30 Haziran 2016 Perşembe

Un Nouveau Chapitre en la Politique Etrangere de la Turquie


Les observateurs turcs and internationales s’expriment leurs idées sur le changement de la politique étrangère de la Turquie dans les derniers jours. Grace au Consensus de Rome en juin 27, 2016, la Turquie et l’Israël ont signé une protocole pour normaliser les relations bilatéraux. En même temps, Monsieur Recep Tayyip Erdoğan a envoyé une lettre officielle à Kremlin, au chef de la Russie, Monsieur Vladimir Poutine, afin de déclarer le chagrin à cause des relations problématiques entre deux pays après la crise de jet. Ces deux événements montrent qu’il y a un changement assez important dans la politique étrangère de la Turquie. Mais alors pourquoi ce changement réalise et pourquoi maintenant?

La première raison de ce changement est la démission de Monsieur Ahmet Davutoğlu, l’ancien premier ministre de la Turquie qui a suivi une politique étrangère de principe mais risquée concernant la crise syrienne. Davutoğlu est un professeur des sciences politiques et il a composé et dirigé la politique étrangère de la Turquie lui-même. Mais maintenant, Monsieur Binali Yıldırım, le nouveau premier ministre et Monsieur Mevlüt Çavuşoğlu, le ministre des affaires étrangères, ont plus de pouvoir de contrôler la diplomatie turque.

Deuxièmement, l’échec de la diplomatie turque concernant la Syrie a obligé le pays de changer sa ligne de conduite. La Turquie a ouvertement supporté les groupes révolutionnaires Sunnites dans la guerre civile en Syrie, mais après l’apparition de DAESH (l’Etat Islamique), le pays a été accusé par les autres pays pour défendre terrorisme. Les groups révolutionnaires n’ont pas réussi à démolir le régime complètement. En outre, l’Etat Islamique a aussi commencé d’attaquer la Turquie comme ce pays n’a jamais favorisé le terrorisme et supporté seulement les groups modérés révolutionnaires contre la dictature de Bachar al Assad. La crise syrienne a commencé à déstabiliser la Turquie à cause des attaques terroristes de DAESH et de PKK. L’Etat turc a considéré ces attaques comme la menace de la Syrie, de l’Iran et de la Russie, les pays voisins de la Turquie qui défendent toujours le régime d’Assad et ne veulent pas l’expansion de la démocratie comme ils ont des régimes autoritaires. Alors, la Turquie maintenant veut avoir des relations pacifiques avec la Russie et l’Israël pour diminuer les risques de terrorisme.

Troisièmement, l’économie de la Turquie a aussi été influencée négativement de la crise avec la Russie. Les activités touristiques et de commerce entre les deux pays ont sévèrement baissé dans les mois dernières après l’embargo imposé par la Russie. La Russie aussi a été influencé terriblement de cette crise. De plus, les réserves de gaz naturel dans la Méditerranée auprès de la Chypre, l’Égypte et l’Israël ont déclenché les pays méditerranéens de collaborer pour établir un nouveau chemin d’énergie entre l’Orient et l’Europe (l’Occident) qui peut réduire les prix d’énergie. Alors, la Turquie et l’Israël veulent aussi développer leurs économies après le procès de normalisation.

Le changement de la politique étrangère de la Turquie va probablement continuer avec la normalisation avec la Russie et l’Egypte. Mais pour une période de stabilité, la Turquie doit attendre pour les résultats de l’élection présidentielle aux Etats-Unis et les politiques étrangères américaines en direction de Moyen-Orient.

Dr. Ozan ÖRMECİ

Yeni Kitap: "Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri"


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci ile Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hüseyin Işıksal'ın editörü olduğu ve birçok UPA yazarının makaleleriyle katkıda bulunduğu "Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri" adlı kitap, Ankara Gazi Kitabevi tarafından yayınlandı. Bir yılı aşkın süreyle devam eden yoğun bir çalışma sürecinin sonucu olan kitabın "Önsöz" bölümü, önceki Dış İşleri Bakanlarımızdan Sayın Yaşar Yakış ve Sayın Murat Karayalçın tarafından yazıldı. Aşağıda kitapla ilgili tüm bilgileri ve kitabı satın alabileceğiniz kitap sitelerine ulaşabileceğiniz linkleri bulabilirsiniz.






Kitabın içeriği ise şöyle;

Önsöz (Yaşar Yakış)
Önsöz (Murat Karayalçın)

GİRİŞ: Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri: Hiç Bitmeyen Maraton (Hüseyin Işıksal)

Birinci Bölüm: Avrupa Birliği Politikaları ve Türkiye
  1. AK Parti Döneminde AB Süreci: Çok Boyutlu İnşacılığın Pragmatizm ile Sentezi (Ahmet Erdi Öztürk)
  2. AB Enerji Politikalarında Türkiye’nin Yeri (Çiğdem Yorgancıoğlu)
  3. Güney Kafkasya Bölgesi: Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Yeni Bir Rekabet Mi, İşbirliği Sahası Mı? (Sina Kısacık & Furkan Kaya)
  4. Türkiye-Rusya Federasyonu Arasındaki Mevcut Gerginliğin Avrupa Enerji Güvenliğine Olası Yansımaları Hakkında Bir Değerlendirme (Sina Kısacık & Furkan Kaya)
  5. Türkiye’nin Avrupa’da Yaşayan Türklere Yönelik Politikaları (Saltuk Buğra Bozkurt)
İkinci Bölüm: Güvenlik Perspektifinden Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri
  1. AB’nin Türkiye İlerleme Raporları ve Strateji Belgeleri Bağlamında Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları (Deniz Tansi)
  2. NATO Açısından Türkiye-AB İlişkileri (Ali Oğuz Diriöz)
  3. Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Amerika Birleşik Devletleri Faktörü: Arka Plan, Diskurlar, Etkileşimler (Gürol Baba)
  4. Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Rusya Faktörü (Göktürk Tüysüzoğlu)
Üçüncü Bölüm: Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyesi Komşularıyla İlişkileri
  1. Avrupa Birliği Çerçevesinde Türkiye-Yunanistan İlişkileri (Didem Ekinci Sarıer)
  2. Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) İlişkileri: Geçmişin Prangaları Arasında Gelecek Arayışları (Hüseyin Işıksal)
  3. Bulgaristan Türkleri ve Türkiye-Bulgaristan İlişkileri (Hüseyin Işıksal)
Dördüncü Bölüm: Türkiye-Balkan Ülkeleri İlişkileri
  1. Türkiye ve Avrupa Birliği’nin Batı Balkanlar Politikaları Özelinde Bosna Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan’la İlişkiler (Sina Kısacık & Esma Bunjaku)
  2. Türkiye-Romanya İlişkileri (Anıl Kemal Aktaş)
  3. Türkiye-Kosova İlişkileri (Esma Bunjaku)
Beşinci Bölüm: Türkiye-Avrupa Birliği Akdeniz Üyeleri İlişkileri
  1. Türkiye-İtalya İlişkileri: Ticari Temelli Bir İlişkinin Uzun Siyasi Tarihi (Levent Yılmaz)
  2. Türkiye-Vatikan İlişkileri (Şahin Keskin)
  3. Yakın Dönem Türkiye-İspanya İlişkileri (Özcan Öğüt)
Altıncı Bölüm: Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin Ana Aktörleriyle İlişkileri
  1. Avrupa Birliği Triumvirası’nın Gözünden ‘Yeni Türkiye’: Post-Yapısalcı Bir Medya Analizi (Oğuzhan Göksel)
  2. Türk-Alman İlişkilerinin Son On Yılı (Murat Önsoy)
  3. Yakın Dönem Türkiye-Fransa İlişkileri: Hollande Döneminde Yaşanan Normalleşme ve Geleceğe Dair Öngörüler (Ozan Örmeci)
  4. Son Yıllarda Türkiye-Birleşik Krallık (İngiltere) İlişkileri: İlişkilerde ‘Altın Çağ’ Dönemi Mi? (Ozan Örmeci)
Yedinci Bölüm: Türkiye-Kuzey Avrupa İlişkileri
  1. Türkiye-İskandinav Ülkeleri İlişkileri (Hacı Mehmet Boyraz)
  2. Tarihten Günümüze Türkiye-Hollanda İlişkileri (Kadri Kaan Renda)
  3. Belçika’da Güvenlikleştirilen Sözde Ermeni Soykırımı, İslamofobi ve Belçika Türkleri (Emete Gözügüzelli)
Sekizinci Bölüm: Türkiye-Merkez Avrupa İlişkileri
  1. Türkiye-Avusturya İlişkileri (Raimund Weinberger)
  2. Yakın Dönem Türkiye-Macaristan İlişkileri (Emre Saral)
  3. Tarihin Sıcaklığından Gelen Türkiye-Polonya İlişkileri (Basri Alp Akıncı)
SONUÇ: Türkiye-AB İlişkileri: Uzun İnce Bir Yola Devam (Ozan Örmeci)


Kitabı satın almak için;

29 Haziran 2016 Çarşamba

2016 Avustralya Federal Seçimleri


Okyanusya kıtasının en önemli ülkesi ve en büyük ekonomisi olan Avustralya’da, 2 Temmuz 2016 tarihinde 226 üyeli Avustralya Parlamentosu’nu (150 kişilik Temsilciler Meclisi ve 76 kişilik Senato) oluşturacak temsilcileri ve hükümeti belirlemek için sandık başına gidilecektir. Bu seçimin en önemli özelliği ise, 1987 seçimlerinden beri ilk kez Temsilciler Meclisi ve Senato’nun tüm üyelerinin aynı anda belirlenecek olmasıdır. Bu yazıda, 2016 Avustralya federal seçimlerinde yarışacak siyasi partiler ve liderleri size tanıtmaya çalışacağım.

Malcolm Turnbull

Hatırlanacağı üzere, ülkede 2013 yılında yapılan son genel seçimlerde[1], Kevin Rudd liderliğindeki Avustralya İşçi Partisi, Avustralya Liberal Partisi ve Avustralya Milli Partisi’nin başını çektiği ve yüzde 54,5 oy alan Tony Abbott liderliğindeki Liberal-Muhafazakâr koalisyona geçilmiş ve 6 yıllık iktidarını sağa bırakmıştı.[2] Medyatik ve maço Başbakan Tony Abbott’ın Başbakanlığının ilk günleri oldukça başarılı geçmesine karşın, ilerleyen aylarda, Abbott, gafları ve ekonomiyi beklenen seviyeye getirememesi[3] nedeniyle Avustralya Liberal Partisi’nin Genel Başkanlığını ve dolayısıyla Başbakanlığı Malcolm Turnbull’a kaptırmıştı.[4] 15 Eylül 2015 tarihinden beri Başbakanlık koltuğunda oturan 1954 doğumlu deneyimli siyasetçi Malcolm Turnbull[5], Avustralya Liberal Partisi lideri ve Liberal-Muhafazakâr koalisyonun Başbakan adayı olarak bu seçimde de Başbakanlık konumunu devam ettirmeye gayret edecektir. Liberal dünya görüşüne sahip olan Turnbull, ayrıca Katolik bir siyasetçidir. Siyaset öncesinde gazetecilik, bankacılık, avukatlık ve özel sektör yöneticiliği yapmış olan Turnbull, renkli bir siyasetçi olarak dikkat çekmektedir. Haziran ayı sonunda yapılan anketler incelendiğinde, Turnbull liderliğindeki Liberal-Muhafazakâr koalisyonun oy oranlarının yüzde 39[6] ila yüzde 42[7] arasında değiştiği ve partinin Avustralya İşçi Partisi ile birinci olmak için çekiştiği görülmektedir. İki partili tercih sisteminde ise, bu oran yüzde 49-51 arasında değişmektedir. Dolayısıyla, Avustralya Liberal Partisi ve onun oluşturduğu seçim koalisyonu, bu seçimin de favorisidir.

Bill Shorten

Seçimde Liberal-Muhafazakâr koalisyona karşı kıyasıya bir rekabete girecek olan Avustralya’nın en büyük partilerinden olan Avustralya İşçi Partisi ise, seçimde yeni lideri Bill Shorten’la yarışacaktır. Kevin Rudd ve Julia Gillard’lı iktidar yılları sonrasında, 2013 seçim yenilgisi sonrasında geçici Genel Başkan Chris Bowen’ın liderliği ardından, Anthony Albanese’i parti içi oylamada yenerek Genel Başkanlığa seçilen Bill Shorten[8], 1967 doğumlu sosyal demokrat ve Katolik bir siyasetçidir. Bir işçi çocuğu olan Shorten, hukuk eğitimi aldığı öğrencilik yıllarından beri bir Labor aktivisti olmuştur. Son anketler, Shorten liderliğindeki Avustralya İşçi Partisi’nin seçimdeki oy oranlarının yüzde 33[9] ila yüzde 37[10] arasında değişeceğini göstermektedir. İki partili tercih sisteminde ise bu oran yüzde 49-51 civarına ulaşmaktadır. Dolayısıyla, Shorten ve partisinin bu seçimde birinci parti olma şansı halen vardır.

Seçimin favorisi olan bu iki büyük parti dışında, Richard Di Natale liderliğindeki ve çevreci çizgideki Avustralya Yeşiller Partisi, seçim öncesi anketlerde yüzde 10 oy oranlarına ulaşarak[11], Temsilciler Meclisi ve Senato’da birkaç sandalye kazanabileceğini göstermektedir. Karizmatik siyasetçi Nick Xenophon’un önderliğinde kurulan merkez çizgideki Nick Xenophon Takımı ise, anketlerde yüzde 4’ü bulan oy oranıyla[12], yine Temsilciler Meclisi ve Senato’da birkaç sandalye kazanması beklenen yeni bir siyasi hareket olarak dikkat çekmektedir.[13] Seçimlerle ilgili bir diğer önemli ayrıntı ise, rekor sayıda LGBT destekçisi adayın seçimde yarışacak olmasıdır.[14]

Seçim sonuçları ne olursa olsun, dünyanın diğer ülkeleri ve coğrafyalarıyla kıyaslandığında çok büyük sorunları olmayan Avustralya’nın, bu süreci barışçıl ve demokratik bir şekilde sonuçlandırması beklenmektedir. Ancak Avustralya’nın ekonomik performansı ve dış politikada atacağı adımlar, kuşkusuz bu ülke ve dünya adına önemli olacaktır. Özellikle Güney Çin Denizi’nde ve genel olarak tüm dünyada ABD-Çin rekabetinin kızıştığı şu günlerde, bu ülkenin hangi ülkeye ve ne ölçüde daha yakın hareket edeceği, yalnızca Avustralya değil, dünya siyaseti açısından da önemli bir konu olacaktır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[5] Web sitesi için; http://malcolmturnbull.com.au/.
[8] Web sitesi için; http://www.billshorten.com.au/.

28 Haziran 2016 Salı

A New Chapter in Turkish Foreign Policy


Turkish and international analysts express their views on the recent activism in Turkish foreign policy in last few days. With the Rome Consensus on June 27, 2016, Turkey and Israel signed a protocol to normalize their relations. Although this was labeled as a “not so important deal” by Steven Cook[1], it would definitely start a new era in bilateral relations of these countries after a problematic decade. Another important step was taken simultaneously by the Turkish President of the Republic Mr. Recep Tayyip Erdoğan concerning Turkish-Russian relations. Following the shooting down of a Russian jet violating Turkish airspace last year, two countries engaged in confrontational relations and started to implement embargos on each others’ products. This led to economic problems in both countries in recent months and a severe crisis in Turkish tourism industry. However, yesterday, Russian officials announced that Turkish President Erdoğan sent a letter to Kremlin for expressing his condolences for the dead Russian pilot, a gesture showing his good-will and empathy for Russia.[2] This might lead to a normalization process in Turkish-Russian relations as well, although both countries still have opposite positions concerning Syrian and Ukraine crises as well as Nagorno-Karabakh dispute. These two steps, together with a growing critical tone towards European Union point out a new chapter in Turkish foreign policy. So, what could be the reason of this sudden change in Turkish foreign policy?

The first reason of this change is related to Turkey’s internal dynamics. It is no coincidence that these changes took place following the resignation of Prime Minister Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, as a man of academics and a well-known and respected Professor of International Relations, was a Prime Minister that has been very influential in designing foreign policy priorities of the country by himself rather than the Ministry of Foreign Affairs, an institution largely seen as the most rooted state apparatus in the country having an autonomous identity. However, now, with its new Prime Minister Binali Yıldırım and a more independent Mevlüt Çavuşoğlu as the Minister of Foreign Affairs, Turkey has begun to implement a different foreign policy.

The second reason of this rapid change might be related to the harsh critics towards Turkey about its foreign policy concerning Syria. Turkey openly supported revolutionary groups in Syrian civil war; but these groups failed to realize the regime-transition and revolutionary Syrian “spring” turned into a bloodbath after the emergence of ISIS. Due to this failure, Turkey was falsely accused of supporting ISIS and international powers began to support Kurdish groups such as PYD and YPG against ISIS. However, since these Kurdish groups are seen equally dangerous as PKK by Turkey, Turkey decided to change its foreign policy towards Syria. From now on, Turkey will choose either a normalization process with Assad government or closer relations with Syrian Kurdish groups in order to exert its authority over them. Normalization with Assad government might take reactions from Islamic groups, whereas engaging in close relations with Kurdish groups will lead to nationalist opposition in the country. It seems like Turkey’s Western allies including USA and EU will prefer Turkey’s close collaboration with Kurdish groups, whereas Russia and Iran might be more willingly to see Turkey engaging in a normalization process with Assad government in order to crush the revolutionary Sunni Islamist groups in Syria.

The third reason of the policy change is related to the growing security concerns of the country. Turkey, in recent years, enjoyed the privilege of having problematic relations with nearly all of its neighbors including Russia, Syria, Iran and Israel as well as Egypt. This led a rising terror wave in the country originated from Islamic fundamentalist ISIS (ISIL-IS) and pro-Kurdish PKK. Turkish military launched a military campaign against PKK in the southeastern Anatolia in recent months and few hundreds of Turkish soldiers and civilians died recently. Since Turkish government analyzes this terrorism wave directly related to emerging problems with Russia, Syria and Iran, authoritarian regimes that have never hesitated to support terrorism against their enemies in the past, Turkey might be willingly to engage in better relations with Russia, Iran and Syria. The lack of support given from Washington and NATO also forced Turkey to change its foreign and security policy since these are not European countries or USA, but only Turkey and Israel that constantly feel the threats coming from terrorist groups in the region.

The fourth reason might be based on economic necessities. Turkish-Russian confrontation had terrible effects over two countries’ economies as well. Turkish economic growth decreased to 3 % from 7 %, whereas Russian economy had an economic shrinkage because of Western economic sanctions. In addition, problems with Russia terribly affected Turkish tourism industry this summer until now. Moreover, recent natural gas discoveries in the Eastern Mediterranean region around Cyprus, Egypt and Israel led to hopes in Ankara for finding alternative and cheaper energy provider countries following normalization with Israel and a political solution or at least an economic agreement in Cyprus. Thus, this rapid change in Turkish foreign policy also has an economic rationale.

Change in Turkish foreign policy will probably continue with a possible normalization with Egypt, closer relations with Russia and growing cooperation with Israel. However, for a stable period, Turkey still has to wait for the U.S. foreign policy preferences towards the region which will be determined after the Presidential elections in this country. Hillary Clinton or Donald Trump’s policy preferences for the region (Middle-East) will naturally affect Turkey since the country still protects its close-ally status with the USA.

Dr. Ozan ÖRMECİ

24 Haziran 2016 Cuma

Brexit ve Sonrası


Birleşik Krallık (İngiltere, Kuzey İrlanda, Galler, İskoçya) halkları, dün gece yapılan referandumda Avrupa Birliği’nden ayrılma yönünde bir karar verdi. Referandum öncesinde yapılan neredeyse tüm anketler, referandumdan az farkla da olsa “AB’de kalalım” kararının çıkacağı yönündeydi.[1] Hatta dün gece geç saatlerde açıklanan Yougov’un sandık çıkış anketleri de, referandum sonucunda % 52-% 48 oranlarıyla AB’de kalınacağını gösteriyordu. Ancak sabaha karşı hiç beklenmeyen oldu ve Britanya halkı % 51,9 oranında “AB’ye hayır” diyerek, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrı ve egemenliğini Brüksel’e devretmeyen bağımsız bir devlet olması yönünde oy kullandı. Seçime katılım % 72,2 oranında seyrederken, bu oran, genel seçimlere katılımdan daha yüksek olması bağlamında da oldukça dikkat çekici oldu.[2] Herkesin merak ettiği konuya dönersek, peki, şimdi ne olacak?

Referandum sonuçları

Referandum sonrasında ilk belirtilmesi gereken, halkın verdiği “AB’ye hayır” kararının hemen geçerli olmayacağıdır. Nitekim Birleşik Krallık ve AB arasındaki Gümrük Birliği’nin ve serbest ticaret anlaşmalarının yeniden düzenlenmesi ve AB ülkelerinde yaşayan ve çalışan İngilizlerin durumu konusuna açıklık getirilmesi, bundan sonra en az 6 ay hatta bir yıllık bir çalışmayı gerektirecek zorlu bir süreç olacaktır. Ancak Birleşik Krallık’ın elini kolaylaştıracak önemli bir faktör, ülkenin zaten Schengen bölgesine ve avro (euro) para birimine dâhil olmamasıdır. Bu nedenle, fiili anlamda Brexit, 2017 veya en geç 2018’de rahatlıkla gerçekleşebilecektir. Başbakan David Cameron, referandum sonrasında Ekim ayındaki parti kongresinde istifa edeceğini söylemiş ve Britanya halkının kararına saygı duyduğunu belirtmiştir.[3] Bu durumda, Ekim ayında Cameron’ın yerine Muhafazakâr Parti içerisinden yeni bir ismin geçmesi olası gözükmektedir. Bu isim, Brexit kampanyasının öncülerinden olan eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson olabilir. Ancak Muhafazakâr Parti içerisinden Cameron’ın istifa etmemesi yönünde büyük baskı gelirse, Cameron, göreve devam edeceği 3 aylık süre içerisinde bu kararını gözden geçirebilir. Bu noktada, Cameron konusunda kamuoyundaki genel eğilimler ve Labour (İşçi Partisi) gibi muhalif partilerin tavırları da son derece etkili olacaktır. Brexit’e en büyük destek veren UKIP lideri Nigel Farage ise, bu kararı “bağımsızlık günü” olarak değerlendirmiş ve referandum sonucunu kendisi ve partisinin siyasal geleceği için ustalıkla kullanmaktadır. Kararın bir diğer önemli özelliği ise, henüz sadece bir “tavsiye kararı” niteliğinde olması ve geçerli olabilmesi için parlamento kararının gerekmesidir. Dolayısıyla, egemen olan Avam Kamarası’nda bu yönde bir karar alınmadan, Brexit’in gerçekleşmesi mümkün değildir.[4] Ancak İngiltere gibi demokrasinin çok köklü olduğu bir ülkede, parlamentonun da referandum sonucuna uygun davranması neredeyse kesin gibidir.

Boris Johnson

Referandum sonuçları, Birleşik Krallık’ın farklı bileşenlerinin Avrupa Birliği konusunda yaşadığı fikir ayrılıklarına da ışık tutmuştur. Örneğin, İngiltere genelinde AB yanlısı oylar % 46,6 oranında kalırken, bu oran Galler’de % 47,5, Kuzey İrlanda’da % 55,8 ve İskoçya’da % 62 oranlarına kadar yükselmiştir.[5] Bu durum da, Brexit’e daha çok İngilizlerin destek verdiğini göstermektedir. Bu kararın ardından, özellikle İskoçya gibi bağımsızlık eğilimleri ve AB yanlılığının yüksek olduğu Birleşik Krallık’a bağlı özerk bölgelerde neler yaşanabileceğini kestirmek kolay değildir. Bu konu, İskoçya’nın bağımsızlığı için uygun bir fırsat yaratabileceği gibi, tam tersine Britanya kimliği içerisinde İskoç ayrılıkçılığının daha da zayıflatılması sonucunu da verebilir. Bu nedenle, İskoçya’da büyük ağırlığı olan ayrılıkçı İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) alacağı kararlar ve geliştireceği politikalar, bundan sonra İskoçya ve Birleşik Krallık için çok önemli olacaktır.

Brexit referandumu haritası (maviler çoğunlukla “AB’ye hayır”, sarılar çoğunlukla “AB’ye evet” yönünde oy veren bölgeler[6]

Kararın etkilerinin hemen hissedildiği alan ise piyasalar oldu. Kararın ardından sterlin (pound), dolar (% 3,3 oranında) ve avro (% 7 oranında) karşısında en büyük değer kaybını yaşarken, Londra Borsası da güne yüzde 7 oranında değer kaybıyla başladı.[7] Bu durum, 1985 yılından beri borsanın en büyük değer kaybı olarak dikkat çekti.[8] Referandum sonucu Asya piyasalarını da etkilerken, Japon Nikkei Borsası da yüzde 8 oranında önemli bir düşüş yaşadı. Elbette, bunları kararın yarattığı ilk şok dalgası kapsamında değerlendirmek gerekiyor. Ancak borsa ve döviz kurunda yaşanan sorunların devam etmesi, elbette Muhafazakâr Parti iktidarının geleceği açısından da önemli bir sorun teşkil edecek ve İşçi Partisi, İskoç Ulusal Partisi (SNP) ve UKIP gibi muhalif partilerin oy oranlarını arttırabilecektir. İngiltere Merkez Bankası guvernörü Mark Carney ise, İngiliz Merkez Bankası ve İngiliz bankalarının karara hazırlıklı olduğunu açıklamış ve piyasalara sıcak para (likidite) akışının sağlanacağı taahhüdünü verilmiştir.       

Bu noktada, Brexit kararının yalnızca Birleşik Krallık için değil, Avrupa Birliği için de birliği temelden sarsabilecek önemli bir dönüm noktası olduğu belirtilmelidir. Zira birçok açıdan halen Avrupa’nın lider ülkelerinden olan İngilizlerin bu kararı, diğer Avrupa halklarını da kolaylıkla etkileyebilecektir. Zira Avrupa karşıtlığı ya da şüpheciliği (euroscepticism) zaten hâlihazırda Avrupa’nın yükselen ideolojik eğilimi durumundadır. Nitekim İngiliz halkını kutlayan Marine Le Pen (Fransa) ve Geert Wilders (Hollanda) gibi Avrupalı aşırı sağ liderler, bu kararı sevinçle karşılamış ve kendi ülkelerinde de benzer bir gelişme olması yönünde görüş belirtmektedirler.[9] AB yanlısı çevrelerde ise, bu karar üzüntüyle karşılanmış ve gelecek konusunda endişeler doğurmuştur.[10] Bu karar, AB’nin güvenilirliği ve geleceği konusunda ciddi anlamda soru işaretlerinin doğmasına neden olacak ve muhtemelen AB karşıtı partilerin kıta Avrupası’ndaki yükselme trendini devam ettirecektir.[11] Ancak Britanya’nın birlikten ayrılması, Alman-Fransız eksenindeki federalist güçleri belki de memnun edecektir. Zira zaten tam anlamıyla bir birliğe (ever closer union) en başından beri karşı olan Birleşik Krallık’ın gidişinin ardından, belki de Avrupa Birliği’nin kalan üyeleriyle tam anlamıyla federal bir yapıya dönüşmesi mümkün olabilir.

Referandum sonucu, kanımca Britanya ve dünya siyasetine dair bazı önemli mesajlar da vermiştir. Bunlar şöyle özetlenebilir;
  • Ulusal egemenlik 21. yüzyılda da halen önemli bir kavramdır: Britanya halkının AB’ye “hayır” demesinin en önemli nedeni, Brüksel’le yetki paylaşımına gitmeyi demokrasi dışı bulmasıdır. Buna göre, siyasal bağımsızlık, AB projesinin başarısına karşın, halen çok önemli bir konudur. Şu da unutulmamalıdır ki, AB, türünün tek örneğidir ve diğer uluslararası birliklerden farklı ve uluslarüstü (supranational) bir yapıdır.
  • AB’nin bürokratik yapısı artık rahatsız edici boyutlara ulaştı: Avrupa Birliği’nin Franz Kafka romanlarında hicvedilen bir bürokratik canavara dönüşmesi ve Avrupa halklarının ve siyasetçilerinin önüne geçmesi, Avrupa’da ciddi anlamda tepkilere neden olmaktadır. Demokrasi, geleneksel olarak daha çok halklar ve siyasetçilerle özdeşleşmiş bir kavramken, AB içerisinde Brüksel bürokrasisi öne çıkmakta ve bu da halkların tepkisini çekmektedir.
  • Jo Cox cinayeti şüphe doğurdu: Referandum kampanyası döneminde AB yanlısı propaganda yürüten Labour milletvekili Jo Cox’un öldürülmesi, referandum öncesinde Brexit karşıtı bir hava yaratmak ve Brexit yanlılarını suçlu gibi göstermek için kullanılınca, bu, Britanya halkında bir tepkiye neden olmuş olabilir.
  • AB karşıtlığı salt aşırı sağ ile alakalı bir eğilim değildir: Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de, AB karşıtlığının genelde aşırı sağ ve ırkçı siyasi çizgiyle birlikte anılmasına karşın, aslında siyasal egemenlik temelinde bir mesele olduğu ve sol ve hatta liberal görüşlü AB karşıtlarının da var olabileceği gerçeğidir.
  • Referandumlar risklidir: Halkı iki ana görüş temelinde kutuplaştıran ve gelecek hakkında teknik bilgileri olmayan kişilere çok önemli karar verme yetkisi veren referandum süreçleri, demokrasilerde her zaman için risklidir. Demokrasi, ancak kontrollü ve teknokrasiyi içeren bir yapıda olduğu zaman olumlu sonuçlar verir.
İngiltere ve Avrupa’da gelişmeleri yakından takip etmeye devam edeceğiz.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ 


13 Haziran 2016 Pazartesi

2016 İtalya Yerel Seçimleri


Avrupa’nın lider ülkelerinden İtalya’da, toplam 1342 yerleşim yerindeki (comuni) yöneticileri belirlemek için yapılan yerel seçimlerin ilk turu 5 Haziran’da düzenlendi. İtalyan seçim sistemi gereği, 5 Haziran’da yüzde 50’nin üzerinde oy alabilen adaylar seçilirken, hiçbir adayın yüzde 50’yi bulamadığı seçim bölgelerinde en yüksek oyu alan iki aday 19 Haziran’da bir kez daha yarışacaklar.

Seçimlerin, Başbakan Matteo Renzi liderliğindeki merkez sol Demokrat Parti (PD), eski Başbakanlardan ve şimdilerde sağlık sorunları yaşayan Silvio Berlusconi liderliğindeki Forza Italia ve komedyen Bebbe Grillo liderliğindeki 5 Yıldız Hareketi arasında büyük bir mücadeleye sahne olması bekleniyor. Özellikle yaptığı reformlarla adından söz ettiren Başbakan Renzi’nin partisinin alacağı oy, halkın kendisine ve hükümetine duyduğu güveni ölçmek açısından önemli bir test işlevi görecek. Zira medya önündeki başarılı imaj çalışmalarına karşın, 2014’den beri Başbakanlık koltuğunda oturan Renzi’nin ekonomideki performansı hiç de göz kamaştırıcı değil. Ülke ekonomisini yüzde 0,2’lik küçülme oranıyla devralan Renzi, geçtiğimiz iki yılda yüzde 1’lik bir ekonomik büyüme oranını yakalamayı başarmasına karşın[1], bu, İtalyan halkınca beklenilen ölçüde başarılı bir performans olarak görülmüyor. Nitekim ülkede halen yüzde 10’ların üzerinde olan işsizlik oranı da[2], bunun somut bir göstergesi. Bu nedenle, Renzi ve partisinin yerel seçimlerde fazla başarılı olması beklenmiyor. Renzi için seçimlerin önemli olmasının bir diğer sebebi de, Ekim ayında yapılması planlanan anayasa değişikliği referandumu öncesindeki son sınav olması. Renzi’nin ülke yönetiminde istikrarı sağlamak adına bazı değişikliklere gidilmesini ve Senato’nun yetkilerinin kısıtlanmasını öngördüğü bu anayasa reformu, Ekim ayında halkoyuna sunulacak.[3] Bu değişikliklerin halk tarafından reddedilmesi, ülkede siyasal kaos ortamının doğmasına ve erken seçimlere gidilmesine neden olabilir. Zira Başbakan Renzi, daha önce referandumdan mağlup çıkması durumunda istifa edeceğini söylemişti.[4]

Virginia Raggi

Renzi ve partisinin sınırlı başarısı ve Forza Italia’nın geçmişten gelen olumsuz hatıraları nedeniyle, Bebbe Grillo’nun lideri olduğu ve sistem-karşıtı çizgisiyle dikkat çeken 5 Yıldız Hareketi’nin[5] seçimde önemli bir çıkış gerçekleştirebileceği öngörülüyor. Popülist çizgideki partinin ideolojisini tanımlamak hayli zor; partinin çevreci, internet özgürlüklerini savunan ve AB’ye şüpheyle yaklaşan farklı ideolojik kimlikleri mevcut. AB karşıtlığı, partinin aşırı sağ olarak yaftalanmasına neden olurken, aslında internet özgürlükleri ve çevreci hassasiyetler partiye sol bir kimlik de kazandırıyor. Partinin lideri Bebbe Grillo’nun renkli kişiliği, partinin diğer adaylarına da yansımış gözüküyor. Örneğin, partinin başkent Roma’da ilk turda yüzde 35,25 oy alarak favori isim haline gelen adayı Virginia Raggi, 37 yaşındaki genç ve güzel bir kadın hukukçu. Raggi ile başkentin kazanılması, 5 Yıldız Hareketi’ne büyük güç katacak ve şimdiye kadar daha çok marjinal olarak görülen bu hareketi merkez siyasete iyiden iyiye dahil edecek. Raggi, ilk turda yüzde 25 olay alan Demokrat Parti adayı Roberto Giachetti ile kozlarını paylaşacak ve büyük olasılıkla seçilecek.  

Giuseppe Sala

Ülkenin önemli sanayi merkezlerinden olan moda başkenti Milano’da da Başbakan Renzi ve partisi için işler ilk turda iyi gitmedi. Demokrat Parti’nin seçime büyük favori olarak giren adayı -Milano Expo 2015 ceo’su- Giuseppe Sala, ilk turda yalnızca yüzde 41,7 olarak seçilemedi. Forza Italia’nın adayı Stefano Parisi ise, ilk turda aldığı yüzde 40,8 oyla ikinci turda da şanslı olduğunu gösterdi. İkinci tura Sala favori olarak girmesine karşın, işi kolay olacak gibi görünmüyor.

Luigi de Magistris

Roma ve Milano dışında, Napoli ve Torino gibi büyük kentlerde de ilk turda seçimi hiçbir aday kazanamazken, gözler 19 Haziran’da yapılacak olan ikinci tura çevrildi.[6] Napoli’de 2011’den beri Belediye Başkanı olan bağımsız sol aday ve eski savcı Luigi de Magistris, ilk turda aldığı yüzde 42,61 oyla, yüzde 24,08 oyda kalan merkez sağ Forza Italia’nın adayı Gianni Lettieri’nin önünde kesin favori olarak gözüküyor.[7] PD adayı Valeria Valente ise, ilk turda yüzde 21,22 oyda kalarak hayalkırıklığı yarattı. Magistris, geçmişte yürüttüğü mafya ve yolsuzluk karşıtı soruşturmalarla ülkede oldukça sevilen bir isim ve daha önce de 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ülkede en çok oy alan ikinci aday olarak dikkat çekmişti.

Seçimde iki Türk kökenli aday da yarışıyor. Başkent Roma’da Belediye Meclisi için iktidardaki Demokrat Parti (PD) listesinden aday olan Bingöllü Emin Öztürk ile kuzeydeki Novara vilayetine bağlı Trecate ilçesinde Belediye Meclis üyeliğine bağımsız aday olan Kahramanmaraşlı İbrahim Saban bu seçimde yarışan Türk kökenli adaylar olarak dikkat çekiyorlar.[8]

Sonuçta, Başbakan Renzi ve iktidardaki partisi PD’nin seçimlerde Milano’yu kazanarak durumu kurtarsalar bile, Roma’nın kaybedilmesi ve Ekim ayındaki referandum öncesinde güçlü bir tablo ortaya konulamaması nedeniyle seçimden yaralı çıkmaları bekleniyor.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ  


[5] Web sitesi için; http://www.movimento5stelle.it/.

1 Haziran 2016 Çarşamba

2016 ABD Başkanlık Seçimlerindeki Popülist Söylemler ve Amerikan Dış Politikasına Etkileri


8 Kasım 2016 tarihinde gerçekleşecek olan ABD Başkanlık seçimleri için mücadele son sürat devam ediyor. Cumhuriyetçiler adına Donald Trump’ın adaylığı günler öncesinden kesinleşirken, Demokratlar adına Hillary Clinton’ın hala matematiksel olarak adaylığı garantileyememesi ve Bernie Sanders’ın da yarıştan çekilmemeye yanaşmaması, Clinton her ne kadar halen ağır favori olsa da, mücadelenin son ana kadar devam edeceğini gösteriyor.[1] Seçim kampanyasının daha şimdiden uluslararası medyada önceki yıllara kıyasla çok daha büyük ilgi görmesi ise, hem internet teknolojisi sayesinde gelişen yeni medyanın gücünü, hem de Barack Obama Başkanlığındaki ABD’nin önceki yıllardaki kötü imajını düzelttiğini ve dünyada yeniden ilgi/destek gören bir ülke haline geldiğini gösteriyor. Bu seçimlerin en dikkat çekici özelliği ise, Hillary Clinton gibi klasik Amerikan dış politika çizgisini yansıtan “normal” adayların yanı sıra, aşırı sağ söylemler kullanan Donald Trump ve aşırı sol söylemler kullanan Bernie Sanders gibi adayların ABD’de ve dünyada büyük ilgi görmesi oldu. Bu nedenle, seçim kampanyası döneminde kullanılan popülist söylemleri ve bunların Amerikan Dış Politikası’na etkisini[2] tartışmakta fayda var.

“The Truth About Populism and Foreign Policy” adlı Foreign Affairs dergisinde yayınlanan son makalesinde[3] bu konuya dikkat çeken Stephen Sestanovich[4], Trump ve Sanders gibi adayların kullandığı izolasyonist dış politika söylemlerinin Amerikan halkında da karşılık bulduğunu iddia etmektedir. Makalesinde Pew Araştırma Merkezi’nin yaptığı güncel bir araştırmanın sonuçlarına yer veren Sestanovich[5], Cumhuriyetçilerin yüzde 65, Demokratların da yüzde 73’ünün sonraki ABD Başkanı’nın iç sorunlara odaklanması gerektiğini düşündüğünü belirtmiştir. Aynı araştırmaya göre; Trump destekçilerinin üçte ikisi, Sanders seçmenlerinin ise yarıdan fazlası ABD’nin küresel ekonomiye bu derece dâhil olmasının ülke ekonomisine olumsuz etkide bulunduğunu düşünmektedir. Yine bu araştırmaya göre, son dönemde Amerikan seçmenlerinin karamsarlıkları da endişe verici boyutlardadır. Öyle ki, Amerikalıların yüzde 61’i ve Cumhuriyetçilerin yüzde 71’i ABD’nin bir zamanlar sahip olduğu uluslararası saygıyı kaybettiğini düşünmektedir. Bu noktaya kadar Trump ve Sanders seçmenleri arasında benzerlikler dikkat çekerken, bundan sonrasında taban tabana zıt bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Sanders destekçilerinin sadece yüzde 16’sı savunma bütçesinin arttırılmasını ve ABD’nin dünyadaki olaylara daha fazla müdahil olmasını isterken, yüzde 43’ü savunma bütçesinin daha da azaltılmasını ve ABD’nin iç meselelerine odaklanması gerektiğini düşünmektedir. Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti destekçilerinin yüzde 67’si ve Donald Trump sempatizanlarının yüzde 66’sı ABD’nin savunma bütçesinin arttırılmasını savunmaktadır. Bu doğrultuda, Cumhuriyetçilerin yüzde 74’ü ülkelerinin IŞİD konusunda yeterli gayreti göstermediğini düşünmekte ve bu nedenle yüzde 68’i IŞİD’e karşı Irak ve Suriye’ye Amerikan kara birliklerinin gönderilmesini istemektedir. Bu oran, Trump destekçilerinde yüzde 70’e kadar yükselmektedir. Buna karşın, liberal demokratların ağır bastığı Demokrat çevrelerde kara birliklerinin gönderilmesine destek yüzde 21’le sınırlıdır.

ABD’deki iki büyük siyasi partinin destekçileri arasındaki farklar da seçim öncesinde dikkat çekici ölçektedir. Nitekim Cumhuriyetçilerin yüzde 70’i ABD’nin dünya siyasetindeki üstünlüğünü koruması için çalışması gerektiğini savunurken, Demokratlarda bu oran yüzde 35’e kadar düşmektedir. Bu durum, Cumhuriyetçiler için güç ve liderlik, Demokratlar içinse iç politika meselelerinin (Amerikan halkının refah seviyesi) daha ağır bastığını göstermektedir. Genel karamsar tablodan farklı olarak, bazı konularda Amerikan halkının Obama döneminde daha iyimser hale geldiği de bu araştırma sonuçları incelendiğinde görülmektedir. Örneğin, halkın yüzde 54’ü ABD’nin dünyanın lider ekonomik gücü, yüzde 72’si de lider askeri gücü olduğuna inanmaktadır. Bu oranlar, birkaç yıl öncesine kıyasla yüzde 8 oranlarında daha yüksektir. Bu nedenle, sadece olumsuz verilere odaklanmamak ve olumlu gelişmeleri de görmek gerekir.

Ayrıca bu noktada bir şeye de dikkat çekmek gerekir; Donald Trump, Amerikan Dış Politikası’nda özellikle Asya’ya yönelik izolasyonist bazı mesajlar vermesine[6] ve NATO’yu modası geçmiş ve pahalı (obsolete and expensive) bulduğunu belirtmesine karşın[7], İsrail’e koşulsuz desteği, İran nükleer programı konusundaki anlaşmaya karşı çıkması ve IŞİD karşıtı sert mesajlarıyla[8], Orta Doğu konusunda hiç de izolasyonist bir siyaset önermemektedir. Trump’ın izolasyonist vizyonu, daha çok Asya politikaları için geçerlidir ve bu nedenle kendisini Çin Halk Cumhuriyeti ve Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) gibi komünist rejime sahip ülkeler açısından daha cazip bir hale getirmektedir[9]. Hatta bu sayede, Trump, iç siyasette Çinli Amerikalılardan da destek alabilmektedir.[10] Sanders’ın izolasyonizm vizyonu ise, çok daha kapsamlı, felsefi temelleri olan ve ilkeseldir. Bu nedenle, IŞİD gibi terör örgütlerine yönelik askeri operasyonlara destek verse de[11], Rusya Federasyonu’nu NATO’ya ya da en azından bu örgütle işbirliğine dahil etmek gibi son derece barışçıl bir vizyon sunan Sanders[12], seçimdeki tek gerçek izolasyonist ve barış yanlısı adaydır.

Sonuç olarak, Amerikan halkının algılarındaki ve dış politika söylemlerindeki bu değişimleri, ABD’nin önceki yıllarda yaşadığı tecrübelerle açıklamak kanımca daha doğru olacaktır. Nasıl Vietnam Savaşı ardından bir süre izolasyonizm isteği Amerikan halkında ağır bastıysa, Afganistan ve Irak Savaşı sonrasında da benzer bir durumun yaşanmış olması muhtemeldir.[13] Bu, her ne kadar daha çok Barack Obama’nın seçildiği önceki iki seçim döneminde görüldüyse de, etkileri halen kısmen sürmektedir. Buna karşın, son dönemde gündeme gelen IŞİD terörü ve Ortadoğu’da süregelen istikrarsızlık, Çin’in ABD’ye dünya liderliği konusunda meydan okuyan tavrı ve Rusya’nın Ukrayna-Kırım ve Suriye’de yaptığı kabadayılıklar, ABD’de bundan sonra yeniden müdahalecilik eğilimlerini güçlendirebilir. Son olarak, sona kalan üç ABD Başkan adayından en düzene uygun ve liberal çizgideki adayın Hillary Clinton olduğu mutlaka belirtilmelidir. Zira küresel bir vizyonu olan ve ABD liderliğinden vazgeçmeyen Clinton, buna karşın çok yıpratıcı kara operasyonları yerine özel birliklere dayalı sınırlı askeri yöntemleri ve istihbarat metotlarını önermekte ve bu anlamda Obama politikalarının biraz daha kapsamlı bir şekilde devamını savunmaktadır. Bu nedenle, Sanders ve Trump’ı daha ideolojik ve popülist, Clinton’ı ise daha gerçekçi ve makul bir aday olarak görmek gerekir. Ayrıca, Sanders ve Trump gibi adaylar tarafından seçim kampanyası döneminde kullanılan popülist söylemleri de abartmamak gerekir; çünkü Amerikan siyasal sistemi, her ne kadar Başkanlık sisteminin bir örneği olsa da, karar alma mekanizması tek bir kişinin (Başkan) isteklerine göre asla şekillenmez ve kurumların beklentileri ve yönlendirmeleri fazlasıyla etkili olur.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[4] Stephen Sestanovich (1950-), Sovyetler Birliği ve Rusya uzmanı bir Amerikalı Siyaset Bilimi Profesörüdür. Kendisi Columbia Üniversitesi’nde School of International and Public Affairs’de ders vermektedir. Sestanovich, 1980 yılından beri devlet kademesinde de çeşitli görevlerde bulunmuştur. Bu görevlerden en önemlisi, ABD eski Dış İşleri Bakanlarından Madeleine Albright’ın (1997-2001) danışmanlığıdır. Ayrıca “Maximalist: America in the World from Truman to Obama” adlı önemli bir kitabı da bulunmaktadır. Hakkında faydalı birkaç link için;
[6] Örneğin kısa bir süre önce, Trump, Başkan olursa ABD’nin Japonya ve Güney Kore’ye verdiği askeri desteği gözden geçireceğini söylemiş ve bu ülkelerin nükleer silah sahibi olarak kendilerini koruması gerektiğini belirtmiştir. Bakınız; http://www.cbsnews.com/news/donald-trump-japan-south-korea-might-need-nuclear-weapons/.
[13] Amerikan Dış Politikası’nın tarihi hakkında kısa bir analiz için; http://m.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-cagri-erhan/591365.aspx.