28 Temmuz 2010 Çarşamba

Demokrasi ve İşçi Sınıfı


-->
Batılı anlamıyla demokrasi yüzeysel Marksist okumalarda genellikle burjuvazinin bir eseri olarak gösterilir. Oysa kurumsallaşmış, pekişmiş bir demokrasi bütüncül bir Marksist okuma yapıldığında ve tarihteki örnekleri incelendiğinde burjuvazi kadar hatta ondan çok daha fazla işçi sınıfının bir ürünüdür. Bu yazıda kısaca Batı dünyasında işçi sınıfının doğuşu, güçlenmesi ve demokrasilerin kökleşmesi arasındaki bağı inceleyeceğim. Bunu yaparken demokratikleşme olgusunu en kapsamlı açıklayan Barrington Moore’un yapısalcı yöntemini kullanacağım.
Bilindiği üzere modernleşme kuramının yalnızca ekonomik gelişmişlikle demokratik pekişme arasındaki pozitif korelasyonlara dayalı basit yönteminin dünyayı ve siyasal rejimleri anlamakta yetersiz kalması nedeniyle 1960’larda Barrington Moore önderliğinde yapısalcı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Moore tarihsel/yapısal bir bakış açısıyla demokrasi ve değişik rejimlerin ortaya çıkışını sınıfsal analizler doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. Buna göre bir ülkenin ekonomideki üretim tipi (tarımsal üretimin endüstriye oranı), güçlü bir aristokrasinin, feodal geleneğin olup olmaması, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiler demokrasiye doğrudan etkide bulunan faktörlerdir. Mesela üretimin ağırlıklı olarak tarımsal alanda yapıldığı ya da güçlü bir feodalitenin bulunduğu ülkelerde demokrasinin yeşermesi ve pekişmesi daha zor olmuştur. Zira toprak sahipleri ve oligarşik yapılar daima demokrasi karşıtı güçler olarak karşımıza çıkmışlardır. Bunlara ek olarak, demokratikleşmeyi başlatan burjuva sınıfı olmasına karşın, demokrasinin derinleştirilmesi ve ilerlemesi ancak işçi sınıfının demokratik haklarının elde ederek sistemi doğrudan etkilemeyi başarmalarıyla mümkün olabilmiştir. Moore’un başlattığı yapısalcı akımını sürdüren Evelyne Huber, Dietrich Rueschemeyer ve John D. Stephens gibi Karşılaştırmalı Politika uzmanları “The Impact of Economic Development on Democracy” adlı klasik olmuş makalelerinde bu konuyu enine boyuna işlemişlerdir.
Huber, Rueschemeyer ve Stephens; Moore’un başlattığı akımı geliştirerek sınıfsal çatışmaların yanı sıra devlet-toplum ilişkisini ve devletin yapısını (güçlü ve hukukun üstünlüğünü koruyabilen bir devletin var olup olmaması vs) ve bir de uluslararası sistemdeki güç dengelerini (ekonomik ilişkiler, Soğuk Savaş koşulları, süper güçlerin yönlendirmeleri ve etkileri vs) denkleme katmışlardır. Yapısalcı ekolü takip eden yazarların örneklerle pekiştirerek öne sürdükleri temel argüman kapitalist gelişimin ve sonrasında işçi sınıfının örgütlü muhalefetle ortaya çıkmasının demokrasinin ilerlemesinde faydalı olduğudur. Zira kapitalistleşme sürecinde aristokrasi ve feodal güçlere karşı konumlarını geliştiren burjuvazi ve işçi sınıfı; 20. yüzyılın başlarında öncelikle oy hakkı edinebilmek için uğraş vermiş ve bu amaçlarına ulaşmışlardır. Bu nedenle halkın kendi kendini yönetmesi olarak bilinen cumhuriyet yönetimleri ve demokrasinin ortaya çıkışı ve gelişmesinde kapitalist üretim metodunun dolayısıyla kentleşmenin, sanayileşmenin büyük etkisi olmuştur. Ancak yapısalcı yazarların örneklerle ispatladığı gibi belli bir zaman sonunda aristokrasinin ve feodal beylerin yerlerini alan burjuvazi daha fazla demokratikleşmenin önünde engel olarak karşımıza çıkmıştır. İşin bundan sonrasını ise işçi sınıfı üstlenmiştir.
Avrupa’da demokrasilerin gelişimi incelendiğinde kentlerde nüfusu hızla artan ve kapitalist sistemin doğası gereği emekleri sömürülen, çok zor koşullarda yaşayan proletarya mensuplarının tüm yasaklamalara ve engellemelere karşı Marksist doktrin çerçevesinde birleşerek ayaklandıklarını ve böylelikle önce sendikal haklarını elde ettiğini, daha sonra ise seçme-seçilme haklarını kazanarak devleti sosyal devlet, refah devleti olma yolunda zorladığını görmekteyiz. Genelleme yaparak konuşmak gerekirse bu mücadelede burjuvazinin küçük bir kesimi işçi sınıfına destek olurken genellikle burjuvazinin büyük kesimi doğası gereği daha fazla kâr ve siyasal güç elde etmek için demokratikleşmenin önünde engel teşkil etmişlerdir. Hatta tarımsal üretimi sınai üretimine göre daha fazla olan İspanya, İtalya ve Almanya gibi toplumlarda Avrupa burjuvazisi ve bürokrasisi, toprak sahipleriyle işbirliği yaparak büyük bir propaganda mekanizması oluşturmuş ve işçi düşmanı faşist iktidarları başa geçirmişlerdir. Ancak emperyalizm ve kolonyal bağlar kaynaklı ek gelir imkanı bulunan Avrupa ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfını belli bir ölçüde tatmin eden sosyal devlet inşa edilmiş ve Avrupa demokrasileri bu sayede sosyalist devrimler gerçekleşmeden ayakta kalmayı başarmışlardır.
Türkiye’nin öznel koşulları nedeniyle toplumun büyük ölçüde desteklediği bir askeri müdahale sonrası oluşmuş olsa da 1961 anayasası ve sonrası süreç incelendiğinde Türkiye’de küreselleşme öncesi demokratikleşmenin yine sanayileşmenin başladığı ve yoğunlaştığı 1960'lı yıllarda olduğunu görmekteyiz. İşçi sınıfının 1961 anayasasının getirdiği haklar sayesinde örgütlenmesi, sanayileşme geliştikçe nüfuslarının ve dolayısıyla siyasetteki etkilerinin artması ve sınıfsal amaçları bulunan siyasal partilerin kurulması Türkiye’de oldukça demokratik ve verimli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuştur. 1950’li yıllarda ise daha tarımsal bir toplum olan Türkiye’de toprak reformu aleyhtarlığından kurulmuş, toprak sahiplerinin ve onlarla işbirliği yapan burjuvazinin çıkarlarını koruyan Demokrat Parti’nin son dönemlerinde tek-parti döneminden kalma 1924 anayasasının da etkisiyle küçük çapta bir faşist yönetim tecrübesi yaşanmıştır. 27 Mayıs sonrası işçi sınıfı, sosyalist hareketler ve dolayısıyla demokrasi gelişmesine karşın, Moore’u revize eden yapısalcı yazarların da üzerinde durduğu uluslararası dengeler ve Soğuk Savaş etkili olmuş ve önce toplumda demokratik mücadeleden uzak bir kutuplaşma ve terörizm hadisesi yaşanmış, daha sonrasında ise 12 Mart ve 12 Eylül ile Amerikan kontrolündeki Türk demokrasisine büyük darbeler vurulmuştur.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası oluşan tek kutuplu dünyada ise küreselleşme nedeniyle demokratikleşmeyi bambaşka faktörlerin etkilediğini görmekteyiz. Küreselleşme nedeniyle Avrupa’daki refah devleti darbe üstüne darbe alırken, Amerika da ekonomik çöküşünü durdurabilmek için küresel sermaye ile birlikte artık tek başına yön verebildiği dünya siyasetinde daha saldırgan bir tutum belirlemiştir. Küresel serbest piyasa sisteminin dışında kalan ya da bu sisteme karşı kendilerine koruma kalkanı inşa etmeye çalışan ülkeler etnik ve mezhepsel ayrılıkları kullanılarak ve bunlara demokratikleşme süsü verilerek birbiri ardına parçalanmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya örneğinden sonra kapitalizmin hedefinde haydut devletler ve Kemalizm’e dayalı karma ekonomik yapısını kısmen koruyan Türkiye bulunmaktadır. Türkiye için oynanabilecek kart ise toplumda ikilik yaratan dinci-laik, Alevi-Sünni ve Türk-Kürt ayrışmasıdır. İşçi sınıfının siyaset sahnesinde giderek silindiği, sosyal hakların geri alındığı bu ortamda elbette demokratikleşme adıyla sunulan program aslında emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni sömürü düzenidir. Soğuk Savaş döneminden iyi dersler çıkaran Avrupa ve ABD kapitalizmi, bunu yaparken kültürel ve ekonomik savaşa büyük önem vermekte ve direnen ülkeleri IMF programları, küresel sermaye vasıtasıyla çıkarılan ekonomik krizler ve medya yönlendirmeleri sayesinde köşeye sıkıştırmaktadır. Yapılan kültürel savaşta artık sağ-sol ayrımı bile ortadan kalkmış ve küreselleşmeyi destekleyen tüm merkez ve aşırı güçler emperyalizmin yeni silahları olmuşlardır. Umuyoruz ki demokratikleşmenin tarih boyunca öncüsü olmuş işçi sınıfı, Türkiye’de bu emperyal düzene katılmaz ve “Türkiye’de asgari ücret yüksek” diyen IMF ve kendi ülkelerinde işçi sınıflarından sosyal hakları bir bir geri alan Avrupa Birliği gibi küreselleşmeci güçlerle aynı safta yer almaz.
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Demokratikleşme




Demokratikleşme kısaca demokrasinin bir ülkede kök salması, derinleşmesi ve konsolide edilmesi olarak tanımlanabilir. Ancak demokratikleşmeyi anlamadan önce demokrasinin ne olduğuna yeniden göz atmakta fayda var. Minimalist tanımıyla demokrasi özgür, kısıtlamasız ve hilesiz (free and fair elections) seçimlerin yapılarak siyasal partilerin iktidar için halkın oylarıyla mücadele etmesi, halkın parlamentoda vekiller aracılığıyla temsil edilmesidir. Samuel Huntington ve Joseph Schumpeter gibi isimler demokrasinin bu minimalist tanımı üzerinde durmuş ve araştırmalarını bu doğrultuda yapmışlardır. Hatta Huntington "two turnover test" denilen mekanik düşüncesiyle bir ülkede siyasal iktidarın bir partiden diğerine iki defa geçmesinin, iktidarın sağlıklı bir şekilde el değiştirmesinin bu ülkede demokrasinin yerleştiği anlamına geleceğini savunur. Ancak daha kapsamlı tanımıyla demokrasi hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, sivil toplum örgütlerinin siyasete aktif olarak katılmaları ve adaletli gelir dağılımı gibi bir çok unsuru içerir. yine sivil ve siyasi hakların kısıtlanmaması, çoğulculuk, farklı kimliklere yaşama hakkı verilmesi, devlet kurumlarının tarafsızlığı gibi özellikler batı dünyasında demokrasinin daha kapsamlı tanımına dahil edilmiş konulardır.

David Collier ve Steven Levitsky yaptıkları bir araştırmada Karşılaştırmalı Politika (Comparative Politics) uzmanları tarafından kategori olarak belirlenmiş 550 kadar değişik yönetim biçimi olduğunu belirlemişlerdir. Tabii ki bu kategorizasyon çılgınlığı demokrasinin nitelikleri hakkında bizi çıkmaza sürüklemektedir. Bu nedenle Andreas Schedler’in kullandığı belli başlı 4 çeşit yönetim tipi üzerinde durmakta fayda var. Schedler’e göre özgür ve hilesiz seçimlerin yapılamadığı rejimler "otoriter" kategorisine girmekte ve doğal olarak demokratik kabul edilmemektedir. İkinci kategori "seçim demokrasisi" ya da "yarı demokrasi" adı verilen özgür seçimlerin yapıldığı ancak siyasal haklar, sivil-ordu ilişkileri ve daha bir çok konuda demokrasi kriterlerinin sağlanamadığı sistemlerdir. Huntington ve Schumpeter gibileri bu seçim demokrasilerini de demokratik olarak görmekte ve demokrasinin minimalist tanımı üzerinde durmaktadırlar. Üçüncü kategori "liberal demokrasi" adını verdiğimiz özgür ve hilesiz seçimlerin yanı sıra, gelişmiş insan hakları koşullarının sağlandığı ve bunların devletçe korunduğu, tartışmasız sivil hakimiyetinin var olduğu ve sivil toplum kuruluşlarının karar alma sürecine aktif olarak dahil oldukları rejimlerdir. Schedler bu noktada liberal demokrasi adını verdiği ülkeleri incelemek için Robert Dahl’ın “polyarchy” kavramının faydalı olduğundan söz eder. Dahl’ın düşüncesinde “polyarchy” adı verilen demokrasilerin şu özellikleri bulunmaktadır:

- Seçimle iş başına gelen yöneticiler
- Özgür ve hilesiz seçimler
- Herkese tahsis edilmiş oy hakkı
- Ofislere, kurumsal pozisyonlara herkesin ulaşma hakkı
- İfade özgürlüğü
- Özgür basın
- Kurumsal otonomi

Bunlara ek olarak adaletli gelir dağılımını ekleyen Schedler liberal demokrasinin farklı ülkelerde farklı koşullara uyum gösterebileceğinin de altını çizmektedir. Dördüncü kategoriyse "gelişmiş demokrasi" adını verdiği demokrasinin tüm sosyal ve siyasi aktörler tarafından özümsendiği ve Adam Przeworski’nin meşhur tanımıyla “şehirdeki tek oyun” (only game in the town) haline geldiği sistemlerdir. Demokrasiyi John Rawls’un "overlapping consensus" adını verdiği görüşleri ne olursa olsun toplumun tüm kesimleri tarafından ortak olarak kabul edilmiş değerler sistemi olarak kabul edersek, Dahl’ın argümanı yapılacak birkaç eklemeyle demokrasinin çizgilerini gayet açık bir şekilde belirlemektedir. Burada eklenmesi gereken bazı hususlar kanımca güçler ayrılığı ilkesinin hatasız olarak işlemesi ve devlet kurumlarının birbirlerini kontrol edebilmesidir. Bu özelliğe Guillermo O’Donnell "horizontal accountability" ismini vermektedir. Devlet kurumları yatay sorumluluk prensibi gereğince diğer kurum ve güçlerin işleyişini kontrol ederken, dikey sorumluluk (vertical accountability) anlayışı doğrultusunda halkın ve toplumun çeşitli kesimlerine karşı sorumluluklarını da yerine getirmelidir.

Demokratikleşme olgusunu açıklayan üç ana teori bulunmaktadır. Birinci teori, modernleşme kuramı doğrultusunda formüle edilmiş ve Seymour Martin Lipset’in eserlerinde karşımıza çıkan ekonomik gelişmişlik anlayışıdır. Bu teoriye göre bir ülkede demokrasinin gelişmesi o ülkenin ekonomik koşullarıyla doğru orantılıdır. Lipset eserlerinde bir ülkede bulunan bilgisayar, telefon sayılarını, gayri safi milli hasıla (gdp) verilerini kullanarak demokrasinin ancak ekonomik olarak kalkınmış ülkelerde işleyebileceğini kanıtlamaya çalışmıştır. Lipset’e göre sağlıklı bir demokrasi için şehirleşme, endüstrileşme ve eğitim olmazsa olmaz koşullardır. Doğrusal bir tarih ilerleyişi anlayışı bulunan bu kuramda, burjuvazi demokrasinin yerleşmesinde baş rolü oynamaktadır. Ancak lipset’in düşüncelerinde tarihsel, kültürel ve siyasal farklılıkların hiç göz önünde bulundurulmaması önemli bir sorundur. Zira ülkelerin siyasi kültürleri, devlet gelenekleri, coğrafi özellikleri, tarihsel-yapısal koşulları (mesela geçmişte koloni olup olmadıkları) ve hatta dinleri önemli rol oynamaktadır. Bir çok zengin Orta Doğu ülkesinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası bulunmayan rejimlerinin bulunması da Lipset’in argümanını zayıflatan bir diğer konudur.

Modernleşme kuramının bu sorulara tatmin edici cevaplar verememesi nedeniyle 1960’larda Barrington Moore önderliğinde yapısalcı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Moore tarihsel/yapısal bir bakış açısıyla demokrasi ve değişik rejimlerin ortaya çıkışını sınıfsal analizler doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. Buna göre bir ülkenin ekonomideki üretim tipi (tarımsal üretimin endüstriye oranı), güçlü bir aristokrasinin, feodal geleneğin olup olmaması, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiler demokrasiye doğrudan etkide bulunan faktörlerdir. Mesela üretimin ağırlıklı olarak tarımsal alanda yapıldığı ya da güçlü bir feodalitenin bulunduğu ülkelerde demokrasinin yeşermesi daha zor olmuştur. Bunlara ek olarak, demokratikleşmeyi başlatan burjuva sınıfı olmasına karşın, demokrasinin derinleştirilmesi ve ilerlemesi işçi sınıfının demokratik haklarının elde ederek sistemi doğrudan etkilemeyi başarmalarıyla ancak mümkün olabilmiştir. Moore’un başlattığı bu akımda da sınıfsal analizlere yeterli önem verilmesine karşın, siyasal elitlere, aktörlere ve enternasyonal ilişkilere hiç yer verilmemesi dikkat çekicidir. Ayrıca yine ülkelerin kültürel özelliklerinden çok katı bir ekonomik determinizme dayanıyor oluşu, bu teoriyi zayıflatmaktadır.

Pozitivist geleneğin zayıflamasıyla beraber 1970’lerde Dankwart Rustow’un ünlü “Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model” makalesiyle beraber yeni bir teori doğmuştur Karşılaştırmalı Politika alanında. Transitionalist approach adı verilen bu kuramda demokratikleşme siyasal elitler arasındaki bir pazarlık süreci içerisinde incelenmiştir. Buna göre ülkelerin demokratikleşmesi ve rejim değişiklikleri sistem elitleri arasındaki pazarlıklar, güç dengeleri sonucu oluşmaktadır. Bu noktada burjuvazi, askeriye, önemli sivil toplum kuruluşları gibi aktörler ön plana çıkmakta ve yeni sistemin kurallarını koymaktadırlar. Siyasal aktörlere çok fazla güvenen bu anlayışın temel eksikliği fazlasıyla elitist bir bakış açısının bulunması ve toplumu, sınıfları bu süreçte dışlamasıdır. yine ekonomik-tarihsel-yapısal faktörler göz ardı edilmiş ve siyasal aktörlerin davranış biçimlerini etkileyen makro dengelerden hiç söz edilmemiştir.

Demokratikleşme olgusuna bu üç teori farklı bakış açılarıyla yaklaşmalarına karşın, hiçbirinin tek başına tatmin edici bir açıklama yapabildiğini iddia etmek zordur. Belki de gerekli olan bu üç bakış açısını aynı potada eritebilecek daha kapsamlı, makro dengeler kadar mikro analizlere de yer veren ve kesin sebep-sonuç ilişkileri kurmaya çalışmayan yeni bir teoridir. Ancak bu üç temel teori haricinde demokratikleşme olgusunu açıklayan bir diğer metot da kültürel yaklaşımdır. Aslında demokratikleşme üzerine yapılmış kültürel açıklamaların ilk örneklerinden biri Max Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde görülebilir. Bu eserde Weber, Protestan ahlakı ile kapitalizm dolayısıyla batılı anlamıyla demokrasinin gelişmesinde bir parallellik kurmakta ve Katolik inanca mensup toplumlara, topluluklara kıyasla kültürel anlamda daha bireysel ve bireyci, daha özgür ve girişimci insanlar yetiştiren Protestan ülkelerde demokrasinin yeşermesinin ve geliştirilmesinin daha kolay olduğunu ileri sürmektedir. Weber'e göre bunun temel nedeni protestan inancın Katolizm'in aksine ilahi kurtuluşun iyi insan olup olmamakta ya da kilisenin ön gördüğü şekilde yaşayıp yaşamamakta değil, doğuştan yazılı olan kaderle belirleneceği düşüncesi neticesinde çalışmayı dünyevi ibadet olarak benimsemesi etkili olmuştur. Weber'in bu açıklamasına daha sonraki yıllarda da sıkça atıfta bulunulacak ve katolik toplumlar ve sonrasında islam toplumlarının demokratik geri kalmışlıklarını açıklamak için görüşlerinden feyz alınmıştır.

Max Weber'den yıllar sonra demokratikleşme konusundaki kültürel açıklamaların yeniden gündeme gelmesi 1960'lı yıllarda Gabriel Abraham Almond ve Sidney Verba'nın "The Civic Culture" ve benzeri eserleriyle olmuştur. Toplumların demokratik gelişmişliklerini o toplumlarda hakim olan sosyopolitik kültürle açıklamaya çalışan Almond ve Verba, yaptıkları araştırmalar sonucunda gelişmiş demokratik toplumlarda sivil demokratik kültürün daha ileri seviyede olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu ülkelerde yapılan sayısal araştırmalarda sivil toplum örgütlerinin ve üyelerinin sayısı ve toplam nüfusa oranı, seçimlere katılım oranı ve daha bir çok unsur daha az demokratik olarak kabul edilen toplumlara göre çok yukarılarda çıkmıştır. Bu noktadan hareketle Almond ve Verba toplumları temel olarak üç kategoriye ayırırlar. Parochial (dar görüşlü, cemaatçi) toplumlar henüz modernleşememiş dolayısıyla siyasal aktör ve kurumların henüz tam anlamıyla oluşmadığı ve kurumsallaşmadığı ilkel cemaatler olarak nitelendirilmiştir. Subject (teba) adı verilen ikinci grup toplumlarda siyasal hayat ve aktörler kurumsallaşmış olmasına karşın bu kurumsallaşma demokrasi yönünde olmamış ve halk karar alma sürecinden dışlanan pasif bir kitle haline getirilmiştir. Almond ve Verba'nın idealize ettikleri batı tipi participant (katılımcı) toplumlar ise demokrasinin ve demokratik sivil kültürünün davranışsal ve tutumsal olarak halka yerleştiği ve demokrasinin "şehirdeki tek oyun" haline geldiği gelişmiş ülkelerde görülmektedir. Almond ve Verba'nın yeniden gündeme getirdikleri kültürel açıklama metodu diğer üç temel yaklaşıma kıyasla daha geri planda kalsa da, Ronald Inglehart, Valery Bunce ve Robert Putnam gibi bu ekolün çok önemli ve ünlü takipçileri karşılaştırmalı politika sahnesinde yer edinmişlerdir. Özellikle Putnam'ın "Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Ttaly" kitabı klasik haline gelmiş çok önemli bir yapıttır. Bu eserde Putnam; kuzey İtalya ve güney İtalya'daki demokratik gelişmişlik farklılıklarını kültürle açıklamaya çalışmakta ve daha feodal, daha az sanayileşmiş ve şehirleşmiş, sivil toplumun gelişmediği, dinsel ve geleneksel davranış biçimlerinin yoğun olarak devam ettiği güney İtalya'nın bu özelliklerini demokratik geri kalmışlığının nedeni olarak ortaya koymaktadır. Inglehart ve Bunce gibi araştırmacılar da sivil toplum örgütlenmesinde geçerli olan plüralizm ve korporatizm esasları ile demokratik gelişmişlik arasında bağlantı kurmaya çalışmışlardır.

Özellikle Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve Soğuk Savaş'ın bitmesi sonrası ise kültürel çalışmalar tamamen İslam ülkeleri ve Müslüman toplumlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalarda genellikle İslam'ın diğer dinlere oranla daha kapsamlı bir din olduğu ve bu nedenle demokrasinin gelişmesinin daha zor hale geldiği fikrini ön plana çıkarmışlardır. Bilindiği üzere bu çalışmaların en çok bilineni ve aynı zamanda en çok tepki çekeni Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezidir.

Ozan Örmeci

Democratization

-->
Democracy by dictionary definition means “government by the people, exercised either directly or through elected representatives”[1] and is accepted as the best or at least the “least bad”[2] method of governing. Democracy was first appeared in ancient Greek city states called polis where the economic welfare provided by the forced labor of slaves created a convenient environment for elites to deal with sciences, to think and philosophize about the “just” and best way of government. There have always been discussions about the definition of democracy. Minimalist Schumpeterian[3] definition of democracy refers to a “polity that permits the choice between elites by citizens voting in regular and competitive elections” (Karl, p. 164). Samuel Huntington also with his “two turnover” test[4], places himself in the category of this minimalist definition. However, broader definition of democracy includes important conditions such as the freedom of expression, absence of discrimination against particular groups and political parties, freedom of association for all interests, an active civil society and civilian control over military forces. Even broader definition of democracy also includes increasing economic equity and increasing proportion of population participating in elections and referendums etc. While minimalist approach is criticized for equation democracy with electoralism, maximalist approach is blamed to be too idealistic. Democratic consolidation on the other hand, refers to the internalization of democracy by all social and political actors and the transformation of democracy as the “only game in the town” in people’s eyes using Adam Przeworski’s famous definition.
Democratization as a dictionary definition means “the action of making something democratic”[5]. In comparative politics discipline, we use the term democratization to refer to the transition of a country from authoritarian or partial democracy to liberal democracy. According to Linz and Stepan, democratization is a broader term that contains liberalization in itself. Democratization includes liberalization, open contestation over the right to win control of the government and free competitive elections. Linz and Stepan assert that liberalization can take place without a complete democratization. They also define democracy on three levels. According to Linz and Stepan, behaviorally, a system is democratic when there are no significant political, social or economic actors that want to demolish the regime. Attitudinally, a democratic regime is consolidated when the very majority of people in this country are committed to democratic principles. Constitutionally, a regime should be called democracy when there are specific laws, regulations, and procedures in the constitution that prevent the collapse of democratic system (Linz & Stepan, pp. 5-8). Democratization became an area of interest, when the post-World War II scholars created theories in order to find answers to the question “Why do some countries shift their existing political systems for liberal democracy?” after witnessing some European, East Asian, Latin and African countries adopting the universal suffrage and the rule of law to secure the social, political and economic liberties of their citizens. Scholars like Samuel Huntington defined this movement as “democratization wave” and claimed that starting from the mid 1970’s there has been a visible trend -using the old categorization- in second and third world countries to make democratic reforms and to transform their political regimes into Western type democracies. As a result, the scholars had developed three main theories of democratization: the modernization approach, the transitional approach and the structural approach. Each theory tried to explain the factors that lead to democratization with paying attention to these factors differently. Therefore, modernization approach scholars explained the transition by pointing to a state’s economic development. On the other hand, transitional scholars argued that democratization is led by the initiatives of the political elites, whereas the scholars belonging structural approach suggested that this had occurred by the change in the “structures of class, state and transitional power” (Potter et al., p. 22).
Modernization approach was the first theory that explained the process of democratization. According to the founding father of this theory Seymour Martin Lipset (Lipset, p. 75), the main premise of modernization approach is “democracy is related to the state of economic development”, and thus “the more well-to-do a nation, the greater the chances that it will sustain democracy”. Higher degree of industrialization, urbanization and educational level in a given state necessary leads to liberal democracy. On the other hand, the traditionally underdeveloped parts of the world usually “lack an enduring tradition of political democracy” (Lipset, p. 73). In order to prove his argument, Lipset illustrates a chart showing the per capita incomes, thousands of persons per doctor, number of persons per motor vehicles, number of telephones per 1000 persons, number of radios per 1000 persons and newspaper copies per 1000 persons in European and English speaking countries and in Latin American countries to have a correlation between the higher degree of above mentioned variables and the degree of democratization. What he finds out that European and English speaking countries, which are democratic, have more income, more doctors for less number of people, higher number of telephones, vehicles, radios and newspaper copies than the Latin American countries have, which are ruled with dictatorship or unstable democracy. As a result, the economic development is regarded as “modernization” of the state and hence, it will inevitably lead to democratization. Lipset also mentions that there are prerequisites for democratization[6]:
- Uninterrupted continuation of political democracy since WW I
- The absence of a major political movement against democracy in the last 25 years
Lipset also argues that there is a historical process to democratization. At the first stage of this process, lower classes become more involved in politics, when the class struggle emerges by the development of wealth and degree of education. At the second stage, with the development of wealth and level of education, lower classes turn out to be the advocates of democracy and political rights. Finally, at the third stage the existence of the newly adopted democratic rule is protected and guaranteed by the lower -now middle- classes against the influence of extremist parties. Modernization is also a unilinear process, which all countries will follow with no exception and eventually become liberal democracies. Lipset by using statistical correlations strengthens his arguments and asserts that more a country industrializes, urbanizes, economically enriches and educates its citizens, the more it will have chance to consolidate its democracy. Lipset asserts that Max Weber was right in saying that modern democracy is the product of capitalist industrialization because stable democracies are only visible in industrialized, capitalist countries (Lipset, Political Man, p. 28). He also mentions that although it is very difficult to draw conclusions from correlations, there are important determinants like income, education and literacy which are positively correlated with democracy. At this point, Lipset ignores other factors, such as cultural, historical and political differences each state has, and also the influence of the international environment. What he foresaw never happens in reality. Indeed, there are economically developed countries, which are not democracies. For instance, the Gulf States are all oil rich countries, but none of them can be classified as liberal democracies. Lipset had blatantly ignored the fact that the factors that constitute an obstacle to the implementation of democratic rules and laws, like religious law and traditions cannot be easily abolished or even changed.
During the end of 1960’s, the assumptions of modernization theory had failed to match with the realities. Therefore, a new theory of democratization was born as a response to modernization approach. It was the structural approach, which was first argued by Barrington Moore in his work “Social Origins of Dictatorship and Democracy”. Moore’s main concern is why some countries become liberal democracies, but others ended up having communist or fascist dictatorships in the 20th century. In addition to this, Potter (Potter et al., p. 18) gives the main argument of structural approach as “democratization processes are explained … by changing structures of power”. Moore talks about different changing relationships of classes in the early modernization period had directed some states towards democracy but others fascism or communism. Moore (Moore, pp. 430-431) proposes five preconditions of democracy:
1) The development of a balance to avoid too strong a crown or too independent a landed aristocracy
2) A turn toward an appropriate form of commercial agriculture
3) The weakening of the landed aristocracy
4) The prevention of an aristocratic-bourgeois coalition against the peasants and workers
5) A revolutionary break with the past
What is meant with these preconditions is that when landed aristocracy loses its power, and the bourgeoisie does not see this as an opportunity to ally themselves with the aristocracy against the peasants and the workers, and the economy becomes dependent on commercial agriculture, the state does not get too powerful. As a result, the democratic rule comes into existence. Nevertheless, if the bourgeoisie is not sufficient in establishing equilibrium with the foremost upper class, this ends up the domination of the latter over the commercial agriculture and eventually fascism. The five classes, the peasantry, the bourgeoisie, the landed aristocracy, the proletariat and the state are the structures of power in a country. Moore gives the examples of Great Britain, United States and France, which become liberal democracies. Scholars such as Barrington Moore believe that democracy is the product of rising bourgeoisie but it was only completed after the emergence of strong proletariat opposition. Moore thinks that countries where landed aristocracy is strong and labor-repressive agriculture is the dominant mode of production democratic settlement would be much more difficult. Structuralist approach focused on class struggles and the mode of production. However, its inefficiency in understanding the role of contingency and political actors led to the emergence of the transitionalist approach.
The transition approach came into sight in the article “Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model” written by Dankwart Rustow in 1970. This theory basically advocates “democracy is produced by the initiatives of human beings [i.e. political elites]” (Potter et al., p. 15), and Rustow explains the transformation of a state into democracy in four developmental stages. In the first stage, people living in a certain territory come together and establish a national unity “to share a political identity” (Potter et al., p. 14), even if the individuals do not share the same beliefs. In the second stage, after the national unity is realized, there arises a major conflict between different classes of the society. “Each country goes through a different struggle; the historical details differ in each case” (Potter et al., p. 14). As a result, “democracy … is born of conflict, even violence, never as a result of a simply peaceful evolution” (Potter et al., pp. 14-15). The clash of classes at this stage is a difficult one, and not all countries achieve democratization afterwards. Some end up having authoritarian rule and some others face disintegration of their national territory. The countries that are successfully democratized pass to the third stage. At this phase, the elites make a compromise with each other over the adoption of the democratic rules. In the final stage, the next generation political elite makes a habit of the democratic rules and the democratization of the state is successfully realized.
Juan Linz and Alfred Stepan, the scholars following Rustow, had brought further explanation to the difference between the “initial transition from authoritarian rule or preliminary political liberalization” from “the consolidation of liberal democracy” (Potter et al., p. 15). The political liberalization does not always lead to democracy, since it occurs when the authoritarian or semi democratic state administration decides to give some concessions to the public, such as less censorship over media, more autonomy to civil organizations, emancipation of political prisoners and more freedom to opposition. On contrary, the consolidation of democracy can only be achieved when the state is totally democratized in all aspects. In his famous article Rustow criticized scholars for considering positive correlations as causal relations. In his view, things that are named prerequisites of democracy can be rather the outcome of democracy. According to Rustow, democratization is not a worldwide uniform process and there can be many ways to democracy. Rustow proposed students of comparative politics to concentrate on political actors and their strategies who are assumed to be rational and autonomous. He also underlined the importance of choice and contingency. There is no doubt that Rustow’s accent on agency, process and the bargaining opened a new field in comparative politics. Moreover, Rustow rejected and offered an alternative to functionalist theories. Together with the devaluation of the modernization theory (emergence of Dependency School etc.), functionalist theories began to lose their supremacy in comparative politics works. However, according to Haggard and Kauffman, “emphasis on process has come to exercise a disproportionate influence on theoretical analyses” (Haggard & Kaufman, p. 263). They claim that these bargaining models miss underlying economic conditions and social forces that heavily affect the bargaining process. Although transitionalist approach is very beneficial, in their view it fails to address the factors that shape actors’ preferences and capabilities in the first place and the conditions under which they might change over time. In addition, transitionalist theories pay relatively little attention to economic variables and interests which could play a major role in the behaviours of political actors (Haggard & Kaufman, p. 266).
-->

BIBLIOGRAPHY

- Dictionary.com web site, http://www.dictionary.com
- Karl, Terry Lynn, (1990), “Dilemmas of Democratization in Latin America”, Comparative Politics October 1990
-->
-->
- Linz, J. & Stepan, A., (1996), “Problems of Democratic Transition and Consolidation”, John Hopkins University Press
-->
- Potter, D. & Goldblatt D. & Kiloh M. & Lewis, P., (1997), “Democratization, Open University Press
-->
- Lipset, S. M., (1959), “Some Social Requisites of Democracy: Economic Development and Political Legitimacy”, American Political Science Review 53 (1) pp. 69-105
-->
- Lipset, S. M., (1983), “Political Man: The Social Bases of Politics”, pp. 33-53
-->
- Moore, B., (1966), “Social Origins of Dictatorship and Democracy: Lord and Peasant in the Making of the Modern World”, London: Penguin Books
-->
- Haggard, Stephan & Kaufman, Robert R., (1999), “The Political Economy of Democratic Transitions” in ed. Lisa Anderson, Transitions to Democracy
-->
- Rustow, D. A., (1970), “Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model”, Comparative Politics 2 (3) pp.337-363




Ozan Örmeci




[1] Definition taken from Dictionary.com
[2] “Democracy is not at all the best of political regimes, but rather the least bad”; a famous saying of Winston Churchill.
[3] Reference to Joseph Schumpeter
[4] Samuel Huntington by his “two turnover” test basically claims that if a country has been able to experience change in the governmental power without any serious regime problems at least twice, we can assert that this country is democratic.
[5] Definition taken from Dictionary.com
[6] Lipset, Seymour Martin, “Political Man: The Social Bases of Politics”, p. 30