3 Mart 2017 Cuma

Avrupa Birliği Ülkelerinden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış


Sait Akşit, Özgehan Şenyuva ve Çiğdem Üstün tarafından ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin bir yayını olarak 2010 yılında basılan “Avrupa Birliği Ülkelerinden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış” adlı rapor[1], Türkiye’nin artık sönmeye başlayan Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği umudunun, kendi içsel ve demokrasi dışı uygulamalara dayalı sorunlarının yanında, aslında Avrupa ülkelerinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle de oldukça zor bir politik süreç olduğunu ispatlayan önemli bir yayındır. Bu yazıda, 210 sayfalık bu kapsamlı rapor özetlenecektir.

Giriş
Raporun Sait Akşit ve Çiğdem Üstün imzalı “Giriş” bölümü, Türkiye’nin AB üyeliği macerasının geçmişini özetlemekte ve Avrupa gündeminde Türkiye’nin konumuna bakmaktadır. 1999 Helsinki Zirvesi ile AB tam üyeliğine aday bir ülke haline gelen Türkiye, Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlaması ile bir anda bu konuda çok ümitli bir ülke ve toplum haline gelmiş, ancak doğan büyük umut ve beklentiler, birkaç yıl içerisinde hükümetin AB’den tamamen uzaklaşması neticesinde aynı hızla sönmüştür. 1999-2007 dönemi, AB üyeliği motivasyonunun da etkisiyle, Türkiye’nin birçok olumlu reform yaptığı ve gerek siyasal, gerekse de ekonomik açıdan başarılı geçirdiği (2001 ekonomik krizi sonrasındaki bir yıl dışında) bir dönem olmuştur. Ancak 2006 yılından itibaren Türkiye’nin reform hızında büyük bir düşüş gözlemlenmiş ve raporun yazıldığı 2010 yılından sonra da reformlar tamamen durmuş, hatta demokratikleşmenin tersi yönünde reformlar yapılmaya başlanmıştır. Reform sürecinin yavaşlamasına paralel olarak, Almanya’da 2005 yılında iktidara gelen Angela Merkel ve Fransa’da 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy gibi sağcı liderler, Türkiye’nin tam üyeliğinin imkânsız bir durum olduğunu da düşünerek, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” ve benzeri formüller (Akdeniz Birliği) önermeye başlamışlardır. Türkiye’de de, zaman içerisinde, özellikle de fiilen bölünmüş durumda olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyeliğe kabulünden sonra (2004), AB üyeliğinin zora gireceği düşüncesi ağır basmaya başlamıştır. Bu nedenle, bu rapor, AB içerisindeki birçok farklı üye ülke içerisindeki Türkiye algısını analiz eden son derece önemli ve faydalı bir çalışma olarak görülmelidir. Raporun özetlenmesi dışında, bölümlerin sonunda güncel gelişmeler de tarafımdan eklenecektir.

Fransa
Nicolas Monceau imzalı “Fransa” bölümü, Fransa’daki Türkiye algısını ve Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik bakış açısını özetlemektedir. Monceau’ya göre, Fransa’da Türkiye’nin Avrupalılığı tartışmalarında 3 önemli dönüm noktasından bahsedilebilir. İlki, eski Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing’in Kasım 2002’de Türkiye’nin üyeliğinin AB’nin sonu anlamına geleceği yönündeki uyarısıdır. İkinci önemli dönüm noktası, d’Estaing’in açıklamalarıyla eşzamanlı olarak, Türkiye’de 2002 yılında yapılan genel seçimlerde İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti-AKP) iktidara gelmesidir. Üçüncü ve son önemli dönüm noktası ise, merkez sağın liderliğine oturmasına karşın aşırı sağ ve Türkiye karşıtı açıklamalarıyla tepki çeken Nicolas Sarkozy’nin 2007 yılında Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesidir. Eylül 2006 istatistiklerine bakılırsa, Fransız halkının yüzde 69’u Türkiye’nin AB üyeliğine karşıdır. Buna destek olanlarsa sadece yüzde 22 dolaylarındadır. 2008 yılında ise, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanların oranı yüzde 71’e kadar çıkmıştır. Bu durum, Türkiye’nin üyeliğine karşı olmanın yükselişteki bir trend olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkılmasında temel neden “kültürel uyumsuzluk”tur. Nitekim Hıristiyan Katolik değerlerin daha etkili olduğu üst yaş gruplarında, bu karşıtlık, daha da yüksek seviyelerdedir. Bu noktada özellikle İslamofobiden ve Türkiye’de artan İslamcılıktan kaynaklanan bir korkudan söz etmek yerindedir. Fransa gibi laikliğin en sıkı uygulandığı ülkelerden birinin halkı ve entelektüelleri için, Türkiye’de artan İslamcı popülizm ve kadın örtünmesinde son dönemde yaşanan patlama, ciddi endişelere neden olmaktadır. Ermeni Soykırımı iddiaları da ilişkilerin bir diğer sorunlu boyutudur. Fransa kamuoyu, Ermenilerin bu ülke kültürüne büyük katkılarının da etkisiyle, bu konuda son derece önyargılı ve katıdır. Hatta Fransa Parlamentosu, bu konuda düşünce özgürlüğünü ve bilimsel tartışmaları engelleyebilecek kadar gözü kara davranmış ve Anayasa Konseyi tarafından daha sonra iptal edilen “İnkâr Yasası”nı birçok kez meclisten geçirmiştir. Fransa’da sağ partiler genel itibariyle Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarken, sol ve aşırı sol partiler bu konuya daha sıcak yaklaşmaktadırlar. Ancak Fransız sağına liderlik etmiş Jacques Chirac gibi isimlerin Türkiye’nin Gümrük Birliği ve AB üyeliğine verdiği destek dikkat çekicidir. Buna karşın, sol siyasette de Laurent Fabius gibi Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan üst düzey kişiler vardır. Ségolène Royal gibi bu konuyu Fransız halkına bırakmak gerektiğini düşünen sosyalist siyasetçiler de mevcuttur. Fransız medyasında da bu konuda olumlu bir kanı olduğunu söylemek zordur. Sonuçta, Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine bakışı ezici farkla olumsuz yöndedir. Bu, elbette bazı haklı gerekçelerin yanında, Türkiye konusunda bilgisizlik ve Türkiye’de artan İslamcı siyasete duyulan korku ve endişelerin doğal bir sonucudur. Güncel bir ekleme yapmak gerekirse, günümüzde de durumun pek değişmediği ve hatta Türkiye karşıtı havanın Fransa’da giderek Almanya ve AB karşıtı bir havaya dönüştüğünü söylemek mümkündür. Marine Le Pen’in son aylardaki büyük çıkışı ve partisi Ulusal Cephe’nin (FN) ülkedeki birinci parti olması, bunun somut bir kanıtıdır. Ancak Fransız solu (PS) ve Emmanuel Macron gibi liberal siyasetçiler, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin AB üyeliğine ilkesel olarak karşı değildir. Buna karşın, merkez sağın Sarkozy döneminden başlayarak giderek aşırı sağa kayması dikkat çekicidir.

Almanya
Katrin Böttger ve Eva-Maria Maggi imzalı “Almanya” bölümü, bu ülkedeki Türkiye ve Türkiye’nin AB üyeliği algısını araştırmaktadır. Almanya’da da bu konuda tek ve ortak bir görüş olduğundan söz edilemez. Bu bağlamda, Türkiye’nin üyeliği konusunda, kültürel (dini) açıdan, Medeniyetler Çatışması tezine dayalı karşıt görüş ve Medeniyetler İttifakı düşüncesine dayalı olumlu görüş vardır. Ayrıca siyasal kriterler açısından Türkiye’yi yetersiz bulan kurumsal ve demokratik bir bakış açısı da söz konusudur. Üçüncü önemli konu ise jeopolitik ve stratejiktir. Türkiye’nin sorunlu coğrafyası, huzur ve istikrar içinde yaşamak isteyen Avrupa için önemli bir meseledir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa ve Asya (Orta Doğu) arasında bir tampon işlevi görmesi, AB açısından faydalı görülmektedir. Nitekim son yapılan Suriyeli mülteci anlaşmasında da benzer bir bakış açısını görmek mümkündür. Almanya’nın diğer ülkelerden bir farkı ise, 3 milyon civarında Türk nüfusa ev sahipliği yapmanın da etkisiyle, Türkleri çok iyi tanımaları ve Türklerin Avrupa değerlerine entegrasyonu konusunda olumlu veya olumsuz birçok veri, deneyim ve kanıya sahip olmalarıdır. Alman medyasında da Türkiye’nin üyeliği konusunda farklı yaklaşımlar görülmektedir. FAZ ve Die Welt gibi sağa yakın basın-yayın organları, sağ siyasete uygun olarak Türkiye’nin üyeliği konusunda olumsuz bir görüşe sahiptir. Ancak sol ve liberal medya kuruluşlarında, Türkiye’ye ve Türkiye’nin üyelik ihtimaline daha sıcak yaklaşılmaktadır. Siyasete bakıldığında ise, iktidardaki CDU’nun (Hıristiyan Demokratlar) Türkiye için “imtiyazlı ortaklık” formülü üzerinde durduğu, diğer büyük parti SPD’nin ise (Sosyal Demokrat Parti) üyeliğe destek olduğu görülmektedir. Almanya’nın köklü partilerinden SPD’nin Türkiye’nin üyeliğine ilkesel olarak karşı çıkmaması, aslında Türkiye adına son derece önemli bir kazanımdır. Ancak bu durum, Türkiye’deki demokrasi dışı uygulamalara destek olunduğu anlamına da gelmemelidir. Nitekim sol çevrelerde, Türkiye’nin üyeliği, ancak demokrasi kriterleri yerine getirilebilirse desteklenecektir. Son yıllarda büyük partiler haline gelen liberal demokrat çizgideki Özgür Demokratların (FDP) ve çevreci Yeşiller’in de Türkiye’ye temelden karşı çıkmadığı görülmektedir. Aşırı sol çizgideki Die Linke’nin de Türkiye’ye özel bir karşıtlığı yoktur; ancak son dönemde görüldüğü üzere, basına ve gazetecilere yönelik baskılar, bu ülkede tüm partilerden büyük tepki çekmekte ve Türkiye’ye yönelik olumsuz bir bakış açısı oluşmasına neden olmaktadır. Almanya’daki Hıristiyan cemaatler ise, Türkiye’nin üyeliği konusunda şüphecidir. Alman Protestanlarda şüpheci bir bakış açısından, Katoliklerde ise (CSU) Türkiye’ye karşı daha katı ve eleştirel bir tutumdan ve “imtiyazlı ortaklık” formülüne destekten söz edilebilir. Bu noktada, Türk asıllı Alman siyasetçi ve Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir gibi Almanya’da etkili olan Türk figürlerden de söz edilebilir. Bu gibi figürlerin Türkiye’nin AB üyeliğini kolaylaştırmak konusunda yapıcı etkileri olabilir. Sonuçta, Almanya’da da Türkiye’nin tam üyeliğine yönelik bakış açısı -en azından şimdilik- oldukça olumsuzdur. Ancak bu durum, Türkiye’ye düşmanca bakıldığı anlamına da gelmemelidir.

Belçika
Yvonne Nasshoven imzalı “Belçika” bölümü, Türkiye’nin AB üyeliğine Belçika’da olan desteği ve karşıtlığı incelemektedir. Belçika, Türkiye’de pek ciddiye alınan bir ülke olmasa da, AB politikalarına kısmen yön veren ve Avrupa bütünleşmesini hararetle destekleyen Avrupa siyaseti açısından önemli bir ülkedir. Ayrıca Belçika, yıllardır Türk kökenli yüzbinlerce insana da ev sahipliği yapmaktadır. Belçika medyası, Türkiye’nin üyeliği konusunda proaktif ve tarafgir bir tutum almamaktadır. Flaman ve Valon nüfus arasındaki gerginlik ve AB dışında kendi ulusal kimliğini de ayakta tutma çabaları, Belçika siyasetinde daha önemli ve öncelikli konulardır. Türkiye’nin üyeliği konusundaki tartışmalar ise, Fransa ve Almanya gibi AB’nin lider ülkelerinde oluşan kamuoylarından etkilenmektedir. 1999’dan 2008’e kadar Belçika Başbakanı olan Guy Verhofstadt’ın Türkiye’nin üyeliği konusundaki olumlu tutumu ise kayda değerdir. Belçika, küçük ölçekte bir devlet olarak, Türkiye’nin üyeliği konusunda AB ülkelerine yol gösterici bir konumda değildir. Bu bağlamda, Türk azınlığın entegrasyon sorunları da düşünülerek, Türkiye’nin AB üyeliğine destek verilmesi akılcı bir politika olarak görülmektedir. Ayrıca Türkiye’nin güvenilir bir NATO müttefiki olması, -en azından yakın geçmişe kadar- radikal İslami gruplardan farklı algılanması ve AB üyeliği yönünde ve demokratikleşme yolunda cesur reform hareketleri gerçekleştirmesi nedeniyle, kitabın yazıldığı dönemde Türkiye’ye yönelik olumlu bir algıdan söz edilebilir. Genelde büyük ve merkez partilerin üyelik konusunda ılımlı bakış açıları varken, Flaman ve Valon milliyetçisi partilerse Türkiye’nin üyeliğine şiddetli biçimde karşıdırlar. Bu noktada, Ermeni ve Kürt meseleleri ile birlikte Kıbrıs Sorunu en temel bahanelerdir. Türkiye’nin topraklarının yüzde 97’sinin Asya kıtasında yer alması da bir diğer önemli gerekçedir.

İtalya
Emiliano Alessandri ve Sebastiano Sali imzalı “İtalya” bölümü, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda İtalya’da var olan bakış açısını özetlemektedir. Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, İtalya’da da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda tek bir görüş yoktur. Dış İşleri Bakanı Franco Frattini’nin Türkiye’nin üyeliğine verdiği destek hafızalarda yer ederken, Silvio Berlusconi’nin de sağcı bir siyasetçi olarak Türkiye’ye karşı çıkmaması önemli bir kazanımdır. Ancak Katolisizmin de etkisiyle, İtalya’da, toplumda, yüzde 99’u Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda çeşitli önyargılar ve yaygın olumsuz görüşler bulunmaktadır. Vatikan da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda destek veren bir konumda değildir. Ancak merkez siyasette, ilginç bir şekilde Türkiye karşıtı bir hava yoktur. Eski Başbakanlardan solcu Massimo D’Alema, bu durumu şu gerekçelerle temellendirmiştir: (1) İtalya ve Türkiye’nin ortak “Akdenizli” kimliği, (2) Türkiye’nin enerji nakil hatları açısından kritik konumu, (3) Türkiye’nin laik bir ülke olarak Müslüman toplumlara örnek konumu ve (4) Türkiye’nin AB açısından da bir test işlevi görmesi. Ayrıca bunlara Türkiye’nin Avrupa malları için büyük bir pazar olması ve küstürülmemesi gerektiği ve NATO müttefikliği de eklenebilir. Bunlar, sorumlu makamlarda bulunan kişiler açısından çok önemli faktörlerdir. Ancak İtalyan siyasetinde, özellikle de aşırı sol siyasette, Türkiye’nin Kürt Sorunu konusundaki politikaları çok sert eleştiri konusu olmaktadır. Çokkültürlülüğe karşı çıkan aşırı sağ ise, Türkiye’nin üyeliğine kesin olarak karşıdır. İtalyan sanayisi ise Türkiye’nin en büyük destekçisidir. Örneğin, Confindustria’nın önceki Başkanlarından Luca Cordero di Montezemolo, “Türkiye’nin zaten Avrupa’da olduğunu” iddia etmiştir. Türkiye’den büyük paralar kazanan ve Türkiye aracılığıyla Orta Doğu pazarına da açılan İtalyan firmaları için, Türkiye, asla kaybedilmemesi gereken bir ülkedir. FIAT’ın Türkiye’de Koç Grubu ile beraber yaptığı yatırımların etkisiyle, gazeteci Enrico Franceschini’nin ifadesiyle, “FIAT’taki insanlar Türkiye’nin İtalya’nın Orta Doğu’daki bir parçası olduğunu” bile düşünmektedirler. Sonuçta, İtalya, AB içerisindeki merkez aktörler arasında Türkiye’nin üyeliğine en çok destek veren ülkelerden birisidir.

İspanya
Eduard Soler i Lecha ve Irene Garcia imzalı raporun “İspanya” bölümü, İspanya’daki Türkiye algısını araştırmıştır. İspanya, yakın zamana kadar Türkiye’nin AB üyeliğine en çok destek veren ülke konumunda olmuştur. Türkiye ve İspanya’nın başını çektiği ve Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte dönemin İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero’nun Eşbaşkanlığı yaptığı “Medeniyetler İttifakı” projesi, tarihe geçmiş çok önemli bir girişimdir. İspanyol siyasetçiler, diğer ülkelerden farklı olarak Türkiye’nin üyeliğine verilen büyük destek sorulduğunda şu faktörleri sıralamaktadırlar; Türkiye’nin jeostratejik önemi, büyük bir ekonomi olması ve AB’nin Akdeniz bölgesi ve Orta Doğu’ya açılmasına yardımcı olacak olması. Ancak sol siyasette daha ağır basan bu görüşlerin yanında, muhafazakar kesimlerdeki Türkiye karşıtı hava giderek artmaktadır. Bunun temel sebebi ise, Hıristiyanlık-İslamiyet arasındaki kültürel farklar ve Türkiye’nin giderek laik bir ülke olmaktan çıktığı yönündeki endişelerdir. Nitekim Sosyalist İşçi Partisi (PSOE)’nin desteğine karşın, Halk Partisi (PP) içerisinde Türkiye karşıtlığı yükselen bir trenddir. Bu karşıtlık, daha önce de belirtildiği gibi Türkiye düşmanlığı değil, Türkiye’nin üyeliğine olan karşıtlık temelindedir. Sağın lideri Mariano Rajoy, Türkiye konusunda en baştan beri şüpheci bir konumda olmuş ve başlarda üyeliğe karşı çıkmasa da, bu konuda eleştirel bir duruş benimsemiştir. Jose Maria Aznar’da da Türkiye’ye daha yakın ama benzer bir duruşu görmek mümkündür. Maalesef, son dönemde Türkiye’de yaşanan olumsuz gelişmeler nedeniyle, sol siyasette bile benzer bir yaklaşım hakim olmaya başlamıştır. Kürt Sorunu, basın-yayın organlarına yönelik baskılar ve demokrasi eksiklikleri, bu noktada İspanya’da da kullanılan en temel argümanlardır. Türk hükümeti ise, garip bir şekilde, bu konuda sürekli daha fazla bahane yaratmakta ve üyelik ihtimalini adeta sıfırlamaya çalışmaktadır. Nitekim İspanyol basını da, kısa bir süre öncesine kadar Türkiye’nin üyeliğine hep destek verir çizgide yayın yapmalarına karşın, son dönemde giderek karşıt bir ton benimsemeye başlamıştır. İspanyol kamuoyu ise Türkiye’nin AB üyeliği konusuna karşı değildir. Ancak bu durum, Türkiye’yi bilmek ve takdir etmekten çok, ilişkilerin sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.

Yunanistan
Athanasios C. Kotsiaros, “Yunanistan” başlıklı bu bölümde bu ülkede oluşan Türkiye’nin AB üyeliği algısını analiz etmiştir. Şu bir gerçektir ki, milli tarihleri birbirleri aleyhine kurgulanmış bu ülkenin karşılıklı ikili ilişkileri, AB üyeliği parametresi ve AB çatısı altındaki ilişkilerden çok daha önemli ve etkilidir. Bugün de, Kıbrıs Sorunu ve Ege Sorunu (kıta sahanlığı) iki ülke ilişkileri açısından AB üyeliği konusundan çok daha önemli durumdadır. Ancak AB üyeliği ve 1999 süreci ile (deprem diplomasisi) birlikte, Yunanistan için önceden sadece bir güvenlik konusu olan Türkiye, artık farklı konularda da önem kazanan bir ülke haline gelmiştir. Yeni Demokrasi ve PASOK gibi köklü partiler, Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermektedirler. Başlarda AB karşıtı olarak ortaya çıkan ama sonradan AB’ci olan aşırı sol SYRIZA’da da benzer bir yaklaşımı görmek mümkündür. Yunanistan için, “Avrupalı bir Türkiye” kuşkusuz “daha az tehlikeli bir komşu”dur. Ayrıca Türkiye, AB üyeliği ile daha önemli bir ekonomik ortak ve daha güvenli bir bölge haline de gelebilecektir. Aşırı sağ ve aşırı soldaki küçük partiler hesaba katılmazsa, Yunanistan, ilginç bir şekilde Türkiye’nin AB üyeliğine en çok destek veren ülkelerden birisidir. Bu, daha önce de belirtildiği gibi, Yunan ulusal çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Zira AB içerisinde olan Yunanistan, AB yolundaki bir Türkiye üzerinde daha etkili olabilmektedir. Oysa AB çıpasından kurtulmuş ve İslamcı ve aşırı milliyetçi bir çizgiye kayan Türkiye, Kıbrıs ve Ege’de Yunanistan açısından çok büyük tehlikelere neden olabilir. Ancak Yunan siyasal elitindeki bu havaya karşın, halk, meseleyi daha çok toplumlar arası sorunlar temelinde değerlendirmekte ve bu nedenle Türkiye’nin üyeliğine hiç de sıcak bakmamaktadır. 2008 verilerine göre, Yunan halkının yüzde 78’i Türkiye’nin AB üyeliğine karşıdır. Yunan medyası da, aslında halka benzer bir duruşa sahiptir. Halk, medya ve siyaset nezdinde temel sorunlar; Kıbrıs ve Ege Sorunu’na ek olarak, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, Kürt Sorunu ve Türkiye’deki dini azınlıkların durumu olarak özetlenebilir.

İsveç
Gunilla Herolf imzalı “İsveç” bölümü, İsveç’teki Türkiye’nin AB üyeliği algısını araştırmıştır. İsveç, Türkiye’nin AB üyeliğine en sıcak bakan ve bu konuda aktif çaba harcayan ülkelerden birisi olmuştur. İsveç siyasetine damgasını vuran sosyal demokratlara ek olarak, liberal ve ılımlı sağcılar da Türkiye’nin AB üyeliğine açıkça destek vermektedirler. Bu durum, 2008’e kadar İsveç medya kuruluşlarının yayınlarında da net olarak görülmekteydi. Dönemin İsveç Başbakanı Frerdik Reinfeldt, AB’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de AB’ye ihtiyacı olduğunu söyleyerek, bu konuda oldukça cesur bir pozisyon almıştır. Ancak bu sürecin zorlu geçeceği İsveç kamuoyunda da daha en baştan öngörülmüştür. Türkiye’den Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmesi istenmiş ve bunun uzun zaman alacağı da kabul edilmiştir. Lakin 2002-2007 döneminde Türkiye’de yapılan hızlı reformlar, İsveç hükümeti ve medyasını oldukça umutlandırmış ve Türkiye’nin gerçekten de kısa bir süre içerisinde AB üyesi olabileceğine dair bir intiba oluşturmuştur. Ancak raporun yazıldığı dönem sonrasında İsveç’te de AB ve göçmen karşıtı aşırı sağ partiler çıkışa geçmiş ve Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki umutlar da giderek azalmıştır. Buna karşın, artan Rusya tehdidi karşısında Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak güvenlik açısından önemi artmıştır.

Avusturya
Cengiz Günay imzalı raporun “Avusturya” başlıklı bölümü, Avusturya’da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda oluşan algıyı incelemektedir. Avusturya’da son dönemde AB karşıtlığı çıkıştadır. Buna karşın, ÖVP ve SPÖ gibi iki büyük parti AB’yi desteklemeye devam etmektedir. Avusturya kamuoyuna bakılırsa görülecektir ki, bu ülke, Türkiye karşıtlığı konusunda en iddialı Avrupa ülkelerinden birisidir. Avusturya halkı, AB’nin doğuya doğru hızlı genişlemesinin, özellikle de Bulgaristan ve Romanya gibi düşük gelirli ülkelerin Birliğe üye yapılmasının ekonomik sorunlar yarattığını düşünmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin üyeliğine çok büyük oranda karşı çıkmaktadır. Viyana Kuşatması’ndan yıllar sonra Türkiye’nin üyeliği halinde Avrupa’ya yaşanması muhtemel Müslüman akını da, Türkiye’nin üyeliği konusunda en büyük korku kaynağıdır. 11 Eylül (9/11) saldırıları sonrasında artan İslamofobinin etkisini en yoğun gösterdiği ülkelerden birisi de Avusturya olmuştur. Müslüman yaşam tarzı ile Avrupa’nın klasik yaşam tarzı arasındaki farklılıklar, Türkiye ve Orta Doğu’da artan İslamcı yönetimlerin de etkisiyle ciddi bir tepki doğurmuş ve Avusturya’da Türkiye’nin AB üyeliğine olan desteğin düşük seyretmesinde etkili rol oynamıştır. Türkiye’de etkisi artan Avusturya iş dünyası ise ilişkileri yumuşatan temel faktördür.

Güney Kıbrıs (Kıbrıs Cumhuriyeti)
Costas Melakopides imzalı “Güney Kıbrıs” bölümü, fiili olarak 1974 yılından beri bölünmüş olmasına karşın, 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB’ye üye olan Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde Türkiye’nin AB üyeliğine olan bakış açısını analiz etmektedir. Türkiye’nin garantörlük hakları anayasal olarak saklı olmasına karşın, Rum kamuoyu, 1974 askeri müdahalesini ve sonrasında -Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmayan- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kurulmasını, bir işgal hareketi olarak görmektedir. Nitekim AB de bu konuda Rumlardan yana taraftır ve Kıbrıs topraklarının Türkiye işgali altında olduğunu iddia etmektedir. Ancak ilginç bir şekilde, 2004 yılında bu sorunu çözmek için ortaya konulan Annan Planı’nı Kıbrıslı Türkler değil, Kıbrıslı Rumlar reddetmiştir. Buna karşın, AB, Rumları desteklemeye ve Türkleri cezalandırmaya devam etmiştir. Rum Kesimi’nde Kıbrıs Sorunu en önemli ve belki de tek siyasi gündem konusu olduğu için, Türkiye’nin AB üyeliği çok da gündeme getirilen bir mesele değildir. Kıbrıs Sorunu çözülmedikçe bu mümkün olmadığı için, zaten bu konu öncelikli bir mesele olarak da görülmemektedir. Çözüm ve Türkiye’nin üyeliği konusunda aşırı sağ ve sağ siyasette daha olumsuz bir bakış açısı söz konusuyken, sol ve aşırı solda daha ılımlı yaklaşımlar hâkimdir. Örneğin, sosyalist AKEL, bu konuda en istekli parti konumundadır. Buna karşın, şimdiki Devlet Başkanı Nikos Anastasiades gibi çözüm isteyen sağcı liderler de vardır. Zaten Yunanistan’a benzer şekilde, genel olarak, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen bir bakış açısı vardır. Bunun sebebi de, Türkiye’nin bu şekilde dizginlenebilmesi ve en azından iki ülke arasında 1974’teki gibi doğrudan savaş savaş riskinin azalmasıdır. Ancak bu durum, Türkiye’nin AB üyeliğinden ziyade, AB üyelik sürecinde tutulmasına yönelik bir destek olarak da belirtilebilir.

Çek Cumhuriyeti
Petr Kratochvil, David Kral ve Dominika Drazilova imzalı raporun “Çek Cumhuriyeti” başlıklı bölümü, Türkiye kamuoyunda pek bilinmeyen bu ülkedeki Türkiye’nin AB üyeliği algısını analiz etmektedir. Şu bir gerçektir ki, ilişkilerin sınırlı olduğu Türkiye hakkında, Çek kamuoyunda fazla bir bilgi yoktur. Türkiye algısı, daha çok tarihsel klişe ve efsanelere dayalı olarak kurgulanmıştır. Bunun da etkisiyle, Çek Cumhuriyeti’nde Türkiye’nin AB üyeliğine kerhen bir destek verildiği görülmektedir. 2010’a gelindiğinde, Türkiye’nin üyeliğine destek yüzde 43 gibi çoğu ülkeden daha yüksek bir seviyededir. Jan Zahradil gibi Türkiye’nin üyeliği için aktif çaba gösteren kişilerin de etkisiyle, bu destek çok kısa zamanda arttırılabilir. Bu nedenle, Çek siyasal partileri, bu konuya fazla yer vermemelerine karşın, genelde Türkiye’nin üyeliğini desteklemektedirler. Dolayısıyla, Çek Cumhuriyeti’nde 2010 yılında “iyimser” bir hava olduğu belirtilebilir. Ancak 2017’ye gelindiğinde, bu durum çok daha olumsuz bir noktaya gelmiştir denilebilir. Çünkü Avrupa genelinde artan İslamofobi ve Türkiye’de artan İslamcılık ve otoriterlik, kuşkusuz, Türkiye’ye yönelik bakışı tüm Avrupa ülkelerinde olumsuz yönde etkilemektedir.

Polonya
Adam Szymanski imzalı raporun “Polonya” bölümü, Avrupa’nın bu gelişen ve önemli ülkesinde Türkiye’nin Birliğe tam üyeliğe konusundaki algıları ölçmeye çalışmıştır. Polonya, Türkiye konusunda “açık kapı” ve “devamlılık” ilkeleri doğrultusunda bir siyaset izlemiştir. Buna ek temel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Polonya ve genel olarak AB nezdinde, Ukrayna’nın AB üyeliği daha öncelikli ve yüksek olasılıklı bir konudur. Ayrıca Türkiye’nin Polonya ile ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri sınırlı olduğu için, Türkiye’ye yönelik olumsuz veya olumlu bir bakış açısından söz edilemez. Ancak Polonyalı siyasi elitler, “ahde vefa” ilkesi doğrultusunda Türkiye’nin AB üyeliğine büyük ölçüde destek vermektedirler. Bu, ülkede hiç öncelikli bir konu olmasa da, devletin resmi bakış açısı bu şekildedir. Örneğin, dönemin Dış İşleri Bakanı Anna Fotyga, “Türkiye’nin üyeliğine karşı değiliz. Ancak bu sürecin zorlu olacağının farkındayız.” şeklinde önemli bir söz kullanmıştır. Türkiye’nin Polonya’nın NATO’ya katılması sürecinde verdiği destek de bu noktada Polonya’nın Türkiye’ye verdiği destekte etkili olmuştur. Ayrıca Rusya korkusu nedeniyle, Polonya, Türkiye gibi askeri açıdan güçlü bir müttefikin AB yanında olmasına sıcak bakmaktadır. Ancak Müslümanlara yönelik korku ve önyargılar, Polonya’da da etkisini göstermeye başlamış ve son yıllarda Türkiye’nin AB üyeliğine destek hızla düşmüştür. Bu nedenle, bu ülkenin konumu daha çok “çekimser” veya “kararsız” olarak değerlendirilebilir.

Romanya
Iulia Serafimescu ve Mihai Sebe imzalı “Romanya” bölümü, Türkiye’nin bu komşu ülkesinde Türkiye’nin AB üyeliğine olan desteği analiz etmektedir. Romanya, Türkiye’nin AB üyeliğini resmi makamlarınca daima desteklemiş olan bir ülkedir. İlginç bir şekilde, Romen (Rumen) halkı da Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmaktadır. Turizm başta olmak üzere birçok alandaki yoğun ekonomik ve kültürel ilişkiler, bu noktada Türk ve Romen halkını birbirlerine yakınlaştıran faktörlerdir. Küçük ölçekte bir devlet olarak Türkiye’nin iç politik meselelerinde taraf olmayan Romanya, buna karşın AB üyelik sürecindeki reformları desteklemekte ve Türkiye aleyhine söylemlere destek olmamaktadır. İki ülke arasında artan ticaret hacmi ve ortak yürütülen projeler de Romanya’nın Türkiye ve Türk kamuoyuna yönelik olumsuz tavır almamasında önemli bir etkendir.

Bulgaristan
Marin Lessenski imzalı raporun “Bulgaristan” bölümü, Bulgaristan-Türkiye ilişkilerine ve Türkiye’nin AB üyeliğine Bulgaristan’da verilen desteğe ışık tutmaktadır. 2008’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, Bulgaristan halkı Türkiye’nin üyeliği konusunda 3 eşit parçaya bölünmüştür: üyeliğe karşı olanlar, üyeliğe destek verenler ve kararsızlar. Bulgaristan’ın Türkiye’ye bakışında etkili Türk azınlık ve Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) rolü de yadsınamaz. Yine tarihten kaynaklanan düşmanlık ve öteki hisleri de ilişkilerin bir diğer boyutudur ve her iki ülkede de sağ siyaset tarafından zaman zaman sömürülmektedir. Çok önemli bir konu olmasa da, Bulgaristan kamuoyunda bu konu zaman zaman tartışılmaktadır. Sağ-milliyetçi partiler ve kesimler bu konuda olumsuz bir bakış açısına sahiptirler. Sol partilerde ise daha ılımlı bir bakış söz konusudur. Ancak genellemeler doğru olmayabilir; zira sağ siyasette Türkiye’ye destek olan, sol siyasette de Türkiye’ye karşı çıkan bazı siyasi figürler vardır.

Sonuç
Özgehan Şenyuva ve Sait Akşit imzalı “Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış: Genel Değerlendirmeler” başlıklı son bölüm ise, raporun genel bulgularını özetlemektedir. Öncelikle şu belirtilmelidir ki, rapor, büyük ölçüde 2006-2009 döneminde yapılan kamuoyu yoklamalarına dayalı olan sonuçları kullanmaktadır. Bu nedenle, raporun 2009-2010 dolaylarındaki Avrupa’nın Türkiye ile ilgili değerlendirmesi şeklinde okunması daha doğru olur. Oysa son dönemde yaşanan birçok gelişme (IŞİD terörü, Türkiye’de demokrasinin raydan çıkması vs.), bu rapora etki etmemiş ve Türkiye hakkındaki bakış açısı günümüze kıyasla -kanımca- daha iyimser bir düzeyde aktarılmıştır. Oysa şimdi benzer bir çalışma yapılırsa, Türkiye’ye olan desteğin daha da düştüğü gözlemlenebilir. Buna karşın, şu da bir gerçektir ki, Avrupa ve Türkiye birbirlerine az veya çok ama mutlaka muhtaçtır. Çeşitli konularda işbirliği ve anlaşmalar yapılması ve ekonomik, kültürel ve siyasal ilişkilerin ne olursa olsun devam ettirilmesi zorunludur. Raporun ulaştığı bazı temel görüşler ise şunlardır:
  • Medya, kamuoylarının oluşmasında çok etkilidir. Avrupa ve Türk medya kuruluşları, ilişkileri germe ya da yumuşatma potansiyeline sahiptirler.
  • Türkiye’nin AB üyelik hedefi partiler üstü bir konudur ve herkesçe sahiplenilmektedir. Oysa AB ülkelerinde, özellikle sağ ve aşırı sağ partiler bu konuya sahip çıkmamaktadırlar. Daha çok sol ve liberal partilerden Türkiye’ye bir destek söz konusudur. Dolayısıyla, AB’nin bu konuda stratejik bir kararlılığı yoktur ve bu da üyelik konusunda en büyük engeldir.
  • Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi konusu en temel meseledir. Türkiye, bunu başarabilirse, geri kalan sorunları aşmak bir şekilde mümkün olabilir.
  • AB’nin kurumsal yapısı ve hatta varlığı bile tartışma konusu haline gelmişken, Türkiye’nin üyeliği tartışmaları da bu konulardan bağımsız olarak düşünülemez. Bu noktada çıkış yolu ise çok vitesli bir Avrupa yaratmak olabilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok: