29 Nisan 2013 Pazartesi

GAÜ’deki 1. Kıbrıs Çalıştayımız Sona Erdi



Danışmanı olduğum Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkileri Kulübü – GAÜSBUİK’in düzenlediği “1974’ten 2013’e Kıbrıs Sorunu ve Doğu Akdeniz Enerji Güvenliği” konulu 1. Kıbrıs çalıştayı önceki gün Girne Amerikan Üniversitesi Milenyum Senato Kongre Salonu’nda düzenlendi. AK Parti Malatya milletvekili Ömer Faruk Öz, CHP Kocaeli milletvekili Haydar Akar, LDP Genel Başkanı Cem Toker ve emekli büyükelçi Dr. Onur Öymen’in katıldığı ve sabah saat 10.00’da başlayıp akşam 16.30 dolaylarında sona eren çalıştayda Kıbrıs sorunu tüm yönleriyle masaya yatırıldı. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu ise yoğun programı nedeniyle çalıştaya katılım gösteremedi. Bu yazıda size çalıştaydan akıllarda kalan hususları aktarmaya çalışacağım.

Ben ve öğrencilerimin mesaisi aslına bakılırsa çalıştaydan bir gün önce konukların Lefkoşa Ercan Havaalanı’ndan karşılanması ve Merit Hotel’e yerleştirilmesiyle başladı. Sabah saatlerinde emekli büyükelçi Sayın Dr. Onur Öymen, sonrasında öğle vakitlerinde LDP Genel Başkanı Sayın Cem Toker ve gece geç saatlerde AK Parti Malatya milletvekili Sayın Ömer Faruk Öz üniversitemizin desteği ve öğrencilerimizin yoğun çabalarıyla kulübümüzce karşılanarak otele yerleştirildi. CHP Kocaeli milletvekili Sayın Haydar Akar ise çalışmaları nedeniyle çalıştaya Pazartesi günü günübirlik katılım gösterebildi. Pazar günü akşam yemeğinde Girne sahilde yer alan Grand Akpınar adlı restoranda Onur Öymen ve eşi, Cem Toker, ben ve eşim, kulüp başkanımız Mehmet Güldal ve kulüp yöneticimiz Burcu Yürik yemek için bir araya geldik. Son derece keyifli bir ortamda gerçekleşen yemek sonrasında Girne sahilde biraz yürüyüş yaparak Onur Bey’in isteğiyle Galatasaray maçının son yarım saatini izledik ve hep beraber dondurma yiyerek Kıbrıs’a özgü “Con” kahvelerimizi içtik. Onur Bey’i gazete ve televizyonlardan tanıyanlar zaman zaman meraklı gözlerle bizi izledi ya da masamıza gelerek selam verdiler. Onur Bey ve Cem Bey anılarıyla hem öğretici, hem de eğlenceli bir sohbet yapmamızı sağladılar. Onur Bey’in eşi Nedret Hanım da diplomat eşi olmanın çeşitli zorluklarını bizlerle paylaştı. İlerleyen saatlerde ertesi gün çalıştayda buluşmak üzere vedalaştık.

Pazartesi günü çalıştay için GAÜ Milenyum Senato Kongre Salonu önünde öğrencilerimle saat 09.30 dolaylarında buluşarak hazırlıklarımızı tamamladık. Onur Bey’in Kıbrıs merkezli televizyon kanalı Fog Tv ile yaptığı röportaj sonrasında salonda yerlerimizi aldık. GAÜ Rektörü Prof. Dr. Yıldırım Öner saat 10.00 dolaylarında açılış konuşmasını yaparak çalıştayımızı başlattı. Ardından alkışlar sahneye çıkan Dr. Onur Öymen 1 saat 15 dakika kadar süren uzun ve anılarıyla renklendirilmiş güzel bir konuşma yaptı. Onur Bey’in gerek yemekte, gerekse çalıştayda söylediği bazı önemli konuları burada sizinle de paylaşmak isterim. Öncelikle Öymen Kıbrıs sorunu ve diğer tüm meselelerde Türkiye’nin sabırlı ve dirençli olması gerektiğini, ancak son yıllarda Türkiye’de yaratılan atmosfer nedeniyle özeleştirinin Türkiye’de güreş ve futboldan sonra 3. milli sporumuz haline geldiğini belirterek, dış politikada sonuç almanın onyıllar hatta yüzyıllar sürebileceğini çeşitli örnekler vererek açıkladı. Annan Planı’nın Kıbrıslı Türkler açısından iyi bir plan olmadığı halde, Kıbrıslı Türklerin yakın geçmişte 9000 sayfalık bu raporu tam olarak okumadan ve anlamadan sürece destek verdiklerini hatırlatan Öymen, çözüme karşı olmadığını ancak çözümün ancak hakkaniyetli olması durumunda başarılı olacağını belirtti. KKTC’ye baktığında büyük bir başarı gördüğünü belirten Onur Başaran Öymen, 1974’te devlet görevi nedeniyle ilk geldiği dönemdeki Kıbrıs’la bugünkü Kıbrıs’ı karşılaştırdığında müthiş bir gelişim gördüğünü ve ambargolara rağmen bu duruma gelinmesinin Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin yarattığı bir mucize olduğunu söyledi. Rahmetli Rauf Denktaş ve arkadaşlarının mücadelesi ile Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere siyasi desteği ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı olmasa Kıbrıslı Türklerin tarih sahnesinden silinmiş olabileceğini söyleyen Öymen, bu nedenle Denktaş ve arkadaşlarına yönelik saygısız tutumların çok haksız olduğunu belirtti. Türkiye’de son dönemde demokrasinin kötü bir dönemden geçtiğini belirten Öymen, bu nedenle KKTC’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine Türkiye’den daha iyi bir “model ülke” haline geldiğini belirtti. Kıbrıslı Türk akademisyen Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Işıksal’ın bir sorusu üzerine “Kıbrıs’ta sizin hapiste kaç gazeteciniz var?”şeklinde bir karşı soru soran ve buradan yola çıkarak KKTC demokrasisinin geldiği ileri seviyeyi gösteren Öymen, KKTC’nin de Türkiye’ye benzer şekilde demokrasisinin gerilememesi için Kıbrıslı Türklerin özgürlüklerini korumalarını ve demokrasiye sahip çıkmalarını tavsiye etti. Enerji faktörünün son dönemde ortaya çıkan yeni bir gelişme olduğunu ancak siyasetin ve ideolojik fanatizmin özellikle Rumlar açısından Kıbrıs’ta ön plana çıktığını belirten Öymen, bu nedenle Kıbrıs’ta çözümün kolay olmadığını söyleyerek alkışlar arasında konuşmasını tamamladı. Onur Bey’in önceki gün yaptığımız sohbetlerden aklımda kalan en önemli vurgusu, İran’ın nükleer programı nedeniyle İran-İsrail gerginliğinin önümüzdeki birkaç ayda şiddetlenebileceği ve bu doğrultuda Türkiye’nin savaşa sokulmak istediği oldu.

Sahneye ikinci olarak çıkan ve yoğun programı nedeniyle konuşmasının ardından hemen ayrılması nedeniyle şahsen konuşma şansı bulamadığım Ak Parti Malatya milletvekili Ömer Faruk Öz, Kıbrıs’ın kendilerine rahmetli Necmettin Erbakan’dan miras kalan önemli bir konu olduğunu ve bu nedenle iktidar partisinin Kıbrıs’ın geliştirilmesi için büyük gayret gösterdiğini ifade etti. Konuşmasında üç defa Türkiye’den KKTC’ye gönderilen yardım miktarına dikkat çeken Öz, AKP’nin her konuda olduğu gibi Kıbrıs sorunu konusunda da barış ve çözüm yanlısı olduğunu belirterek, önümüzdeki yıllarda müzakerelerde yeni bir aşamaya gelinmesi durumunda geçmişte Annan Planı döneminde olduğu gibi iktidarın çözüme destek vereceğini belirtti. Bir soru üzerine Türkiye’de yaşanan ve “barış süreci” adı verilen PKK ile müzakere sürecini savunan Öz, bu sürecin başarıyla tamamlanması durumunda Türkiye’nin çok daha zengin ve güçlü bir ülke haline geleceğini iddia etti. Başbakan Erdoğan’ın Türkiye için bir şans olduğunu belirten Öz, Kıbrıs sorunu ya da Kürt sorunu gibi konuların partiler üstü ve milli bir yaklaşımla ele alınmasını gerektiğini belirterek, yurtiçinde yaptığı gezilerde CHP ve MHP tabanında dahi bu sürece yoğun destek gördüğünü iddia etti. Buna tepki gösteren protokoldeki CHP Kocaeli milletvekili Haydar Akar, söz alarak kendisinin de sürekli yurtiçinde geziler yaptığını ve böyle bir desteğe şahit olmadığını belirtti. Sorular bölümünde söz alan LDP Genel Başkanı Cem Toker Başbakan’ın çözüm sürecine karşı çıkan herkese çok sert eleştiriler getirdiğini ancak tabloya bakıldığında Türkiye’deki onlarca siyasi parti arasında bu sürece destek olan sadece iki parti (AKP ve BDP) olduğunu belirterek, sürecin demokratik açıdan meşruiyet sorununa dikkat çekti.

Sahneye üçüncü olarak CHP Kocaeli milletvekili Haydar Akar çıktı. Bu oturumun moderatörlüğünü de ben gerçekleştirdim. Uçağa yetişecek olması nedeniyle sözü uzatmadan çalıştaya çeşitli notlarla hazırlıklı olarak geldiği anlaşılan Haydar Bey’e bıraktım. Konuşmasına Türkiye’nin enerji açığı olan ve bu nedenle dış ticarette verdiği büyük açığa dikkat çekerek başlayan Akar, bu sorunun düzeltilmesi adına çeşitli seçenekler olduğunu belirterek, Türkiye’nin özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi gibi alternatif enerji yollarını kullanması gerektiğini ancak bu konuda hükümetin ciddi çalışmalar içerisinde olmadığını belirtti. Kıbrıs sorununda enerji faktörünün önümüzdeki dönemde yeni gelişmelere gebe olduğunu belirten Akar, İsrail’in son özür meselesini de bu süreçle alakalı gördüğünü belirtti. Kendisinden önce konuşan Ömer Faruk Öz’ün bazı sözlerine cevap veren Akar, CHP’nin barışa hem Kıbrıs’ta, hem de Türkiye içerisinde destek verdiğini ancak AKP’nin başlattığı sürecin barışa hizmet etmediğini belirtti. Öğle yemeğindeki sohbetlerimizde yoğun yurtiçi geziler yaptığını ve AKP’nin bu süreçte oyunun düştüğünü gözlemlediğini belirten Akar, medyanın olayları farklı yansıtması ve AKP’nin müthiş algı yönetimi sayesinde Türkiye’de yanlışların doğru, doğruların yanlış olarak sunulabildiğini ifade etti. Uçağa yetişecek olması sebebiyle sunumunu kısa tutan Akar, öğrencilerimizin alkışları arasında bizimle vedalaşarak üniversitemizden ayrıldı.

Sahneye son olarak LDP Genel Başkanı Cem Toker çıktı. Önceki gün yemekte de fark ettiğim üzere LDP’nin eski Genel Başkanı ve Kıbrıs’ta önemli yatırımları olan işadamı Besim Tibuk’u aratmayacak şekilde esprili ve dikkat çekici konuşmalar yapabilen Cem Toker, Türkiye’de bugüne kadar köksüz kalan bir ideoloji olan liberalizmin özellikle üniversite öğrencileri çevresinde yayılmasına katkıda bulunabilecek karizmatik bir isim. Teknolojiye oldukça hâkim olan Toker, Twitter ve Facebook gibi sosyal medya araçlarını aktif olarak kullanıyor ve bunun yanında blues, soul ve caz müzik hakkında üst düzey bilgisiyle de dikkat çekiyor. Sohbeti de oldukça hoş olan Toker, 17 yaşında ilk kez öğrenci olarak gittiği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki anılarından yola çıkarak ABD siyasal sistemine dair bazı saptamalarda bulundu. Türkiye’de Başkanlık sistemini savunduğunu ancak bunun AKP’nin önerdiği Başkanlık sistemi olmadığını belirten Toker, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde başa geçen Nikos Anastasiadis’in makul bir isim olduğunu ve bu nedenle enerji faktörünün her iki tarafta da kazanç sağlayabilecek bir ortam yaratması sebebiyle barışın Kıbrıs’ta mümkün olduğunu söylüyor. Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren ve aksi halde Türkiye’nin demokrasi rotasından tamamen çıkabileceğinden endişe ettiğini ifade eden Toker, Rumlarla ilişkilerde jest niteliğindeki ufak adımların karşı tarafta da yankı bulabileceğini iddia etti. Daha önce Ermenistan’a yaptığı ziyaretlerde de benzer şeyleri görüp yaşadığını söyleyen Toker, Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” politikasının son dönemde “komşularla sırf sorun” politikasına dönüştüğüne dikkat çekerek, yeniden komşularımızla iyi ilişkiler kurmamız gerektiğini belirtti. Kendisinin çeşitli ortamlarda “sen nasıl liberalsin” şeklinde eleştirilere maruz kaldığını söyleyen Toker, kendisinin kapitalizmi savunan iyi bir liberal olduğunu ancak liberalizmin Türkiye’nin bölünmesi ya da Türkiye’nin dış politikada çıkarlarının savunulmaması anlamına gelmediğini söyledi. Şahsi sohbetlerimizde çözüm sürecinin de son derece otoriter bir şekilde yönetildiğini ifade eden Toker, medyadaki üst düzey bazı yönetici ve programcıların kendisine “sürece destek olacaksan seni programa çıkaracağız” şeklinde yaklaştığını ve sırf bunun bile bu sürecin ne kadar demokrasiden uzak olduğunu gösterdiğini söyledi. 

Cem Toker’in konuşmasının ardından saat 16.30 dolaylarında çalıştayımız sona erdi. Ardından bir yarım saat kadar Cem Bey, Onur Bey ve eşi ile Redroom Kafe’de birer çay içerek çalıştayı değerlendirdik. Bizim için oldukça yorucu ancak sonuçta son derece keyifli ve başarılı bir çalıştay oldu. Eksiklerimize karşın üniversitemizde bu tip faaliyetlerin gelişmesi ve KKTC’nin Türkiye ve dünya medyasında daha fazla yer alması adına bu gibi çalışmalarımızı üniversitemizin de desteğiyle arttırmayı umuyoruz. Kıbrıs’tan sevgilerle…


Dr. Ozan ÖRMECİ

25 Nisan 2013 Perşembe

GAÜSBUİK 1. Kıbrıs Çalıştayı


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Dr. Ozan Örmeci'nin danışmanı olduğu Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü - GAÜSBUİK, 29 Nisan Pazartesi günü "1974'ten 2013'e Kıbrıs Sorunu ve Doğu Akdeniz Enerji Güvenliği" konulu bir çalıştay gerçekleştirecektir. Uluslararası Politika Akademisi - UPA'nın desteğiyle gerçekleştirilecek olan organizasyon hakkında kulüp başkanı Mehmet Güldal önceki gün Kıbrıs basınına bilgiler verdi. Mehmet Güldal çalıştaya birçok önemli ismin katılacağını belirterek, amaçlarının öğrencilerde bir farkındalık yaratmak ve Kıbrıs sorununa dikkat çekmek olduğunu söyledi. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Dr. Derviş Eroğlu’nun açılış konuşmasıyla katılacağı organizasyonda; 1974 sürecinde Lefkoşa’da diplomat olan emekli Büyükelçi Sayın Dr. Onur Öymen, TBMM KKTC Dostluk Grubu Başkanı Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Malatya Milletvekili Sayın Ömer Faruk Öz, Liberal Demokrat Parti (LDP) Genel Başkanı Sayın Cem Toker, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Kocaeli Milletvekili Haydar Akar katılım göstereceklerdir. Organizasyon Milenyum Senato Kongre Merkezi'nde düzenlenecektir.

Çalıştay Programı; 

09.30 KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş EROĞLU açılış konuşması
10.00 Onur ÖYMEN söyleşisi
11.30 Ömer Faruk ÖZ söyleşisi
14.00 Haydar AKAR söyleşisi
16.00 Cem TOKER söyleşisi
17.30 Kapanış Töreni



19 Nisan 2013 Cuma

Büyük Orta Doğu, Küçük Türkiye Mi?


Günümüzde uluslararası ilişkiler disiplininde dünya siyasetindeki gelişmelere iki temel açıdan yaklaşmak mümkündür. Bunlardan birincisi, Realizm (Gerçekçilik) adını verdiğimiz ve dünyayı daha çok ulusal güvenlik ve jeopolitik açılarından değerlendiren yaklaşımdır. İkinci tip yaklaşım olan İdealizm ya da Liberalizm ise, dünyayı daha çok demokrasi, insan hakları ve benzeri değerler üzerinden değerlendiren ve 21. yüzyıl dünyasında daha çok rağbet gören yaklaşımdır. Ciddi bir devlet için sağlıklı olan, kararlarını alırken bu iki temel yaklaşıma göre de değerlendirmeler yapmak ve bu ikisi arasında bir denge kurmaktır. Türkiye’de son dönemde İdealizm’in devlet katında tek geçerli görüş haline gelmesi sebebiyle, Türk milleti adını verdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yakın bir gelecekte karşılaşmaları muhtemel sorunlar hakkında yeterince bilgi sahibi olamamaktadır. Bu nedenle bu yazıda Türkiye’nin çevresinde yaşananları daha çok Realizm ve jeopolitika perspektifinden değerlendirerek, Türkiye’yi bekleyen olası tehlikeleri anlatmaya çalışacağım.

Bilindiği üzere orta ve uzun vadeli planlar yapan ve bunları dünya kamuoyu ile çeşitli vesilelerle paylaşmaktan çekinmeyen dünyanın hala tek süper gücü durumundaki Amerika Birleşik Devletleri, 1. Körfez Savaşı ile önce 36. paralelin kuzeyini güvenli bir bölge haline getirerek kurulması planlanan Kürt Devleti’nin ilk parçasının temelini atmış, daha sonra 2003 yılında başlayan 2. Körfez Savaşı ile de bu parçayı merkezi hükümetten büyük ölçüde kopararak Kürt devletinin ilk ayağını oluşturmuştur. Bugün ise dört parçalı durumda bulunan Büyük Kürt Devleti’nin 2. ve 3. parçaları için yoğun bir diplomasi ve istihbarat trafiği sürdürülmektedir. Türk Devleti de bilerek veya bilmeyerek bu sürecin aktif bir destekçisidir. Tunus ve Mısır’da doğal olarak gelişen ve halk tarafından gerçekleştirilen Arap Baharı’nın, yabancı devletler ve NATO desteğiyle bir emperyalist projeye dönüştürüldüğü Libya operasyonu ve sonrasında Suriye’de çıkarılan içsavaş sayesinde, bugün Büyük Kürdistan’ın 2. parçası Suriye’nin kuzeyinde PYD güçleri ve barış süreci sonrasında Türkiye’den bu bölgeye gitmesi muhtemel PKK güçleri tarafından gerçekleştirilmek üzeredir. Suriye merkezi hükümetine karşı tavır alan ve isyancıları destekleyen Türkiye Cumhuriyeti de bu sürece aktif destek vermektedir. Sürecin sonucunda hükümet düşerse Irak’takine benzer şekilde önce federal ya da özerk, daha sonra ise bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması gerçekçi bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı anda Türkiye’de devam eden barış süreciyle birlikte Büyük Kürdistan’ın 3. parçası ise Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sürdürülen çalışmalarla birlikte artık iyice olgun hale getirilmektedir. Açık konuşmak gerekirse 2007 yılında Armed Forces Journal dergisinde yayınladığı “Blood Borders (Kanlı Sınırlar)” makalesi ve BOP haritası nedeniyle tepki çeken Ralph Peters’in söyledikleri birer birer gerçekleşmekte ve Büyük Kürdistan’ın temelleri açık açık atılmaktadır. Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güneydoğusunda gerekli şartlar yerine getirildikten sonra ise Büyük Kürdistan’ın 4. ayağı İran’dan koparılacak olan bir parça ile tamamlanacak ve bölgede İsrail için Arap olmayan güvenilir müttefik arayışları Büyük Kürdistan’ın tamamlanması ile nihai sonucuna ulaşacaktır. Bunlar karamsar bir değerlendirme değil, Türkiye’nin çevresinde olan bitenin Realizm perspektifinden okunmasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti siyasal eliti bu proje son sürat devam ederken, Kürtlere barış mesajları vererek ve İslam kardeşliğinin dozunu laiklikten taviz vererek arttırmaya çalışarak bu gidişatı engelleyebileceğini ummaktadır. Elbette Türkiye her zaman etken durumunda olan ve başkalarının planlarında figüranlık yapan zayıf bir ülke değildir. Ancak bölgedeki tüm diğer aktörlerin (Kürtler, İsrail, ABD ve Batı dünyası) desteklediği bu süreci Türkiye’nin tek başına durdurması da pek mümkün gözükmemektedir. Dahası etnik bilinci üst noktaya taşınmış Kürtlerin artık az ile yetinmeyeceği ve kendilerine büyük bir devlet kurmak isteyecekleri son derece açıktır. Türkiye’nin bu sürece karşı durabilmesi için rejim farklılıklarına karşın İran’la daha yakın ilişkiler geliştirmesi akılcı gözükmektedir. Bunun için de yapılabilecek en doğru adım, Malatya Kürecik’te kurulan NATO füze kalkanı projesinden vazgeçmek ve şimdilik NATO bloğu içerisinde kalarak durumun daha da ağırlaşmasını önlemek olmalıdır. İran’la diplomatik ilişkilerin bir an önce düzeltilmesi ve Suriye’de barış müzakerelerinin desteklenmesi de Türkiye’nin dış politikasında atılabilecek acil adımlardandır.

Büyük Ortadoğu’nun “Küçük Türkiye” olmaması için artık dış politikaya sadece insan hakları ve demokrasi açısından değil, güvenlik ve jeopolitika açılarından da bakabilmeyi öğrenmeliyiz. Aksi takdirde bugünleri ileride çok arayacağız. Benden söylemesi…

Dr. Ozan ÖRMECİ


16 Nisan 2013 Salı

The Birth of Environmentalism and The Stockholm Conference



Environmentalism is a broad philosophy, ideology and social movement regarding concerns for environmental conservation and improvement of the health of the environment, particularly as the measure for this health seeks to incorporate the concerns of non-human elements. Environmentalism advocates the preservation, restoration and/or improvement of the natural environment, and may be referred to as a movement to control pollution. For this reason, concepts such as a land ethic, environmental ethics, biodiversity, ecology and the biophilia hypothesis figure predominantly. At its crux, environmentalism is an attempt to balance relations between humans and the various natural systems on which they depend in such a way that all the components are accorded a proper degree of respect. The exact nature of this balance is controversial and there are many different ways for environmental concerns to be expressed in practice. Environmentalism and environmental concerns are often represented by the color green, but this association has been appropriated by the marketing industries and is a key tactic of greenwashing. Environmentalism is opposed by anti-environmentalism, which takes a skeptical stance against many environmentalist perspectives.

According to the Oxford dictionary the words «ecology» and «environment» first took on their modern meanings in the early 1960s. The words existed before, but with scientific definitions. It was in 1963 that Aldous Huxley gave the word «ecology» its current sense in a paper called «The Politics of Ecology» - a title which, however banal it may seem today, was linguistically innovative then. At this time too, environmentalism ceased to connote a scientific theory about the relative weights of nature and nurture and entered common parlance as a major new force in public affairs. This does not mean that there was no action on what we now describe as environmental issues before the 1960s, only that there was no word for it.

Perhaps the first major antipollution action of the industrial era was UK’s Alkali Act of 1863. The history of cooperative action by groups of countries to tackle environmental problems whose effects extended across international borders goes back almost as far. It was in 1872 that the Swiss first proposed the establishment of an international commission to protect migrating birds. Probably first ever international environmental agreement was the 1900 Convention for the Preservation of Animals, Birds and Fish in Africa, signed in London by the European colonial powers with the intention of preserving game in east Africa by limiting ivory exports from the region. The late 19th and early 20th century also saw an international convention to protect fur seals and a US-Canadian agreement on the protection of migrating birds. The newly born clutch of international organizations of the first half of 20th century often took on environmental responsibilities: the Food and Agriculture Organization (FAO) for conservation of natural resources, the International Labour Organization (ILO) for worker protection against occupational environmental hazards and the International Maritime Organization (IMO) for marine pollution control. The first effort at global environmental management may date from 1909 with an unsuccessful US initiative to convene a world conference on natural resource conservation. Probably the first global resource management instrument actually agreed was the whaling convention of 1931, which led to the establishment of the International Whaling Commission in 1946. The most striking feature of this prehistory of international environmental activity is its emphasis on conservation and wildlife problems. This stemmed from the early rise of nature preservation movements in the UK and US.

The first pollution problem to receive extended attention at the international level was the discharge of oil from tankers into the oceans. This was already a source of concern in the 1920s, largely because of its effects on birds and beaches. After a number of failed international initiatives on the subject, the British government prompted by special interest groups such as bird protection societies, convened a meeting in London in 1954 which agreed upon the first ever international instrument to tackle pollution: the International Convention for the Prevention of Oil Pollution. This agreement was prophetic in a number of ways. Its principal negotiators and early signatories were the developed countries of the North Atlantic, with developing countries joining much more slowly. A key motivation driving the parties to seek progress through international agreement rather than domestic legislation was their determination that their tanker fleets should not be placed at a competitive disadvantage by being subjected to tougher domestic regulation than that imposed by other countries on their fleets. The agreement was strengthened by rounds of amendments in 1962, 1969 and 1971. Statistics suggest than it made a significant contribution to the reduction of deliberate oil discharges into the oceans. A 1981 IMO report concluded that such discharges fell by about 30 % over the 1970s, a period when the amount of oil transported by sea increased by about 17 %. The oil agreements were very much the product of a government driven process which attracted little public interest except among special interest group like the Royal Society for the Protection of Birds. Public concern played a much larger part in the other international agreement of the period which had a significant environmental component: he Partial Nuclear Test Ban Treaty of 1963. But while public interest in this treaty was to some extent motivated by growing fears about the effects of radioactive fallout, this was clearly only a subsidiary consideration in the minds of both publics and governments by comparison with the military and security applications.


LIFT-OFF
In the early 1960s, the genuinely new phenomenon of widespread public fears on the general subject of pollution emerged and the concept of environmentalism entered the language. The catalysing event which is often taken as marking the birth of this new environmental consciousness was the publication of Silent Spring in 1962. Rachel Carson’s book stands at the head of and has in many cases been the inspiration for the long stream of environmentalist literature which has followed it. It sold half a million copies in hardback, was on the US bestseller list for 31 weeks and was published in 15 other countries. Once incorporated into the vocabulary, the environment moved with extraordinary rapidity up the agenda of public concern. In the US, the number of opinion poll respondents who identified pollution as among the most important problems for government quadrupled between 1965-70. The period also saw the establishment of a spate of new, and in general much more radical environmental groups, notably the Environment Defense Fund (1967) and the Natural Resources Defense Council (1970). The US pattern was broadly repeated throughout the developed world. Studies on France, Germany, the UK, Sweden, Switzerland and the Netherlands all showed a significant rise in public concern about environmental issues through the 1960s and early 1970s. The first national «Green Party» was established in New Zealand in 1972. The case of Japan is particularly interesting. In a polity with a well-earned reputation for public passivity and conformity, the first ever explosion of citizen activism was driven by concern about environmental pollution. By 1973, about 3000 environmentally concerned citizens’ movements had come into existence.


CAUSES
1. First and foremost, pollution had in fact been rising. The period since Second World War had seen an unprecedented growth of material wealth. Gross world product more than doubled between 1950 and 1970 and a lot of this growth took place in highly effluent industries.
2. World population increased by about 40 % between 1950 and 1970, thus causing anxiety about whether the planet could support or tolerate the pollution from, the exponentially rising number of people living on it.
3. Western press took up the issue. The quantity of press coverage was in fact boosted by a number of significant disasters, which, as any journalist will confirm, always make a good copy.
4. A counter revolutionary culture was developed in the 1960s.
5. Nuclear risks (1963-Cuban missile crisis).


NEW ENVIRONMENTALISM
During the 1980s the growing awareness of global warming and other climate change issues brought environmentalism into greater public debate. In 1986 the international conservation organization the World Wildlife Fund renamed itself the Worldwide Fund For Nature to reflect a shift to a more strategic approach. WWF brought together religious authorities representing the 5 major world religions (Buddhism, Christianity, Hinduism, Islam, Judaism) to prepare the 1986 Assisi Declarations. Today environmentalism has also changed to deal with new issues such as global warming, overpopulation and genetic engineering. Many youth of todays society have become more aware of the state of the planet and are deeming themselves environmentalists. In the future, many of the jobs opening up will have environmentalist aspects.


THE STOCHOLM CONFERENCE
Sweden first suggested to ECOSOC (United Nations Economic and Social Council) in 1968 the idea of having a UN conference to focus on human interactions with the environment. ECOSOC passed resolution 1346 supporting the idea. General Assembly Resolution 2398 in 1969 decided to convene a conference in 1972 and mandated a set of reports from the UN secretary-general suggested that the conference focus on "stimulating and providing guidelines for action by national government and international organizations" facing environmental issues. 1970-1972 period was preparatory and each country was expected to prepare a comprehensive report on its environmental situation and the policies it was putting into place to deal with the problems. Finally, 110 such reports were received. The Western enthusiasm for conference was not shared elsewhere in the world. The communist bloc took the position that pollution was the product of capitalism, and consequently a problem from which they did not suffer. The USSR and the East Europeans then dropped out of the preparatory process and the conference itself because of a separate Cold War dispute hinging on the international status of East Germany. Stockholm was the first high-profile political attempt to draw the developing countries into international discussion of environmental issues. It thus put on display for the first time the central tension which has dogged global environmental discussion ever since. The major developing countries approached the conference with caution bordering on hostility. Indira Gandhi of India for instance said that it’s the poverty, not the pollution was major problem for her country.
The conference, in striking contrast to most UN meetings, seems to have generated a feeling of excitement and anticipation. This was the first UN theme conference. Many of the participants were young, and as yet uncynical about the tortuous and wearisome ways on international negotiation. Many hoped that the conference would mark a breakthrough on the environment and a major step towards effective international action to succour the biosphere. Stockholm had two other features which were to become highly characteristic of international environmental business. The first was the extent of media interest. There were over 100 journalists present, and the substantial coverage which they produced further raised the public profile of environmental issues, both in the West and more widely.
The second distinctive feature of Stockholm was the involvement of non-governmental organizations. The rapid growth of the environmental NGO movement in the West, and its international character from an early date, has already been mentioned. The movement was such an evident force in Western environmental policy-making that the conference organizers decided to give it a major role at Stockholm, and throughout the preparatory process. They therefore organized an ‘environmental forum’ for non-governmental debate and activity to run in parallel with the conference proper.  Some 500 NGOs participated. These included all the mainstream Western environmental organizations as well as a huge variety of scientific groups and other special interest groups concerned with the environment. There were also a few NGOs from developing countries.
The Stockholm process was designed to produce what we have defined as a level one response to world environmental problems – political statements intended as a basis for later, legally binding, action at levels two and three. The key products of the conference were three in number:
  1. The Declaration of the United Nations Conference on the Human Environment (The Stockholm Declaration), consisting of 26 principles (next page) as a foundation for future development.
  2. The Action Plan for the Human Environment, consisting of 109 recommendations for governmental and intergovernmental action across the full range of environmental policy ranging through species conservation, forests and atmospheric and marine pollution to development policy, technology transfer and the impact of environment on trade.
  3. Resolutions agreed by the conference to set up a new UN environment body and fund.

26 PRINCIPLES
1. Human rights must be asserted, apartheid and colonialism condemned.
2. Natural resources must be safeguarded.
3. The Earth’s capacity to produce renewable resources must be maintained.
4. Wildlife must be safeguarded.
5. Non-renewable resources must be shared and not exhausted.
6. Pollution must not exceed the environment’s capacity to clean itself.
7. Damaging oceanic pollution must be prevented.
8. Development is needed to improve the environment.
9. Developing countries therefore need assistance.

10. Developing countries need reasonable prices for exports to carry out environmental management.
11. Environment policy must not hamper development.
12. Developing countries need money to develop environmental safeguards.
13. Integrated development planning is needed.
14. Rational planning should resolve conflicts between environment and development.
15. Human settlements must be planned to eliminate environmental problems.
16. Governments should plan their own appropriate population policies.
17. National institutions must plan development of states’ natural resources.
18. Science and technology must be used to improve the environment.

19. Environmental education is essential.
20. Environmental research must be promoted, particularly in developing countries.
21. States may exploit their resources as they wish but must not endanger others.
22. Compensation is due to states thus endangered.
23. Each nation must establish its own standards.
24. There must be cooperation on international issues.
25. International organizations should help to improve the environment.
26. Weapons of mass destruction must be eliminated.


Finally, there are the resolutions agreed at the end of the conference. These marked the end of a long and difficult debate. One of the aims of Stockholm was of course to set guidelines for future handling of environmental issues by the international system. A number of UN agencies already had environmental responsibilities of one sort or another: the IAEA for atomic energy, FAO for agriculture and forests, UNESCO for science and WHO for environmental health. In the manner of such organizations they tended to see the upsurge of Western political interest in the environment as a justification for expanded activity in their particular areas and, they hoped, for larger budgets. Other multilateral organizations, notably the big development funds, found their activities being examined from a point of view which was deeply dubious about the developmental philosophy which they had hitherto been pursuing. In assessing the overall consequences of Stockholm it is helpful to distinguish between the formal and the informal products of the conference. With regard to the formal products, and with the partial exception of UNEP, it is difficult to argue that they have had more than a marginal effect on the subsequent history of international environmental action. The Stockholm Declaration has not become the guiding hand for international law that it was intended to be. The action plan provided material for the early work plans of UNEP and other relevant UN agencies, and references to it appeared for a short time in a variety of national and international fora. But it is very hard to argue that it did more than catalogue existing environmental concerns and activities, rather than redirect them or push them forward in any significant way.

In terms of its formal product it is difficult to view Stockholm as much more than a cosmetic event. It demonstrated to Western publics that their governments were taking the international environment seriously. It exposed developed countries and developing countries to the gulf between their respective views of the environmental issue and demonstrated the impossibility of conducting global discussions on environmental problems without also facing the developmental issues linked to them. This lack of fundamental agreement meant that many of the conclusions were vacuous or doomed to non-implementation. The institutional and financial outcomes, while eye-catching were marginal. Over subsequent years, international activity on the environment would depend far more on political pressures in individual states than on any agreement or machinery that Stockholm created. On the other hand, Stockholm was the first full-scale display of the new environmental diplomacy, conducted largely in the open with intense media and NGO attention.

Dr. Ozan ÖRMECİ


BIBLIOGRAPHY
- Brenton, Tony. 1994. The Greening of Machiavelli. London: Earthscan Publications Ltd., pp. 1-35.
- “Environmentalism”, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Environmentalism.
- “Declaration of the United Nations Conference on the Human Environment Stockholm, 16 June 1972” by Günther Handl, http://untreaty.un.org/cod/avl/ha/dunche/dunche.html

15 Nisan 2013 Pazartesi

UPA 1. Siyaset Okulu Programı


Öğrencilerimle beraber kurduğum Uluslararası Politika Akademisi - UPA'nın 1. Siyaset Okulu programı 6-7-8 Mayıs 2013 tarihlerinde Denizli'de düzenlenecektir. Aşağıda bu programla ilgili tüm detaylara ulaşabilirsiniz. Uzun uğraşlar sonucu organize edilen bu programa katılmanızı tavsiye ediyorum.


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) 1. Siyaset Okulu programının ayrıntıları belirlenmiştir. 6-7-8 Mayıs 2013 tarihlerinde Denizli EGS Kültür ve Kongre Merkezi’nde 3 gün süreyle gerçekleştirilecek programımızın ders saatleri ve konukları aşağıdaki gibi şekillenmiştir.
6 Mayıs 2013 Pazartesi (UPA 1. Siyaset Okulu 1. gün)
10.00-11.15 : Açılış Töreni ve Protokol Konuşmaları
11.30-12.30 : 1. Ders – Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanı Osman Pamukoğlu
12.30-12.45 : 1. Ders sonu – Soru ve Cevap
*12.45-14.00 : Öğle Yemeği
14.00-15.00 : 2.Ders – Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Dr. Oktay Vural
15.00-15.15 : 2. Ders sonu – Soru ve Cevap
*15-15-15.30 : Çay-Kahve Molası
15.30-16.30 : 3. Ders – Adalet ve Kalkınma Partisi Denizli Milletvekili ve MKYK Üyesi Nihat Zeybekçi
16.30-16.45 : 3. Ders sonu – Soru ve Cevap
*16.45-17.00 : Çay-Kahve Molası
17.00-18.00 : 4. Ders – Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Muharrem İnce
18.00-18.15 : 4. Ders sonu – Soru ve Cevap
*18.15-18.30 : 1. gün kapanış

7 Mayıs 2013 Salı (UPA 1. Siyaset Okulu 2. gün)
10.00-11.00 : 1.Ders – Demokratik Sol Parti Eski Genel Başkanı Zeki Sezer
11.00-11.15 : 1. Ders sonu – Soru ve Cevap
*11.15-11.30 : Çay-Kahve Molası
11.30-12.30 : 2. Ders – Emekli Büyükelçi ve CHP Genel Başkan Eski Yardımcısı Dr. Onur Öymen
12.30-12.45 : 2. Ders sonu – Soru ve Cevap
*12.45-14.00 : Öğle Yemeği
14.00-15.00 : 3. Ders – Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker
15.00-15.15 : 3.Ders sonu – Soru ve Cevap
*15.15-15.30 : Çay-Kahve Molası
15.30-16.30 : 4. Ders – Adalet ve Kalkınma Partisi Antalya Milletvekili ve MKYK Üyesi Menderes Türel
16.30-16.45 : 4. Ders sonu – Soru ve Cevap
*16.45-17.00 : Çay-Kahve Molası
17.00-18.00 : 5. Ders – Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin
18.00-18.15 : 5. Ders sonu – Soru ve Cevap
*18.15-18.30 : 2.gün kapanış

8 Mayıs 2013 Çarşamba  (UPA 1. Siyaset Okulu 3. gün) 
10.00-11.00 : 1. Ders – Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal
11.00-11.15 : 1. Ders sonu – Soru ve Cevap
*11.15-11.30 : Çay-Kahve Molası
11.30-12.30 : 2. Ders – Başbakan Eski Yardımcısı, Ankara Büyükşehir Belediyesi Eski Başkanı Murat Karayalçın
12.30-12.45 : 2. Ders sonu – Soru ve Cevap
*12.45-14.00 : Öğle Yemeği
14.00-15.00 : 3.Ders – Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Emin Haluk Ayhan
15.00-15.15 : 3.Ders sonu – Soru ve Cevap
*15.15-15.30 : Çay-Kahve Molası
15.30-16.30 : 4.Ders – Cumhuriyet Halk Partisi Eskişehir Milletvekili Bedii Süheyl Batum
16.30-16.45 : 4. Ders sonu – Soru ve Cevap
*16.45-17.00 : Çay-Kahve Molası
17.00-18.00 : 5. Ders – Denizli Genç İşadamları Derneği (DEGİAD) Başkanı Sadık Emre Çaputçu
18.00-18.15 : 5. Ders sonu – Soru ve Cevap
*18.15-19.00 : Sertifika takdimi ve kapanış

Organizasyon Katılım ve Başvuru Bilgileri
Uluslararası Politika Akademisi 1. Siyaset Okulu başvuruları 11.04.2013-25.04.2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecektir. Organizasyon ücreti;
  • Organizasyon süresince 2 gece-3 gün konaklama + sabah kahvaltıları + öğle yemekleri + açılış ve kapanış kokteylleri + şehir içi ulaşım + katılım ücreti : 120 TL’dir.
  • Konaklamasız katılım ücreti : 40 TL’dir.
Denizli dışından katılacak misafirlerimiz aşağıda yer alan hesap numarasına organizasyon ücretini yatırdıktan sonra teyit amacıyla upakademisi@gmail.com mail adresine katılım bilgi maillerini gönderip başvuru işlemlerini tamamlamış olacaklardır. Organizasyon ücretini yatıran misafirlerimizin organizasyon bitene kadar para yatırdıklarını belgeleyen dekontları saklamaları önemle rica olunur. Denizli’den katılım gösterecek takipçilerimiz için iletişim adresi kaandobruca@gmail.com email adresidir.
Hesap Numarası Bilgileri;
İsa Uslu - Ziraat Bankası
0084 52816906 5001 (Hesap Numarası)
TR500001000084528169065001 (IBAN Numarası)
* Uluslararası Politika Akademisi 1. Siyaset Okulu programımıza katılım göstermesi muhtemel olan çok sayıda değerli politikacı-gazeteci-akademisyen ve entelektüel ile de temaslarımız devam etmekte olup, katılımcı konuk listemize eklenecek önemli sürprizlerimiz olacaktır.
* Aktif siyasetçilerimizin yoğunluk durumlarına binaen, katılım gün ve saatlerinde olası bir değişim yaşanması durumunda ise konu ile alakalı bilgilendirmeler derhal sitemiz üzerinden takipçilerimize duyurulacaktır.
* Konuklarımıza organizasyon sonunda katılım sertifikaları takdim edilecektir.
UPA Yönetimi

Türk Devletinin "Süper Ego" Sorunu


            Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 1923 yılında Kurtuluş Savaşı’nın ardından modernleşmeci bir devrimle kurulmuş ve bugüne kadar birçok defa kesintiye uğramasına karşın 1950’den bu yana demokrasi yolunda ilerlemiş, bu özelliğiyle Müslüman toplumların kurduğu devletler arasında öncü ve model konumu bulunan bir ülkedir. Türkiye’nin son yıllarda da birçok konuda halk görüşünü ön plana çıkaran referandum benzeri doğrudan demokrasi uygulamalarına yöneldiği ve popüler siyaset dilinde “seçkinci-elit” olarak nitelendirilen ve ülkenin tarihsel birikimini yansıtan devlet kurumlarının (Türk Silahlı Kuvvetleri, Dış İşleri Bakanlığı vs.) atanmışlardan oluşmaları nedeniyle seçilmişler karşısındaki konumlarını yavaş yavaş kaybettiği görülmektedir. Bu durum demokratik teori açısından faydalı olarak görülmekle birlikte, olaya psikolojik perspektiften bakıldığında çeşitli sorunlar görmek mümkündür. Bu yazıda biraz bu konu üzerinde durmak istiyorum.

            Sigmund Freud başta olmak üzere birçok psikiyatri ve psikoloji uzmanının da dikkat çektiği gibi insan bilincinin üç ana katmana ayrıldığı iddia edilir; ego, süperego ve id. Freud’a göre id insanın içindeki hayvan, yani insandaki saldırganlık, şehvet, kin, açlık ve benzeri güdülerin yer aldığı tehlikeli bir bölüm ve ilkel benliktir. Id’i kontrol edemeyen bireyler, aynı saldırganlıklarını kontrol etmeyen grup ve toplumlar gibi çok olumsuz durumlarla karşılaşabilirler. Id’i dizginleyen ise kişilik savunma mekanizması olarak değerlendirilen ve kişinin gerçek benliğini ortaya koyan “ego”dur. Üst benlik adı da verilen süper ego ise “başkaları ne der” sorusuna yanıt veren ve insanların “politically correct” değerleri okul, toplum, medya, arkadaş çevresi ve aile yoluyla öğrenerek içselleştirdiği bölümdür. Bu bölüm elbette id’e karşılık olarak insanı ters yönden baskılayan ve hareketlerini kısıtlayan bir bilinç katmanıdır.

            Bu bilgilerden yola çıkarak Türkiye’nin son dönemde yaşadığı dönüşümler incelendiğinde Türk devletinde dengelerin bozulduğunu şu şekilde açıklayabiliriz; Türkiye’de demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve popülizmin ilerlemesine paralel olarak süperego çok ağır basmaya başlamış, bu nedenle tüm kararlar ve politikalar “halk ne der”, “yabancı devletler bunu nasıl algılar” gibi güdülerle yapılmaya başlanmıştır. Bu durum başta faydalı olarak görülebilir, ancak süperegonun yani insanın ya da bizim örneğimizde devletin, yalnızca başkalarının (başka devletlerin) ya da toplumun ne diyeceği kaygısıyla yönetilmesi, elbette egonun yönlendireceği devletin uzun dönemli çıkarları ve özsel isteklerinin gerçekleştirilmesinde ciddi bir engel haline gelebilir. Egosu kısıtlanmış ve id’i silinmiş, tamamen süperegoya göre yönlendirilen bir devletin uzun vadede yıkıma uğraması kaçınılmazdır. Sağlıklı bir insan ruhunun dengesine benzer şekilde, güçlü ve demokratik bir devletin de dış politika, ekonomi yönetimi gibi alanlarda teknokrasi adını verdiğimiz uzmanlığa ve uzman görüşlerine ihtiyacı vardır. Oysa süperegonun bizim örneğimizde muadili olan popülizm, kolaylıkla bu alanlarda da halk baskısıyla devleti yanlış tercihlere sürükleyebilir. Bu nedenle böyle rejimlere artık demokrasi değil, popülizm adını vermek doğru olacaktır. Elbette bu durumun tersi şekilde bir devlet sadece haz ve duygulara yönelik şekilde id tarafından da yönetilmemelidir. Bunun da muhakkak ki aksi yönde zararlı sonuçları olacaktır. Ancak Türkiye’de son dönem bozulan dengeye bakıldığında id’in tamamen geriye çekilerek salt süper ego tarafından yönlendirilen bir siyasi düzenin yaratıldığını, bunun da güvenlik ve uzun vadeli çıkarlar başta olmak üzere birçok konuda zaafiyete neden olduğunu söyleyebilirim.  

Türkiye’nin de son dönemde kurduğu yönetim, toplum ve ülkenin uzun vadeli çıkarlarına değil, başkaları ne der kaygısına göre yönlendirilen ve uzun vadede başarısız sonuçlar oluşturabilecek bir yönetimdir. Örneğin, toplumun yüzlerce yıllık sentez sonucunda oluşturduğu kimliğinin son dönemde gündeme getirilen ve halka benimsetilen yapay yasalarla yeniden düzenlenmeye çalışılması uzun vadede milli çıkarlara aykırı olabilecek en önemli konudur. Kimin haklı olduğunu elbette zaman gösterecektir…


Dr. Ozan ÖRMECİ   


9 Nisan 2013 Salı

Genç Siyasetçi Engin Balım'la Mülakat


Dr. Ozan Örmeci: Sevgili Engin Balım, mülakat önerimi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ediyorum. Uzun süredir devam eden dostluğumuz nedeniyle ben seni gayet iyi tanıyorum, ancak okurlarımızın da seni daha iyi tanıması adına bize özgeçmişinden ve siyasal çalışmalarından söz edebilir misin?

Engin Balım: Öncelikle sevgili hocam ve dostum Ozan Örmeci, bu fırsatı bana tanıdığınız için sizlere teşekkürü borç bilirim. Annem emekli köy öğretmeni, babam ise TRT emeklisi. Yani klasik bir memur çocuğuyum. Denizi olmayan ama bana göre bir kültür denizine sahip Başkent Ankara’da büyüme fırsatını yaşadım. Çocukluğum Bahçelievler’de geçti… Deniz Gezmiş’lerin, Uğur Mumcu’ların, Emin Çölaşan’ların, Altan Öymen’lerin, Livaneli’lerin ve daha nicelerinin yolunun geçtiği Bahçelievler’de, arkadaşlarıyla ağaçlardan meyve yiyerek, kukalı saklambaç ve istop oynayarak, mahalleler arası tüftüf savaşları yaparak büyüdüm. Tam bir sokak çocuğuydum, oldukça da yaramazdım. Bugün çocukken keşke bir de şunu da yapsaydım diyebileceğim içimde hiçbir ukte kalmadı. Daha sonra siyasetçilerin evlerinin yoğunlukta olduğu ORAN sitesine, lojmana taşındık. 13-14 yaşlarımda sokakta arkadaşlarımla basketbol oynarken, rahmetli Ecevit ve Türkeş’i ya da Baykal’ı yürüyüş  yaparken vs görürdük. Bahsettiğim 3 siyasetçi de korumasız olarak gezerlerdi.

Ortaokul ve liseyi ODTÜ özel lisesinde okudum. TBMM lojmanları bizim mahallemizdeydi. Servisteki arkadaşlarımın 3/4′ü ise milletvekili ve bakan çocuklarından oluşuyordu. İlk oyumu 18 Nisan 1999 seçimlerinde rahmetli Ecevit’e vermiştim. 13 Nisan doğumlu olduğumdan 5 gün ile oy kullanabilmiştim. Lisede herkes ”kime oy verdin” diye soruyordu. Ama söylemiyordum, “oyum gizlidir” diye arkadaşlarımı kızdırıyordum. Daha lise yıllarımda, okulumuzda konsey seçimleri olmuştu. Lise bir temsilcisi olarak ilk seçim deneyimimi yaşamıştım. Kaybettik ama ciddi tecrübe sahibi olmuştum…

Daha sonra Gazi Üniversitesi İİBF’de öğrenci oldum. Devlet okuluna geçmem bana ciddi tecrübe kattı. Farklı görüşten, farklı dünyadan ve yaşam standartlarından insanlar tanıdım. Çok okumaya başlamıştım. Yazarların imza günlerine giderek okuduğum kitapları imzalattımaya bayılıyordum. Bir gün yazar ve siyasetçi Altan Öymen ile tanıştım. Derken aramızda samimiyet oluştu. Öymen’in asistanı Hüseyin Emre Altınışık, o dönem ADD Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Sekreteri idi. Sürekli olarak Öymen ile kurultaylara, kongrelere katılıyordum. ADD’nin yurt gezilerine gidiyordum. Derken gönül verdiğim parti ve derneğe üye oldum. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yönetim bilimleri alanında yüksek lisans yaptım.

CHP’de genç olarak oldukça aktiftik. Cumhuriyetçi Gençlik Platformu adlı senin de dahil olduğun grubumuzla beraber, sosyal medyanın sadece yahoo gruplarından ibaret olduğu bir dönemde internet üzerinden örgütlenerek (bunu Türkiye’de ilk yapan gruplardan olduğumuzu sanıyorum), biliyorsun ciddi eylemlere imza attık. Derken bir de 2011 seçimlerinde CHP’den Ankara 1. bölge son sıra aday adaylığı başvurum oldu. Adaylığım kabul edildi ve zevkli, ilginç bir başka deneyime daha sahip oldum.


Dr. Ozan Örmeci: Sevgili Engin, basında uzunca bir süredir CHP içerisinde ulusalcı ve sosyal demokrat kanatlar arasında bir mücadele olduğu ve partinin bu ikilem içerisinde politika üretmekte zorlandığı ifade ediliyor. Sen partinin içerisinde yer alan ve daha önce milletvekili adayı olmuş genç bir siyasetçi olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Engin Balım: CHP’nin temel ilkeleri bellidir. Çok net ve açık. Bir defa önce Atatürkçü olacaksınız. Bu olmadan sosyal demokratlığınız para etmez. En azından CHP içinde para etmez. Atatürk’ten son dönemde birileri ciddi rahatsızlık duyuyorlar. Maalesef kuşatılmamış son kale CHP’ye de bazı sızmalar oldu. Bugün biz gençlere düşen doğruları savunmaktır. Sosyal demokrat olmalı mıyız? Elbette ki… Gelir dağılımında eşitliği savunuyoruz, ırkçılığın ve kafatasçılığın karşısındayız. Emekten yanayız… Ama bana göre CHP’de bugün iyi konumlardaki isimlere baktığımızda ekseriyeti hatta tamamına yakını tuzukuru ve elitist isimler. Bence sorun burada. Yaşam şekli olarak lüksü seven, halktan kopuk insanların bir de bize artık Atatürk’ü aşalım, sosyal demokrasi, yeni sol vs. gibi dayatmalarda bulunmasını inandırıcı bulmuyorum.

Bir de CHP’de sosyal demokrasi-ulusalcı tartışmasından çok eski ve yeni gibi. Tony Blair’in 1990’ların başlarındaki “New Labour” söyleminden aşırma basit, gereksiz bir atışma olduğuna inanıyorum. CHP’nin tek bir genç milletvekili var o da ANAP’lı Faik Tunay. Tekke ve zaviyeleri açmak isteyen yeni yetme CHP’liler türedi. Allah aşkına bu mudur sosyal demokrasi? İşçiden, emekten, adil paylaşımdan bahseden yok!..

Sonra Hüseyin Aygün sorunu var… Aygün’ün görüşlerini beğenmiyorsanız ulusalcı ilan ediliyorsunuz. Yok öyle yağma… Evet Aygün saçmalıyor, ben de fikirlerine katılmıyorum. Ama kendimi illa ulusalcı, sosyal demokrat vs. gibi kalıplara sokacaksam, kendimi Atatürkçü olarak, vatansever olarak tanımlarım. Biz bugüne kadar CHP olarak Atatürk’ün sırtından oy aldık… Şimdi birileri Atatürk’ün partisinin içinde Atatürk’ü beğenmemezlik ediyor. Atatürk’ü eleştiriyorlar… Bu görüşlerin halkta ve sol tabanda tutacağına inanan varsa CHP’den ayrılsınlar, istedikleri isimde yeni bir parti kursunlar. Bakalım barajın yarısını geçebiliyorlar mı?


Dr. Ozan Örmeci: Sevgili Engin Balım, genç bir siyasetçi olarak siyasette en çok zorlandığın alanlar nelerdir? Türkiye’de hakikaten genç siyasetçilere imkan veriliyor mu?

Engin Balım: Öncelikle doğruları söyleyen 9 değil 90 köyden kovuluyor. İnsanların ”sen haklısın, sana katılıyorum ama susmak lazım, yoksa üst yönetim engeller bizi” gibi saçma sözlerinden sıkıldım. Türkiye’de solda artık biat eden değil de yürekli, doğruları savunan siyasetçilere ihtiyaç var. Gençliğinden itibaren diplomat moduna bürünen siyasetçiler var. Bence bunlar sadece biyolojik olarak gençler…

Bir de özellikle bizim gibi partilerde birilerinin soyadları hep sizin önünüzde gidiyor. Hemşehricilik iş yapıyor. Yahu benim gibi halk çocukları ne yapsınlar? Tek bir akrabam, hemşerim yok. Annemin ana-babası Bulgaristan’dan Ankara’ya göç etmişler. Aşiret değiliz bilakis çekirdek aileyiz. Baba tarafından babannem Ankara’nın yerlisi Çubuklu, Ulus’ta büyümüş. Dedem ise asker kökenli bir aileden geliyor. Taa Selanik’ten itibaren savaşlarla yolları en son Ankara’da noktalanmış. Yani bir hemşeri derneğini arkama almam mümkün değil. Akraba sayım az. Soyadım içinde önemli bir devlet büyüğü, işadamı yok. Ne diyeyim Tanrı yardımcımız olsun!.. Tek gücümüz sevgili Ozan Örmeci senin gibi gerçek dostlara sahip olmak ve tabii ki fikrimizin rehberi Büyük Atatürk…


Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’deki muhafazakar kesimle laiklik hassasiyetleri yüksek kesim arasındaki kutuplaşma her geçen gün artıyor.  Bu sorunun aşılabilmesi için ne gibi çalışmalar yapılabilir, sen bu konuda neler düşünüyorsun?

Engin Balım: Bizim kanat geçmişte büyük hatalara imza attı. Tesettürlü hanımlara, çember sakallı kişilere empati kuramadı bizim kanat. Eğer bir engel çıkmazsa her Cuma namaza gidiyorum. Ezelden bu yana ülkücü kesimden olsun, muhafazakar partilerden olsun birçok arkadaşım olmuştur. Onların sofrasında oturmuşumdur, onlar da benim soframda oturmuşlardır. Dün 28 Şubatlar vardı, bugünse karşı tarafın farklı isimlerdeki 28 Şubatları var. Kutuplaşmayı eskiden sol kesim yapıyordu, bugün egemen yeni kesim yani yeni statüko yapıyor.

Kutuplaşma konusunda Başbakan’ı sorumlu görüyorum. Yahu Yeni Akit adlı gazeteyi uçağına baş köşeye oturtacak kadar, bu millet sana ne yaptı?! Yeni Akit’in üslubunu takdir eden, onu uçağında ağırlayan bir Başbakan’a sahibiz. CHP lideri Kürt sorununda, Sayın Başbakan’a ”sana tam kredi” dedi. Başbakan ”istemez senin ne kredin var da bana vereceksin” gibi olumsuz bir yanıt verdi.

Bu arada Kemalist çizgide bilinen, genç bir siyasetçiyim. Her tür tartışmada sivri birisiyimdir bunu biliyorsun. Ama türban ya da başörtüsü ne derseniz diyin. Bu konuda çoğu CHP’liden ezelden beri daha esneğim. Bana göre Bülent Arınç’ın olduğu bir mecliste, PKK’ya yakın isimlerin Leyla Zana’ların, Hasip Kaplan’ların, Sırrı Sakık’ların, Gülten Kışanak’ların olduğu bir mecliste, Merve Kavakçı yok diye sevinip tatmin olmak, züğürt avunmasıdır. Sakallı AKP’li erkekler o meclise kravatlarıyla girebilecekler ama Merve Kavakçı gibi bayanlar ki, artık gayet şık giyiniyorlar, başlarındaki örtü sebebiyle giremeyecekler. Ama burada çok ince bir nokta var. Sizler örtünme özgürlüğünüzü alırken, rövanş ve karşı öç alma duygusu ile hareket ederseniz bu ülkeye büyük zarar verir, iç karışıklıklara sebep olursunuz. Bana göre Merve Kavakçı ya da hiçbir AKP’li bayan, Bülent Arınç gibi isimlerden daha fazla Cumhuriyet’e ve Atatürk ilkelerine zarar veremezler. O halde bazı kesimlerin bu endişelerini ben yerinde bulmuyorum.

Son olarak Atatürkçü kesimler, bir an evvel karşı tarafa olumsuz bakışlarını gözden geçirmeli ve icraata koyulmalılar. Şunu tartışmaya açmalıyız; Biz niçin okullar açamıyoruz? Onlar binlerce açıyorsa biz de 5 tane ile başlayalım. Niçin market zincirlerimiz olmasın? Niçin gençlere burs veren Kemalist işadamları yaratmayalım? Niçin yurtlar açmayalım? Bunları yapan insanlarımız var onlara destek olmalıyız. Hala Hürriyet ve Milliyet alıp, sonra da medya bize yer vermiyor diye hayıflanan CHP’liler tanıyorum. Artık bizim kendimize çeki düzen vermemizin zamanı geldi…


Dr. Ozan Örmeci: Bu keyifli mülakat için okurlarımız adına sana teşekkür ediyorum. Görüşmek üzere.


Röportaj: Dr. Ozan ÖRMECİ
09.04.2013