29 Mayıs 2015 Cuma

7 Haziran 2015 Türkiye Genel Seçimleri: İktidar Formülleri

 

7 Haziran 2015 tarihinde kuzey komşumuz Türkiye Cumhuriyeti’nde genel seçimler düzenlenecektir. Bu haftaki yazımda Türkiye’deki genel seçimler hakkında iddialı siyasi partiler bazında bir değerlendirme yapmak ve olası iktidar senaryoları üzerinde fikir yürütmek istiyorum.

Seçime favori olarak giren parti; 13 yıllık iktidar yorgunluğu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın parti Genel Başkanlığı’ndan ayrılması sonrasında yaşanan liderlik boşluğu ve Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ekonomik büyümedeki yavaşlamaya rağmen, halen iktidardaki İslamcı sağ Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Başbakan Ahmet Davutoğlu liderliğindeki parti, ilk yıllarında -Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde ve Abdullah Gül’ün gözetiminde- Türkiye’nin Avrupa Birliği ile uyum sürecinde önemli reformlara imza atmış, ancak 2007 genel seçimleri ve 2010 anayasa referandumu sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki dengeleyici etkisinin kırılmasının ardından, giderek daha fazla oranda İslamcı ve otoriter politikalara yönelmiştir. AK Parti’nin çoğunlukçu demokrasi anlayışı ve adam kayırmacı politikalarının etkisiyle, Türkiye’de özellikle azınlık grupları ve ülkenin yarısını oluşturan laiklik hassasiyetleri yüksek kesimlerde büyük huzursuzluklar baş göstermeye başlamış, bu huzursuzluklar 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarıyla da açığa çıkmıştır. Çok eklektik bir siyaset izleyen AK Parti, PKK gibi eli silahlı terör örgütleri karşısında mutedil bir tavır takınırken, laiklik yanlısı barışçıl gösteri yapan Gezi Parkı protestocusu gençler gibi sosyal gruplar karşısında sert yöntemlere başvurmaktadır. AK Parti’nin başarısının sırrı; hatalı tarih okumalarının da etkisiyle, Cumhuriyet’in esas sahibi olarak görülen laik, şehirli ve iyi eğitimli Türklere karşı İslamcı ve Kürt grupları birleştirmek ve laik grupları hedef göstererek, seçmen mobilizasyonunu sağlamak olmuştur. Tüm anketler, AK Parti’nin bu seçimde de birinci olacağını doğrulamakta, ancak partinin geçen yılki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 50’yi geçen oyu, yüzde 42-44 bandına kadar inmiş gözükmektedir. AK Parti’nin oy kaybının daha çok PKK ile müzakere sürecine tepki gösteren ve MHP’ye ya da Saadet Partisi-Büyük Birlik Partisi seçim ittifakına yönelen aşırı sağ gruplar ve HDP’ye yönelen Kürtlerden kaynaklandığı söylenebilir. AK Parti, seçimlere bazı ekonomik vaatler, PKK ile yürütülen barış müzakerelerinin devamı ve İslamcı hassasiyetlere dayalı söylemlerle girmektedir. Partide üç dönem milletvekili kuralına dayalı olarak bu seçimde aday olamayacak birçok kaliteli isim ise (örneğin Ali Babacan), partinin güç kaybetmesine yol açmaktadır.

Seçimde ikinci olması neredeyse garanti olan parti ise, laiklik ve AB üyeliği yanlısı sosyal demokrat çizgideki Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki parti, son yıllarda yüzde 20 düzeyinde kalan klasik Atatürkçü tabanını genişletmek için büyük bir atılım içerisine girmiş ve partiye Kürt, merkez sağ ve İslamcı siyasal hareketten gelen (Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekaroğlu, Bülent Kuşoğlu) birçok ismi dahil etmiş, ancak yine de yüzde 30 bandına henüz erişememiştir. Anketlerde partinin oy oranı yüzde 26-28 civarında gözükmektedir. Bu, CHP’nin sol çizgiyle alabileceği oyların neredeyse tamamıdır. Zira bu parti, 1970’lerde Bülent Ecevit’in karizmatik liderliği ve dünyada esen sol rüzgarlar nedeniyle dönemsel olarak yüzde 40’ların üzerine çıkabilse de, klasik tabanı yüzde 20-25 arasında değişmektedir. CHP, seçime daha çok ekonomik reform talepleri, eğitim reformu vaadi, AB üyeliği perspektifinin devam ettirilmesi ve dış politikada daha barışçıl bir vizyon söylemiyle girmektedir. CHP’nin bu seçimde de başarılı olamaması durumunda, partide liderlik yarışı yeniden kızışabilir. Geçtiğimiz yıl yapılan olağanüstü kongrede Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı aday olan ulusalcı Muharrem İnce, popülist siyasetçi Mustafa Sarıgül, partinin eski Genel Başkanlarından olan deneyimli isim Deniz Baykal ve yeniden partiye dönen ve İstanbul İl Başkanlığı görevini üstlenen Murat Karayalçın, olası bir kongrede Kılıçdaroğlu’nun rakibi olabilecek kişilerdir.

Seçimlere moralli giren bir parti ise, üçüncülüğü neredeyse garanti olan Milliyetçi Hareket Partisi’dir. Yıllardır Devlet Bahçeli liderliğindeki parti, son dönemde AK Parti’den biraz oy çalarak yüzde 17-18 oy oranına ulaşmıştır. Barış sürecinde yaşanan aksaklıkları iyi değerlendiren MHP, bu tepkilerin yanında ekonomik reform vaatleriyle de seçmene göz kırpmaktadır. MHP’nin yaşadığı zorluklar ise; Kürt ve sol seçmenden asla oy alamaması, İslamcı seçmenlerin de daha çok AK Parti’yi tercih etmesidir. MHP, bu seçim sonrasında bir ihtimal AK Parti’nin koalisyon ortağı haline gelebilir. Bu durumda, partinin ekonomik kaynaklara ulaşması ve siyasal geleneğini devam ettirmesi mümkün olacaktır. Ayrıca Genel Başkan Devlet Bahçeli de, parti içi muhalefete rağmen koltuğunu koruyabilecektir.

Seçimlere giren dördüncü iddialı parti ise, Selahattin Demirtaş liderliğindeki Halkların Demokratik Partisi’dir. Klasik Kürt milliyetçisi tabanının yanısıra, bu seçimde sol ve aşırı sol seçmene de ulaşmayı hedefleyen HDP, genç ve karizmatik bir lider görüntüsü çizen Demirtaş sayesinde hızla yükselmekte ve yüzde 5-6’lık klasik tabanını yüzde 10’lar seviyesine çıkarmayı başarmaktadır. Ancak partinin yüzde 10’luk seçim barajını aşabilmesi hala kesin değildir. Baraja çok yakın bir oranla HDP’nin TBMM dışında kalması ise, bu partinin özerklik talepleri ve sokak hareketlerini hızlandıracak tehlikeli gelişmelere neden olabilir. HDP’nin barajı geçmesi ise, çok ilginç bir şekilde AK Parti’nin MHP ile koalisyona yönelmesi ve barış sürecini durdurmasına neden olabilir.

Seçim sonrasında ortaya çıkması muhtemel iktidar formülleri ise şöyle sıralanabilir;
  1. AK Parti’nin tek parti iktidarının devamı: HDP’nin baraj altı kalması durumunda, Güneydoğu Anadolu bölgesinden 60 civarında fazla milletvekili elde etmesi muhtemel AK Parti, tek parti iktidarı için gerekli olan 276 sayısını kolaylıkla geçecektir. Bu durumda PKK ile yürütülen barış sürecinin devamı garanti altına alınabilir ve filli yarı-başkanlık rejimi devam eder. Zira partinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedeflediği Başkanlık sistemine geçiş için bir referandum düzenlenmesini sağlayacak 330 sayısına ulaşması kolay gözükmemektedir. AK Parti’nin bunun için yüzde 47-48 üzerinde bir oy alması ve HDP’nin de baraj altı kalması gerekmektedir. Ancak bu şekilde AKP’nin tek parti iktidarının devamı ve Başkanlık rejimine geçiş mümkün olabilir.
  1. AK Parti-MHP Koalisyonu: Şimdilik hiç ifade edilmeyen bir senaryo, HDP’nin barajı geçmesi durumunda 276 milletvekili sayısının altında kalan AK Parti’nin MHP ile bir koalisyona yönelmesidir. Bu durumda Başbakan Davutoğlu’nun MHP lideri Devlet Bahçeli ile yapacağı pazarlık büyük önem kazanacaktır. Ülkenin bütünlüğünün sağlanması ve üniter yapının korunması karşılığında (anayasanın ilk 3 maddesinin korunmasıyla bu sağlanacaktır) AKP ile bir koalisyona sıcak bakabilecek Bahçeli’nin, Başkanlık sistemi konusunda ise ikna edilmesi o kadar kolay olmayabilir. Bu nedenle AK Parti-MHP koalisyonunun kurulması durumunda, yarı-başkanlık sisteminin devamı, hatta parlamenter sistemin güçlendirilmesi gibi ihtimaller gündeme gelebilir.
  1. AK Parti-CHP Koalisyonu: Oldukça zor görünmesine karşın, toplumsal temsiliyeti yüzde 70’leri bulacak AK Parti-CHP koalisyonu, Türkiye’de yeniden bir “bahar” havası estirebilir ve siyasal kutuplaşmaları zayıflatabilir. Lakin AK Parti ve Erdoğan’ın CHP karşıtlığı üzerine kurulu olan siyasal retorikleri, bu koalisyonun gerçekleşmesini epey zor bir ihtimal haline getirmektedir.
  1. AK Parti-HDP Koalisyonu: HDP’nin barajı seçmesi durumunda ortaya çıkacak bir diğer ihtimal de, AK Parti-HDP koalisyonunun kurulmasıdır. Bu koalisyon hükümetiyle barış sürecinde hızlı bir şekilde yol alınabilir ve Türkiye’de önemli idari yapısal reformlar gerçekleştirilebilir. Ancak bu durumda, CHP ve MHP tabanında seküler milliyetçi eğilimler hızla güçlenerek, ülkedeki istikrarı bozucu bir faktöre dönüşebilir.
  1. CHP-MHP Koalisyonu: Geçmişte Baykal döneminde CHP’nin iktidar formülü olan bu koalisyon modeli, şimdilik parti oy oranlarının yetmemesi nedeniyle zor gözükmektedir. Ancak bu iki parti, seçim sonrasında sürpriz bir şekilde gerekli sandalye sayısına ulaşırlarsa, bu koalisyon formülü kolaylıkla hayata geçirilebilir.
  1. CHP-MHP-HDP Koalisyonu: Gerçekleşmesi en zor, neredeyse imkansız olan bir koalisyon formülüdür. Zira HDP’nin barajı geçmesinin yanında, MHP ile HDP’nin ortak bir hükümete girmeye ikna edilmesi gereklidir. Ters mıknatıslanma yaşayan bu iki partinin bir koalisyona dahil edilmesi ise, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kapasitesini aşacak çok zor bir iştir.

Sonuç olarak, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında Türkiye’de 1. ve 2. maddelerde sıralanan iktidar formüllerinden birinin gerçekleşmesini beklemek akla daha yatkın gözükmektedir. Ancak AK Parti’nin son düzlükte büyük bir oy sıçraması yapmadığı takdirde, Başkanlık sistemine geçiş çok zor olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle, seçim sonrasında yarı-başkanlık sisteminin devamını beklemek daha makuldur. Her şekilde, Türkiye büyük siyasal çalkantılar yaşayan bir ülke olmaya devam edecektir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Ukrayna Krizi ve Rusya'nın Batı ile Satrancı


Özet: Ukrayna’da Rus yanlısı lider Viktor Yanukoviç’in devrilmesiyle dünya kamuoyuna yansıyan mücadele, aslında bir süredir Batı ile Rusya Federasyonu arasında gelişen satranç oyununun son hamlesiydi. Aslına bakılırsa Rusya’nın jeopolitik mücadelelere geri dönmesi, Vladimir Putin’in lider olmasıyla birlikte başlamış ve halen devam etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ukrayna, Ukrayna krizi, Kırım, Rus Dış Politikası, Rusya, Rusya Federasyonu, Karadeniz Bölgesi, Vladimir Putin, Rusya’nın Gücü.
  1. Giriş
2014 yılı başlarında dünya kamuoyunda gözler Suriye iç savaşından ve İran’ın nükleer programı konusunda Batı ile yaptığı müzakerelerden daha çok, Ukrayna’da yaşanan gelişmelere çevrilmişti. Hatırlanacağı üzere, Ukrayna’da haftalarca süren sokak gösterileri neticesinde Batı yanlılarının iktidarı ele geçirmesi ve seçilmiş Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in Rusya’ya kaçmasının ardından fiilen Rusya’nın kontrolüne giren Kırım Özerk Bölgesi, geçtiğimiz aylarda Moskova’ya bağlanmak için yapılan bir referanduma sahne olmuştu. Resmi açıklamalara göre, halkın yüzde 96,8’inin Rusya ile birleşilmesi yönünde oy verdiği referandumun ardından, Kırım yönetimi Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan ederek, resmen Rusya’ya başvurmuş,[1] Rusya Federasyonu da bu talebi olumlu karşılayarak, Kırım’ı ilhak ettiğini dünya kamuoyuna duyurmuştu.
Referanduma dünyadan ise farklı tepkiler gelmişti. ABD Başkanı Barack Obama ile telefonda görüşen Rusya lideri Vladimir Putin, yapılan oylamanın uluslararası hukuk çerçevesinde meşru olduğunu söylerken, ABD Başkanı Obama ve Avrupalı liderler referandumu tanımayacaklarını açıklamışlardı.[2] Ukrayna’nın geçici Cumhurbaşkanı Aleksander Turçinov, yaşananları bir farsa benzeterek, “referandumun Ukrayna ve medeni dünya tarafından tanınmayacağını”, geçici Başbakan Arseniy Yatsenyuk da “referandum sürecinin bir sirk performansını andırdığını” söylemişlerdi.[3] Referandum sürerken, Putin’i telefonla arayan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Rusya liderini geri adım atmaya ikna edememiş, Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius ise referandumu “yasadışı” ilan ederek, Rusya’yı Kırım’da “anlamsız ve tehlikeli tırmanışı sürüklemekle” itham etmişti. İngiltere’nin o dönemdeki Dışişleri Bakanı William Hague de, ülkesinin referandum sonucunu kabul etmeyeceğini söylemiş, AB’den de “Rusya’ya güçlü bir cevap vermesini” istemişti.[4] AB’nin o dönemdeki Dış Politika ve Güvenlikten Sorumlu Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ise, “AB’nin Rusya’ya en sert mesajı göndermek istediğini ve bu doğrultuda Moskova’ya yönelik ekonomik yaptırımlar uygulanabileceğini” belirtmişti.[5] Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki Cumhurbaşkanı ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise, Kırım Tatar Milli Meclisi eski Başkanı ve Ukrayna milletvekili Mustafa Cemil Kırımoğlu ile İzmir’de yaptığı sürpriz görüşme sonrasında, referandumun Türkiye tarafından da tanınmayacağını açıklamıştı.[6]
Ukrayna’da yaşananlar aslına bakılırsa başarısız bir iktidara karşı ayaklanan ve demokrasi talep eden halk durumundan daha çok, Batı ile Doğu arasındaki bir bilek güreşini andırmaktadır.
Kırım haritası
  1. Arka Plan
2000’li yıllarında başında, Amerika Birleşik Devletleri’nin muazzam askeri kapasitesini kullanarak Afganistan ve Irak işgali ve Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan “renkli devrimler” süreciyle Cumhuriyetçiler (George W. Bush) döneminde başlayan jeopolitik yayılması, 2008 yılında Rus tanklarının Gürcistan’a girip 5 gün içerisinde ülkede kontrolü sağlamasıyla sonuçlanan Güney Osetya Savaşı (2008 Rusya-Gürcistan Savaşı) ile dengelenmişti. Turuncu Devrim[7] sonrasında bir diğer Batı yanlısı iktidarın kurulduğu Ukrayna’da da, doğal gaz kartını kullanarak Viktor Yuşçenko yerine Viktor Yanukoviç’i göreve getiren Rusya, yakın coğrafyasında NATO müttefiki bir ülke istemediğini ve Amerikan yayılmasına Karadeniz’de izin vermeyeceğini kesin olarak gösteriyordu.
2011 yılında başlayan Arap Baharı süreci ise, kimilerine göre Amerikan jeopolitik yayılma stratejisinin Başkan Barack Obama döneminde de Orta Doğu ve Kuzey Afrika merkezli olarak devam ettiğini gösteriyordu. Rusya’nın bu süreci dengelemesi de fazla uzun sürmedi. 2011 yılından başlayarak önce Tunus, sonra Mısır, daha sonra Libya’da yaşanan iktidar değişimleri, Rusya için alarm zillerinin yeniden çalmasına neden oldu. Libya’da NATO bombardımanı ile yaşanan ve Kaddafi’nin korkunç ölümüyle sonuçlanan gelişmelerden sonra sıranın İran’a geleceğini öngören Rusya, bu nedenle olayların bir sonraki durağı olan Suriye’de ön alma stratejisini benimsedi. Nitekim Rusya Federasyonu, İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah’ın devreye girmesiyle savaşı kaybetme noktasına gelen Suriye’deki Beşar Esad yönetimi, bir anda yeniden güç ve moral depolayarak atağa kalktı ve Özgür Suriye Ordusu’nun ve El Nusra Cephesi gibi radikal İslamcı grupların gücünü dengeledi. Bugün Suriye’de yaşanan durumu askeri uzmanlar satrançtaki “pat” durumuna benzetiyor, hatta Esad yanlısı güçlerin giderek güç kazandığını ifade ediyorlar. Nitekim Rusya’nın gösterdiği bu direnç neticesinde, Suriye yönetimine alerjik Amerika Birleşik Devletleri’nin de -Türkiye’nin yoğun ısrarlarına karşın- Suriye’de kimyasal silahların yok edilmesi karşılığında barışçıl bir geçiş formülüne sıcak baktığı ve Esad yönetimini tolere edeceği ortaya çıktı. Öyle ki, geçtiğimiz aylarda ABD Dış İşleri Bakanı John Kerry, kimyasal silahların yok edilmesi konusunda uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapan Esad yönetimine teşekkür dahi etmişti.[8]
Rusya’nın bir diğer atak yaptığı saha ise Gürcistan olmuştur. Geçtiğimiz aylarda Gürcistan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Rusya destekli ve esasen çok zengin bir işadamı olan Başbakan Bidzina İvanişvili’nin desteklediği Georgi Margvelaşvili’nin açık ara farkla kazanması[9], kuşkusuz 2003 yılında yaşanan Gül Devrimi[10] sonrasında Eduard Şevardnadze’nin Mihail Saakaşvili ile yer değiştirmesi neticesinde Batı lehine bir güç kaymasının yaşandığı Gürcistan’da dengelerin yeniden Rusya lehine eski çizgisine döndüğünü ispatlıyordu.
  1. Ukrayna Krizi
2004 yılındaki Turuncu Devrim ile Batı rotasına giren Ukrayna’ya karşı, Rusya Federasyonu o dönemde akıllı bir strateji izlemiş ve özellikle 2009 yılındaki doğalgaz kesme taktiğiyle 2010 yılındaki seçimlerde Rus yanlısı Viktor Yanukoviç’in iktidara gelmesini sağlamıştı. 2013 yılı sonlarında Yanukoviç’in Avrupa Birliği ile imzalanması beklenen Ortalık Anlaşması’nı imzalamaktan vazgeçtiğini duyurması ise, ülkedeki Avrupa yanlısı sokak hareketlerini hızlandırdı. Yanukoviç’in bu politikasını ödüllendiren Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, bu ülkeye aktarılan doğalgazda önemli ölçüde bir indirim sağladı. Ancak bu gelişmeler, sokak olaylarını yatıştırmadığı gibi tam tersine daha da azdırdı. Sonuçta yaşanan büyük hadiselerin ardından Yanukoviç özel bir helikopterle Rusya’ya kaçarken, Ukrayna’da seçimler öncesinde bir geçiş hükümeti kuruldu ve Parlamento Başkanı Aleksander Turçinov geçici Cumhurbaşkanı ilan edildi. Daha sonra yapılan seçimlerde ise, Rusya karşıtı ve AB yanlısı söylemleriyle bilinen ve ülkesini AB ve NATO’ya üye yapmak istediğini kaydeden Ukraynalı işadamı Petro Poroşenko, ülkenin yeni Cumhurbaşkanı seçildi.
Rusya’nın bu yaşananlara cevabı ise, Kırım üzerinden oldu. Rusya, toplam nüfusa oranları yüzde 60’ı bulan Rus kökenli Kırım vatandaşları üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı politikası neticesinde, ordusunu Kırım’a gönderdi ve Türkiye açısından “kültürel azınlık” statüsündeki Kırım Tatarlarının da yaşadığı bu bölgeyi fiilen işgal etti. Böylelikle Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonrası bölgesine hapsolan Rusya’nın “yakın çevre” adını verdiği ve daha önce 2008’de Gürcistan’da başarıyla gerçekleştirdiği, etrafında Batı müttefiki ülke bırakmama ve bu uğurda gerekirse sert güç kullanma politikasının hala kararlılıkla devam ettiği görüldü.[11]


2010 Ukrayna seçim sonuçları ülkenin bölünmüş yapısını ortaya koyuyor.
Rusya’nın bu hareketini meşrulaştırırken Rus kökenli Kırımlılara atıf yapması ise, komünizmin çöküşü sonrası ideolojisiz kalan devletin yeni ideolojisinin Rus milliyetçiliği olduğunu tüm dünyaya bir kez daha gösterdi. Rusya’nın Kırım hamlesi, aslında ilerleyen aylarda Ukrayna’nın olası bir AB ya da NATO üyeliği durumunda kendisine yönelik sempatinin ve Rus kökenli vatandaşların daha yoğun olduğu Doğu Ukrayna’yı da aynı yolla Ukrayna’dan koparabileceğine dair bir gözdağı amacı da taşımaktadır. Tüm mevcut deneyimler Rusya’nın böyle bir şeyi savaş riskine rağmen kolaylıkla yapabileceğini göstermektedir.
Olaya daha geniş bir perspektiften bakıldığında ise, Ukrayna krizinin aslında bir anlamda Karadeniz mücadelesi olduğunu ve Montrö Sözleşmesi’ne taraf ama aynı zamanda NATO üyesi olan Türkiye’nin de bu süreçte jeopolitik olarak büyük önem kazanan ve aynı anda çeşitli jeopolitik risklerle de yüzleşen bir ülke olduğu söylenmelidir.[12] Bu nedenle Batı ile Rusya arasında bir satranç tahtasına dönen Ukrayna ve Karadeniz mücadelesinde, Türkiye’nin de çok dikkatli ve ihtiyatlı bir politika izlemesi zaruridir.
  1. Ukrayna: Gelecek Senaryoları
Öncelikle ilk ele alınması gereken gelişme, Ukrayna’nın seçimler sonrasında Batı yanlısı bir iktidara sahne olması ve önce AB ile ve hatta ilerleyen süreçte NATO ile çeşitli işbirliklerine yönelmesi durumudur. Böyle bir durumda kuşkusuz önceden kontrolünde olan bir “yakın çevre” ülkesini kaybedecek olan Rusya’nın tavrı agresif olacaktır. Bu agresivite, ilk olarak ticari yaptırımlar ve Ukrayna ile Avrupa ülkelerine yönelik doğalgaz arzında çıkarılacak sorunlar ve fiyat artırımları ile kendisini gösterecek, ancak özellikle Ukrayna’nın NATO’ya üyeliği gündeme gelirse muhtemelen Rusya, Kırım’a yaptığını doğu Ukrayna’ya da yaparak, NATO ile arasına bir tampon bölge oluşturmaya çalışacaktır. Daha olumsuz bir ihtimal ise, böyle bir durumda Rusya’nın Ukrayna’yı toptan işgal etmesidir. Kırım işgaline ses çıkarmayan Batı’nın ise, böyle bir durumda sessiz kalması beklenmeyebilir. Bu da, çok tehlikeli bir bölgesel hatta dünya savaşını gündeme getirebilir.
Bir süre önce Bloomberg Tv’de Charlie Rose’un programına katılan Gürcistan eski Cumhurbaşkanı ve daha önce Rusya’nın gazabına uğrayan Mihail Saakaşvili de, Batı’nın artık harekete geçmesi gerektiğini, aksi takdirde Rusya’nın ve Putin’in bu olaydan sonra daha da cesaretlenerek, Baltık bölgesi ve Doğu Avrupa’da da yeniden aktif politikalara ve operasyonlara başlayacağını iddia etmektedir.[13] Saakaşvili’ye göre, Kırım’ın Ukrayna’nın kaya gazı kaynaklarının neredeyse tamamına sahip olması da, Rusya’nın Kırım konusunda bu kadar kararlı hareket etmesinde önemli ancak pek bilinmeyen bir etkendir. Rusya’nın bu politikaları izlerken zayıf karnı ise, AB ile ilişkilerin bozulması durumunda kendisinin de ekonomik olarak zor duruma düşecek olmasıdır. Rusya’da halen komünist sistemin mevcut sistemden daha iyi olduğunu düşünen önemli bir nüfus bulunmaktadır ve ekonomik krizle birlikte giderek artan halk üzerindeki baskı politikaları, Rusya’yı zor günlere sürükleyebilir. Ancak Avrupa’nın böyle bir politikaya yönelmesi için muhakkak Rusya’dan aldığı doğalgazı ikame edebilmesi gerekmektedir. Böyle bir durumda da en önemli alternatifler Azerbaycan, İran ve Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve İsrail açıklarında yeni keşfedilen doğalgaz kaynaklarıdır. İran’la yapılan nükleer anlaşmanın devamı durumunda, Avrupa’nın İran gazını alması mümkün olabilecekken, anlaşma olmaması durumunda İsrail’in baskısıyla bu yol tercih edilmeyebilir. Zaten Avrupa ülkeleri de büyük olasılıkla İran’ı ana kaynak yapmaktan ziyade bir çeşitlendirme aracı olarak kullanmayı düşüneceklerdir. İkinci önemli bir kaynak, -her ne kadar beklendiği ölçüde verimli olmadığı ortaya çıksa da- kuşkusuz İsrail ve Kıbrıs açıklarında yeni keşfedilen doğalgaz rezervleridir. Ancak bunun için de, Akdeniz’de güvenliğin sağlanması ve Kıbrıs’ta bir çözüm, en azından bir enerji anlaşması yapılması gereklidir. Bu alternatif, Amerikan şirketi Noble ve İsrail şirketi Delek’in bölgedeki yatırımları da düşünülürse, Batı için çok daha iyi ve güvenli bir yoldur. Ancak Kıbrıs ve İsrail kaynaklarının TANAP’a bağlanması ve Avrupa’ya güvenli arzı durumunda bile Avrupa’nın enerji ihtiyacını tek başına uzun süre karşılayabilmesi mümkün olmayabilir. O yüzden, bu seçenekle birlikte Avrupa’nın Azeri gazına yönelmesi ve Azerbaycan üzerinden Türkmen gazını Avrupa’ya getirmeye çalışması, gerçekleşirse Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını hakikaten yok edebilecek bir gelişme olacaktır.[14] Bu nedenle 2. ve 3. tercihler birlikte ele alınabilirse, Rusya karşısında gerçekten bağımsız bir Avrupa’nın önü açılabilir.
Bir diğer senaryo ise, Ukrayna’nın geleceğinde her iki tarafın da tansiyonu düşürmesi ve zamanla durumun kriz öncesindeki haline çevrilmesidir. Bu durumda ise, Ukrayna’nın zaman içerisinde büyük ekonomik bağımlılığının olduğu Rusya’nın yörüngesine yeniden girmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Ukrayna’nın Rusya’ya doğalgaz bağımlılığı % 66 düzeylerindedir.[15] Dahası ekonomik krizdeki AB’nin Ukrayna’ya yardım elini ne kadar uzatabileceği meçhuldür. Son dönemde AB’ya dâhil olan Doğu Avrupa ülkelerinde artan ve Ostpolitik’i çağrıştıran Alman etkisi de, hem AB içerisinde Almanya ile her zaman rekabet halindeki İngiltere ve Fransa gibi AB’nin yanında hala nevi şahsına münhasır gündemleri olan güçlü ülkeleri, hem de Almanya’nın çok güçlenmesini istemeyen diğer küresel aktörleri rahatsız etmektedir. Bu nedenle, Ukrayna’nın tamamen AB ve Almanya kontrolüne bırakılması da istenen bir senaryo değildir.
Rusya’nın Ukrayna’daki Karadeniz deniz gücü
  1. Kırım Referandumu
Peki, Kırım referandumunun meşruiyetini nasıl ele almalıyız? Öncelikle Rus tüfeklerinin gölgesinde ve halkın önemli bir bölümünün katılmadığı bir referandumun demokratik açıdan son derece sakıncalı olduğunu belirtmek gerekiyor. Moskova, “yakın çevre” politikası doğrultusunda aynı şeyi daha önce Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhazya’da da uygulamış ve bu ülkeleri birkaç müttefikiyle beraber bağımsız devlet olarak kabul etmiştir. Ancak bu defa Rusya’nın Kırım’ın bağımsızlığını değil, kendisine bağlanmasını tercih ettiği görülmektedir.[16] Rusya yanlıları bu uygulamaları savunurken geçmişte yaşanan Kosova örneğini gündeme getirmektedirler. Hatırlanacağı üzere, 1999-2008 yılları arasında Birleşmiş Milletler idaresinde kalan Kosova, 2008 yılında bağımsızlığını ilan etmiş ve 100’ün üzerinde ülke tarafından tanınmayı başarmıştır.[17] Kosova’nın bağımsızlığını tanımayan Rusya Federasyonu, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Sırbistan gibi ülkelerse, Kosova’nın halen Sırbistan’a bağlı bir özerk bölge olduğunu iddia etmektedirler.
1998-2000 yılları arasında ABD’nin Kiev Büyükelçiliği görevini yürütmüş olan Brookings Enstitüsü uzmanı Steven Karl Pifer’e göre, Kırım ve Kosova’yı karşılaştırmak doğru olmaz. Zira Kosova’da bağımsızlığın tanınması öncesinde 9-10 yıllık uzun bir diplomasi süreci yaşanmış ve bu ülkeyi tanıyan ülkelerin sayısı 100’ü aşmıştır.[18] Kırım’da ise 2 haftalık çok kısa bir sürede bağımsızlık ilan edilmiş ve Rusya’ya bağlanma kararı alınmıştır. Kırım’ın bağımsızlığının birçok diğer çatışma bölgesine ve özerk Cumhuriyetlere de etki edebileceği açıktır. Rus dış politikasının temel unsuru olan bu taktiğin, Irak merkezi hükümetiyle çeşitli sorunlar yaşayan Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, işgal altındaki Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ, 40 yıldır filli olarak bölünmüş olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Transdinyester gibi bölgelere de örnek olabileceği açıktır.[19] Bu nedenle Rusya’nın Kırım politikasının meşrulaştırılması, birçok yeni ayrılığa da uygun ortam hazırlayabilecektir. Tam da bu yüzden, Batı’nın bunu hoş görmesi düşünülemez.
Ancak bu konuda Batı’nın elindeki enstrümanlar da son derece sınırlıdır. Ukrayna’nın AB ve sonrasında NATO’ya üyeliği gündeme gelirse, Rusya, Kırım’da yaptığını Doğu Ukrayna’da yapmayı da deneyebilir. Türkiye’nin bugüne kadar Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne uygun olarak devam ettirdiği Boğazlar rejimi, Batı ile Rusya arasındaki zıtlaşma ve çekişme yükselerek devam ederse, bir NATO üyesi ülke olan Türkiye tarafından yeniden gözden geçirilebilir. Amerika Birleşik Devletleri de Rusya’nın Kırım hamlesi sonrasında Suriye konusunda Rusya’yı Akdeniz’de yeniden sıkıştırmayı deneyebilir.
Amerikalı ünlü devlet adamı Henry Kissinger’a göre Ukrayna ve Kırım krizlerinin daha da derinleşmemesi için şu prensipler dikkate alınmalıdır;
  1. Ukrayna halkı, kiminle ortaklık sözleşmesi yapabileceğine kendisi karar verebilmelidir.
  2. Ukrayna, NATO’ya katılmamalıdır.
  3. Ukrayna halkı, istediği hükümeti iktidara getirebilmeli ve Ukrayna yönetimleri Finlandiya’ya benzer bir şekilde Avrupa ve Batı ile ilişkilerini arttırırken, Rusya’ya düşmanlık gütmemelidir.
  4. Rusya, Kırım’ı ilhak etmekten vazgeçmelidir.[20]
Son olarak, bu noktada self-determinasyon kavramına da daha yakından bakmak gerekir. Kendi geleceğini belirleme hakkı olarak Türkçe’ye geçmiş olan self-determinasyon, 1. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan Başkanı Woodrow Wilson tarafından ilan edilen 14 maddelik Wilson Prensipleri arasında da yer almıştır. Ancak self-determinasyonun bugüne kadar daha çok güç politikaları çerçevesinde bir anlam ifade ettiği ve uluslararası hukukta herkesçe kabul edilen ortak bir içerik taşımakta zorlandığı görülmektedir. Batı kamuoyunun Kosova ve KKTC’ye bakışında yaşanan farklılıklar, bunun en somut göstergesi olarak söylenebilir. Bu nedenle, uluslararası hukukun en azından şimdilik dünya ülkelerini ortak bir noktada buluşturamadığı ve daha çok güç politikalarına dayalı bir dünya sisteminin var olduğu ortaya çıkmaktadır.
  1. Rusya’nın Gücü
Hayatını ülkesine adamış bir lider olduğu söylenen Vladimir Putin’in son yıllarda geliştirdiği ABD’nin gücünü dengeleme stratejisi, önceki renkli devrimler sürecinde geliştirilen dengeleme stratejisinden farklı olarak ilk kez “yumuşak güç” boyutunu da taşıyor. Genelde askeri güç yanlısı olan, ya da doğal gaz kartı ile komşu ülkeleri hizaya getiren Rusya, Putin sayesinde bu defa SSCB’den yıllar sonra ilk kez yumuşak güç kullanmayı ve dünya siyasetinde neredeyse bir “süper güç” konumu kazanmayı başardı. Amerikan The New York Times gazetesine yazdığı “A Plea for Caution From Russia” makalesinde[21] dile getirdiği düşüncelerle Amerikan istisnacılığına karşı haklı argümanlar geliştirmeyi başaran Putin, böylelikle bu ülkenin politikalarından hoşnutsuz olan tüm ülkelerin sözcüsü haline gelerek, ülkesi adına müthiş bir geri dönüşü başarıyla gerçekleştirdi. Öyle ki, Putin bu olayın ardından Uluslararası Dünya Halklarının Manevi Birliği Kurumu tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi[22] ve Forbes dergisinin dünyanın en güçlü liderleri sıralamasında ilk sırayı ABD Başkanı Barack Obama’nın elinden alarak birinci sıraya oturdu.[23]Rusya’nın son dönemdeki en başarılı atakları ise; Gürcistan’da parlamento seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de desteklediği adayın seçilmesi ve Avrupa ve ABD ile de yakın bağlar geliştirmeye çalışan Ermenistan’ın Rusya’nın yönlendirmesiyle Rusya’nın Gümrük Birliği’ne katılması oldu.[24] Yakın coğrafyasındaki bir diğer önemli ülke olan Azerbaycan’da dengeleri kendi lehine değiştirmese de, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in görevde kalmasıyla[25] durumunu koruyan Rusya’nın bundan sonraki stratejisi, ekonomik olarak çöküş yaşayan Avrupa’da gücünü yeniden arttırmaya çalışmak olacaktır.
Elbette Rusya Federasyonu’nun bu tarihi geri dönüşüne imkân veren bazı önemli etkenler bulunuyor. Jonathan Adelman’a göre bunlar arasında Obama yönetiminin Orta Doğu’da askeri güç uygulama stratejisini rafa kaldırması, Avrupa Birliği’nin ekonomik krizde olması, Japonya’nın düşüşü, Hindistan’ın ekonomik sorunları ve Çin’in iç meselelerine odaklanması gibi faktörler başı çekiyor.[26] Ancak Adelman ve yine birçoklarına göre, Rusya’nın bu durumu sürdürmesi kolay değildir, zira boru hatları diplomasisindeki tüm gayretlerine ve akıllı adımlarına karşın Rusya ekonomisi geçmişteki Sovyet ekonomisi ve günümüz Amerikan ekonomisine kıyasla minyatür bir görüntü sergilemektedir. Ülkedeki yaygın yolsuzluk, otoriter rejime yönelik tepkiler ve Batı ülkelerinden 10 yıl daha kısa olan ortalama yaşam süresi[27] gibi faktörler Rusya’nın bu adımlarını iç politikasında da atacağı bazı adımlarla desteklemesi gerektiğini gösteriyor. Unutulmamalıdır ki, artık Rusya’nın geçmişte cazibe merkezi olmasını sağlayan komünizm gibi bir ideal yoktur. Bu durumda, Rusya’nın ve diğer alternatif güç merkezlerinin cazibesi sadece ABD ile sorun yaşayan ülkelere sunacakları fırsatlardan ileri geliyor. Veyahut Putin’in son makalesinde ifade ettiği hususları bir yeni ideolojik formata çevirip dünya kamuoyuna sunması gerekir. Ancak kendi içerisinde de ciddi demokrasi sorunları olan Rusya’nın, bunu başarabilmesi de kolay gözükmüyor. Şu da bir gerçektir ki, Rusya’dan artık yeni bir Dostoyevski, Tolstoy ya da Çaykovski çıkmıyor. Bunlar da kadim Rus medeniyetinin internet ve post-modernizm çağında yeni bir atılıma ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Bu nedenle Rusya’nın geri dönüşü konusunda iddialı yorumlar yapmak için henüz acele etmemek gerekiyor.
  1. Sonuç
Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında büyük bir jeopolitik çöküş yaşayan Rusya Federasyonu’nun son yıllarda Vladimir Putin liderliğinde yeniden toparlanma yolunda bazı adımlar attığı görülmektedir. Ancak Putin’in adımları, daha çok “yakın çevre” adını verdiği bölgede Rus hâkimiyetini korumak adına atılmış savunmaya dayalı hamlelerdir. Rusya’nın ideolojik cazibesinin olmaması ve Batı kapitalizminin kötü bir kopyası gibi algılanması, bu ülkenin güçlü ve zengin kültürüne karşın “yumuşak güç” unsurlarını kullanmakta çok acemi bir ülke görüntüsü vermesi ve bölgedeki ülkelerde desteklediği liderlerin o ülke halkları tarafından sevilmemesi gibi faktörlerle bu geri dönüşünü ne kadar sürdürebileceği meçhuldür. Putin’in güçlü liderliği şimdilik ülke içerisindeki sorunları da hasıraltı etmekte, ancak gelecek adına olumsuz algılanabilecek bazı sinyaller de bulunmaktadır. Bu nedenle Rusya Federasyonu’nun 21. yüzyılda daha iddialı olabilmesi için Avrasya Birliği gibi önemli bir jeopolitik hamle dışında, ABD ve Batı muhalifi ülke ve kesimlere umut olacak yeni bir ideoloji sunması kaçınılmaz bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Rusya’nın Orta Asya pazarına hızlı bir giriş yapan dev Çin Halk Cumhuriyeti karşısında ne yapacağı da bir diğer önemli sorun olarak karşısına çıkmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
[1] “Kırım bağımsızlık ilan edip, Rusya’ya başvurdu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26022578.asp.
[2] “Kırım bağımsızlık ilan edip, Rusya’ya başvurdu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26022578.asp.
[3] “Crimean parliament formally applies to join Russia”, BBC, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.bbc.com/news/world-europe-26609667.
[4] “Kırım bağımsızlık ilan edip, Rusya’ya başvurdu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26022578.asp.
[5] “La Crimée entame son rapprochement avec la Russie”, Le Monde, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi: http://www.lemonde.fr/europe/article/2014/03/17/crimee-le-parlement-ukrainien-approuve-une-mobilisation-partielle_4384161_3214.html.
[6] “Kırım bağımsızlık ilan edip, Rusya’ya başvurdu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26022578.asp.
[7] Turuncu Devrim Ukrayna’daki 21 Kasım 2004 Cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde, Kasım 2004’ten Ocak 2005’e kadar yaşanan politik olaylara verilen genel addır. Turuncu denilmesinin sebebi başkan adaylarından olan ve seçimlere hile karıştığını iddia eden Viktor Yuşçenko’nun seçim kampanyası dönemince bu rengi kullanmasıdır. Olaylar sonucunda Batı yanlısı Viktor Yuşçenko 23 Ocak 2005 tarihinde yemin ederek Cumhurbaşkanlığı görevine başlamıştır. Yuşçenko’nun bu dönemde zehirlenmesi hadisesi de akıllarda yer etmiştir.
[8] “ABD ve Rusya Suriye’yi görüştü, Kerry Esad’a teşekkür etti”, Meltem Haber, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.meltemhaber.com/?haber,10048.
[9] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Gürcistan’da Saakaşvili Dönemi Resmen Sona Erdi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/gurcistanda-saakasvili-donemi-resmen-sona-erdi/.
[10] Gürcistan’da, 2003 yılında Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’nin görevini bırakmak zorunda kalmasıyla sonuçlanan barışçıl halk hareketi.
[11] Bu konuda bir analiz için; Tüysüzoğlu, Göktürk (2014), “Dış Politika Tercihleri Ukrayna’yı Zorlamaya Devam Ediyor”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 14.03.2014, Erişim Adresi:http://politikaakademisi.org/dis-politika-tercihleri-ukraynayi-zorlamaya-devam-ediyor/.
[12] Tansi, Deniz (2014), “Karadeniz Savaşı!”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 14.03.2014, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/karadeniz-savasi/.
[14] “Azerbaijan May Benefit from the Russia-Ukraine Crisis”, Erişim Tarihi: 14.03.2014, Erişim Adresi:http://www.valuewalk.com/2014/03/azerbaijan-russia-ukraine-wwiii/.
[15] Bu konuda detaylı bir çalışma için; Kısacık, Sina (2013), “Ukrayna: Rusya Federasyonu ve Avro-Atlantik Blok Arasında Sıkışan Bir Ülke”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 14.03.2014, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/ukrayna-rusya-federasyonu-ve-avro-atlantik-blok-arasinda-sikisan-bir-ulke/.
[16] Bu konuda bir yazı için; Tüysüzoğlu, Göktürk (2014), “Kırım Sorunu ve eski Sovyet coğrafyasındaki ‘Donmuş Çatışma Bölgeleri’”, Al Jazeera Turk, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kirim-sorunu-ve-eski-sovyet-cografyasindaki-donmus-catisma-bolgeleri.
[17] Detaylar için bakınız; “Kosova”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/Kosova.
[18] “A new cold war? Why Crimea should matter to Americans”, USA Today, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi: http://www.usatoday.com/story/news/politics/2014/03/14/usa-today-capital-download-steven-pifer-ukraine-russia-crimea/6382965/.
[19] Tüysüzoğlu, Göktürk (2014), “Kırım Sorunu ve eski Sovyet coğrafyasındaki ‘Donmuş Çatışma Bölgeleri’”, Al Jazeera Turk, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi:http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kirim-sorunu-ve-eski-sovyet-cografyasindaki-donmus-catisma-bolgeleri.
[20] Kissinger, Henry (2014), “How the Ukraine crisis ends”, The Washington Post, Erişim Tarihi: 17.03.2014, Erişim Adresi: http://www.washingtonpost.com/opinions/henry-kissinger-to-settle-the-ukraine-crisis-start-at-the-end/2014/03/05/46dad868-a496-11e3-8466-d34c451760b9_story.html.
[21] Putin, Vladimir V. (2013), “A Plea for Caution From Russia”, The New York Times, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2013/09/12/opinion/putin-plea-for-caution-from-russia-on-syria.html?smid=tw-share&_r=1&.
[22] “Putin Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi” , CNN Türk, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi:http://www.cnnturk.com/2013/dunya/10/03/putin.nobel.baris.odulune.aday.gosterildi/725723.0/.
[23] “Forbes reveals World’s Most Powerful People 2013 – with Vladimir Putin taking top spot”, The Independent, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi:http://www.independent.co.uk/news/world/politics/forbes-reveals-worlds-most-powerful-people-2013–with-vladimir-putin-taking-top-spot-8913265.html.
[24] “AB, Ermenistan’ı Rusya’nın Gümrük Birliği’ne kaptırdı”, EurActiv, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.euractiv.com.tr/ticaret-ve-sanayi/article/ab-ermenistan-rusyanin-gumruk-birligine-kaptirdi-028327.
[25] “Azerbaycan’da İlham Aliyev Yeniden Cumhurbaşkanı Seçildi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/azerbaycanda-ilham-aliyev-yeniden-cumhurbaskani-secildi/.
[26] Adelman, Jonathan (2013), “Russia is Back”, Huffington Post, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.huffingtonpost.com/jonathan-adelman/russia-is-back_b_4087429.html.
[27] Vladimir Putin’in ülkesinde uygulamaya soktuğu yakın tarihli alkol kısıtlamalarının önemli bir sebebi de Rusya’da alkol bağımlılığı nedeniyle ortalama insan yaşamı özellikle de ortalama erkek yaşamı ömrünün Batı ülkelerine kıyasla çok daha kısa olmasıdır. Bakınız; “List of countries by life expectancy”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_life_expectancy.

21 Mayıs 2015 Perşembe

3 Kasım 2002 Seçimleri: Türkiye'de Siyasal Yapının Dönüşümü


Giriş
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 22. dönem üyelerini belirlemek için 3 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen genel seçimler, birçok yönden Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu yazıda 3 Kasım 2002 genel seçimlerinin analizi yapılmaya çalışılacaktır.
Seçim Sonuçları
Yüzde 10 seçim barajlı D’Hondt sistemi aracılığıyla uygulanan seçimlerde, henüz bir sene önce kurulmuş olan ve İslamcı kökten gelen, ancak kendisini “muhafazakar demokrat” olarak nitelendiren Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yüzde 34,28 oy almış, ancak yüzde 19,39 oy alan Deniz Baykal liderliğindeki merkez sol Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dışında hiçbir parti barajı geçemediği için, TBMM içerisinde yüzde 66’lık bir temsil oranına yani 363 sandalye sayısına ulaşmıştır. Bu sayede AK Parti’nin günümüze kadar halen devam eden tek parti iktidarları dönemi başlamış ve bu süreçte Türkiye önemli bir değişim-dönüşüm sürecine girmiştir. Seçimde Tansu Çiller liderliğindeki ülkenin köklü merkez sağ partisi Doğru Yol Partisi (DYP) yüzde 9,54 oyla barajı geçmeyi kılpayı farkla kaçırmış, Türk milliyetçiliği çizgisindeki ve Devlet Bahçeli liderliğindeki bir diğer köklü parti Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise, yüzde 8,36 oyla yine baraja oldukça yaklaşmış, ancak TBMM’de temsil hakkı kazanamamıştır. İşadamı Cem Uzan liderliğindeki Genç Parti (GP), büyük reklam kampanyasının ardından girdiği ilk seçimlerde yüzde 7,25 gibi çok yüksek bir oy oranına ulaşmış, ancak DYP ve MHP gibi barajı aşamayarak meclis dışında kalmıştır. Seçimde en büyük hayal kırıklığını, bir önceki seçimi birinci bitiren Başbakan Bülent Ecevit liderliğindeki Demokrat Sol Parti (DSP) yaşamış, partinin oy oranı yüzde 21’lerden yüzde 1’lere düşmüştür. Mesut Yılmaz liderliğindeki ülkenin DYP gibi bir diğer köklü merkez sağ partisi Anavatan Partisi (ANAP) de, yüzde 5,13’lük oyla büyük başarısızlıkyaşamıştır. DSP-MHP-ANAP hükümetinin belki de tek başarılı ismi olan Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in büyük umutlarla kurduğu Yeni Türkiye Partisi (YTP) de, seçimde hiçbir varlık gösterememiş ve yüzde 1,15’lik oy oranıyla hayal kırıklığı yaşamış ve yaşatmıştır. Kürt milliyetçiliği çizgisindeki ve Mehmet Abbasoğlu liderliğindeki Demokratik Halk Partisi (DHP) ise, yüzde 6,22 ile önemli bir çıkış gerçekleştirmiş, ancak yine de TBMM dışında kalmaktan kurtulamamıştır.
Seçimin bu şekilde sonuçlanmasında etkili olan faktörler ise şöyle sıralanabilir;
2001 Ekonomik Krizi
Türkiye’de 1999 depreminin ardından ikinci bir şok etkisi yaratan 2001 ekonomik krizinin etkileri, halk tarafından uzun yıllar unutulmamış, kriz sırasında iktidarda olan DSP, MHP ve ANAP’ın büyük oy düşüşü yaşamasından da anlaşılabileceği üzere, seçmen bu partileri cezalandırmıştır. Bu nedenle önemli tabanı olan bu üç parti de meclis dışında kalmış, hatta DSP, dünya demokrasi tarihinde az görülür bir şekilde 3 yıl içerisinde yüzde 20 oranında oy kaybetmiştir. Başbakan Bülent Ecevit’in ABD’den getirdiği ve özel yetkilerle donattığı Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in uygulamaya soktuğu ekonomik reform programı, henüz ilk aylardan itibaren toparlayıcı bir etki gösterse de, hükümetin erken seçime gitme kararı, halkın bu düzelmeyi hissetmesini imkansız kılmıştır.
Başbakan Bülent Ecevit’in Hastalığı
Seçimin iktidar partileri açısından fiyaskoyla sonuçlanmasında etkili olan bir diğer faktör de, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın mimarı ve bir dönemin kudretli Başbakanı Bülent Ecevit’in sağlık sorunları nedeniyle son döneminde çok zayıf ve aciz bir görüntü vermesi olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ten beri güçlü liderliği seven Türk halkı, Ecevit’in bu hasta görüntüsü nedeniyle ülkeyi iyi yönetemediği düşüncesine kapılmış ve ekonomik krizin yanında bu durum da seçim sonuçlarında oldukça etkili olmuştur.
MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Büyük Hatası
Seçimin bu şekilde sonuçlanması ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın önünün açılmasında etkili olan bir diğer faktör de, Ecevit’in hastalığı döneminde “MHP’siz bir koalisyon formülü istendiği” gerekçesiyle MHP lideri Devlet Bahçeli’nin koalisyondan çekilme kararı alması ve ekonomik krizin etkileri atlatılamadan ülkeyi seçime götürmesi olmuştur. Denilebilir ki, bu kararla Devlet Bahçeli, Türkiye’yi Recep Tayyip Erdoğan’a kendi elleriyle teslim etmiş ve AK Parti’ye seçimlerde “dikensiz bir gül bahçesi” yaratma imkanı sunmuştur.
Koalisyon Hükümetlerine Duyulan Tepki
Seçim sonrasında ortaya çıkan bir diğer gerçek de, Türkiye halkının 1990’lı ve 2000’lerin başında iktidara gelen koalisyon hükümetlerinin kısır çekişmeleri ve uyumsuz görüntülerine duyduğu tepkiyi göstermesi olmuştur. Nitekim bu seçimden başlayarak, Türkiye seçmeninde tek parti iktidarını ve güçlü liderliği destekleme eğilimi daima ağır basmış, hatta giderek daha da baskın hale gelmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisi ve Recep Tayyip Erdoğan Faktörü
Seçim sonuçları hakkında önceki hükümetlerin başarısızlığı kadar, AK Parti’nin başarısı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmatik liderliğine de dikkat çekmek gerekir. 2001 yılında Ankara Bilkent Otel’de 3 “y” ile (yolsuzluk, yasaklar, yoksulluk) mücadele etmek için kurulmuş olan AK Parti, İslami siyasetin en önemli isimleri olan Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener gibi siyasetçileri bir araya getirdiği gibi, Köksal Toptan, Yaşar Yakış ve benzeri merkez sağ figürleri, Zafer Üskül ve Ali Babacan gibi liberalleri ve hatta Haluk Özdalga ve Ertuğrul Günay (daha sonradan) gibi merkez sol siyasetçileri bile bünyesine katmayı başarmış ve gerçek bir “catch-all party” görüntüsü çizmeyi başarmıştır.
Bunun yanında Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle sağ kesimde efsaneleşen hayat hikayesi, AK Parti’nin başarısında büyük rol oynamıştır. Okuduğu bir şiir nedeniyle seçimler öncesinde birkaç ay hapis yatan Erdoğan, İslamcı söylemleri ve sert liderliğiyle 1990’ların ortalarında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu günden itibaren, tartışmasız Türkiye’nin en çok dikkat çeken siyasetçisi olmayı başarmıştır. Laiklik karşıtı mesajlarına karşın, halka yakın duruşu ve özellikle İslami kesimlerle olan özel bağı, Erdoğan’ı adeta bir “halk kahramanı” mertebesine taşımış ve bu tarihten başlayarak Erdoğan, girdiği her seçimde rakiplerine ezici üstünlük sağlamıştır. Erdoğan’ın tarzının laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerde yarattığı alerjiye rağmen, Belediye Başkanlığı döneminde ispatladığı iş bitiricilik konusundaki başarısı ve liderlik etme yeteneği, Türkiye halkında kendisinin ülkeyi daha doğru yönetebileceği yönünde bir izlenim oluşturmuştur. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması sonrasında bugün AK Parti’nin Ahmet Davutoğlu liderliğinde yaşadığı oy kaybı, Erdoğan’ın ne kadar önemli bir lider olduğunu ispatlamaktadır.
Sonuç
3 Kasım 2002 seçimleri Türkiye açısından ancak Richter ölçeğine göre yüzde 9 seviyesinde bir depreme benzetilebilir. Zira bu seçim nedeniyle Türkiye’de merkez sağ siyaset tasfiye olmuş ve İslamcı kökten gelen AK Parti, ülkede sağ siyaseti tamamen domine etmeye başlamıştır. Ayrıca bu tarihten itibaren, Türkiye’de İslamcı-laik kutuplaşmasının başladığı ve etkilerinin bugün de devam ettiği yeni bir döneme girilmiştir. Buna ek olarak, AK Parti’nin 2007 genel seçimleri ve 2010 anayasa değişikliği sonrasında tamamen perçinlediği bu yeni düzende, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin teokratik ve ayrılıkçı akımları dengeleyici, ancak demokrasiyi gölgeleyeceği fren mekanizması ortadan kalkmış ve Türkiye ekonomik açıdan başarılı, ancak siyaseten istikrarsız bir döneme girmiştir. Bu düzen hala sürmekte ve Türkiye büyük siyasi sorunlarla çalkalanmaya devam etmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ