24 Kasım 2021 Çarşamba

Henry Kissinger'ın ABD-Çin Rekabeti Hakkındaki Aktüel Görüşleri

 

1923 doğumlu Yahudi Amerikalı unutulmaz devlet adamı Henry Kissinger -ki kendisi 1970'lerde uzun süre ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevlerinde bulunmuştur-, geçtiğimiz gün, ünlü televizyon programcısı Fareed Zakaria'nın hazırlayıp sunduğu bir programa katılarak, son dönemin en popüler konusu haline gelen ABD-Çin rekabeti hakkındaki aktüel görüşlerini açıkladı. Kissinger'ın daha önce 2011 yılında Çin hakkında On China adlı bir kitap yazdığını da bu noktada hatırlatmak gerekir. Ayrıca, programın, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden ile Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) Devlet Başkanı Şi Cinping'in geçtiğimiz gün telekonferans yöntemiyle yaptıkları görüşmenin hemen sonrasında yapıldığını da belirtmek gerekir. Deneyimli siyasetçi ve yazar, 1971 yılında ABD'nin Çin açılımını başlatan kişi olarak, kuşkusuz, bu konuda görüşlerine başvurulması en büyük önem arz eden kişilerden birisidir.

Joe Biden-Şi Cinping görüşmesinden bir bölüm

The Age of AI adlı yeni bir kitaba da imza atan Henry Kissinger, konuşmasına, 50 yıl önce Çin açılımını başlatmak için ilk kez Çin'e gizlice gittiğinde Çin'in fakir, zayıf ve iddialı bir ülke olduğunu, şimdilerde ise oldukça zengin ve güçlü ve halen iddialı bir ülke olduğunu söyleyerek başlamaktadır. ABD'nin Çin'le rekabet etmesinin doğal olduğunu belirten Kissinger, buna karşın, ilişkileri Holokost seviyesine taşıyacak bir yaklaşımdan uzak durulması gerektiğini söylemekte ve bu anlamda iki ülke liderinin de önünde -sertlik yanlıları nedeniyle- zor bir süreç olduğunu belirtmektedir. Zakaria'nın ABD-Çin ilişkileri konusunda Kissinger'ın kullandığı oldukça ilginç "Holokost" benzetmesini sorması üzerine ise, deneyimli devlet adamı ve yazar, ABD ve Çin'in günümüzde teknoloji konusunda dünyada iki lider devlet olduklarını ve özellikle yapay zekanın askeri amaçlarla kullanılması durumunda ne gibi sonuçlara yol açabileceğinin bilinmediğini vurgulamaktadır. Kissinger, ayrıca, bir çatışmanın nasıl başlatılacağının değil, nasıl bitirileceğinin büyük bir sorun olduğunun altını çizerek, ilişkilerin tamamen askeri rekabet düzeyinde kurgulanması durumunda olası bir çatışmanın nasıl bitirilebileceğinin bilinmediğine işaret etmektedir.

Kissinger'ın katıldığı programın bir bölümü

Daha sonra ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in telekonferans yöntemiyle yaptıkları görüşmeyi değerlendiren Kissinger, öncelikle, Başkan Biden'ın ABD içerisindeki Çin'e karşı sertlik politikasını savunan şahinler nedeniyle zor durumda olduğunu vurgulamaktadır. Kissinger'a göre, ABD'nin temel değerleri ve çıkarları doğrudan tehdit edilirse, kuşkusuz, Washington buna karşı gerekli tedbirleri almalı ve buna yönelik uygun politikaları uygulamalıdır. Ancak bunun iki ülke arasında otomatik bir rekabet ve düşmanlığa dönüşmemesi gerektiğini belirten Kissinger, Biden'ın bu görüşmeyle birlikte Çin'le ilişkiler konusunda Pekin'e teslim olmadan onlarla konuşabilmenin bir yolunu aramaya başladığını ve farklı bir yola yöneldiğini belirtmekte ve bunun temel amacının da olası bir çatışmayı önlemek olduğunu vurgulamaktadır.

Programın son bölümünde Tayvan konusuna odaklanan Henry Kissinger, Çin'in kurulduğu günden beri Tayvan'la birleşme konusunda farklı yaklaşımı ya da herhangi bir kuşkusunun olmadığını belirterek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu Mao Zedong'un dönemin ABD Başkanı Richard Nixon'la görüşmesinde Tayvan konusunda gerekirse 100 yıl bile bekleyebileceklerini, ancak bu konudaki kararlı duruşlarından (Tayvan'la birleşmek) vazgeçmeyeceklerini söylediğini hatırlatmaktadır. Sunucu Fareed Zakaria'nın mevcut Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping'in Mao'nun bu geleneksel yaklaşımını değiştirerek, "barışçıl birleşme" politikası yerine güç yoluyla birleşmeyi zorlayabileceğinden endişe edildiğini sorması üzerine ise, Kissinger, Çin'den Tayvan'a 10 yıl içerisinde herhangi bir saldırı beklemediğini söylemektedir. Ancak ABD ile Çin arasında Tayvan konusundaki çatışmanın derinleşmesi durumunda, Pekin'in Tayvan'ın özerkliğini engelleyici politikalara yönelebileceğini de sözlerine eklemektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

20 Kasım 2021 Cumartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda Yaptığı Sunum Yön Radyo Tarafından Haberleştirildi

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda yaptığı "Türkiye-Çin Diplomatik İlişkileri" başlıklı sunum, Yön Radyo tarafından haberleştirildi. Aşağıdaki linkten bu habere ulaşabilirsiniz.


19 Kasım 2021 Cuma

Un constat sur la politique étrangère de la Turquie

La Turquie a de plusieurs problèmes dans les années dernières. Le plus grand problème, c’est carrément la crise économique dans le pays. Le chômage, la dévalorisation de livre (lira) turque, la haute inflation et une baisse des investissements étrangères sont des problèmes mentionnés par la plupart des économistes. En plus, l’insistance du président Recep Tayyip Erdoğan sur une politique financière basée sur la baisse des taux d’intérêt est aussi une grave erreur selon certains économistes. En plus, la Turquie est dans le dilemme de résoudre ses problèmes liés à la politique étrangère. Dans cet article, je vais présenter des solutions sur comment minimiser les problèmes vis-à-vis de la politique étrangère.

Premièrement, le bourbier syrien a certainement dévasté l’économie turque et a mis la politique étrangère de la Turquie dans l’impasse. Le pays accueillie désormais presque quatre millions de réfugiées syriennes. La crise économique est dû aussi au fardeau de la crise migratoire force que le gouvernement turc s’efforce à porter. A cause du gel des relations commerciales avec la Syrie, les entreprises qui font du business avec cette dernière ont déjà fait faillite. Néanmoins, l’intervention de l’armée turc en Syrie avec des opérations militaires a mis le danger rétablissement d’un pays kurde (le Kurdistan) indépendant du côté, mais a aussi influé sur l’économie. D’autre part, les relations avec la Russie, qui est un pays militairement supérieur à la Turquie, avaient été abimé dans le période de 2015-2016. Rappelons qu’un avion russe avait été abattu par la Turquie à cause de la violation de la frontière turque par la Russie en 2015 et que l’ambassade russe à Ankara, Monsieur Andrei Karlov avait été tué par un jeune policier islamiste en 2016. C’est grâce à Monsieur Vladimir Poutine, le leader russe qui a agi avec raison qu’un vrai danger du déclenchement de guerre entre la Russie et la Turquie a été empêché. Mais la Turquie a dû acheter les S-400s à Moscou pour améliorer ses relations bilatérales avec la Russie. En ce qui concerne les relations avec la Syrie, le président turc Monsieur Erdoğan avait déjà dit que les services de renseignement de la Turquie et la Syrie étaient en train de négocier pour une nouvelle période entre ces deux pays. Je pense que le président de la Syrie Monsieur Bachar al-Assad va certainement rester au pouvoir mais la Turquie pourrait demander des garanties à un nouveau régime syrien. Tout d’abord, la Turquie est contre la présence d’un pays kurde dans la région et aussi veulent que l’opposition sunnite syrienne prenne part à l’administration de l’Etat. La Turquie veut aussi que le nouveau régime à rétablir soit amical dans ses relations avec Ankara. La présence de l’armée turc dans les zones de frontière pour empêcher des nouvelles vagues d’immigration est aussi une condition importante d’Ankara. Ainsi, un processus de la paix en Syrie va aussi améliorer les relations entre Ankara et Moscou.

Deuxièmement, les relations avec les Etats-Unis sont maintenant dans une impasse à cause de la crise des S-400s. Donc, Washington applique les sanctions de CAATSA à Ankara alors que la Turquie est un membre de l’OTAN et un allier historique des Etats-Unis. Les relations tendues avec Washington naturellement ont des effets négatives sur la gestion de l’économie et de la politique étrangère du pays. Le congrès américain est devenu complétement anti-Erdoğan et aussi antiturc dans les années dernières. Alors même les présidents comme Donald Trump et maintenant Joe Biden ne peuvent pas facilement améliorer les relations en raison d’une atmosphère antiturque dans le congrès. Ankara doit trouver une solution constructive and créative pour résoudre ce problème. Il s’avère que les pays qui ont des problèmes avec Washington peuvent quand même se tenir debout avec le soutien de la Russie et la Chine. Mais le problème, c’est que la Turquie est un pays occidental et a des liens très fortes avec les Etats-Unis et les pays européens. Comme l’Union Européenne essaye de garder son alliance avec les Etats-Unis, cela pourrait être difficile pour Ankara d’améliorer ses relations avec Bruxelles sans tenter d’avoir de bonnes relations avec Washington.

Troisièmement, la Turquie se fiait à l’hypocrisie de l’islam modéré exporté par les frères musulmans aux pays voisins dans les années de 2000. En parallèle de l’intégration de la Turquie dans le monde arabe et du renforcement des liens commerciales, économiques et politiques avec les pays arabes, les séries turques étaient devenues très connues dans les pays arabes. Grâce à cette popularité, les touristes et les investisseurs arabes avaient pu contribuer au développement de la Turquie au niveau de l’économie. Cependant, aujourd’hui, avec de relations plus étroites avec les Etats-Unis et l’Israël, les pays arabes s’éloignent d’Ankara et ne soutiennent plus la politique étrangère de la Turquie. Cela prouve que les pays arabes ne sont pas aussi indépendants que la Turquie et qu’ils ne peuvent pas s’opposer aux Etats-Unis. Par ailleurs, la prépondérance d’Ankara sur le monde musulman  a également été affaibli à cause des relations tendues avec Washington. En revanche, Ankara peut essayer de développer ses relations avec les pays arabes et musulmanes par médiation de l’Organisation de la Coopération Islamique. D’autre part, la Turquie est récemment devenue l’un des fondateurs de l’Organisation des Etats turciques (l’ancien Conseil turcique) aussi et tente de renforcer ses relations avec les pays turciques.

Dernièrement, la Turquie, comme le Royaume-Uni, doit trouver une solution permanente pour ses relations avec l’Union Européenne. C’est aussi difficile à redémarrer les relations auparavant fructueuses avec l’Union Européenne, mais si l’adhésion d’Ankara n’est pas acceptée, c’est mieux de trouver des solutions alternatives. Le rapprochement de la Turquie à l’Union Européenne à propos de la crise de la méditerranée orientale avec une intégration sous la houlette de l'Union pour la Méditerranée (UPM) peut être une solution supplémentaire avec la participation des pays du Moyen-Orient et de l’Afrique du Nord. C’est vrai que la Turquie est plus européenne que les pays arabes, mais par exemple, le fait que la démocratie de la Tunisie soit exemplaire dans le monde musulman et qu’il y existe une vie séculaire qui est cependant rarement vue dans les pays arabes peuvent se tourner en avantage pour pouvoir créer une zone d’intégration auprès des pays musulmanes qui sont déjà en bonnes relations avec l’UE. D'autre part, si l'UE accepte l’adhésion de la Turquie, c’est possible qu’elle puisse en devenir membre dans quelques années. Malgré tous les problèmes politiques entre ces deux parties, ce n’est pas impossible. Si l’UE veut voir la Turquie dans le club, cela ne sera pas être trop difficile pour Ankara de changer son attitude vis-à-vis de la démocratie et de réaliser des réformes démocratiques en quelques années pour se réharmoniser avec l’Europe.

Rédacteur: Berkay TEMEL

Dr. Ozan ÖRMECİ


15 Kasım 2021 Pazartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Rusya Konferansı Sputnik Türkiye'de Haber Olarak Yer Aldı

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin 12 Kasım 2021 tarihinde Rusya’nın Rostov şehrinde kurulu olan Güney Federal Üniversitesi’nde düzenlenen “Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future” adlı konferansta sunduğu bildiri ve bu etkinlik kapsamında dile getirdiği görüşler, Rusya'nın tanınmış haber sitesi Sputnik Türkiye'de yer aldı. "Rus ve Türk uzmanlar hemfikir: Bölgesel sorunlar bölgesel platformlarda çözülmeli" başlığıyla Amur Gadjiev tarafından yayımlanan haberde, Doç. Dr. Ozan Örmeci ile birlikte Türkiye uzmanı Rus akademisyen Dr. Veronika Tsibenko'nun görüşlerine yer verildi. Aşağıdaki linkten bu haberi okuyabilirsiniz.

Sputnik Türkiye-Rus ve Türk uzmanlar hemfikir: Bölgesel sorunlar bölgesel platformlarda çözülmeli


12 Kasım 2021 Cuma

Yeni Makale: "ABD Dış Politikasında Öncelikli Gündem Asya Pasifik"

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "ABD Dış Politikasında Öncelikli Gündem Asya Pasifik" adlı makalesi, BİLGESAM düşünce kuruluşunun yayımladığı Bilge Strateji adlı ulusal hakemli derginin 13. cilt 22 nolu sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye erişebilirsiniz.


Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni İngilizce Konferans: "Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future"


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 12 Kasım 2021 tarihinde Rusya'nın Rostov şehrinde kurulu olan Güney Federal Üniversitesi'nde düzenlenen "Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future" adlı konferansa katıldı. Dr. Veronika Tsibenko'nun çabasıyla ve moderatörlüğünde gerçekleşen etkinlikte, Doç. Dr. Ozan Örmeci, aşağıda linki verilen sunumu gerçekleştirdi.


Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Kent Üniversitesi'nde Düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda Türkiye-Çin Diplomatik İlişkilerine Dair Bir Sunum Gerçekleştirdi


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda "Türkiye-Çin Diplomatik İlişkileri" başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Başkanı Prof. Dr. Hasret Çomak'ın moderatörü olduğu etkinliğe konuşmacı olarak; İstanbul Kent Üniversitesi'nde Prof. Dr. Hasret Çomak, Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Doç. Dr. Ayça Can Kırgız, Maltepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hasan Ünal, İstanbul Aydın Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sedat Aybar, Şanghay Üniversitesi'nden Prof. Dr. Tuğrul Keskin, Süleyman Demirel Üniversitesi'nden Dr. Ümit Alperen ve DEİK'ten Temmuz Yiğit Bezmez konuşmacı olarak katıldılar. Çalıştayın açılış konuşmasını ise Çin Halk Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Ekselansları Sayın Cui Wei gerçekleştirdi. Şanghay Üniversitesi'nde eğitim alan Türk öğrencilerin de katıldığı ve Türkçe olarak düzenlenen çalıştay, Türkiye-Çin ilişkilerine dair olumlu beklentiler ve muhtemel risklerin dile getirildiği önemli bir akademik etkinlik oldu.

Çalıştay afişi

Çalıştay kapsamında konuşmacı olarak kürsüye çıkan Doç. Dr. Ozan Örmeci, konuşmasında, ilk olarak, Çin Devleti ile Türkler arasındaki ilişkilerin milattan öncesi döneme kadar uzanan köklü bir geçmişi olsa da, modern dönemde iki toplum arasında diplomatik ilişkilerin Türkiye Cumhuriyeti ile başladığına değinmiştir. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Çin'le ilişkilerin sınırlı kaldığına vurgu yapan akademisyen, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk döneminde ise Çin'le ilişkilerin gelişmeye başladığına ve ilk resmi diplomatik temasların bu dönemde yapıldığına dikkat çekmiştir. Öyle ki, 1926 yılında Çin Cumhuriyeti hükümeti ile Moskova’da imzalanacak dostluk antlaşmasını yapması için Moskova Büyükelçisi Zekai Apaydın'ı görevlendirilen Atatürk, 1927 yılında ilk resmi temasların başlamasına da aracılık etmiştir. Böylelikle, Türkiye'nin Nankin temsilciliği 1929 yılında açılmış ve Hulusi Fuat Tugay ilk temsilci olarak görev yapmaya başlamıştır. Göreve başlaması şerefine o yıl içerisinde Çin Dışişleri Bakanı tarafından ağırlanan Hulusi Fuat Tugay, bu dönemde ilişkilerin gelişmesi için çaba göstermiş; ancak 1931 yılında ekonomik sorunlar nedeniyle Nankin temsilciliği kapatılmak zorunda kalmıştır. 8 yıl aradan sonra 1939 yılında Emin Ali Sipahi'nin atanmasıyla ise, Türkiye Cumhuriyeti'nin Nankin temsilciliği yeniden açılmış ve faaliyetlere başlamıştır. Bu yıllarda, Çinli entelektüel ve devlet adamları, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda uyguladığı taktikleri ve halkçı ve devrimci özellikleri ağır basan Türk Devrimi'ni (Kemalist Devrim) yakından incelemiş ve bunlardan ilham almışlardır. Bu, ilerleyen yıllarda Çin Devrimi'ne ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşuna da sirayet eden bir faktördür. 1934 yılında imzalanan bir dostluk antlaşması ile pekiştirilen ilişkiler, 1944 yılında maslahatgüzarlık seviyesindeki temsilciliklerin karşılıklı olarak Büyükelçilik düzeyine yükseltilmesiyle daha da gelişmiştir. Böylelikle, daha önce Türkiye'nin ilk temsilcisi/maslahatgüzarı olarak Nankin'de görev yapan Hulusi Fuat Tugay, Çin'deki ilk Türk Büyükelçisi olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi iki büyük liderin görev yaptığı bu dönemde, ikili ilişkilerde büyük bir sorun yaşanmamasına karşın, coğrafi uzaklık, kültürel farklılıklar, iç politikada yaşanan çalkantılı süreçler ve dış politikada başka önceliklerin olması gibi faktörler nedeniyle, ikili ilişkiler istenen düzeyde geliştirilememiş ve tali bir konu olarak kalmıştır.

Çalıştay afişi (İngilizce)

Çin Cumhuriyeti (1912-1949) döneminde tali kalan ilişkiler, 1949 yılında Mao Zedong önderliğinde Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) Çin'de hâkimiyetini kurması ve Çin Devrimi'nin yaşanarak Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulması sonrasında ise tamamen kopmuştur. Bu dönemde Sovyetler Birliği lideri Stalin'den gelen talepleri bir tehdit olarak değerlendiren Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile yakınlaşmaya başlamış ve Kore Savaşı'na (1950-1953) askerlerini göndererek, anti-komünist kamptaki yerini almış ve 1952'de NATO'ya, 1955 yılında da Bağdat Paktı'na (sonradan CENTO) üye olmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti ise, Mao önderliğinde köklü bir devrim gerçekleştirirken, bir yandan da Kore'deki komünistlere destek vermiş; hatta Çinli gönüllüler Kore'de komünistlerin (Kuzey Kore) safında savaşmışlardır. Bu bağlamda, modern siyasal tarihte bu dönemde ilk kez, iki ülke, düşman olarak cephede karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle, Türkiye, Çin yerine Tayvan'ı tanımış ve bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini geliştirmiştir. 1960'ların sonuna kadar dünyadan büyük ölçüde yalıtılmış durumda kalan Çin, içerideki reform ve devrimlere ağırlık verirken, Türkiye de Batı blokunun bir parçası olarak Çin'le ilişkilerini geliştirmek için istekli olmamıştır. Buna karşın, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında, ikili ilişkiler bağlamında, özellikle Çin tarafından tanınma ve canlanma isteği gözlemlenmiştir. Bunun sebebi, Pekin'in 1960 darbesi sonrasında Türkiye'den gelişen devrimci ve halkçı fikirlere sempati duymasıdır. Bu bağlamda, 1965 yılında ÇKP önderlerinden Zhou Enlai, Çin ve Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin tesis edilmesi için herhangi bir engel bulunmadığını dile getirmiş ve her iki ülkenin de "Asyalı" olduklarını ve tarihsel ilişkilerinin çok köklü olduğunu vurgulamıştır. Hatta 30 Kasım 1966 tarihinde Çin'den Türkiye’ye resmi olmayan temaslar çerçevesinde bir ticaret heyeti bile gelmiştir. Bu bağlamda, Türkiye tarafında da, 1963-1964 yıllarında İsmet İnönü ve Suat Hayri Ürgüplü hükümetleri döneminde Çin'le resmi diplomatik ilişkilerin başlatılması için bazı planların yapıldığı bilinmektedir. Fakat 1965 yılında Adalet Partisi'nin (AP) tek başına iktidara gelmesi ve ABD ile ilişkilerin 1960'ların başındaki U-2 casus uçağı krizi ve Küba Füze Krizi gibi sorunlar aşılarak yeniden gelişmeye başlamasıyla, Çin'le diplomatik ilişkilerde acele edilmemiş ve tanıma kararı bir süre daha rafa kaldırılmıştır. Buna karşın, 1960'larda ticari ilişkiler gelişmeye başlamış ve karşılıklı ticaret hacmi resmi tanıma olmamasına karşın giderek artmıştır. Ayrıca Çin Ulusal Radyosu veya Radyo Pekin'in Türkçe yayınlara başlaması da bu dönemde ilişkileri toplumsal düzeyde olumlu etkileyen önemli bir detay olarak not edilmelidir. Bir diğer olumlu husus ise, Soğuk Savaş'ın en sert dönemlerinde bile Türkiye ile Çin toplumları arasında yaygın bir karşıtlık/husumet duygusunun oluşmamış olmasıdır. 

Çalıştaydan bir kare

Çin Halk Cumhuriyeti ile Türkiye arasındaki resmi diplomatik ilişkiler 1971 yılında tesis edilmiştir. Bu dönemde, 1960'lardan itibaren Sovyetler Birliği ile komünizm teorisi ve uygulaması hakkında çeşitli sorunlar yaşayan Pekin, -ki buna siyasal tarihte Çin-Sovyet Uyuşmazlığı (Sino-Soviet Split) adı verilmektedir- Batı ülkeleri tarafından peşi sıra tanınmaya başlamış; Türkiye de Çin'i tanıyan 11. Batılı ülke ve 8. NATO üyesi (Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Kanada, Hollanda, Norveç ve Danimarka’dan sonra) olmuştur. Türkiye öncesinde Birleşik Krallık (1950), İsveç (1950), Danimarka (1950), Finlandiya (1950), Norveç (1954), Fransa (1964), Kanada (1970), İtalya (1970), San Marino (1971) ve Avusturya (1971) gibi Batılı ülkeler de Çin'i tanımışlardır. Zaten Başkan Richard Nixon döneminde dönemin etkili Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın çabaları ile Çin'le önce "pinpon diplomasisi", sonra da "mekik diplomasisi"ne başlayan ve diplomatik ilişkilerini geliştiren ABD de, Çin'in 1971 yılında Tayvan'ın yerine Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'ne dahil olması sonrasında, Pekin'i 1979 yılında resmi olarak tanımıştır. Bu yıllarda, Ankara, hem yeni BM Güvenlik Konseyi üyesiyle ilişkilerini geliştirerek Türkiye açısından kritik oylamalarda Çin desteğini aramak istemiş, hem de birçok Batılı ülke gibi dev Çin pazarına girmeyi hedeflemiştir. 1970'lerin dünyada esen yumuşama (detant) rüzgarları da açıkçası bu eğilimi ivmelendirmiştir. Ayrıca, Türkiye, 1971 yılında Çin'le diplomatik ilişkilerini kurmasının ardından Tayvan'la diplomatik ilişkilerini kesmiş ve ilişkileri yalnızca ekonomik ve kültürel düzeyde İstanbul'daki Tayvan Ticaret Merkezi, Ankara'daki Taipei Ekonomi ve Kültür Misyonu ve Taipei'deki Türk Ticaret Ofisi temelinde sürdürmüştür. Bu bağlamda, Türkiye'nin 1971 yılından beri Çin'le ilişkilerini bozmamak noktasında çaba içerisinde olduğu ve bu nedenle Tayvan'ı tanıma kararı almadığı söylenebilir. Yine de, 1970'ler boyunca, Türkiye'nin Batı blokunun kritik bir öğesi olmaya devam etmesi, Çin'in ise daha çok "Bağlantısızlar Hareketi" (Non-Aligned Movement) olarak bilinen üçüncü dünyacı gruba önderlik etmesi nedeniyle, bu dönemde diplomatik ilişkiler hızlı ve yoğun şekilde geliştirilememiştir.

İlişkilerin erken dönem zirvesi ise 1980'ler olmuştur. Bu dönemde, Türkiye Turgut Özal, Çin ise Deng Xiaoping liderliğinde dışa açılmaya ve dünya ekonomisine eklemlenmeye gayret ederlerken, birbirleriyle olan siyasi ve ekonomik ilişkilerini de geliştirmeyi denemişler ve bu yönde ciddi ilerlemeler kaydetmişlerdir. Türkiye'nin iç politikasındaki gelişmelere karışmayan ve 12 Eylül askeri rejimi ile ilişkilerini sürdüren Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkiler, iki ülkenin 1981’de ticaret protokolü imzalamaları, Aralık 1981’de ekonomi, sanayi ve teknoloji alanında işbirliği anlaşmasının imzalanması ve Aralık 1982’de 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Çin’i ziyaret etmesiyle birlikte zirve yapmıştır. Böylelikle, Kenan Evren, Çin'i ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiştir. Evren döneminde, insan hakları ve demokrasi sorunları nedeniyle Avrupa'dan dışlanan Türkiye, Çin'le ilişkilerini geliştirerek dünya siyasetindeki önemi ve ağırlığını göstermek istemiştir. Çin de, bu isteği karşılıksız bırakmamış ve Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeyi tercih etmiştir. Nitekim Ekim 1983 tarihinde, Çin Dışişleri Bakanı Wu Chuochiang Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu yıllarda, her iki ülke de Sovyet karşıtlığı çizgisinde ortak bir siyasal söylem geliştirmeyi de başarmışlardır. Çin Dışişleri Bakanı'nın ziyaretinin hemen ardından, dönemin Çin Devlet Başbakanı Li Xiannian, Devlet Başkanlığı görevine geldikten sonra ilk dış ziyaretlerinden birisini 3-18 Mart 1984 tarihleri arasında Türkiye'ye gerçekleştirmiş ve Türkiye’yi ziyaret eden ilk Çin Devlet Başkanı olmuştur. 1985 yılında ise, ABD'ye yakın bir siyasetçi olmasına karşın Çin'le de ekonomik ilişkileri geliştirmek isteyen dönemin popüler Başbakanı Turgut Özal Çin'i ziyaret etmiştir. 1980'lerde farklı Bakanlıklar düzeyinde karşılıklı ziyaretler devam etmiş ve Ankara-Pekin, İstanbul-Şanghay, İzmir-Tientsin (Tiençin), Konya-Şian (Xi'an), Trabzon-Rizhao, Bursa-Anşan, Mersin-Nankin, İzmit-Zhejiang (Cıciang) ve Yalova-Panjin şehirleri kardeş şehirler ilan edilmiştir. Bu bağlamda, 1980'ler, ikili ilişkilerde "erken dönem altın çağ" olarak değerlendirilebilir.

İstanbul Kent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necmettin Atsü, Çin Halk Cumhuriyeti Başkonsolosu Ekselansları Cui Wei, İstanbul Kent Üniversitesi İİSBF Dekanı Prof. Dr. Hasret Çomak ve Doç. Dr. Ozan Örmeci

Buna karşın, 1989 Tiananmen Meydanı Olayları ardından Batı dünyasında Çin'e yönelik müsamahalı tavır değişmeye başlamış ve Türkiye-Çin ilişkileri de 1990'larda hızla bozulmuştur. Türkiye, aslında Tinanmen Olayları'nı Çin'in bir iç meselesi olarak değerlendirmiş; ancak Ankara'nın yakın ilişkiler içerisinde olduğu Batı ülkelerindeki Çin'e yönelik tavır değişince, Türkiye-Çin ilişkileri de bir duraklama dönemine girmiştir. Bu dönemde, Sovyetler Birliği'nin yıkılması ve komünizmin çökmesi nedeniyle Çin'e yönelik Batı dünyasında duyulan ihtiyaç azalmış; dahası, Moskova'da yaşanan gelişmelerin Pekin'de de olabileceği görüşü ağır basmıştır. Ayrıca Çin'deki olayların devletin sert müdahalesiyle bastırılması da bu yöndeki görüşü pekiştirmiş ve Batı dünyasında Çin'e karşı bir soğuma dönemi yaşanmaya başlamıştır. Ek olarak, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte Türkiye'de de "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk Dünyası" söylemleri rağbet görmeye başlamış ve Doğu Türkistan meselesi (Uygur Sorunu) giderek bir dış ve iç politika malzemesi haline gelmiştir. Buna rağmen, 1990'lardan itibaren karşılıklı ilişkilerin yeniden geliştirilmesi için gösterilen çabalar, zaman içerisinde, özellikle de 2010'dan itibaren meyvelerini verecek ve Türkiye-Çin ilişkileri iyi bir seviyeye yükselecektir. Örneğin, 1995 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Çin'i ziyaret etmiştir. Ayrıca, 1998'de dönemin etkili Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in Çin ziyaretiyle yeniden ısınmaya başlayan ilişkiler, 1997'de Avrupa Birliği (AB) tam üyelik adaylığı kabul edilmeyen Türkiye'nin Asya pazarına daha büyük önem vereceğini ilan etmesi ve Çin'le ekonomik ilişkileri geliştirme kararı almasıyla kısa sürede yeniden çıkış trendi yakalamıştır. İsmail Cem’in ardından Haziran 1998 tarihinde bu defa Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit Çin’i ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında Türkiye için dünyanın sadece Avrupa’dan ibaret olmadığını ve Türkiye’nin Asya’daki köklerini yeniden keşfetme sürecine girdiğini açıklamıştır. Ek olarak, 1998 yılı içerisinde, iki ülke arasında zaman zaman ciddi gerginlik yaratan Doğu Türkistan'daki Sincan Özerk Bölgesi’nde yaşayan Uygurlarla alakalı olarak dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz imzalı gizli bir genelge yayınlanmış ve bu genelgede, bu bölgenin Çin’in toprak bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilerek, Doğu Türkistan adına Türkiye’de faaliyet gösteren vakıf ve derneklerin toplantılarına herhangi bir Bakan veya devlet görevlisinin kesinlikle katılmaması istenmiştir. Başbakanlığın gizli genelgesiyle Uygur gruplarının toplantılarına resmi katılımların yasaklanması ve ardından 2000 yılında dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın Çin ziyareti sırasında Sınır Aşan Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması'nın imzalamasıyla, Türkiye-Çin ilişkilerinin Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) döneminde daha da gelişebilmesi için uygun bir ortam yaratılmıştır.


Doç. Dr. Ozan Örmeci kürsüdeyken

Bu bağlamda, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in Nisan 2000’de gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti, ikili ilişkilerin geliştirilmesi açısından bir dönüm noktası olmuş ve Ankara’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından resmi törenle karşılanan Jiang’a Türkiye’nin en büyük madalyası olan Devlet Liyakat Nişanı verilmiştir. Yıllar sonra Türkiye’yi ziyaret eden ilk Çin Devlet Başkanı olan Jiang’ın Türkiye'de çok sıcak karşılanması, iki ülke ilişkilerindeki dönüşümün göstergesi olmuş ve 2000'lerde yeniden gelişmeye başlayan ilişkiler, 2010'larda ve 2020'lerde doruk noktasına ulaşmıştır. Çin Devlet Başkanı’nın ardından, 15-18 Nisan 2002 tarihleri arasında Çin Başbakanı Zhu Rongji de Türkiye’yi ziyaret etmiş ve bu ziyaret kapsamında taraflar arasında ekonomik nitelikli 4 önemli anlaşma imzalanmıştır. Dönemin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ise, 27 Mayıs-1 Haziran 2002 tarihleri arasında Urumçi ve Kaşgar’a giderek, o döneme kadar Sincan Özerk Bölgesi’ni ziyaret eden en üst düzeydeki Türk devlet yetkilisi olmuştur. Bu ziyaret, beklendiği üzere Türkiye-Çin ilişkilerinde herhangi bir gerginliğe neden olmamış ve Çinli yetkililerin şeffaf tutumu ve Bahçeli'nin saygılı tavrı nedeniyle ilişkiler daha da gelişmiştir. Bu bağlamda, 2000'lerde AK Parti ile ivmelenen ilişkiler, artan karşılıklı resmi ziyaretlerle daha da pekişmiştir. Öyle ki, Ocak 2003 tarihinde henüz Başbakan olmadan önce AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Çin'i ziyaret etmiş ve bu ziyarette Çin Başbakanı Zhu Rongji ile görüşerek, iki ülke arasındaki ticaret hacminin arttırılmasını ve Kars-Tiflis demiryolunun bitirilmesi için çalışmaların hızlandırılmasını vurgulamıştır. Bu dönemde Çin'in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olması da ilişkileri geliştiren bir unsur olarak not edilmelidir. Her ne kadar bu gelişme Türkiye'ye tekstil ve diğer bazı sektörlerde kayıplar yaşatsa da, ilerleyen süreçte Çin'le ticaretin kurallara dayalı ve kolay hale gelmesi, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine vesile olmuştur.

Doç. Dr. Ozan Örmeci konferans sırasında

Ancak iyi giden ilişkiler, 2000'lerin ortalarından itibaren çeşitli sebeplerle yine bir duraklamaya girmiştir. Bu duraklamanın sebepleri ise; Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik rotasına girmesiyle birlikte Avrupa pazarı ve gündeminin dış politikada çok daha öncelikli bir konu haline gelmesi, Kıbrıs Sorunu'nda istediği çözüme Rumların engeli nedeniyle ulaşamayan Türkiye'nin KKTC konusunda "Tayvan modeli"nden söz etmeye başlaması ve Çin'in de dünya siyasetinin en hızlı yükselen devletlerinden biri olarak Türkiye ile ilişkilere bu dönemde yeterince önem vermemesi olarak sıralanabilir. Bu nedenle, 2005 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Çin ziyareti beklenen ölçüde başarılı olamamış ve KKTC'ye yönelik ekonomik izolasyonları kaldırmaktan bahseden Türkiye'ye, Tayvan Sorunu nedeniyle, Pekin, destek vermemiştir. Bu anlamda, 2010'a kadar Çin'den Türkiye'ye üst düzey resmi ziyaret yapılmaması da yeniden soğuyan ilişkilerin nişanesi olmuştur. Hatta dönemin Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun neredeyse Türkiye’nin çevresindeki bütün ülkeleri ziyaret etmesine ve 2003 yılında bizzat Başbakan Erdoğan tarafından Türkiye’ye davet edilmesine rağmen Türkiye’yi ziyaret etmekten imtina etmesi, Çin tarafının Tayvan söylemlerinden duyduğu rahatsızlığı göstermiştir.

Temmuz Yiğit Bezmez-Doç. Dr. Ozan Örmeci-Dr. Ümit Alperen

Fakat 2008 yılında ABD'de başlayan küresel finansal krizden Çin'in ve Çin'le ticaret yapan ülkelerin güçlenerek çıkmaları ve Türkiye'nin de AB ve ABD ile ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşaması nedeniyle alternatif pazarlara yönelmesi sayesinde, 2010 yılından itibaren ilişkilerde "altın çağ" dönemi başlamıştır. 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün 24-29 Haziran 2009 tarihlerinde Çin’e gerçekleştirdikleri resmi ziyaret, 14 yıl aradan sonra ülkemizden Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan ilk ziyareti teşkil etmiştir. Gül, bu ziyaretle, Doğu Türkistan bölgesini ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçmiştir. 7-9 Ekim 2010 tarihlerinde ise, dönemin Çin Başbakanı Wen Jiabao ülkemizi ziyaret etmiş ve bu ziyaretle yaşanan sıcaklık ve imzalanan nükleer enerji ve yerel para birimleriyle ticaret yapılması konusunda anlaşmalar, ziyaret kapsamında ilişkilerin "Stratejik Ortaklık" düzeyine yükseltildiğinin ilan edilmesiyle taçlanmıştır. Gül'ün Çin ziyaretinden kısa bir süre sonra patlak veren Urumçi Olayları ise ilişkileri germiş; ancak iki ülke olgun bir tavırla bu sorunun ilişkileri bozmamasına özen göstermişlerdir. Hatta 2010 yılında Konya'da düzenlenen "Anadolu Kartalı" tatbikatına Çin de davet edilmiştir. Böylelikle, Çin Halk Kurtuluş Ordusu, ilk kez bir NATO ordusuyla ortak tatbikat yapma fırsatı bulmuştur. Bu bağlamda, Urumçi Olayları'na karşın, 2009-2010, ilişkilerde "altın çağ"ın başladığı dönem olmuştur. Öyle ki, 2010'larda, Türkiye, -daha sonradan NATO baskısıyla iptal edilse dahi- hava savunma sistemi konusunda Çinli firmanın teklifini kabul etmiş ve Çin'in Şi Cinping Başkanlığında ilan ettiği Kuşak Yol İnisiyatifi'ne -ki bu proje Türkiye'de başlarda "Yeni İpek Yolu" adıyla lanse edilmiştir- en yoğun resmi destek veren ülkelerden biri haline gelmiştir. Bu dönemde, dış ticaret açığı sorununa karşın, Çin, Türkiye'nin Almanya'dan sonraki en büyük ticaret ortağı haline gelmeyi de başarmıştır. Üstelik Covid-19 pandemisinde birçok Batılı ülke Çin'le ilişkilerini gözden geçirmeye başlamasına ve bozmasına karşın, Türkiye ile Çin, insani yardımlar ve karşılıklı jestlerle iyi ilişkilerini sürdürmeyi ve derinleştirmeyi başarmışlardır. Ayrıca, 15 Temmuz 2016 askeri kalkışması sonrasında Pekin'in seçilmiş hükümete destek açıklaması yapması ve Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı'nın darbe girişiminden sonra iki hafta gibi kısa bir süre içerisinde Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapması da karşılıklı güvene dayalı ilişkileri geliştiren bir faktör olmuştur. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye'nin Çin Büyükelçisi Abdulkadir Emin Önen'in son yıllarda ikili ilişkiler konusundaki pozitif söylemleri dikkat çekicidir. İki ülke Devlet Başkanları Recep Tayyip Erdoğan ile Şi Cinping arasındaki uyum da takdire şayandır. Erdoğan, Şi Cinping'den "dostum" olarak söz etmekte, Çin Devlet Başkanı da Türkiye'yi öven sözler kullanabilmektedir. İki lider arasındaki yüzyüze diplomatik temasların son yıllarda oldukça sıklaştığını da bu noktada belirtmek gerekir.

 UPA yazarları Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Temmuz Yiğit Bezmez

Sonuç olarak, Türkiye ile Çin arasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler, resmi ilişkilerin kurulmasının 50. yıldönümünü kutladığımız bu yıl içerisinde zirve noktasına ulaşmıştır. Bu, her iki ülke açısından da büyük bir başarı tablosudur. Zira farklı kamplarda yer alan bu iki büyük medeniyet, birbirlerini farklılıklarına rağmen kabul etmekte ve karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa dayalı dostane bir ilişki biçimi geliştirmektedirler. Ancak Türkiye'nin Batılı müttefiklerinin bu durumdan rahatsız olduğu ve Türkiye-Çin ilişkilerinin ilerleyen dönemde çeşitli tacizlere ve saldırılara maruz kalacağı da ortadadır. Bu bağlamda, Türkiye-Çin yakınlaşmasının olduğu her dönemde karşımıza çıkan Uygur Sorunu'nu tarafların karşılıklı anlayış ve hoşgörü temelinde çözmeleri doğru bir tavır olacaktır. Ayrıca dış ticarette dengenin sağlanması adına Çin'in Türkiye'den daha fazla alım yapması ve Türkiye'ye daha fazla turist göndermesi gibi hususlar kısa vadede kolaylıkla yapılabilecek bazı faydalı girişimlerdir. Bunun yanı sıra, kuşkusuz, bir Türkiye-Çin Üniversitesi'nin kurulması da ilişkileri taçlandırmak adına düşünülebilir. Bir diğer önemli konu ise, Çin'in Türkiye'de nüfuzunu arttırmak adına bir televizyon kanalı kurması veya satın almasıdır. Bu, siyasi ve toplumsal ilişkilere çok olumlu yansımaları olabilecek bir husustır. Zira Türkiye halkına Çin'le ilgili olarak yapılan karalamalar ve abartılı olumsuz haberler konusunda bilgilendirici bir mecranın sunulması, ilişkilerin geliştirilmesi ve kriz anlarında doğru bilgi akışının sağlanması adına bence son derece gerekli ve faydalı bir adım olacaktır. Bunların dışında, Çin Devlet Başkanı Sayın Şi Cinping'in Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapması da ilişkilerin geldiği olumlu tablonun yansıtılması adına faydalı olabilir. Son olarak, şu söylenmelidir ki, Türkiye ile Çin, farklılıklarına rağmen birbirlerini keşfetmeye ve desteklemeye devam etmelidirler. Zira siyasi, ekonomik, etnik, dini, kültürel ve toplumsal özellikleri ne olursa olsun, önemli olan, devletlerin birbirlerine saygı göstermeleri ve dünya barışı ve istikrarına katkı sunmalarıdır. Bu bağlamda, Çinli büyük lider Deng Xiaoping'in şu veciz sözü bize bir fikir verebilir: "Kedinin siyah veya beyaz olması önemli değildir. Önemli olan, onun fareyi yakalamasıdır."

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

5 Kasım 2021 Cuma

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Sina Kısacık'tan Yeni Bildiri: "United Kingdom-China Relations in the Post-Brexit Era"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci ile Kıbrıs Ilım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Doktor Öğretim Üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) uzmanı Dr. Sina Kısacık'ın birlikte hazırladıkları "United Kingdom-China Relations in the Post-Brexit Era" adlı bildiriyi, Doç. Dr. Ozan Örmeci, 5 Kasım 2021 tarihinde TASAM'ın organize ettiği 7. İstanbul Uluslararası Güvenlik Konferansı kapsamında sundu. İlerleyen günlerde basılı olarak da yayınlanacak olarak bildiriye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

TASAM 7. İstanbul Uluslararası Güvenlik Konferansı

TASAM 7th Istanbul International Security Conference

Sunumdan bir kare

Doç. Dr. Ozan Örmeci sunumunu yaparken

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. İlkay Ceyhan

UPA yazarı Oğuzhan Manioğlu ve Doç. Dr. Ozan Örmeci

Emekli Büyükelçiler Fatih Ceylan ve Tacan İldem'le

1 Kasım 2021 Pazartesi

Japonya'da LDP'nin Zaferi Fumio Kishida'yı Başbakanlığa Taşıdı


Asya'nın en önemli ülkelerinden ve dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Japonya'da, 49. dönem Temsilciler Meclisi'ni belirlemek üzere dün (31 Ekim 2021) yapılan olağan genel seçimden, neredeyse her zaman olduğu gibi, bu ülkenin köklü partisi LDP (Japonya Liberal Demokrat Partisi) birinci parti olarak çıktı. Böylelikle, kısa bir süre önce partisinin başına geçen Fumio Kishida (Kishida Fumio), ülkesinde Başbakanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı. Bu yazıda, 2021 Japonya genel seçimlerini kısaca değerlendireceğim.

Seçim sonuçları (The Japan Times)

Modernizm ile geleneklerin iç içe geçtiği bir ülke olan Japonya'da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan modern siyasal düzen, çeşitli sebeplerle neredeyse her zaman LDP'nin kazandığı farklı bir sisteme dayanıyor. Siyaset Bilimi literatüründe "hâkim parti sistemi" veya "kartel parti sistemi" adı verilen bu sistemde, bürokrasi ve iş dünyası ile yakın bağlar geliştirmeyi başaran LDP, birkaç istisna dışında her zaman hâkimiyetini korumayı başarmıştır. Öyle ki, 1950'lerden beri kesintisiz devam eden LDP'li Başbakan geleneği, 1993-1996 ve 2009-2012 gibi istisna iki dönem haricinde, günümüzde de sürmektedir. Seçime Natsuo Yamaguchi liderliğindeki Budist dini hareketi Soka Gakkai'nin partileşmesinden ortaya çıkan Komeito Partisi ile birlikte giren yeni lideri Kishida Fumio önderliğindeki LDP, 465 sandalyeli Temsilciler Meclisi-Şuugiin'de tek parti iktidarı için gerekli olan 233'yi rahat aşarak, kendi başına 259-261, Komeito ile birlikte ise 291-293 civarında bir çoğunluğa ulaşmayı başardı. 32 sandalye kazanması beklenen LDP'nin ortağı Komeito dışında, muhalefet partileri ise beklenen başarıyı gösteremedi. Yukio Edano liderliğindeki merkez sol çizgideki Japonya Anayasal Demokratik Partisi (Rikken-minshutō-CDP) 96, Ichirō Matsui ve Toranosuke Katayama liderliğindeki sağ çizgideki Japon Yenilik Partisi (Nippon Ishin no Kai) 41, Yuichiro Tamaki genel başkanlığındaki merkez çizgideki Halk İçin Demokrasi Partisi (Kokumin Minshu-tō) 11 ve Kazuo Shii önderliğindeki Japon Komünist Partisi (JCP) 10 milletvekilliği kazandılar.

Böylelikle, yeni LDP lideri Fumio Kishida ilk ciddi zorlu virajında başarılı bir sınav verirken, Japonya'da iktidar da yine LDP'nin kontrolünde kalmaya devam etti. Bu da, Şinzo Abe sonrasında lider krizine girmesi beklenen ve bir süre Suga Yoşihide liderliğinde kalan LDP'nin Kishida Fumio liderliğinde kısa sürede toparlandığının anlaşılması adına önemli bir gelişme olarak not edilmeli. Japonya'nın yeni Başbakanı'nın gündeminde ise Covid-19 pandemisiyle mücadele, ekonomik büyümenin sürdürülmesi ve ABD ve Çin'le ilişkiler gibi konular olacaktır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ