28 Nisan 2016 Perşembe

İslam Dünyasındaki 10 Ülkede Laiklik ve Şeriatçılık Eğilimleri


ABD merkezli ünlü araştırma şirketi Pew Araştırma Merkezi'nin (Pew Research Center), 2015 yılı içerisinde İslam coğrafyasındaki 10 farklı ülkede yaşayan halkların laiklik ve şeriatçılık konusunda eğilimlerini ölçtüğü “The Divide Over Islam and National Laws in the Muslim World” (Müslüman Dünyasında İslam ve Ulusal Hukuk Arasındaki Farklılık) adlı araştırmasının[1] sonuçları geçtiğimiz gün açıklandı.[2] Bu yazıda, bu araştırmanın sonuçlarından satırbaşlarını sizler için özetleyeceğim.

Öncelikle, araştırmada seçilen 10 ülkeyi sıralayalım. Bu ülkeler; Pakistan, Filistin, Ürdün, Malezya, Senegal, Nijerya, Endonezya, Lübnan, Türkiye ve Burkina Faso’dur. Araştırmaya göre; Müslümanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in hukuk sistemlerini ne derece etkilemesi gerektiği sorusu sorulduğunda, Pakistan, yüzde 78 oranıyla halkın en yüksek oranda şeriat hukuku talep ettiği ülke olmuştur. Pakistan’ı yüzde 65’le Filistin, yüzde 54’le Ürdün, yüzde 52 ile Malezya, yüzde 49’la Senegal, yüzde 27 ile Nijerya, yüzde 22 ile Endonezya, yüzde 15’le Lübnan, yüzde 13’le Türkiye ve yüzde 9’la Burkina Faso takip etmiştir. Ilımlı İslam denilebilecek ara noktaya denk düşen ve İslam’ın bazı yönlerinin sosyal ve hukuki hayatı etkilemesini ancak tamamen etkilememesini talep eden reformist görüş ise, yüzde 52 ile en güçlü şekilde Endonezya’da karşılık bulmaktadır. Endonezya’yı takip eden ülkeler ise; yüzde 38’le Ürdün ve Türkiye, yüzde 37 ile Lübnan, yüzde 33’le Senegal, yüzde 27 ile Burkina Faso, yüzde 23’le Filistin, yüzde 17 ile Malezya ve Nijerya ve yüzde 16 ile Filistin’dir. İslam’ın hiçbir şekilde hukuk sistemi ve sosyal hayata karıştırılmamasını talep eden laiklik yanlısı kesimler ise, yüzde 60’la en çok Burkina Faso’dadır. Burkina Faso’yu yüzde 42 ile Nijerya ve Lübnan, yüzde 36 ile Türkiye, yüzde 17 ile Malezya, yüzde 16 ile Senegal ve Endonezya, yüzde 8’le Filistin, yüzde 7 ile Ürdün ve yüzde 2 ile Pakistan izlemektedir.


Araştırmanın temel bulguları

Araştırma sonuçları daha yakından incelendiğinde, şu temel gerçekler karşımıza çıkmaktadır. Laiklik eğilimlerinin diğer ülkelere kıyasla nispeten daha yüksek olduğu Burkina Faso, Nijerya, Lübnan ve hatta Malezya gibi ülkeler, Müslümanlar dışında daha farklı din gruplarının (üç ülkede Hıristiyanlar, Malezya’da ise Budistler) da yaşadığı ülkelerdir. Dahası, Lübnan’da Müslüman nüfus da Sünniler ve Şiiler arasında neredeyse eşit oranda ikiye bölünmüş durumdadır. Dolayısıyla, bu ülkelerde laiklik görüşlerinin maddi bir temeli vardır. Bu araştırmada Burkina Faso, Nijerya ve Lübnan’ın ardından en çok laiklik talep edilen 4. ülke olan Türkiye ise, neredeyse sadece Müslüman nüfusa sahip olmasına karşın, Cumhuriyet Devrimi sonrasında yaşadığı katı laiklik tecrübesi, Batı dünyası ile (ABD ve AB) yoğun sosyoekonomik ve sosyokültürel ilişkileri ve Alevi nüfusun varlığı sayesinde bu konumunu koruyabilmektedir. Ancak Türkiye, diğer ülkelerle kıyaslandığında son derece istisnai bir durumdadır. Zira Türkiye’ye benzer dini-mezhepsel bir yapısı olan Pakistan, araştırma sonuçlarına göre İslami eğilimlerin en güçlü olduğu ülkedir. Bu nedenle, Türkiye’nin, bu istisnai ve olumlu yapısını koruyabilmek adına, dini çoğulcu yapısını geliştirmeye gayret etmesi ve azınlık gruplarını ve Alevileri özenle koruması gerekmektedir. Aksi takdirde, demokrasinin laikliğin aşınarak ilerlemeye başladığı bir süreçte, Türkiye’nin önce "ılımlı İslam" modeline kayması, daha sonra da Pakistanlaşması hiç de yabana atılmaması gereken bir ihtimal haline gelecektir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Araştırma sonuçlarının yer aldığı raporun tam haline buradan ulaşılabilir; http://www.pewglobal.org/files/2016/04/Pew-Research-Center-Political-Islam-Report-FINAL-April-27-2016.pdf.

26 Nisan 2016 Salı

On Dönemde Türkiye-Azerbaycan İlişkileri


Hakan Sezgin Erkan, Sina Kısacık ve Damla Sevimli tarafından yazılan ve “Türkiye’nin Komşuları” serisinin ilk kitabı olan XV. Yüzyıldan XXI. Yüzyıla Türkiye-Azerbaycan İlişkileri ve Azerbaycan’ın Sosyal, Ekonomik, Kültürel Değişimi[1], bu alanda yazılmış ender bilimsel eserden biri olarak dikkat çekmektedir. Kanes Yayınları tarafından 2015 yılında yayımlanan kitap, ayrıca kaliteli baskısı ve detaylı içeriğiyle de övgüyü hak etmektedir. Kitabın arka kapağında Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın ve Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi gibi önemli akademisyenlerin görüşlerine başvurulmuştur. Kitabın en ilginç bölümlerinden birisi ise, Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin on farklı döneme ayrılarak incelendiği kısımdır. İlerleyen yıllarda yapılacak akademik çalışmalarda da referans olarak kullanılabilecek olan bu kategorizasyonun yer aldığı bölüm, bu nedenle oldukça önemli ve dikkate değerdir. Bu yazıda, bu bölümden yola çıkarak Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin farklı safhalarını sizlere özetlemeye çalışacağım.

Kitabın yazarlarından Sina Kısacık, imzalı çalışmalarını UPA Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci’ye hediye ederken

Bilimsel sınıflandırma adına önemli olan bu kategorizasyona geçmeden önce, okurlarımıza temel bazı bilgileri hatırlatmakta fayda var. Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin tarihi, bu kitapta ve benzer çalışmalarda genellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren başlatılmaktadır. Bunun sebebi ise, aynı Anadolu Türkleri gibi bir Türk boyu olan Azerilerin de Orta Asya kökenli Türkî bir halk olması ve Osmanlı’ya kadar, özellikle de Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu İmparatorlukları dönemlerinde, Azerilerin de Anadolu Türklerinin kurduğu bu devletlerin bir parçası olması gerçeği vardır. Bir diğer önemli konu ise, 20. yüzyıl başlarında ilk Azerbaycan Devleti’nin kurulmasına kadar, Azerbaycan tabirinin, daha çok bugünkü Azerbaycan ve İran’ın kuzeyini kapsayan geniş alanı içeren coğrafi bir terim olarak kullanılmasıdır. Yani tarihsel süreçte Azerbaycan’a referans yapıldığında, bu, çok daha geniş bir coğrafyayı ifade eder. Bugün ise, Azerbaycan dar sınırlara hapsedilmiş; dahası, topraklarının da yüzde 20’si Ermenistan işgali altındadır.

Bu bilgilerin ardından, Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin 10 ana dönemine bakılabilir;
  1. Anadolu Türkleri ve Azerbaycan arasındaki etkileşim, Osmanlı Devleti’nin daha kurumsal ve güçlü bir konuma geldiği 15. yüzyılda başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde Karadeniz’in bir Türk denizi (gölü) haline getirilmesiyle, ticari ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştır. İlişkiler, 18. yüzyılın başına kadar daha çok ticari düzeyde devam etmiştir. Bunun temel sebepleri; Osmanlı Devleti’nin daha çok Balkanlar (Batı) yönelimli bir devlet olması ve Hazar bölgesinin önemini o yıllarda henüz kavrayamamış olmasıdır. Ayrıca büyük ve güçlü bir devlet olan ve Osmanlı’nın tarihsel düşman olarak algıladığı Rus Çarlığı’nın varlığı da, bu konuda önemli bir etkendir. Bu dönemde, Azerbaycan, Doğu ile Batı arasında önemli bir ticaret köprüsü ve adeta kervansaray işlevi görmüştür.
  2. İlişkilerde ikinci dönem, 1723 yılında Serasker İbrahim Paşa’nın Tiflis’i almak için harekete geçmesiyle 18. yüzyılda başlar. Safevi Devleti’nin dağıldığını fark eden Rus Çarı I. Petro (Deli Petro), 1723 yılında Bakü Kalesi’ni ve Gilan’ı ele geçirmiştir. Aynı zamanda verilen ültimatomla Bakü ve Derbent kalelerinin de boşaltılması istenmiştir. Osmanlı’nın Rusya ile Hazar Bölgesi için yaptığı ilk anlaşma olan İstanbul Antlaşması sonucunda, Derbent ve Bakü kaleleri ile Dağıstan Rusya’ya bırakılmış; Gence, Karabağ, Ahıska, Revan ve Tebriz ise Osmanlı’nın kontrolüne geçmiştir. İlerleyen yıllarda, İran’da Şahlık rejimi güçlenmesine karşın, Osmanlı, bu dönemde bölgede kurduğu etkiyi kaybetmemiştir. Bu nedenle, bu dönem Türklerin siyasi birliğinin sağlandığı ilişkilerin “altın çağ” dönemi olarak nitelendirilebilir.
  3. 1736 yılında Nadir Şah’ın başa geçmesiyle girilen dönem, ilişkilerin üçüncü önemli safhasıdır. Bu dönemde, duraklama aşamasına girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu revizyonist emellerinden vazgeçmiş ve bölgede statükonun korunmasına yönelik politikalar takip etmeye başlamıştır. Rusya ile sürekli gerginlik yaşayan ve zaman zaman savaşlara giren Osmanlı, bu nedenle İran’la arasını düzeltmek istemiştir. Nitekim 1736’da yapılan İstanbul Antlaşması sonucunda, Gence, Tiflis ve Revan İran’a bırakılmış ve bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti sarsılmıştır. 1746 Kerden Antlaşması ile de, IV. Murat dönemindeki Kasr-ı Şirin Antlaşması sınırlarına dönülmüştür.
  4. İlişkilerin dördüncü dönemi, Nadir Şah’ın öldürülmesiyle başlar. Güç kaybeden İran’a ve Rus-Gürcü ittifakına karşı, Osmanlı, bu dönemde, bölgede yeni kurulan Azeri hanlıklarını desteklemiştir. Gürcü Kralı’nın hanlıklar üzerindeki toprak taleplerine set çeken Osmanlı, İran etkisinde kalan Nahçıvan Hanlığı haricinde, tüm hanlıklarda yeniden kendi etkisini tesis etmiştir.
  5. 1768 Osmanlı-Rus Savaşı ile beraber, ilişkilerde beşinci döneme girilir. Bu dönemde, Rusya’ya karşı Azerbaycan’la birleşmek politikası güden Osmanlı, üst üste kaybettiği savaşların neticesinde bölgedeki iddiasını büyük ölçüde yitirmiş ve 1787-1798 Osmanlı-Rus Savaşı ardından bölgedeki hanlıklara sadece hediye gönderebilen ve ancak manevi destek sunabilen zayıf bir yapıya bürünmüştür. Rusların desteğiyle bölgedeki Azerbaycan hanlıklarına saldıran Ermeniler, bu dönemde de Azerbaycan’a en büyük zararı veren grup olmuştur.
  6. 1792 Yaş Antlaşması ile ilişkilerde altıncı dönem başlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun artık Avrupa’nın "hasta adam"ı haline geldiği ve çöküş süreci içerisine girdiği bu dönemde, Azerbaycan ve Kafkasya’ya verilen destek, manevi destekle sınırlı kalmıştır. Ekonominin zayıflaması ve savaşlarda özellikle Rusya karşısında alınan küçük düşürücü yenilgiler, Osmanlı’nın özgüvenini sarsmış ve bölgedeki etkisini de tamamen kırmıştır. Bu tarihten itibaren, Azerbaycan ve halkı, adeta kendi kaderine bırakılmıştır.
  7. İlişkilerde Azerbaycan ve halkına verilen önemin artması, İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti ve partisinin güçlenmesiyle başlar. Bu dönemde, her ne kadar içerisinde Ermeni, Rum ve farklı gayrimüslim komitacılar olsa da, İttihat ve Terakki’nin Enver Paşa ile sembolleşen Türkçü kanadının baskılarıyla, Kafkasya Türkleri ve Azerbaycan, devlet kademesinde yeniden önemli bir mesele haline gelmiştir. Balkan Savaşları’nda alınan yenilgiler ve Arap halklarının İngiliz kışkırtmasının da etkisiyle 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya sırt çevirmesinin neticesinde, Türkçülük ve Türk dünyası, Osmanlı için adeta tek seçenek haline gelmiştir. Bu dönemde, Rus desteğiyle kendi bölgelerinde çoğunluk olduklarını ispatlayabilmek adına katliamlara başlayan Ermenilerin mezalimleri de, Türkçü ruhun doğuşuna vesile olmuştur. Ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali sürecinde yaşadığı çalkantı, bölgedeki Türklerin kendi bağımsız devletlerini kurabilmesi imkânını doğurmuştur. Nitekim bu dönemde, 1918 yılında Türklerin ilk laik ve demokratik devleti olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kurulmuş ve ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu devleti oluşturan bölge Türkleri, derhal Doğu Cephesi Kumandanı Vehip Paşa ile irtibata geçmiş ve bunun sonucunda Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın 300 kişilik subay kadrosuyla Gence’ye gitmesi kararlaştırılmıştır. 4 Haziran 1918 tarihinde Osmanlı ile Azerbaycan Cumhuriyeti arasında bir dostluk mukavelesi de imzalanmıştır. Bu mukavelenin en önemli maddesi olan 4. maddeyle, Azerbaycan’ın istemesi halinde Osmanlı’nın kendilerine silahlı yardımda bulunması esası benimsenmiştir. Bu gelişmeler sonucunda, Kafkasya (Kafkas) İslam Ordusu kurulmuş ve 10.000 kişilik küçük bir ordu olmasına karşın, bu ordu, Bakü’ye girmiş ve 30.000 düşman askerini esir almıştır. Bu başarıya karşın, diğer cephelerde alınan yenilgiler ve Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi müttefiklerinin de yenilmeleri yüzünden, Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sona erdiği 1920 yılına kadar, bu anlatılan 7. dönem sürmüştür denilebilir. İlişkilerin psikolojik ve ideolojik açıdan en güçlü dönemi olan bu süreç, maalesef maddi ve askeri kapasite nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
  8. İlişkilerin sekizinci dönemi, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin yıkıldığı ve Azerbaycan’ın bir Sovyet (Rus) uydusu haline getirildiği komünizm dönemidir. Bu dönem, Anadolu Türklüğü ile Azerbaycan ve Kafkas Türklüğü arasındaki bağların koparıldığı ilişkilerin en kötü ve zayıf dönemidir. Bunun temel sebepleri ise; Sovyet Rusya ve Türkiye’nin Soğuk Savaş sürecinde farklı bloklarda yer almaları ve bunun yanında, Türkiye’nin, dev bir İmparatorluğa dönüşen SSCB karşısında maddi ve askeri kapasite yetersizliği nedeniyle, bölgeye yönelik aktif politikalar geliştirmekten imtina etmesidir. Bu dönemde, Azerbaycan ve dış Türkler adeta unutulmuş ve ilişkiler sıfır seviyesine indirilmiştir.
  9. İlişkilerde dokuzuncu dönem, SSCB’nin yıkıldığı ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1990-1991 yıllarından, Azerbaycan kaynaklarının işletilmesine yönelik 1994 yılındaki Asrın Sözleşmesi’nin imzalanmasına kadar geçen kısa süreçtir. Bu dönemde, Türkiye, Azerbaycan’a daimi destek vermiş ve gerekli idari ve askeri yapıyı kurmasında yardımcı olmuştur. Bu dönemde, Türkiye’deki Turgut Özal ve Süleyman Demirel iktidarları, Rusya’nın dağılma sürecinden de faydalanarak, Kafkasya ve Orta Asya’ya yeniden ilgi göstermeye başlamıştır. Ancak Soğuk Savaş süresince bu bölgeden kopan Türkiye, bu bölgedeki ilk denemelerinde acemilik yaşamış ve gerekli başarıyı gösterememiştir.
  10. Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı projesinin geliştirilmesiyle başlayan ve şimdilerde Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı ve Trans Anadolu Projesi (TANAP) ile derinleşen -halen içerisinde olduğumuz- onuncu ve son süreç, ilişkilerin 18. yüzyıldan bu yana en güçlü olduğu dönemdir. İlişkilerin askeri boyutu da, basında ve akademide fazla işlenilmeyen ama çok önemli bir husustur. Süleyman Demirel-Haydar Aliyev’in birlikte kullandıkları veciz ifade, “tek millet, iki devlet” ile karakterize edilen bu dönem, bugünlerde Recep Tayyip Erdoğan-İlham Aliyev kardeşliği ile daha da pekişmiş durumdadır. Bu dönemde, ilişkiler, sadece ekonomik projelerle de sınırlı kalmamış ve kültürel hayattan sosyal ilişkilere, her yönden Türkiye-Azerbaycan bütünleşmesi başlamıştır. Azerbaycan’ın bu dönemde Latin alfabesini benimseyerek Batı medeniyetine yönelim gerçekleştirmesi de, bu ilişkilerin daha sağlam temelde kurulmasında önemli rol oynamıştır. Ancak bölgede Rusya'nın devam eden ağırlığı ve Türk-Rus çekişmesi, gelecek adına en önemli tehlikedir.
Kitap, elbette bu genel periyodizasyon ve kategorizasyon çabası dışında, çok ayrıntılı bilgiler içermekte ve bu konudaki müstesna bir çalışma olarak övgüyü hak etmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Türkiye'de Laiklik Tartışmaları


Önceki gün TBMM Başkanı Sayın İsmail Kahraman’ın yaptığı ve Türkiye ulusal basınında “Laiklik yeni anayasada yer almamalı” manşetiyle yansıtılan açıklamalar[1], Türk-Kürt ve Alevi-Sünni fay hattı ile birlikte Türkiye’deki en önemli siyasi tartışma konularından olan laiklik-İslamcılık olgusunu bir kez daha ülke gündemine taşıdı. Bu yazıda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasasının değişmez maddelerinden olan ve kısaca din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde özetleyebileceğimiz laiklik olgusuna biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.

Laik kelimesi, Yunanca “laos” kelimesinden gelen “laikos” kelimesinden alınmıştır. Laos, eski Grekler’de halk anlamına gelirdi. Laos’tan türeyen laikos ise, Orta Çağ’da, rahip ve din adamı olmayan halk anlamında kullanılmıştır. Bugün Fransızca’da kullanılan “laicisme” tabiri karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan tabir ise, Latince “saecularis” kelimesinden alınmış olan ve “çağdaş, zamanla değişebilen, din gibi değişmez olmayan” anlamına gelen “secularism”dir. Niyazi Berkes, bundan yıllar önce sekülarizmi “çağdaşlaşma” olarak Türkçe’ye çevirmiş ve bu çeviri akademik çevrelerce de benimsenmiştir.[2] Laiklik, bir siyasi rejim için kullanıldığı zaman, genel olarak din ve devlet işlerinin ayrı olduğu bir sistem kastedilir. Bununla birlikte, laiklikle kastedilen şey sadece devlet içinde din ve dünya işleriyle ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değil, sosyal hayatın birçok cephesiyle din arasındaki ilişkinin çözülmesidir. Nitekim din-toplum ilişkisi hayatın birçok kesiminde karşımıza çıkmaktadır ve laikliğin tartışmalı boyutunu daha çok bu alan oluşturmaktadır.

Laikliğin tarihi, Hıristiyanlık dünyasında, Papalık makamı ile krallar ve imparatorlar arasında yani Kilise ile devlet arasında geçmiş olan mücadelenin tarihidir. Bu mücadelenin değişik safhaları vardır. Başlangıçta, Roma’daki Hıristiyanlar, imparatorlara Tanrı derecesinde saygı göstermeyi reddettikleri için sürekli baskı altında yaşamışlardır. I. Constantinus’un Kilise’ye resmen bir hukuki yetki vermesi ile Kilise özerklik kazanmış, fakat IV. yüzyıldan itibaren, imparator din işlerinde gittikçe daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Doğuda bu eğilim VI. yüzyılda imparator Justinianus’un hem devletin, hem de Kilise’nin başına gelmesi sonucunu vermiş, Bizans İmparatorluğu’ndaki Doğu Ortodoks Kilisesi devletin emrine girmiştir. İmparatorluğun ikiye bölünmeye başlaması ile beraber, devletin Kilise üzerindeki egemenliği de zayıflamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise, İstanbul patriğine, kendi kilisesine bağlı kişiler üzerinde siyasi haklar tanımıştır. Bu olay, Hıristiyanlık tarihinde eşi görülmemiş bir olaydır çünkü Rusya’da bile Ortodoks Kilisesi tamamen devlet egemenliği altındaydı. 400 yılından sonra Batı’da merkezi bir imparatorluk yoktu; sadece Roma’da “Papalık Makamı” denilen ve başlangıçtan itibaren üstünlük iddia etmiş ve 300 yılından başlayarak Batı devletleri tarafından üstünlüğü kabul edilmiş bulunan merkezi bir Kilise iktidarı vardı. Barbar istilaları ve bu istilaların yarattığı kaos ve anarşi Papalığın itibarını çok yükseltti. Sonraları Avrupa’da güçlü siyasi iktidarların, hele ki Kutsal Roma İmparatorluğu ile Fransa Krallığı’nın ortaya çıkması, Papalarla hükümdarlar arasında uzun sürecek olan mücadeleyi başlattı. Bizzat Papa’nın aynı zamanda siyasi iktidar sahibi olması, bu mücadeleyi daha da karışık hale getiriyordu. Bazılarına göre, imparatorlar ve krallar ülkelerini ilahi haklara dayanarak teokratik bir rejimle yönettikleri için Kilise’yi de kontrol edebilirlerdi. Bazıları ise, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olan Papa’nın devleti denetlemesi gerektiğini düşünüyordu. Yüzyıllarca süren bu mücadelenin bazı kahramanları Papa VI. Gregorius-Almanya İmparatoru IV. Heinrich, Papa III. Innocentis-Almanya İmparatoru II. Heinrich ve Papa VIII. Bonifacius-Fransa Kralı IV. Philippe’ti. Aynı mücadele tüm Hıristiyan ülkelerinde sürüp gitti ve hatta bazılarında Kilise üstünlüğünü kabul ettirdi. Kiliseler, resmen devlet kilisesi sıfatını taşıdıkları zaman, devletin yönetiminde büyük söz sahibi oldular. Kiliselere bu gücü sağlayan bir etken de, onun ve ona bağlı tarikatların büyük mülk sahibi olmaları ve dolayısıyla, ekonomiyi büyük ölçüde etkilemeleriydi. Ancak Orta Çağ’ın sonlarına doğru, Kilise’nin ve feodal yapıda bulunan Avrupa’da büyük üstünlükleri olan soylu toprak sahiplerinin sömürdüğü halk hoşnutsuzluk ve isyan duyguları içinde zenginlik içinde bulunan kilisenin mallarının devlete verilmesini istemeye başladılar. Zaten İngiltere ve Fransa arasındaki “Yüzyıl Savaşı” süresince Fransa’nın tarafını destekleyen Papa’ya olan saygı azalmaktaydı. Ayrıca Rönesans ve Reform Avrupa’da yeni aydın bir düşüncenin doğmasını sağlamıştı. Laik diyebileceğimiz ilk düşünür olan ve “Prens” eseriyle bilinen Makyavel’in İtalya’da ortaya çıkması, bunun açık bir örneğidir.

XVIII. yüzyılda halk ve hükümet üzerine geliştirilen ve Fransız Ansiklopedicileri tarafından yaygınlaştırılan yeni kuramlar, XIV. yüzyılın başında, “liberalizm” adını aldı. Liberalizm, kralların ilahi haklarını reddediyor ve siyasi iktidarın halkın oyuna dayandığını ve halka karşı sorumlu olduğunu düşünüyordu. Aynı dönemde ekonomik gelişmeler ve sömürgecilik sonucu ortaya çıkan “burjuva” sınıfı da halkı desteklemeye başladı. Daha çok para kazanmak için Kilise’nin baskısının azalmasını isteyen burjuva sınıfı ve halk kendi egemenliklerini ileri sürerek, bunun savaşımına girdi. ABD bağımsızlık hareketiyle başlayacak olan bu süreç, Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaştı. Devlet-Kilise ilişkileri problemi konusunda ilk köklü çözümü benimseyen ülke, Amerika Birleşik Devletleri oldu. Bu ülkenin federal anayasası, devletin bir dine bağlanmasını veya vatandaşların medeni ve siyasi haklarını kullanırken dini sebeplerle farklı muamele görmelerini veya herhangi bir dini yasaklamayı öngören kanunlar çıkarılmasını yasakladı. Böylece din hürriyeti ve kanun karşısında bütün dinlerin eşitliği ilkesi devletçe kabul edilmiş, devletin Kilise ile olan çatışmaları sona erdirilmiş oldu. Hemen onu izleyen Fransız İhtilali, düşünce ve din hürriyetlerini ilan etmekle beraber, başlangıçta Katolik Kilisesi’ni reddetmeyerek onu yeniden örgütlemeyi denedi. Sonuç cesaret verici olmayınca, Jakobenler yozlaşmış Kilise’yi veya dini yok farz etmeyi uygun buldular. Napolyon’un Birinci Konsül olması üzerine, Katolik Kilisesi yeniden bir siyasi güç haline geldi. 1801’de Fransa Cumhuriyeti, Papalık ile yaptığı anlaşma (konkordatum) gereğince, eskiden monarşi yönetiminin sahip olduğu kilise üzerindeki kontrol hakkını kendine aldı ve ondan sonra da Katoliklik resmi devlet dini olarak eski yerini alamadı. İhtilalde el konmuş olan kilise malları, İhtilalde el konmuş olan ruhbanlık, imtiyaz ve muafiyetler iade edilmedi. Bu dönemden itibaren Avrupa’daki modern laik devletler, din hürriyeti ilkesi ve bu ilkenin gereklerini gelenekçi hukuk uygulamaları ile bağdaştırma yolunda adım adım ilerlediler. Fransa’da din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılması, Aristide Briand’ın 1902’de hazırlayıp, 1905’te parlamentodan geçirmeyi başardığı bir kanunla mümkün oldu. Günümüzde Avrupa devletleri laik çizgilerini korumakta ve bunu yaparken çok büyük sorunlarla karşılaşmamaktadırlar. Ancak buna sadece birkaç ülke anayasasında doğrudan referans vermektedir. Bunlar arasında, Fransa, en bilinen ve Türkiye’deki seküler kesim tarafından da model ülke olarak görülen bir yapıdadır.

Türk milletinin din-toplum ilişkisi ve laikliğe geçiş süreci, Avrupa devletlerinden farklı bir çizgide gerçekleşmiştir. Türkler, tarih boyunca hüküm sürdükleri ülkelerde daima din ve dolayısıyla vicdan hürriyetine saygı göstermişlerdir. Ne var ki, Türklerin bu toleranslı tutumu, birtakım tarihi sebepler yüzünden hukuk alanında gerekli sonuçları verememiştir. Bu tarihi sebeplerin başlıcası hilafettir. Hilafetin sözlük anlamı; herhangi bir işte birinin yerine geçmek, ona vekâlet etmektir. Halife ise, herhangi bir işte birinin yerine geçen anlamına gelir. İslam anlayışına göre, hilafet, devlet başkanlığında Hz. Muhammed’e vekâlet etme anlamında kullanılmakla birlikte, bir din işi olmaktan çok, dünya işidir, dünyevi bir kurumdur. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim 1571’de Mısır’da Kölemen Sultanı Kansu Gavri’yi yenerek halifeliği almıştır. Hilafet kurumu ne yazık ki Türk devletlerinde dünyevi hukukun gelişmesine engel olmuş, devlet için resmi din olarak İslamiyet’i kabul etme zorunluluğu doğurmakla kalmamış, kamu hizmetlerinin de dini kurallara uygun bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Çünkü İslamiyet, gerek özel hukuka, gerek kamu hukukuna girmesini gerektiren bazı kuralları barındırıyordu. Osmanlı Devleti için konuşmak gerekirse, ne ıslahatlar, ne Tanzimat hareketi, ne de Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemleri devleti yarı-teokratik olmaktan kurtaramadı. Ancak yine de, Osmanlı Devleti, akılcı yönetimsel pratikleri sayesinde tam anlamıyla bir din devleti haline dönüşmedi. Bu dönemlerde bazı kamu hizmetleri din etkisinden kurtarılmış olsa da, yargılama işleri ile eğitim ve öğretim hizmetleri dini niteliklerini korumuştur. Hilafet döneminde Halife tarafından seçilen bir Şeyhülislam kabineye girer ve kamu hizmetlerini dini bakımdan denetlerdi. Her ne kadar mahkemelerin bir kısmı laikleştirilmiş ve Maarif Nezareti kurularak bu nezarete bağlı okullar açılmış ise de, birtakım mahkemeler ve bütün medreseler Bab-ı Meşihat denilen Şeyhülislamlık makamına bağlı kalmakta devam ediyordu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, 1924’ten itibaren çıkarılan Hilafetin İlgası, Tevhid-i Tedrisat, Şer’iye Vekâleti’nin ilgası ve tekke ile zaviyelerin kaldırılması kanunları ve bunları izleyen Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi Türkiye’de laiklik ilkesinin temellerini attı. 1924 Anayasası’nın ilk biçiminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğunun yazılması kimi zaman zihinleri karıştırır; fakat zaten Türkiye’de laiklik, Cumhuriyet kurulmadan yaşama geçmiş bir ilkedir. Atatürk, daha Anadolu’ya geçtiği gün, Hâkimiyet-i Milliye’yi yani milli iradeyi egemen kılma ilkesini ileri sürmüş ve kongreler düzenlemiştir. Zaten 1937 yılında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle ve 1961 anayasasının 2. maddesi ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu açıkça belirtilmiş, devletin bu niteliğini koruyan hükümler konulmuştur.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugüne kadar gerçekten bir laik devlet olduğu da asla iddia edilemez. Zira anayasasında bu hükme yer veren az sayıdaki ülkeden biri olmasına karşın, Türkiye’deki laiklik uygulaması daha çok bir dine (İslam) ve bunun bir koluna (Sünni) hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde gelişmiştir. Dolayısıyla, din adamları aynı zamanda devlet memurudurlar. Yani dini özgürlük değil, devletin dini kontrol etmesi anlayışı hâkimdir. Ayrıca farklı din gruplarına ve İslam dininin farklı yorumlarına inanan kimselere hizmet sunmayan devlet, açıkça dışlayıcı ve kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir tavır takınmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’deki laiklik uygulamasını Profesör Baskın Oran gibi bazı aydınlar Bizantinizm’e dahi benzetmişlerdir. Oysa Batı demokrasilerinde, devletin dine maddi ve manevi desteği gibi bir durum söz konusu değildir; din adamları, kiliseler-camiler ve cemaatler, kendi inananları sayesinde ayakta kalır ve onların bağışlarıyla geçinirler. Devlet, sadece zaman zaman dini merkezlerin restorasyonları gibi konularla ilgilenir. Bu anlamda, Türkiye’de laiklik adı altında uygulanan, aslında devletin dini kontrol etmesi ve toplumu tek tipleştirmesidir. Bu nedenle, Türkiye’deki laiklik uygulamasının acilen düzeltilmesi gerekmektedir. Bunun yolu ise, anayasadan laiklik ilkesini çıkarmak değildir. Ya Diyanet İşleri Başkanlığı tüm din ve mezheplere hizmet veren bir yapıya büründürülmeli, ya da tamamen kapatılarak, din, özel alana ve gerçekten inananlara bırakılmalıdır. Aksi takdirde, bir devlet mekanizması haline gelen din araçsallaşır; bu, aynı zamanda, inananlar için Tanrı’ya (Allah’a) da şirk koşmak anlamına gelecektir. Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti, radikal tarikat ve cemaatleri örnek göstererek, din kurumunu kontrol altında tutmasını meşrulaştırmış ve bu da toplumda genel kabul görmüştür. Ancak Türkiye’nin geldiği noktada artık laikliğin bir tartışma konusu haline geldiği de hesaba katılırsa, bu modelin başarısız olduğu bir vakıadır. Dolayısıyla, bu noktada gerçek laikliği önceleyen bir düzenleme yapılması şarttır. Ancak bu durum, din devletlerinde olduğu gibi din adamlarının siyaset ve ekonomik hayatı düzenleyebilecekleri anlamına da gelmemelidir. Din adamları, (zaman zaman siyasete kaymasına karşın) Katolik Kilisesi ruhani lideri Papa’nın günümüzdeki örneğinden de görülebileceği üzere, daha çok ahlaki konularla ilgilenen bir yapıda kalmalıdırlar.

Laiklik, maalesef ülkemizde bazı kesimler tarafından yanlış da anlaşılmaktadır. Laiklik, dinsiz olmak ya da Müslüman olmamak değildir. Bu konu, aşırı dindar bir siyasetçi olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da defalarca vurgulanmıştır.[3] Laiklik hoşgörüdür, insanlara tanınan bir özgürlüktür, aydınlanmadır. Burada değerli aydınlarımızdan Toktamış Ateş’in laiklikle ilgili sözlerinden bir alıntı yapmak istiyorum; “Ben laiğim demek asla ben dinsizim demek değildir. Benim dinim sizi ilgilendirmez. Ben de sizin dininiz ve inançlarınızla ilgilenmiyorum demektir bu”. Laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması da demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle, demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Bugün bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça komik kaçmaktadır. Zira bu kişilerin savundukları şey halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey, tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle, dini özgürlükler kadar akıl ve bilim ışığında özgür tercihler yapabilen çağdaş bireyin yaratılması da modern demokrasilerin bir gereğidir.

Laiklik karşıtı düşüncelerin bir diğer hedefi de sosyal adalettir. Zira kamusal alanda görev yapan kişilerin dini ve mezhepsel kimliklerini ortaya koyması devlet idaresindeki tarafsızlık ve eşitlikçi anlayışı gölgeleyecek ve çoğunlukta olanın azınlık üzerinde kesin bir hâkimiyet kurmasına yol açacaktır. İşte modern toplumun belli bir ölçüde de olsa sağlayabildiği sosyal adalet düzeni, dini inançların kamusal alana taşınmasıyla beraber yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu gibi uygulamalar, mezhepsel olarak büyük ölçüde monist bir yapıya sahip olan Türkiye gibi ülkelerde çoğunluğun tiranlığına yok açabildiği gibi, daha heterojen mezhepsel yapıları bulunan ülkelerde azınlık diktatoryası ile de sonuçlanabilir. İşte tüm bu nedenlerle, laiklik demokrasi için, sosyal adalet için özenle korunmalı ancak bunun dine karşıt algılanmaması için de bireysel inançlara saygı gösterilmelidir. Laikliğin yeniden düzenlenmesinin yolu da, daha önce de belirtildiği gibi ya Diyanet İşleri'ni reforme etmek, ya da bu işi tamamen halka ve sivil alana bırakmak şeklinde olmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[2] Yazarın önemli eseri için bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyede-cagdaslasma/49023.html.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Zbigniew Brzezinski'ye Göre Küresel Gidişat


Polonya asıllı Amerikalı ünlü stratej Zbigniew Kazimierz Brzezinski (1928-), geçmişte ABD Başkanlarına danışmanlık yapmış önemli bir fikir adamıdır. Brzezinski, zaman zaman yaptığı açıklamalarla dünyanın gidişatına dair önemli ipuçları sunmakta ve bu nedenle tüm dünyada ilgiyle takip edilmektedir. Brzezinski’nin geçtiğimiz gün The American Interest dergisinde yayınlanan “Toward a Global Realignment” makalesi de[1], bu nedenle ilgiyi hak eden önemli bir yayındır.

Brezinski’ye göre, Ortadoğu’daki şiddetli uyanış ve küresel düzendeki yeni güç paylaşımıyla alakalı olarak yaşanan 5 siyasi gelişme, dünyanın yeni bir gruplaşma-hizalanma (realignment) durumunda olduğunu göstermektedir. Bu gelişmelerden ilki, halen neredeyse tüm alanlarda dünyanın lider gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bile tüm dünyayı kontrol edebilecek emperyal bir kapasiteden yoksun oluşudur. İkinci önemli gerçek, Rusya’nın emperyal bir devletten Avrupa tipi bir ulus-devlete dönüşüm sürecinde olmasıdır. Rusya, bu geçiş sürecini doğru yönetemediği için, son dönemde yakın çevresindeki bazı eski müttefiklerini (Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Baltık Devletleri) yabancılaştırmaktadır. Üçüncü önemli husus, Çin, istikrarlı bir şekilde yükselmeye devam etmekte ve ABD’ye meydan okuyabilecek tek devlet konumuna doğru ilerlemektedir. ABD ile doğrudan bir zıtlaşmadan kaçınan Çin, ayrıca zayıf olduğu askeri alanda da atak yapmakta ve özellikle deniz gücünü arttırmaya çalışmaktadır. Dördüncü önemli konu, Avrupa’nın artık geçmişteki gibi küresel bir oyuncu olmasının mümkün olmadığı gerçeğidir. Buna karşın, Avrupa (özellikle de Avrupa Birliği), ABD ile birlikte Ortadoğu ve Kafkasya’daki güvenlik sorunlarının çözümünde -özellikle diplomatik açıdan- önemli roller oynayabilir. Beşinci ve son küresel jeopolitik faktör ise, geçmişte Avrupalı emperyalist devletlerin hatalı politikaları nedeniyle Batı dünyasına öfkeli ve dini açıdan katı biçimde yetişen yeni bir Müslüman halk neslinin/kuşağının Ortadoğu’da ortaya çıkmasıdır. Eşitsizlik duygusu ve dini fanatizmin harmanladığı yeni ve çok tehlikeli bir dünya görüşüne sahip olan bu yığınlar, kendi içlerinde de İslam’ın farklı mezhep ve yorumları nedeniyle çekişme ve çatışmalar yaşamakta ve tüm dünyaya büyük güvenlik riskleri oluşturmaktadırlar.

Bunları açıkladıktan sonra, Brzezinski, ABD’ye ve dünyanın diğer önemli güçlerine 5 önemli politika önerisinde bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, ABD’nin Ortadoğu’da ortaya çıkan güvenlik riskleri karşısında Rusya ve Çin’le -en azından belirli ölçülerde- birlikte hareket edebilmesidir. Zira küresel terörizm, ABD’nin bile tek başına çözebileceği bir sorun değildir. Bunun içinse, öncelikle Rusya’nın kendi komşularına (yakın çevresine) yönelik tek taraflı güç kullanımından caydırılması ve Çin’in de bölgeden uzakta yer almasının avantajıyla içerisine girdiği bencil ruh halinden kurtulması gerekmektedir. İkinci olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından giderek bir ulusal devlete dönüşmeye başlayan ve emperyal vasıflarını kaybeden Rusya’nın Avrupa ile bütünleşmesi, hem bu ülke, hem de Avrupa için önemli bir kazanım olabilir. Zira Rusya’sız bir Avrupa iyice zayıf kalırken, Avrupa’sız bir Rusya da Çin karşısında iyice küçülme riski yaşayacaktır. Üçüncü olarak, ekonomik açıdan son yıllarda büyük atağa kalkan Çin’in, siyasal risklerden ve güvenlik tehlikelerinden uzak kalarak ekonomik modernleşmesini sürdürebilmesi için, özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikalarında terörün yayılmaması için ABD ile işbirliğine gitmesi gerekmektedir. Zira Müslüman halkların radikalleşmesine dayalı terörün Kafkasya ve Asya coğrafyasına sıçraması, Rusya ile birlikte Çin’i ve Çin’in Pakistan ve İran gibi müttefiklerini de olumsuz şekilde etkileyecektir. Dördüncü olarak, Ortadoğu’da istikrarlı bir dönem beklenmemektedir. Bunun sağlanması içinse, öncelikle ABD-Rusya-Çin arasında belirli ölçülerde işbirlikleri inşa edilmeli, daha sonrasında bölgenin temel aktörleri olan Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır ve İran gibi ülkelerin belli konularda ortak hareket etmeleri sağlanmalı ve hatta buna Avrupa’dan da destek verilmelidir.  Bu durumda, Suudi Arabistan kilit bir ülke olabilir; ancak bu ülkenin modernleşme çabalarına karşın Vahabi/Selefi radikalizmine halen destek veren yapısı, bu ülkenin istikrar sağlayıcı bir ülke olduğu yönünde özellikle Batı kamuoyunda çeşitli endişelere yol açmaktadır. Beşinci ve son olarak, geçmişin emperyalist mirasına tepki duyan Batı dışı toplumlardaki halkların isyankâr tavrı, şimdilik Ortadoğu’daki İslamcı hareketlerle sınırlı gibi gözükse de, ilerleyen yıllarda Asya ve Afrika’da ve hatta tüm dünyada küresel bir hüviyet kazanabilir.

Bu açıklamaların ardından, başta Avrupalı devletler ve ABD olmak üzere Batılı devletler ve Rusya’nın Müslüman halklara yaptıkları katliamları sıralayan Brzezinski, bu duruma tepki olarak gelişen yeni siyasal söylemlerin yarattığı Batı karşıtı havanın güçlendiğine dikkat çekmekte ve Senegalli şair David Diop’un “Vultures” şiirinden bir alıntı yapmaktadır. ABD’nin bölgeden tamamen çekilmesinin bölgede büyük çatışmalara ve yeni savaşlara neden olabileceğini iddia eden Brzezinski, bu nedenle sorumlu bir politika olarak ABD’nin Putin-sonrasında Rusya ve Çin’le çıkar ortaklıkları kurarak, bölgeden tamamen çekilmemesi gerektiğini belirtmektedir. Brzezinski’nin yazdıklarının genel bir değerlendirilmesi yapılmak istenirse, Barack Obama döneminde Ortadoğu’dan tamamen çıkarak bölgede “leading from behind” stratejisi benimseyen ve Asya Pivot politikasıyla Asya-Pasifik’e açılan ABD’nin, sonraki Başkan (Hillary Clinton veya Donald Trump) döneminde Ortadoğu’yu da gözeten daha dengeli bir dış politika yürütmesi gerektiği sonucu çıkarılabilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

14 Nisan 2016 Perşembe

Le Congrès Controversé de Parti D’Action Nationaliste


Etabli en 1969 par l’ancien colonel de l’armée turque, Alparslan Türkeş, le parti d’action nationaliste (le MHP) est un parti très important pour la vie politique en Turquie même si le parti a gagné aucune élection jusqu’aujourd’hui. Le parti a été établi avec une idéologie pan-Turkist et transformait en un parti conservateur avec l’effet de l’Islam politique dans le passé. L’idéologie officielle de MHP est nommé comme la synthèse de l’Islam et le turkism (Türk-İslam sentezi). Le MHP était un parti des gouvernements de coalitions dans les années de 1970s et 2000s avec des partis de gauche et de droit. Le parti aussi a possédé un pouvoir plus fort que son performance électorale grâce à ses militants connu comme les loup-bleus (bozkurt) et les idéalistes (ülkücüler). Jusqu’à maintenant le parti a réussi de protéger le statu de la Turquie comme un pays unitaire et état-nation.

Devlet Bahçeli

Le MHP est dirigé par Devlet Bahçeli (68) après Türkeş. Türkeş était un leader charismatique mais il était plus idéologique spécialement dans les années de la guerre froide. Avec Türkeş, le MHP a eu 8 % des votes maximum. Bahçeli a transformé le parti aux partis de centre-droit de Süleyman Demirel avec une idéologie plus modérée. Il a accepté l’existence des kurdes dans le pays mais continuait à défendre le model unitaire et état-nation. Il a interdit les actions de violence des militants. Monsieur Bahçeli a toujours dit « avant le pays, après mon parti » et a réussi d’avoir 18 % des votes en 1999, toujours le record pour le MHP. Il a aussi profité de la capture d’Abdullah Öcalan, le leader de PKK à cette élection. Le MHP est entré dans un gouvernement de coalition avec le DSP et l’ANAP en 1999. Même si ce gouvernement a fait des réformes politiques très important pour adhérer en l’Union Européenne, à cause d’un tremblement de terre terrible et la crise économique dans le pays, le gouvernement était dispersé en 2002. Le peuple turc a décidé de punir tous les partis de ce gouvernement. Comme le DSP et l’ANAP, le MHP aussi a resté en dehors du parlement en 2002 avec 8,35 % des votes. Mais grâce à son tradition fort, le MHP est retourné au parlement en 2007 et était le troisième parti dans le parlement turc après l’AKP et le CHP avec des votes 14,27 %. En 2011, le parti était plus faible mais encore le troisième parti avec 13 %. En 2015, après les élections de juin, le parti a obtenu 16,29 %. Les membres et les supporteurs de parti avaient l’optimisme car l’AKP avait perdu son chance de constituer un gouvernement tout seul et le MHP est le parti clé pour les formulas de coalition. Mais Bahçeli a refusé d’initier les négociations avec les autres partis. Les électeurs ont puni le MHP et Bahçeli en Novembre 2015 avec seulement 11,90 % des votes. Le parti a perdu 5 % de ses votes dans 5 mois. Cette faute stratégique provoquait un opposition plus fort dans le parti contre Bahçeli.

Sinan Oğan-Meral Akşener-Koray Aydın

Une cour turque a récemment décidé à l’assemblage du congrès de parti en 8 Mai 2016. Les candidats d’opposition comme Sinan Oğan, Meral Akşener and Koray Aydın ont déjà déclaré qu’ils se préparent pour le congrès. Mais Monsieur Bahçeli insiste qu’il n y aura pas un congrès extraordinaire pour le moment et le congrès ordinaire du parti sera organisé en 2018. Il a aussi accusé le communauté islamique de Fethullah Gülen pour essayer de prendre le control de son parti. Monsieur Bahçeli est sur que le congrès sera en 2018 mais la décision de cour commande l’assemblage du congrès. Maintenant, tout le monde veut apprendre la décision finale. Oğan, Akşener et Aydın sont des gens de politiques assez connus dans le pays et ils ont des chances contre Bahçeli si le congrès sera organisé en mai. Oğan est le fondateur d’un think-tank turc TÜRKSAM et a des liens forts avec l’Azerbaïdjan. Il était un membre de parlement de MHP avant les élections de 2015. Akşener est un femme de politique connue et était le ministre des affaires d’intérieure dans le passé. Elle a aussi des supporteurs dans le parti et en dehors de la partie. Aydın était le candidat seul contre Bahçeli en 2012 et a montré qu’il a assez support dans le parti.

Ümit Özdağ

L’un des parlementaires de parti, Ümit Özdağ aussi a déclaré sa candidature pour le leadership. Il est aussi un candidat fort avec ses idées ultranationalistes qui excite les nationalistes turques. Il est fondateur d’un think-tank turc 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü et le fils de Muzaffer Özdağ, l’un des organisateurs du coup militaire en Turquie en 1960 avec Alparslan Türkeş.

Si le congrès sera organisé, il peut être très difficile pour Monsieur Bahçeli de protéger sa place car les candidats d’opposition are maintenant plus bien organisés. Il y a aussi des événements qui motive et provoque le nationalisme turc comme l’invasion de Nagorny-Karabakh par l’Arménie, les attaques terroristes de PKK et les négociations dans l’île de Chypre pour l’unification etc. Donc, il ya un conjecture qui peut augmenter les votes nationalistes avec un nouveau leader.

Dr. Ozan ÖRMECİ

13 Nisan 2016 Çarşamba

Nationalist Action Party's Congress Controversy


Founded in 1969 by former Colonel of Turkish Armed Forces, Alparslan Türkeş, Nationalist Action Party (Milliyetçi Hareket Partisi - MHP)[1] has always been an important actor in Turkish political life. Although the party has never won an election, it became a coalition partner for center-right and other rightist parties in the 1970s and center-left and center-right parties in early 2000s. More importantly, the party has been able to possess a power larger than its voting percentages in the elections thanks to its militant activists and has been very successful in directing different governments in Turkey toward certain policies through different channels. Until now, the party achieved to protect Turkey’s unitary and nation-state model, which is seen as the greatest taboo by Turkish nationalists and security forces although Kurdish nationalism became much stronger in recent years. Nowadays, MHP faces a controversy related to congress and the party’s leadership race seems to be tightened. Journalist Murat Yetkin defines this process even as “turbulence”.[2]

Devlet Bahçeli

MHP is ruled by Devlet Bahçeli, who succeeded Alparslan Türkeş, since 1997. Before Bahçeli, the party’s highest voting percentage was around 8 %. The party was highly anti-communist and ultra-nationalist during the Cold War and was perceived as a party prone to violence. Thus, under Türkeş’s leadership, the party was not able to get higher votes. As an unknown figure outside of the party, Mr. Bahçeli was able to make an unexpected rise in party’s votes in 1999 general elections with 18 % of the total votes.[3] The capture of PKK leader Abdullah Öcalan and discussions related to his execution also conjecturally helped MHP and Bahçeli to do well in this election. As an enigmatic and respected person, his moderate nationalism also helped MHP to take more votes from center-right segments. MHP became a coalition partner to DSP and ANAP after 1999 elections. However, although this government achieved some important reforms related to Turkey’s EU membership process, it also marked the collapse of these three parties due to the huge earthquake disaster and terrible effects of 2001 economic crisis in Turkey. Thus, MHP could not enter into the parliament after 2002 elections with 8.35 % of the total votes. However, the party, with its strong Turkish nationalism tradition, was able to recover. In 2007, the party garnered 14.27 % of the total votes and became the third party in the parliament after AKP and CHP. In 2011, the party got 13 % of the votes and kept its third place in the parliament although it lost many seats. In June 2015, the party got 16.29 % of the votes and increased its chances for establishing a coalition government with other parties. However, Bahçeli refused to engage in coalition talks with AKP or pro-Kurdish HDP and closed the door for any coalition formula with MHP. As a result, the party’s votes decreased to 11.90 % in November 2015 elections. MHP became the fourth party in the parliament after AKP, CHP and pro-Kurdish HDP. This was not welcomed by Turkish nationalists.

If we have to make a general assessment of Bahçeli period, we can say that Mr. Bahçeli transformed the party into a more moderate party compared to Türkeş years, a party that is closer to center-right parties of Süleyman Demirel in the past (AP, DYP). In that sense, he did the exact opposite of European nationalist leaders, which transformed their parties into far-right, Islamophobic and racist parties in recent years. Bahçeli created a less ideological MHP but never gave up from the party’s insistence on three unchangeable principles of Turkish constitution related to the republican system, unitary state structure and nation-state model. The party supports AKP government in recent months especially in its fight against Kurdish secessionist PKK. However, the party’s nationalist aspirations do not match with the sociological realities of Turkey especially in the densely Kurdish populated south-eastern villages of the country. In recent years, pro-Kurdish HDP takes enormous votes in this part of the country changing from 60 % to 85 % in Kurdish villages. MHP offers only military solutions for the Kurdish question and alienates itself from Kurdish voters. The party also faces a dual identity problem. In big and modern cities, the party’s voters resemble to pro-Kemalist social democratic CHP voters, whereas in conservative Anatolian cities, the party’s voters are nearly identical with pro-Islamist AKP voters. Until now, Bahçeli has been able to prevent a collapse and showed good leadership skills, but his unwillingness to make MHP a governing party creates disturbances in recent years within the party. The party’s foreign policy vision also seems static and does not create excitement in the rightist circles. Thus, Turkish nationalism was replaced by pro-Islamic ideals of AKP in recent years. The party officially supports Turkey’s EU membership ideal, but it is against concessions during this process. The party also seems very passive in relation to Turkic world, an area where AKP seems more active. Thus, the party loses its supporters to AKP. MHP’s Turkish Islam also looses ground in Turkey in recent years due to growing Salafist tones of Islam embraced by AKP leaders.

Sinan Oğan-Meral Akşener-Koray Aydın

Very recently, Turkish courts decided on the convention of MHP’s extraordinary congress on May 8, 2016. However, Bahçeli stated that the legal process continues and there will not be a congress on 8 May.[4] Bahçeli also accused Fethullah Gülen movement for this decision and said that this movement tries to take the control of the party.[5] He added that the party’s ordinary congress will be on March 18, 2018. The process is still unclear and no one knows what will happen in May. Among the opposition leaders, Sinan Oğan, Meral Akşener and Koray Aydın supported the decision and announced that they are preparing for leadership race.[6] All three candidates have considerable support within the party. Oğan is a young and energetic figure and has strong ties with Caucasian Turks, most notably with Azerbaijan. He is the owner of Turkish think-tank TÜRKSAM and is a rising figure within the party. Akşener on the other hand is an experienced political figure who served in Turkish governments before as part of center-right political tradition. She was the Minister of Interior Affairs during Tansu Çiller’s Prime Ministry. She has strong ties with security elite. Koray Aydın is a former minister of the party who was the only candidate against Bahçeli in 2012 congress. He was able to get 441 votes against Bahçeli’s 725, which shows that he has a considerable support within the party. Among the Bahçeli loyalists also, there are some leadership candidates. For instance, a well-known far-right political figure, Political Science Professor Ümit Özdağ, also the founder of Turkish think-tank 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, announced his candidacy for leadership recently. Özdağ claimed that MHP has 30 % biological voters potential and he could do much better than Bahçeli.[7] Özdağ was a candidate against Bahçeli in the past but lost the election and later was expelled from the party. He returned to the party with a court decision and became a member of the parliament. Among the candidates, Oğan and Özdağ have high potential to make harsher opposition to AKP policies and increase votes with their nationalist rhetoric. Here, Nagorno-Karabakh conflict and the rightful cause of Azerbaijan against Armenia, Cyprus Turks and still unrecognized status of TRNC, Russian annexation of Crimea and the difficult situation of Crimean Tatars and most importantly PKK terrorism could be the most important propaganda materials for Turkish nationalists.

Ümit Özdağ

If the congress could be convened, it seems like this time Mr. Bahçeli will not be able to keep his seat easily. Opposition candidates are all strong and well-known in nationalist circles. They have also good connections within the party. However, the controversy for the congress still continues and Bahçeli seems confident that there will not be a congress any time soon. In any case, MHP does not seem like a party that could govern Turkey in the near future. However, MHP’s militancy potential still makes this party a very important political organization especially related to Kurdish question and Cyprus Dispute. MHP’s moderate opposition could help Turkey to solve these problems or to make it worse in case the party decides to engage in militant activism. Thus, it seems like the governing AKP and Turkish President Recep Tayyip Erdoğan also will be highly involved in this process.

Dr. Ozan ÖRMECİ

[2] Murat Yetkin (2016), “Turbulence in nationalist party strengthens Turkish government”, Hürriyet Daily News, Date of Accession: 14.04.2016 from http://www.hurriyetdailynews.com/Default.aspx?pageID=449&nID=97725&NewsCatID=409.
[3] “Milliyetçi Hareket Partisi”, Vikipedi, Date of Accession: 14.04.2016 from https://tr.wikipedia.org/wiki/Milliyet%C3%A7i_Hareket_Partisi.
[4] “Bahçeli: Olağanüstü kurultay yoktur yapılmayacaktır” (2016), Milliyet, Date of Accession: 14.04.2016 from http://www.milliyet.com.tr/bahceli-musluman-gorunumlu/siyaset/detay/2225683/default.htm.
[5] “Bahçeli: Paralele teslim edecek partimiz yok” (2016), Sözcü, Date of Accession: 14.04.2016 from http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/mhp-grup-toplantisi-12-1179992/.
[6] “MHP'de muhalif üç isim bir araya geldi” (2016), NTV, Date of Accession: 14.04.2016, http://www.ntv.com.tr/turkiye/mhpde-muhalif-uc-isim-bir-araya-geldi,1u6g6CgjO06NpU_dumDodA.
[7] “Genel Başkan adayı Ümit Özdağ açıkladı! MHP'nin biyolojik oyu yüzde kaç?” (2016), Ajans Haber, Date of Accession: 14.04.2016 from http://www.ajanshaber.com/mhpnin-biyolojik-oyu-yuzde-kac-haberi/347188.