13 Eylül 2015 Pazar

Uzmanlar Kıbrıs Müzakerelerini Anadolu Ajansı'na Değerlendirdi: Çözüme Daha Yakınız


Yükseköğretim Planlama Değerlendirme Akreditasyon Koordinasyon Kurulu (YÖDAK) üyesi Prof. Dr. Mehmet Hasgüler, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Rektör Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Sözen, Kıbrıslı Rum araştırmacı ve gazeteci Nikolaos Stelya ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Kıbrıs’ta devam eden müzakere sürecini Anadolu Ajansı’na değerlendirdiler. Uzmanlar, çözümün her iki toplumun da faydasına olduğu görüşünün adanın güneyinde de yaygınlaşmaya başladığını belirttiler.

Prof. Dr. Mehmet Hasgüler:
Yükseköğretim Planlama Değerlendirme Akreditasyon Koordinasyon Kurulu (YÖDAK) üyesi Prof. Dr. Mehmet Hasgüler, adanın her iki kesiminde de çözüm yanlısı liderlerin görevde olmasının Kıbrıs sorununun çözümü konusunda büyük bir umut ortaya çıkardığına işaret etti. Rum lider Nikos Anastasiadis’in seleflerine nispeten farklı bir tablo çizdiğine dikkati çeken Hasgüler, Kıbrıs müzakerelerinin çözüm üretebilir ve liderlerin de bu çözümü halklarına kabul ettirebilir bir noktaya geldiğini söyledi. Müzakereler ilişkin her iki kesimde de gerçeği yansıtmayan haberler üzerinden psikolojik savaş yürütüldüğünü, bunun da bir bakıma normal olduğunu ifade eden Hasgüler, “Önemli olan yaşanabilir bir çözümü artık Kıbrıs coğrafyasının susamış olmasıdır” diye konuştu. Adadaki ekonomik durumun Kıbrıs sorununu sürdürülebilir olmaktan çıkardığını dile getiren Hasgüler, Kıbrıs’ın “Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde” keşfedilen doğal kaynakların yanı sıra Türkiye’den gelecek suyun da federal bir devletin kurulması için iki önemli neden olduğunu kaydetti.
Hasgüler, Kıbrıs’ta varılacak adil bir çözümün Türkiye’ye önemli bir yumuşak güç kazandıracağını, bunun da Türkiye’ye hem AB ile hem de bölgesel ilişkilerde yeni fırsatlar sunacağını söyledi. Kalıcı bir çözüm için refahın adil bir biçimde paylaşılmasının son derece önemli olduğunu vurgulayan Hasgüler, “Taraflar, refahı da paylaşabilirlerse federal bir çözüm olur. Yoksa refah paylaşımında sorunlar baş gösterirse etnik kimlikler, sosyal farklılıklar ve eşitsizliklerle birleşerek yeni birtakım kimlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakır” diye konuştu. Halkların yaşadığı tecrübelerin ve tarihi gerçeklerin de gözardı edilmemesi gerektiğini vurgulayan Hasgüler, “Konut güvenliğinin, kurulacak federal Kıbrıs’ın güvenliğini etkileyecek bir faktör olduğunu görmek lazım. Yoksa birkaç yıl içinde bunlar çözümlenmez ve yüzlerce insan mağdur olduğu takdirde bu bir güvenlik tehlikesi bir risk oluşturur” ifadesini kullandı. Hasgüler, iş güvenliği, istihdam, eğitim imkanları gibi konularda da gerekli düzenlemelerin yapılması ve insan kaynağının iyi planlanması gerektiğini dile getirdi. Hasgüler, “Bugün içinde bulunduğumuz bütün sorunlar Kıbrıs sorunu çözüldüğü takdirde çözülecek” yaklaşımını doğru bulmadığını belirterek, Kuzey Kıbrıs’ın çözümü beklemeksizin ciddi reformlara gitmesi gerektiğini ifade etti.
Prof. Dr. Ahmet Sözen:
Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Rektör Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Sözen de Kıbrıs’ta kalıcı çözüme ulaşılması konusunda müzakerelerin önemli olduğunu, ancak güven artırıcı önlemlere ve iki halkın işbirliğine imkan tanıyacak projelere de ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Şimdiye kadarki müzakerelerin liderler arasında ve toplumdan kopuk nitelikte olduğunu kaydeden Sözen, yeni dönemde KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Rum lider Anastasiadis’in halkı ziyaret ederek kahve içmesi ve ortak faaliyetler düzenlemesi gibi sembolik de olsa güven yaratıcı adımlarla bu durumun değiştiğine işaret etti. “Güven yaratıcı adımlar anlamında liderlerin daha büyük daha cesur adımlar atması gerekiyor” diyen Sözen, toplumların güç paylaşımına ve işbirliğine dayalı çözüm hazırlanmaları gerektiğini ifade etti. Sözen, kurulacak bir federasyonun başarılı bir şekilde sürdürülebilmesinin iki toplumun işbirliğine bağlı olduğunu vurguladı.
“Kapsamlı çözüme ulaşmak için uğraşıyoruz, bu güven yaratıcı önlemler bizim dikkatimizi, zamanımızı almasın” gibi bir yaklaşıma düşülmemesi uyarısında bulunan Sözen, “Tersine, bu iş 6 ay, bir yıl daha uzasın ama kapsamlı çözüme giderken bu zaman dilimini anlamlı, güven yaratıcı önemlerle doldurulsun ki federal devletin hayata geçtiği gün, iki toplumun işbirliği konusunda önemli bir miktar tecrübesi ve işbirliği kültürü olsun” ifadesini kullandı. Farklılıklara saygının adada kurulacak federasyonun devamı için hayati önemde olduğuna değinen Sözen, tolerans, çok kültürlülük, demokrasi, eşitlik, adalet, insan hak ve özgürlüklerinin en üst seviyede tutulması ve bunların bir değer olarak toplumlara yerleşmesi gerektiğine belirtti. Her iki tarafta da vizyon sahibi ve vizyonları birbiriyle örtüşen iki liderin görevde olduğunu dile getiren Sözen, sürecin heba edilmemesi gerektiğini vurguladı. Sözen, taraflar arasında varılacak anlaşmanın adadaki belirsizliği ortadan kaldıracağına, AB müktesebatının uygulanmasıyla Kıbrıs Türk halkının da AB’nin nimetlerinden faydalanmaya başlayacağına da dikkat çekti. “İster beğenelim ister beğenmeyelim Avrupalılar kendi aralarında barış adası, savaşların imkansız olduğu bir coğrafya, bir mekan yaratmıştır. O mekanın parçası olacaksınız” diyen Sözen, çözümün en önemli sonuçlarından birinin de dilleri ve dinleri farklı iki grubun tek devlet çatısı altında var olabileceğinin ortaya konulması olacağını söyledi. Rum kesiminde çözüme “evet” diyenlerin sayısının giderek arttığına da değinen Sözen, yaşadıkları ekonomik krizin Rumların çözüme daha realist bakmasını sağladığını kaydetti. Sözen, “İnsanlar, ‘hayır’ demekle daha iyi pozisyona gelmediklerini görmeye başladılar. Kıbrıs Rum tarafında da iki toplumun üzerinde mutabık kalacağı bir federal çözümden Kıbrıslı Rumların da kazançlarının büyük olacağını düşüncesi giderek daha da yaygınlaşıyor” şeklinde konuştu.
Nikolaos Stelya: 
Araştırmacı ve gazeteci Nikolaos Stelya ise, Şubat 2014 sonrasında yeniden başlayan müzakere sürecinde Cumhurbaşkanı Akıncı’nın göreve gelmesiyle belirgin bir ivme kazanıldığını dile getirdi. İki liderin birlikte tiyatro izlemesi gibi yeni süreçte toplumlar arası diyalog ve iletişim adına güzel şeyler yaşandığını dile getiren Stelya, “Ama tabii Kıbrıs meselesi çok boyutlu bir mesele ve esas mesele müzakere masasında” diye konuştu. Rum kesiminde yaşanan değişimle ilgili de “Annan Planı’ndan bu yana köprünün altından çok sular aktı” ifadesini kullanan Stelya, 2004’te AB hevesi ile yanıp tutuşan, ekonomik anlamda Kuzey Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’dan çok daha iyi durumdaki Rum kesiminin ekonomik krizlerle sarsıldığını, bunun da çözüme olan isteği artırdığına işaret etti. Stelya, “Şu an genç nüfusa baktığınızda nereden bakarsanız her iki gençten biri yoksulluk veya işsizlik sınırına gelmiş vaziyette. Böylesi bir toplumsal bunalım da tabii Kıbrıs sorununa bakış da değişmiş durumda” değerlendirmesinde bulundu. Rum tarafının eskiye göre daha çıkarcı bir yaklaşım içinde olduğunu belirten Stelya, “Kıbrıs sorunu çözülsün, adaya yatırımlar gelsin, Türkiye gibi büyük bir pazarın kapıları bizlere açılsın. biz de bu pazardan pay alalım şeklinde bir görüşün öne çıktığını görebiliyoruz” diye konuştu.
Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: 
Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci ise, halihazırdaki müzakere sürecinde daha umutlu olunmasının çözüme destek veren liderlerin görevde olmasının yanı sıra garantör devletlerin de çözüm istemeleriyle de ilgili olduğuna dikkat çekti. Güney Kıbrıs’taki aşırı milliyetçi unsurlar dışında çözüme açıktan karşı çıkan aktör bulunmadığını ifade eden Örmeci, barışın nasıl olacağının ise tartışılmaya devam edildiğini söyledi. Çözümün en önemli sonucunun ekonomik alanda olacağını kaydeden Örmeci, yabancı yatırımın giremediği ve doğrudan uçuşa kapalı durumdaki Kuzey Kıbrıs ekonomisinin çözümle birlikte canlanacağına işaret etti. Türkiye ile ticaret yapamamanın Güney Kıbrıs açısından büyük bir kayıp olduğunu dile getiren Örmeci, “Çözüm, ekonomik olarak her iki tarafa da büyük kazançlar getirir” dedi.
Kaynak: Anadolu Ajansı
Haber linkleri;

10 Eylül 2015 Perşembe

UPA Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Suriye İç Savaşı ve Mülteci Krizini Kıbrıs Tv'de Yorumladı


Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 10 Eylül 2015 tarihinde Kıbrıs Tv’de yayınlanan “Teleskop” programında Pınar Gözek Dervişağa’nın soruları yanıtladı ve Suriye iç savaşı, buna bağlı olarak gelişen mülteci sorunu ve Türkiye iç politikasına dair son gelişmeleri yorumladı.



7 Eylül 2015 Pazartesi

Abdullah Gül ile 12 Yıl


Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2003-2015 yılları arasında 12 yıl süreyle Basın ve İletişim Başdanışmanı olarak görev yapan gazeteci Ahmet Sever’in Doğan Kitap tarafından yayınlanan kitabı “Abdullah Gül ile 12 Yıl”, kısa sürede büyük ilgi gördü ve bu alanda yazılmış güncel eserlerden biri olarak Türk kamuoyunun dikkatini çekti.[1] Sever’in, Gül’ün Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı 12 yıllık uzunca dönemde başına gelen en ilginç hadiseleri içeriden birinin gözüyle anlattığı bu kitap, bu nedenle yakından incelenmeyi hak ediyor.

Kitapta ilk işlenen ve belki de en önemli olan konu, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıranın yayınlanma süreciyle ilgilidir. Sever’in iddiasına göre; normalde mutedil bir kişi olan Abdullah Gül, o dönemde televizyondan izlediği “Hatırla Sevgili” dizisinde Adnan Menderes’in başına gelenlerden de etkilenerek, bu muhtıra sonrasında çok sinirlenmiş ve hatta muhtıraya cevap hazırlamadan önce eşi Hayrünnisa Gül’e “Ben ölümüne kadar gitmeye hazırım” dahi demiştir. Ayrıca yine Sever’e göre; o dönemlerde Cumhurbaşkanlığına adaylığı konuşulan Gül, muhtıraya karşı yazılacak metnin sert olması konusunda da diğer AKP’lilerden daha istekli bir duruş sergilemiştir. Bunun kitapta işlenmeyen temel sebeplerinden biri ise, Gül’ün eşinin başörtüsü nedeniyle yapılan tartışmalardan haklı olarak alınması ve bu meseleyi biraz da şahsi olarak algılamasıdır.

Gül’ün Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklı olduğu 2002-2003 yılları arasındaki kısa Başbakanlık döneminin en önemli olayı ise, kuşkusuz 1 Mart Tezkeresi tartışmalarıdır. Sever’in iddiasına göre; dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Gül’den eşinin başını açmasını rica etmiş ve bu durumun genç Türk kızlarına kötü örnek olduğundan yakınmıştır. Yine Sever’e göre; aynı Tuncer Kılınç, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den sorunsuz bir şekilde geçmesi için Gül’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu tezkereyi savunacak yönde dini propaganda yapması için talimat vermesini de istemiştir. Ancak Kılınç’ın bu istekleri elbette sonuçsuz kalmıştır. Ahmet Sever’in aktardığına göre; İkinci Körfez Savaşı (Irak İşgali) öncesinde Saddam Hüseyin ve Irak yönetimini yaklaşan savaş konusunda uyarmak için elinden gelen herşeyi yapan Gül, yine de buna engel olamamış ve en sonunda “günah benden gitti” diyerek durumu kabullenmiştir. Ancak Gül, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olmayan bu savaşa dâhil olmasını istememiş ve tezkere konusunda Tayyip Erdoğan’a kıyasla daha çekimser bir görüntü sergilemiştir. Tezkereyi hararetle savunan Erdoğan, Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması durumunda bölgede güçsüzleşeceğine dikkat çekerken, Gül ise uluslararası hukuka aykırı bir işe dâhil olmanın uzun vadede Türkiye’yi kötü duruma düşürmesinden endişe etmiştir. Bu nedenle, Gül, oylamadan 3 gün önce Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’e tezkerenin olumlu ve olumsuz sonuçları hakkında bir rapor hazırlatmış ve bu konuda AKP’li milletvekillerine vicdanlarına göre hareket etmelerini tembihleyerek onları oylamada serbest bırakmıştır. Şimdilerde Başbakan olan dönemin Dış Politika danışmanlarından Ahmet Davutoğlu’nun da karşı çıktığı tezkere, sonuçta TBMM’de reddedilmiştir. Sever’e göre; bu durumun Türkiye’ye önemli bazı avantajları olmuştur. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde daha saygın bir konuma gelmesi ve bağımsız bir ülke olarak görülmeye başlanması, bu konudaki en önemli gelişmedir. Nitekim tezkerenin reddi sonrasında Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci hızlanmıştır. Ancak bölgedeki Kürt realitesinin giderek güçlenmesi ve bağımsız bir devlete doğru evrimleşmesi de, Sever’in görmezden geldiği önemli bir detay olarak burada belirtilmelidir.

Gül’ün Başbakanlığındaki bir diğer önemli konu ise Kıbrıs Sorunu’dur. Bu konuda Uğur Ziyal’in tavsiyeleriyle o güne kadar askeriye, hariciye ve genel olarak Türk Devleti’nin desteklediği merhum Rauf Denktaş çizgisinden sapmayı göze alan Gül, çözümsüzlüğün kendilerinin değil, Rumların isteği olduğunu dünya kamuoyuna göstermek istemiştir. Ancak 2002 yılı Aralık ayında Kopenhag’daki AB zirvesinde Rauf Denktaş’ın imzalamadığı belge, Sever’e göre büyük bir hatadır. Gül de böyle düşünmüş ve bu nedenle merhum Denktaş’a o dönemde çok öfkelenmiştir. Ayrıca Uğur Ziyal’in itiraf ettiği bir eksiklik, Rumların Annan Planı’na “hayır” demesi durumunda KKTC’nin tanınması adına ne yapabileceklerini o dönemde Türk devlet adamlarının planlamamalarıdır. Bu ifadeden de anlaşıldığı kadarıyla, o dönemde Gül ve Türkiye, Kıbrıs Sorunu’nun gerçekten çözülebileceğine inanmış ve dahası çözülmesini istemiştir. Yani bu dönemde Türkiye’nin sergilediği barış yanlısı politikalar, sadece Rumları zora sokmak için sahnelenmiş bir oyun değildir.

Kitapta Ahmet Sever, Abdullah Gül’le yaptığı sohbetlerden edindiği izlenimler doğrultusunda Gül’ün Türkiye’nin 3 temel sorunuyla ilgili tespitini de okurlarla paylaşmaktadır. Gül’e göre bu sorunlar; Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi ve Kıbrıs Sorunu’dur. Bu engeller kalkarsa Türkiye’nin AB ile bütünleşebileceğini ve daha hızlı kalkınabileceğini düşünen Gül, bu nedenle Dışişleri Bakanı olduktan sonra bu 3 temel meseleye odaklanmış, ancak bunları çözme yolunda fazla yol katedememiştir. Özellikle Ermeni Meselesi’nde üstlendiği öncü rol Gül’e pahalıya patlamış ve Ermenistan’la 2010 yılında protokolleri imzalayarak büyük bir siyasi risk alan Abdullah Gül ilerleyen yıllarda siyaset sahnesinden tasfiye edilirken, Azerbaycan’a daha yakın duran dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Kürt Sorunu konusunda önemli reformlar yapan ve yaptıran Gül, geldiğimiz nokta itibariyle bu konuda da Türkiye’nin henüz başarıya ulaşamadığını görüyor olmalıdır. Kıbrıs Sorunu’nda müzakereler halen devam etmesine karşın, bu konuda da henüz somut bir başarı kazanılamamış, dahası Annan Planı’na “evet” demiş olmanın karşılığında AB çevrelerinden somut bir getiri elde edilememiştir.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir kısım çevrelerin İslamcı gelenekten yetişmesi ve eşinin başörtülü olması nedeniyle kendisini bir türlü hazmedemediğini belirten Gül’ün, o yıllarda Çankaya Köşkü ile ilgili çıkan yalan haberlere çok üzülmesi de, Sever’in kitapta anlattıkları arasındadır. Ayrıca yine kitapta anlatıldığı kadarıyla, Gül’ün Fethullah Gülen cemaati ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hatta Gül’ün, Fethullah Gülen’in son yıllarda eğitimcilik ve sivil toplumculuktan siyasete ve devlette kadrolaşmaya kaymasından rahatsızlık duyduğu da kitapta ifade edilmektedir. Kitapta altı çizilen bir diğer husus; Abdullah Gül’ün Nurcu değil, Büyük Doğu (Necip Fazıl Kısakürek) ekolünden yetişme bir İslamcı olmasıdır. Ancak Sever’e göre; Gül, birçok İslamcının aksine karşı görüştekilere saygı gösteren ve uzlaşmaya açık ılımlı bir isimdir. Zaten bu sayede, Gül’e siyasi kariyeri döneminde en çok saygı gösteren ve değer veren gruplar AB çevreleri olmuştur. Hatta Gül, bir keresinde bireysel özgürlüklere destekleri nedeniyle AB içerisindeki sosyalist-sol gruplara kendisini daha yakın hissettiğini ifade etmiştir. Buradan çıkan bir diğer sonuç ise, Türkiye’nin AB üyeliğinin ne kadar zor olduğu gerçeğidir. Zira AB’nin sağ partileri Hıristiyan temelli ve daha İslam karşıtıyken, Türkiye’nin sağı ise İslamcıdır. Bu tarz partilere daha yakın duran ise Avrupa’nın sol çevreleridir. Bu nedenle AB ile Türkiye’nin ulusları aşan ölçüde partilerin kurulduğu bir yapı içerisinde buluşması oldukça zordur. Bunun için, önce Türkiye ve Avrupa sağının kendilerini din (Hıristiyanlık vs. İslamiyet) değil, muhafazakârlık üzerinden yeniden tanımlamaları gerekmektedir. Oysa Fransa ve Birleşik Krallık’ın aksine, Almanya’daki sağ partinin ismi bile “Hıristiyan Demokrat” şeklindedir. Bu da, ilişkilerin ters mıknatıslanmaya açık doğasını gözler önüne sermektedir. Bu konuda Fransa’nın önceki Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile bu konuda birkaç defa tartışan Gül’ün dikkat çektiği bir husus ise; Türkiye’nin AB üyeliğini üyeliğin kendisinden daha ziyade, demokratik bir ülke olma yolunda kaldıraç olarak gördüğü gerçeğidir. Bu nedenle Gül’e göre tam üyelik gerçekleşmese bile, bu yolda ilerlemek her zaman için iyidir. Kitapta bu ve benzeri daha birçok anı ve anektoda yer verilmiştir.

Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabı, içerdiği değerli anı ve gözlem bilgilerine karşın, her zaman için taraflı yazılabileceği akılda tutularak okunması gereken bir eserdir. Zira yazar, Abdullah Gül’ün danışmanı olarak senelerce geçimini sağlamış ve Gül’ü çok seven-sayan biridir. Ancak bu durum, kitaptaki bilgiler yanlıştır anlamına da gelmez. Sadece kitabın büyük resmin bir boyutunu gösterebileceği akıllarda tutulmalı ve kitaptaki bilgiler başka kaynaklarca da kontrol edilmeye çalışılmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

6 Eylül 2015 Pazar

Les Elections Anticipées en Turquie


Après l’échec des parties à former un gouvernement de coalition lors des élections législatives du 7 juin 2015, la Turquie sera témoin d’une nouvelle élection législative anticipée le 1er novembre 2015. 

Le parti favori pour l’élection est encore une fois l’AKP (Parti de la Justice et du Développement), le parti islamo-conservateur à la tête du gouvernement de la Turquie depuis 2002. Avec le nouveau chef Monsieur Ahmet Davutoğlu, le parti a obtenu 40,87 % en juin mais a été incapable de former un gouvernement tout seul après 13 années de gouvernance. Avec le retrait du Président de la République Monsieur Recep Tayyip Erdoğan dans la direction, les critiques ont souvent marqué Monsieur Davutoğlu comme le responsable de la chute du parti, pourtant la vérité peut être plus complexe. L’économie de la Turquie est entré dans une période plus difficile juste avant la monté de Monsieur Davutoğlu au pouvoir, avec un taux d`expansion économique de 2 %, assez raisonnable pour les pays européens mais insuffisant pour la Turquie. Les effets catastrophiques de la guerre civile en Syrie ont aussi causé de graves problèmes économiques de façon irrépressible pour la Turquie, le pays a accueilli approximativement deux millions de réfugiés syriennes. L’émergence de Daech ou l’Etat Islamique en Syrie et Iraq a aussi affecté la Turquie, un pays dirigé par un gouvernement islamo-conservateur adoptant la doctrine sunnite de l’Islam. L’AKP peut avoir quelques points de plus en novembre par la montée des actes terroristes de PKK dans les mois récents ce qui  pourrait consolider le bloc droit dans le pays. L’AKP peut aussi prendre l`avantage sur le retour de Monsieur Abdullah Gül, l’ancien chef de l’état, qui est maintenant à la retraite. Monsieur Gül est respecté d’avantage par rapport à Monsieur Davutoğlu et Monsieur Erdoğan, qui ont été sévèrement accusé de provoquer la guerre civile en Syrie. 

Erdoğan-Gül-Davutoğlu

Le parti d’opposition pro-européenne social-démocrate, le CHP (Parti Républicain du Peuple), est encore le deuxième parti selon les sondages (En juin, le parti a obtenu 25,98 % des votes). Le chef du parti, Monsieur Kemal Kılıçdaroğlu, a essayé de former une coalition avec l’AKP, mais Monsieur Erdoğan n’a pas laissé de chance à Monsieur Davutoğlu de réaliser cette coalition. Le CHP peut avoir quelques point de plus en juin, mais gagner une majorité dans le parlement est encore impossible pour ce parti qui ne peut pas remporter les votes de droit via son rhétorique laïc rigide. D’autre part, l’AKP et le CHP ont une position similaire concernant la question kurde dans le pays ; tous les deux partis ne souhaitent pas un retour aux années 1990 ou la Turquie avait essayé d’éliminer le PKK avec des méthodes militaires.

Kemal Kılıçdaroğlu

Le MHP (Le Parti d'action nationaliste), parti des nationalistes turques, toujours dirigé aujourd’hui par Monsieur Devlet Bahçeli, peut perdre quelque point de votes car le parti n’a supporté aucune formule de coalition lors de l’élection de juin.

Devlet Bahçeli

Le HDP (Parti démocratique du peuple), le parti des nationalistes Kurdes et des gauchistes extrêmes, peut perdre des voix comme le MHP, en raison des actes terroristes de PKK qui ont démontré que le parti et son chef Monsieur Selahattin Demirtaş n’avait pas de contrôle sur les militants kurdes.

Selahattin Demirtaş

L’élection législative anticipée en Turquie le 1er  novembre 2015 sera très une étape importante non pas seulement pour la Turquie, mais pour toute la région car la position turque sur la question de chypre, les projets d’énergie comme « le courant turc » et le combat contre l’état islamique sera significatif dans le future.


Dr. Ozan ÖRMECİ

4 Eylül 2015 Cuma

Early Elections in Turkey


After the failure of coalition talks between four major political parties that were able to pass 10 % electoral threshold, Turkey is headed towards an early general election on November 1, 2015 in order to determine 550 seats in the Turkish Grand National Assembly and the new government.

Erdoğan-Gül-Davutoğlu

In the last general election made on June 7, 2015, the governing Justice and Development Party (JDP) lost nearly 9 % of its votes compared to 2011 general elections and got 40,87 % of the total votes.[1] Thus, JDP, after 13 years of single-party ruling, lost its parliamentary majority and had only 258 seats (276 is needed for majority) in the TGNA. The previous Minister of Foreign Affairs, Mr. Ahmet Davutoğlu, who replaced Mr. Recep Tayyip Erdoğan (now the President of the Republic) as the new Prime Minister, is often pointed out as the reason of JDP’s negative electoral trend in the Turkish media. But in fact, there are many other important reasons such as the decline of Turkish economic growth rates from 5 % to 2 %, the deepening of Syrian refugee crisis (Turkey now hosts nearly 2 million Syrian refugees) and the negative effects of ISIS terrorism upon a Islamic-conservative party in its foreign policy. After the elections, Prime Minister Davutoğlu engaged in coalition talks with Republican People’s Party (RPP) and Nationalist Action Party (NAP), but President Erdoğan guaranteed the early elections with his firm stance against a coalition government. According to Bekir Ağırdır from KONDA, an early election would not change the picture in the country and JDP will not increase its votes.[2] However, the recent terrorist activitites of the Kurdish separatist PKK and the nationalist rhetoric adopted by President Erdoğan and Prime Minister Davutoğlu might help JDP to increase its votes by few points and secure a parliamentary majority especially if pro-Kurdish Peace and Democracy Party (PDP) will lose some of its votes. Another important change might be the inclusion of Mr. Abdullah Gül (previous President of the Republic and one of the founders of JDP) into the picture. Although he stays quiet and out of politics for the moment, Mr. Gül might be a savior for JDP since he has a clean record and more sympathy among the Turkish population compared to Mr. Erdoğan and Mr. Davutoğlu, who are blamed to be responsible of Syrian crisis.

Kemal Kılıçdaroğlu

Social democratic RPP got 25,98 % and obtained 132 seats in June and might increase its votes by one or two percent under the leadership of Mr. Kemal Kılıçdaroğlu who has the image of an honest and pro-peace left-wing politician. However, it seems very unlikely for RPP to obtain a parliamentary majority in the near future since the party has a very negative image among the pious segments of the country because of its secular tradition closely associated with atheism in Turkey. Kılıçdaroğlu tried everything to establish a coalition government with JDP, but Erdoğan’s negative look towards his party prevented a possible coalition government after the elections in June. However, JDP might be more willingly to engage into a coalition with RPP this time, because both parties have a more positive approach concerning Kurdish question in the country compared to NAP.

Devlet Bahçeli

Turkish nationalist NAP, under the leadership of Devlet Bahçeli, acquired 16,29 % of the total votes and obtained 80 seats in the parliament. However, Bahçeli’s firm stance against Kurdish opening and stubborn position against a coalition government with JDP might hurt the party and decrease its votes in November. It should not be forgotten that Bahçeli also closed the door for a RPP-NAP-PDP coalition which might drive out JDP from the government. NAP could engage in a coalition government with JDP after the elections, but this will lead to harsher position of the Turkish state towards Kurds in Turkey and a possible return to military means to eliminate terrorism and secessionism.

Selahattin Demirtaş

Pro-Kurdish and socialist PDP had 13,12 % in the last elections and secured 80 seats in the parliament. There are different opinions about the performance of the party in the upcoming elections. Some scholars and journalists claim that PDP will lose its votes since it was proven by the recent terrorist activities of the PKK that the party is unable to represent Kurdish people and control Kurdish separatists. Mr. Selahattin Demirtaş, the young and charismatic Kurdish leader of the party, thinks that the party will increase its votes on the other hand[3], because people in Turkey are now tired of 30 years of fight between Turkish state and PKK, sometimes reaching beyond the level of low-intensity conflict and led to more than 30.000 deaths until now.

Turkish general elections will be very important not only for Turkey, but also for the region since Turkey’s position on many different issues (Cyprus Dispute, Turkish Stream and other energy projects, Syrian crisis, operations towards ISIS) are crucial for the future.

Dr. Ozan ÖRMECİ



2 Eylül 2015 Çarşamba

2015 Kanada Federal Seçimleri


Kuzey Amerika’da bulunan ve güçlü ekonomisiyle dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri kabul edilen Kanada’da, Parlamento’daki 308 milletvekili koltuğu ve Parlamento aritmetiği sonrasında ortaya çıkacak yeni hükümeti belirlemek için yapılacak federal seçimler, 19 Ekim 2015 tarihinde gerçekleştirilecektir.[1] Bu yazıda 2015 Kanada federal seçimlerinde yarışacak önemli lider ve partileri size tanıtmaya çalışacağım.

Hatırlanacağı üzere, ülkede 2011 yılında yapılan son federal seçimlerde, 2006’dan beri ülkenin Başbakanı olan Stephen Harper liderliğindeki merkez sağ çizgideki Kanada Muhafazakar Partisi (Conservative Party of Canada)[2] % 39,62 gibi yüksek bir oy oranına ulaşmış ve böylelikle Parlamento’da 166 sandalye elde ederek, 2000 yılından beri ilk kez tek parti iktidarını kurmayı başarmıştır. Seçimde ikinci sırayı Jack Layton liderliğindeki merkez sol-sosyal demokrat çizgideki Yeni Demokratik Parti[3] (New Democratic Party) almış ve bu parti, seçim sonucunda % 30,63 oy oranıyla toplam 103 sandalye elde ederek ülkedeki anamuhalefet partisi olmuştur. Michael Ignatieff liderliğindeki Kanada Liberal Partisi[4] (Liberal Party of Canada) % 18,91 oy oranıyla 34, Gilles Duceppe liderliğindeki Quebec Bloğu[5] (Bloc Québécois) % 6,04 oy oranıyla 4 ve Elizabeth May liderliğindeki Kanada Yeşiller Partisi[6] (Green Party of Canada) ise % 3,91 oy oranıyla 1 sandalye elde etmişlerdir.[7]

Stephen Harper

2015 federal seçimleri öncesinde yapılan anketlerde uzun yıllar sonra ilk kez ikinci sıraya gerilemiş olan Kanada Muhafazakar Partisi, seçime yine Başbakan Stephen Harper liderliğinde girecektir. Evanjelist bir siyasetçi olan ve İsrail’e yakınlığıyla bilinen Harper, 2006’dan beri aralıklarla ülkesinde Başbakanlık koltuğunda oturan 1959 doğumlu deneyimli bir isimdir.[8] 2003 yılında ABD’deki Bush iktidarının Irak müdahalesini muhalefetteyken hararetle savunan ve 2006’da Başbakan olduktan sonra da Kanada’yı dış politika ve özellikle askeri müdahalecilik açısından daha aktif bir ülke haline getiren Harper, o dönemden beri ayakta kalabilen dünyadaki tek siyasetçi (Amerika merkezli Foreign Policy dergisinin ifadesiyle “Son Neocon”) olarak dikkati çekmektedir.[9] İsrail’e çok yakın duruşunu eleştirilere karşın halen koruyan[10] Harper, son dönemde Batı dünyasının Rusya’ya yönelik uyguladığı ekonomik yaptırımlara katılması[11] ve IŞİD’e karşı yapılan hava operasyonlarında rol almak konusunda son derece hevesli davranmasıyla[12] gündeme gelmiştir. Nitekim IŞİD adlı terör örgütüne Kanada’dan dahi katılan bazı radikal İslami grupların ülkedeki varlığı, son aylarda uluslararası basında da yer almıştır. Ancak ülkede son dönemde terörle mücadele için içeride de güvenlik önlemlerinin arttırılması, Harper hükümetine yönelik eleştirilerin Kanada’da çoğalmasına neden olmuştur.[13] Ülke ekonomisinin son yıllarda resesyon görüntüsü vermesi de, Harper’ın elini zayıflatan bir diğer konudur.[14] Anketlerde oy oranı yüzde 28-31 arasında değişen Kanada Muhafazakar Partisi[15], seçime kadar önemli bir değişiklik yaşanmazsa bu seçimi ikinci sırada bitirecektir.

Thomas Mulcair

2015 Kanada federal seçimlerinde ilk sırayı alması beklenen parti ise, Thomas Mulcair[16] liderliğindeki sosyal demokrat Yeni Demokratik Parti’dir. Oy oranı farklı anketlerde yüzde 31-34 aralığında değişen parti, 2012 yılında parti Genel Başkanlığına seçilen Katolik siyasetçi Mulcair liderliğinde büyük bir çıkış gerçekleştirmiş ve son dönemde anketlerde ilk sıraya yükselmeyi başarmıştır.[17] Seçime 1971 doğumlu genç liderleri (eski ünlü Başbakan Pierre Elliott Trudeau'nun oğludur) Justin Trudeau[18] Genel Başkanlığında giren Kanada Liberal Partisi de, son anketlerde yüzde 28-30 oy seviyesine yükselmiş ve seçimde çok iddialı bir konuma gelmiştir.[19]

Justin Trudeau

Seçimde fazla iddialı olmayan diğer partilere bakıldığındaysa; Gilles Duceppe liderliğindeki Quebec Bloğu’nun % 3-4 ve Elizabeth May liderliğindeki Kanada Yeşiller Partisi’nin % 5-8 oy oranlarına ulaşması beklenmektedir. İlk kez seçime girecek Jean-François Fortin liderliğindeki Quebec merkezli bir diğer parti olan merkez çizgideki Demokraside Güç Partisi’nin (Strength in Democracy)[20] ise seçimde ne yapacağı büyük bir muammadır.

2015 Kanada federal seçimleri sonucunda en makul gözüken, seçimin ardından ülkede bir koalisyon hükümetinin kurulmasıdır. Burada en makul seçenekler ise, Kanada Muhafazakar Partisi-Kanada Liberal Partisi ya da Yeni Demokratik Parti-Kanada Liberal Partisi koalisyon formülleridir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Seçimin resmi web sitesi için; http://www.elections.ca/home.aspx.
[2] Web sitesi için; http://www.conservative.ca/.
[3] Web sitesi için; http://www.ndp.ca/.
[4] Web sitesi için; http://www.liberal.ca/.
[5] Web sitesi için; http://www.blocquebecois.org/.
[6] Web sitesi için; http://www.greenparty.ca/en.