performance in the elections. Current polls suggest that the party lost a considerable amount of its votes following the election in May, 4 months before the local elections.[9]

Local elections are often classified as different types of elections by Turkish political scientists. It is a fact that the identity, popularity, and image of the candidate can make a difference at the local level since people directly vote for their local governors. According to an expert on Turkish elections, Professor Birol Akgün, in the local elections, four factors play key roles:[10]

1.      The potential of political parties in that electorate,

2.      The personality and local connections of the candidates,

3.      Sociocultural and ethnic composition of the electorate,

4.      Electoral moves such as transfer expenditures.

In that sense, a good candidate by establishing local connections, fitting to the sociocultural and ethnic composition of this electorate, and making clever electoral moves, can reach the maximum potential of his party whereas a wrong choice might reduce the potential. That is why, the choice of candidates especially in metropolitan cities will be very important for party leaders in the coming weeks. It is almost certain that CHP will continue to contest in the March elections with Mansur Yavaş in Ankara and Ekrem İmamoğlu in İstanbul. In İzmir, the current Mayor Tunç Soyer’s candidacy is not guaranteed, but I think he will keep his seat in one of the most secure electorates for CHP. In the meantime, CHP decided to organize satisfaction surveys to choose its candidates[11], which will not affect Yavaş or İmamoğlu’s candidacy in my opinion.

According to the Turkish press, AK Parti also has recently intensified its research for choosing the appropriate candidate in metropolitan cities and organized tendency surveys within the party. In Istanbul, the party’s İstanbul provincial chairman Osman Nuri Kabaktepe, İstanbul deputy and former Minister of Environment and Urbanization Murat Kurum, and President Erdoğan’s groom and drone company Baykar’s founder Selçuk Bayraktar are referred to as potential candidates.[12] Former Minister of Foreign Affairs Mevlüt Çavuşoğlu was also mentioned by some journalists in earlier weeks. In Ankara, Keçiören Mayor Turgut Altınok and former Minister of Education Ziya Selçuk topped the list in the tendency surveys.[13] In İzmir, party members preferred the party’s head of the youth branch Eyüp Kadir İnan, and İzmir deputy Hamza Dağ. While potential AK Parti candidates are strong politicians, they are not very well-known among the public, which might be a big disadvantage. But on the other hand, the success of young and enigmatic Ekrem İmamoğlu in the 2019 local elections in İstanbul, might encourage Erdoğan and other key party officials to choose a fresh name. But whoever is chosen as the candidate, everyone knows that AK Parti enters into all elections with President Erdoğan and he is the main reason why millions of people continue to vote for the party that does not perform very well in recent years, especially concerning economics.

To conclude, the 2024 Turkish local elections will not be boring or non-contentious with the recent leadership change in CHP and the worsening economic conditions of the country. However, the opposition has to keep its electoral coalition to be more challenging while Erdoğan also has to solve the problem with the MHP for not losing votes.

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ



[10] For details, see; Birol Akgün (2002), Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven, Ankara: Novel Akademik Yayıncılık.

24 Kasım 2023 Cuma

Crise judiciaire en Turquie


Bien que la Turquie ait organisé avec succès et pacifiquement des élections présidentielles et législatives en mai 2023 et que le peuple turc ait décidé de maintenir le régime du président Recep Tayyip Erdoğan et la direction de parti islamoconservateur l’AKP (Parti de la justice et du développement) au parlement, l’absence d’un système politique démocratique cohérent avec une constitution appropriée conduit fréquemment à des crises politiques dans le pays. Une nouvelle crise est survenue ces jours-ci en raison d’un désaccord juridique entre deux plus hautes juridictions du pays. Cette situation est souvent qualifiée de « crise judiciaire » ou de « crise constitutionnelle » par les médias turcs.[1] Dans cet article, je résumerai la crise politique la plus récente en Turquie.

La cause de la crise est la situation juridique controversée du député emprisonné du Parti ouvrier de Turquie (TİP), Can Atalay. Atalay est en prison depuis avril 2022 pour « tentative de renversement du gouvernement » lors des manifestations antigouvernementales de 2013, connues sous le nom de manifestations du parc Gezi (l’occupation du parc Gezi à Taksim).[2] Atalay a été élu député du parti socialiste TİP lors des élections générales du 14 mai 2023 dans la ville de Hatay. Le recours d’Atalay devant la Cour constitutionnelle turque (Anayasa Mahkemesi) a finalement abouti à une décision en sa faveur et le plus haut tribunal de Turquie a décidé que le maintien en détention d’Atalay violait ses droits à la liberté personnelle, à l’immunité parlementaire et à un procès équitable, et a donc ordonné son lancement immédiat.[3]

Alors que les groupes pro-démocratiques y voyaient un progrès vers le retour à un régime démocratique en Turquie, la Cour de cassation (Yargıtay) a rendu un arrêt déclarant que la décision de la Cour constitutionnelle de libérer Atalay ne serait pas appliquée et a déposé une plainte pénale contre les membres de la Cour Constitutionnelle qui a décidé la libération d’Atalay.[4] L’Union des barreaux de Turquie (Türkiye Barolar Birliği/TBB) a interprété cela comme « une révolte contre l’ordre constitutionnel en Turquie » et a exigé la démission immédiate des juges de la Cour de cassation.[5] Le dirigeant nouvellement élu du CHP, Özgür Özel, a également condamné la décision et a qualifié cette évolution de « coup d’État contre la constitution ».[6] Le CHP a également lancé une surveillance parlementaire pour protester contre cette décision.[7] D’autres partis d’opposition ont également condamné cette décision. Par exemple, Erkan Baş, chef du parti socialiste TİP, Bilge Yılmaz du parti de centre-droit İYİ (le Bon Parti), et l’ancien Premier ministre et chef du Parti du Futur (Gelecek Partisi) Ahmet Davutoğlu, ont tous rejeté la décision.[8] Les experts juridiques ont en revanche souligné que les juges de la Cour constitutionnelle ne peuvent être jugés que par la Cour pénale suprême, qui est la Cour constitutionnelle elle-même, ce qui complique encore la situation. Enfin, le président Erdoğan et les milieux progouvernementaux ont pris le parti de la Cour de cassation.[9] En affirmant que les deux tribunaux sont les plus hautes autorités judiciaires, Erdoğan a critiqué la Cour constitutionnelle pour ses « erreurs successives ».[10] Conseiller principal du président Erdoğan, l’ancien socialiste Mehmet Uçum a également soutenu la décision de la Cour de cassation et a déclaré qu’il s’agissait d’établir « un système juridique national contre la loi néolibérale et pro-occidentale ».[11]

Si le différend entre deux hautes juridictions révèle une grave crise judiciaire et politique dans le pays, la non-application de la décision de la plus haute juridiction prouve également que même les notions fondamentales d’État de droit n’existent plus en Turquie. L’article 85 de la Constitution actuelle de la Turquie (Constitution de 1982) stipule clairement que les décisions de la Cour constitutionnelle ne peuvent pas être annulées à ce sujet (annulation de l’immunité parlementaire).[12] C’est un fait que les décisions et interprétations juridiques pourraient changer au fil du temps, comme dans le cas de l’interdiction du foulard pour les étudiants universitaires ainsi que pour les agents publics. Cependant, comme le stipule la Constitution, la décision de la Cour constitutionnelle sur cette question ne peut être réfutée ni annulée par la Cour de cassation car, selon la hiérarchie des normes, la Cour constitutionnelle est la plus haute autorité judiciaire de Turquie.

Sur cette base, espérons que le président Erdoğan et les milieux progouvernementaux ne fragiliseront pas davantage le système juridique et accepteront la décision conformément au principe de l’État de droit. En fait, c’est la seule façon pour la Turquie d’améliorer sa situation démocratique et économique, car les investisseurs étrangers et les entreprises internationales auraient des doutes sur un pays dans lequel même les principes fondamentaux de l’État de droit ne sont pas correctement appliqués. De plus, les problèmes juridiques et démocratiques de la Turquie affaibliront aux yeux de l’opinion publique internationale ses affirmations audacieuses en matière de politique étrangère, telles que la révision du Conseil de sécurité de l’ONU, etc. C’est pourquoi je recommande vivement un retour à la démocratie et à l’État de droit le plus rapidement possible.

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

 

[1] https://medyascope.tv/2023/11/09/turkish-judiciary-finds-itself-in-crisis-following-competing-rulings-on-can-atalay-case/; https://bianet.org/haber/turkey-faces-judicial-crisis-as-high-courts-clash-over-jailed-mp-287647; https://yetkinreport.com/en/2023/11/10/the-judicial-crisis-started-with-the-weakest-link-in-turkiye-the-cracks-enlarge/; https://www.bloomberg.com/news/articles/2023-11-09/turkey-constitutional-court-judges-face-trial-over-can-atalay-case; https://www.mlsaturkey.com/en/constitutional-crisis-can-atalay-controversy-in-the-judiciary.

[2] https://bianet.org/haber/turkey-faces-judicial-crisis-as-high-courts-clash-over-jailed-mp-287647.

[3] https://bianet.org/haber/turkey-faces-judicial-crisis-as-high-courts-clash-over-jailed-mp-287647.

[4] https://medyascope.tv/2023/11/09/turkish-judiciary-finds-itself-in-crisis-following-competing-rulings-on-can-atalay-case/.

[5] https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/bu-karar-anayasal-duzene-karsi-acik-bir-baskaldiridir-84291.

[6] https://yetkinreport.com/en/2023/11/10/the-judicial-crisis-started-with-the-weakest-link-in-turkiye-the-cracks-enlarge/.

[7] https://www.bbc.com/turkce/articles/cx817zrvp1qo.

[8] https://medyascope.tv/2023/11/09/turkish-judiciary-finds-itself-in-crisis-following-competing-rulings-on-can-atalay-case/.

[9] https://www.reuters.com/world/middle-east/turkeys-top-appeals-court-files-complaint-against-constitutional-court-judges-2023-11-08/.

[10] https://tr.euronews.com/2023/11/10/yuksek-yargidaki-can-atalay-krizinde-erdogandan-yargitaya-destek-chp-ve-barolar-sokakta.

[11] https://bianet.org/haber/cumhurbaskani-basdanismani-ucum-yargitay-milli-yargidir-savunulacaktir-287615.

[12] https://cdn.tbmm.gov.tr/TbmmWeb/Yayinlar/Dosya/ea266075-d26a-4bad-8007-efa2b7b773a8.pdf.


20 Kasım 2023 Pazartesi

ABD-Çin İlişkilerinde Güncel Gelişmeler


Giriş

21. yüzyıla damgasını vuracak büyük güç rekabetleri arasında birinci sırada gösterilen Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) ile Çin Halk Cumhuriyeti (kısaca Çin) arasındaki ilişkilerde son günlerde önemli gelişmeler yaşanıyor. Öyle ki, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçtiğimiz hafta içerisinde ABD’ye resmi bir ziyarette bulundu. 6 yıl aradan sonra gelen bu ziyaret, hem siyasi içeriği, hem de basına yansıyan ilginç yönleriyle renkli ve tartışmalı bir diplomatik aktivite olarak hafızalarda yer etti. Bu yazıda, ABD ile Çin arasında yaşanan güncel gelişmeleri değerlendirecek ve bazı uzmanların bu konudaki fikirlerini özetleyeceğim.

ABD-Çin İlişkileri: İş Birliği İçerisinde Rekabet

ABD, yaklaşık 27 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın en büyük ekonomisi durumundayken, Çin de yaklaşık 18 trilyon dolarlık ekonomisiyle açık ara farkla dünyanın en büyük ikinci ekonomisidir. Diğer ülkeler ise bu iki dev ekonominin çok gerisinde yer almaktadır ve Hindistan dışında bu iki ülkeyi zorlayabilecek tekil bir ülke yoktur (Avrupa Birliği bir bütün olarak düşünüldüğünde yaklaşık 18 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olsa da, AB’nin henüz bütünleşmiş tek bir devlet olduğunu iddia etmek zordur).

Ayrıca, Çin, ekonomik büyüme konusunda ABD’ye kıyasla daha iyi bir performans gösterdiği için, ilerleyen yıllarda küresel ekonominin doğal akışına bırakılması halinde dünyanın ekonomik liderliğini elde edebilecek potansiyele sahiptir. Nitekim 2007’den beri Çin’in ekonomik büyüme oranları, sırasıyla, yüzde 14,23, 9,65, 9,40, 10,64, 9,55, 7,86, 7,77, 7,43, 7,04, 6,85, 6,95, 6,75, 5,95, 2,24 (pandemi yılı), 8,45 ve 2,99 olmuştur. Bu bağlamda, Çin’in son 16 yıldaki ortalama büyüme hızı yüzde 7,73’tür. Aynı dönemde ABD’nin büyüme oranlarına bakıldığında ise; yüzde 2,01, 0,12, -2,60, 2,71, 1,55, 2,28, 1,84, 2,29, 2,71, 1,67, 2,24, 2,95, 2,29, -2,77 (pandemi yılı), 5,95 ve 2,06 olmuştur. ABD’nin ortalama ekonomik büyüme hızı ise, aynı dönemde, yüzde 1,57 olarak hesaplanmıştır. Bu anlamda, Çin’in yüksek ekonomik büyüme oranları düşünüldüğünde, yakın gelecekte dünyanın en büyük ekonomisi olabileceği öngörülse de, son yıllarda Çin’in düşen ve ABD’nin yükselen ekonomik büyümesi de düşünülürse, ABD’nin daha uzun yıllar ekonomide dünyanın zirvesinde kalacağı tahmin edilmektedir.

Daha da önemli bir husus ise, kuşkusuz, ABD’nin siyasi, askeri ve kültürel etki anlamında da Çin’in çok ötesinde bir güce sahip olmasıdır. Dünyanın dört bir yanında askeri üsleri ve tesisleri olan ABD, bu yapılar nedeniyle ciddi ekonomik kayıplara uğrasa da, savaş ve çatışma ihtimalleri karşısında her zaman daha avantajlı konumdadır. Rusya’nın Ukrayna işgaliyle başlayan süreç de, dünyada geçtiğimiz yüzyıldan kalan savaş ve çatışmaların halen bile mümkün olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, ABD’nin askeri, siyasi ve yumuşak güç anlamındaki büyük üstünlüğü nedeniyle, öngörülebilir bir gelecekte Çin’in toplam siyasi güç ve etki bakımından ABD’yi geçmesine ihtimal verilmemektedir. Bu noktada ABD’yi yıkabilecek kritik unsur ise, Irak Savaşı benzeri ABD ekonomisini ve uluslararası sistemde Washington’a verilen desteği azaltacak bir dış politika hatası olacaktır.

ABD, yoğun ekonomik ve siyasi ilişkilerinin olduğu Çin’le ilişkiler konusunda bugüne kadar “iş birliği içerisinde rekabet” denebilecek bir politika uygulamaya çalışmıştır. Bu bağlamda, Çin’le ilişkileri tamamen koparmak ve bu ülkenin serbest piyasa ekonomisine ve küresel ticarete yönelimini durdurmak istemeyen ABD, buna karşın Çin’in kendisini geçmesine de izin vermek istememekte ve bu nedenle Pekin’e karşı zaman zaman bazı konularda engeller çıkarmaktadır. ABD, ayrıca Çin’in kendisine özgü tek partili yönetimi ve farklı bazı siyasi uygulamalarını da (Uygurlara yönelik tutum vs.) kıyasıya eleştirmekte ve dünyada artan Çin sempatisini azaltmaya gayret etmektedir. ABD’nin bu doğrultuda uyguladığı politikalar ise, “Çin’i dengeleme stratejisi” kapsamında değerlendirilmelidir.

ABD’nin Çin’i Dengeleme Stratejisi

ABD, Asya Pasifik veya Hint Pasifik bölgesinde Çin’i dengelemek adına farklı stratejiler izlemektedir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, AUKUS ve QUAD gibi paktlarla, ABD ve Batı blokunun bölgedeki askeri mevcudiyetini arttırmaktır. Bu kapsamda, Avustralya, Birleşik Krallık, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerle geliştirilen stratejik ortaklıklar sayesinde, Çin’in yakın coğrafyasında askeri üstünlüğü ele geçirmesine mâni olunmaya gayret edilmektedir.

İkinci önemli strateji, Çin’e yönelik ekonomik kısıtlamalar yapmak ve Çin’in ekonomik büyümesini yavaşlatmaktır. Trump döneminde başlatılan ve Biden döneminde devam ettirilen bu politika kapsamında, Washington, Pekin’e yönelik olarak telekomünikasyon altyapısı (Huawei’ye yönelik olarak) ve mikroçip teknolojisi başta olmak üzere, çeşitli sektörlerde yaptırımları devreye sokmuştur. Bu yaptırımlar henüz genel toplamda ABD-Çin dış ticaretini ciddi anlamda etkilemese de -ki halen bile bir artış söz konusudur-, kritik sektörlerde Washington’ın Pekin’in ilerlemesine set çekmek istediği açıktır.

Üçüncü olarak, ABD, ucuz işgücü nedeniyle Çin’e kayan yatırımları siyasi yönlendirme ile giderek Hindistan ve diğer bazı ucuz işgücü olan ülkelere kaydırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamda en önemli ülke Hindistan olsa da, kuşkusuz Asya’daki başka ülkeler de zaman içerisinde ABD ile yakın bağlar geliştirebilirler. Bu kapsamda son yıllarda ABD’nin Vietnam’la yakın ilişkileri de dikkat çekici bir husustur.

Dördüncü olarak, ABD’de özellikle Cumhuriyetçi Parti ve Donald Trump çevresi, Çin ve İran’ı ABD’nin temel hasımları olarak lanse eden bir dış politika retoriği benimsemektedirler. Buna karşın, Joe Biden yönetimi ve Demokratlar ise, ABD’nin hasımları konusunda önceliği Vladimir Putin’in Rusya’sına vermekte ve bu nedenle Ukrayna’ya yoğun destek sağlamaktadırlar. Bu bağlamda, 2024 ABD Başkanlık seçimlerini kimin kazanacağı, Amerikan dış politikası açısından da belirleyici olabilir. Zira Trump yönetimi, Ukrayna’ya askeri ve mali desteği çekmek ve Putin’le işgal topraklarının Rusya’ya katılması konusunda anlaşmak konusunda gayet istekli gözükürken, Biden ve Demokratlar bu konuda çok daha ilkeli ve katı bir duruşa sahiptir. Bu nedenle, ilginçtir ki, ABD seçimlerinde Rusya ve muhtemelen Türkiye gibi ülkeler Trump’ı, Çin ve İran gibi ülkeler de Biden’ı destekleyeceklerdir.

Şi’nin ABD Ziyareti

15 Kasım 2023 Çarşamba günü California’da gerçekleşen Biden-Şi zirvesi, dünyanın en önemli gücünün liderlerini bir araya getirmesi bağlamında dikkat çekici bir diplomatik ziyaret oldu. Görüşmeye dair uluslararası basına yansıyan haberlerde birkaç konu başlığı ön plana çıktı.

Bunlardan ilki, 2022 yılı içerisinde ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin olaylı Tayvan ziyareti nedeniyle kesilen askeri iletişimin yeniden başlatılması konusunda iki Başkan’ın anlaşması oldu. Bu, iki ülke arasında geçmişte sıklıkla yaşanan kaza krizlerinin önlenmesi konusunda olumlu bir gelişme olarak kaydedildi. Zira hatırlanacak olursa, 1999 yılında ABD’nin Çin’in Belgrad Büyükelçiliğini bombalaması ve 2001 yılında Hainan Adası Krizi gibi olaylarda, iki ülke arasında sağlıklı bir iletişimin olmaması sebebiyle ciddi savaş riski oluşturan bazı somut vakalar yaşanmıştı. Bu duruma cevap verircesine, Başkan Biden, Başkan Şi ile görüşmelerinin çok verimli geçtiğini söylerken, “yeniden doğrudan, açık ve net iletişime dönüyoruz” ifadelerini kullandı ve iki Başkan arasında doğrudan bir iletişim hattı kurulacağını da sözlerine ekledi.

İkinci olarak, Biden-Şi zirvesinden Çin’den yasa dışı yollarla ABD’ye getirilen ve sentetik uyuşturucu yapımında kullanılan fentanil ile mücadele konusunda uzlaşının çıkması oldu. Bu konu, ABD Başkanı tarafından özellikle vurgulanırken, Çin’in de bu konuda uzlaşmacı davrandığı algısı ortaya çıktı.

Üçüncü olarak, iki ülke arasındaki en önemli mesele olan Tayvan Sorunu konusunda beklendiği üzere iki ülke arasında bir uzlaşı çıkmasa da, statükonun korunması ve olası bir çatışmanın önüne geçilmesi konusunda görüş birliğine varıldığı anlaşıldı. Bilindiği üzere, ABD, “tek Çin politikası” kapsamında Tayvan ile Çin’in birleştirilmesi gerektiğini resmen savunuyor, ama bir yandan da Tayvan’ın bağımsızlığına ve kendisini koruyabilmesi için silahlanmasına destek veriyor. Biden yönetimi de bu politikayı aynen devam ettirirken, son dönemde Pelosi’nin olaylı ziyareti ve ABD Ordusu’ndan bazı üst düzey komutanların ve Pentagon’dan sızan belgelerin Çin’in Tayvan’ı işgale hazırlandığına yönelik tartışmalı iddiaları nedeniyle ilişkiler bir hayli gerilmişti. Bunlara bir de Çin’e ait olan casus balonların ABD’de görülmesi hadisesi eklenince, iki ülke arasındaki ilişkiler -yoğun ticarete rağmen- hayli çatışmacı bir hâl almıştı.

Dördüncü olarak, ziyaret kapsamında yapılan görüşmelerde, iki ülkenin iklim değişikliği ile mücadele gibi küresel çaba ve iş birliği gerektiren konularda da uzlaşmacı davrandıkları ortaya çıktı. Öyle ki, Başkan Biden’ın bu konudaki sözleri, bu konuda iki ülke ve lider arasında uyum olduğunu ortaya koydu.

Ziyaret sırasında, ABD Başkanı Joe Biden’ın bir gazetecinin sorusu üzerine Çin Devlet Başkanı’nı tek partili komünist bir ülkeyi yöneten bir diktatör olarak tanımlamaya devam etmesi ise, ilişkileri yoluna koyma yolunda adımlar atan Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın ilginç ve biraz da sıkıntılı mimikler yapmasına neden oldu.

Sonuç olarak, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2023 Kasım ABD ziyareti, iki ülkedeki mevcut yönetimlerin ilişkileri daha çatışmacı bir konuma sürüklemeden bazı konularda iş birliğini derinleştirerek sürdürme konusundaki iyi niyetlerini göstermeleri açısından oldukça faydalı oldu denilebilir. Ayrıca, iki devasa ekonominin liderlerinin birlikte görüntü vermeleri de, hiç şüphesiz, küresel piyasalar ve sıradan tüketiciler açısından olumlu bir haber. Zira bu iki ülke, siyasi zıtlaşmalara karşın, küresel ekonomik istikrar açısından en kritik iki devlet konumundalar.

John Mearsheimer’dan Aktüel Bir Perspektif

ABD-Çin ilişkileri konusunda uzman ve ABD Ordusu’na yakın bir isim olan Profesör John Mearsheimer, geçtiğimiz gün katıldığı bir internet yayınında, bu konuda bilinen görüşlerini yineledi ve hatta daha da geliştirdi. Mearsheimer, bir noktada kaçınılmaz olarak gördüğü ABD-Çin çatışması konusunda özetle şunları söyledi: “Devletler, her zaman güvenlik konusunu önceler. Çinliler de bu konuda bir istisna değildir ve gayet Realizm çizgisindedirler. Çin, gayet mantıklı bir şekilde, Asya kıtasındaki hâkim güç olmaya çalışmaktadır. Bu, ABD’nin Batı yarımkürede hâkimiyetini kurmasına benzer bir çabadır. Nasıl ki ABD Monroe Doktrini doğrultusunda yanı başında bir bölgesel güç istemediyse, Çin de yanı başında ABD’nin bulunmasını istememektedir. ABD ise, Çin’in kendi bölgesinde bir bölgesel güce dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır. Bu politikanın yüksek teknolojik ürünlerde ekonomik rekabet ve askeri rekabet boyutu bulunmaktadır. ABD, Çin’i askeri olarak çevrelemeye çalışmaktadır. Bu nedenle, iki ülke arasındaki rekabet devam edecektir. ABD, tek süper güç olarak dünyada kendisine alternatif bölgesel güçlerin oluşmasına engel olmaya devam edecektir. ABD, 20. yüzyılda; emperyal Almanya, emperyal Japonya, Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği gibi bölgesel güç olmaya çalışan güçleri bastırarak, kendi süper güç konumunu ilan etmiştir. Bu konudaki tarihsel veriler ortadadır ve ABD, kendisine rakip olabilecek hiçbir güce tahammül göstermemektedir. ABD, zaten kendi bölgesinde (Batı dünyası) mutlak hâkimiyetinin olması ve kendisine rakip bir güce izin vermemesi sayesinde dünyanın geri kalanında askeri gücünü gösterebilmektedir. Bu bağlamda, Washington, Pekin’in Asya’da bölgesel güç olmasına izin vermeyecektir.

Mearsheimer’ın kendi içerisinde tutarlı ve iyi bilinen bu görüşleri, elbette devletleri 20. yüzyıl kafasıyla bürokrasi ve özellikle de silahlı bürokrasiden ibaret zanneden ve ekonomik aktörleri, sivil toplumu, basın-yayın kuruluşlarını ve uluslararası kuruluşları hiçe sayan eksik bir yaklaşımdır. ABD-Çin ilişkileri, elbette silahlı kuvvetler ve güvenlik birimleri tarafından daha çatışmacı bir yapıya sürüklenmeye çalışılacaktır. Ancak hem küresel ekonominin istikrarını düşünen çevreler, hem iki nükleer güç arasındaki olası bir bölgesel savaşın Üçüncü Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyeceğini fark eden rasyonel bireyler, hem de iki ülkenin iyi ilişkilerinin sürmesinden menfaati olan yaygın gruplar sayesinde, ilişkilerin bu şekilde çatışmacı bir şekilde devam etmesi ve sıfır toplamlı oyun mantığına bürünmesi garantili bir durum değildir. Bu bağlamda, iki ülke liderlerinin açıklamalarında görülen diyalog ve iş birliği anlayışı son derece faydalı ve doğrudur. Çin’in uluslararası piyasalar ve sistemden dışlanması dünyayı yeni bir Soğuk Savaş’a yönlendireceği için, ABD’nin kritik bazı sektörlerde kendisini korumaya alarak Çin’le ilişkilerini sürdürmesi ve Çin’den insan hakları ve özgürlükler konusunda reformlar talep etmesi daha faydalı ve doğru bir yaklaşım olabilir. Zira şurası bir gerçektir ki, güvenlikleştirilen bölgeler, ekonomik açıdan da geriye gitmektedir. Çin’in şeytanlaştırıldığı ve ticaretin zayıfladığı bir ortamda, kuşkusuz, Çin’le yoğun ticareti olan Japonya gibi ülkeler, ya da Çinli öğrencilerin üniversite eğitimi için tercih ettikleri Avustralya ve ABD gibi ülkeler de olumsuz etkileneceklerdir. Burada bakış açısını etkileyen temel unsur ise, askeri bakış açısı ile ekonomik bakış açısının rekabetidir. ABD’de, Biden, bir işadamı olmamasına karşın daha iş ve ekonomi odaklı liberal bir bakış açısını savunmakta, güya işadamı olan Trump ise daha askeri ve çatışmacı bir yaklaşımı müdafaa etmektedir. Çin’de de, Çin Komünist Partisi (ÇKP) içerisindeki şahinler ikili ilişkilerde zıtlaşma ve restleşmeyi, daha piyasa yanlısı liberal gruplar ise ilişkilerde yumuşamayı savunmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, ABD ile Çin arasındaki ilişkiler her zaman aynı anda iki farklı boyutu eşzamanlı şekilde var olacak “rekabet temelli bir iş birliği ilişkisi” olarak evirilmeye devam edecektir. Soğuk Savaş’ın olumsuz mirası ve Sovyetler Birliği’nin aksine günümüzde Çin’in ABD’nin inşa ettiği küresel ekonomik düzen ve kurumlarına (Dünya Ticaret Örgütü vs.) dahil olduğu düşünülürse, ilişkilerde kopuş beklememek daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Zira birinci Trump döneminde bu politika denenmiş ve her iki ülkeye ve küresel ekonomiye de olumsuz etkileri olmuştur. Peki o halde ABD’nin küresel liderliğini kaybetmeme konusundaki tavrını nasıl yönetmek gerekmektedir? Elbette, bu konuda Çin’in iş birliğine açık, ABD ile uyumlu ve insan hakları konusunda daha uzlaşmacı davranması, ilişkilerin gerilmemesi noktasında faydalı olabilir. Nitekim CGTN tarafından yapılan güncel bir küresel anket de, bu konuda uluslararası toplumun çatışma yerine iş birliğini tercih ettiğini ispatlamaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ