16 Aralık 2021 Perşembe

Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Kent Üniversitesi'nde Düzenlenen Uluslararası Türkiye-Fransa İlişkileri Çalıştayı'nda "Macron Dönemi Türkiye-Fransa İlişkileri" Başlıklı Bir Sunum Yaptı


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 16 Aralık 2021 Perşembe günü İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası Türkiye-Fransa İlişkileri Çalıştayı'nda "Macron Dönemi Türkiye-Fransa İlişkileri" başlıklı bir sunum yaptı. Açılış konuşmasını Fransa'nın Türkiye Büyükelçiliği'nde Bilim ve Akademik İş Birliği Ateşesi ve Campus France Türkiye Direktörü olarak görev yapan Martin Godon'un yaptığı etkinlik, iki oturum halinde gün boyu gerçekleştirilirken, etkinliğin moderatörlüğünü İstanbul Kent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasret Çomak üstlendi. Etkinlikte, konuşmacı olarak; İstanbul Kent Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hasret Çomak, Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Öğretim Üyesi Ahu Özmen Akalın, Galatasaray Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ali Faik Demir ve Dr. Öğretim Üyesi Tolga Bilener, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi'nden Dr. Araştırma Görevlisi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Koordinatörü ve yazarı Dr. Eren Alper Yılmaz, DEİK'ten ekonomi uzmanı Temmuz Yiğit Bezmez ve Türkiye uzmanı bağımsız Fransız araştırmacı Dr. Aurélien Denizeau yer aldılar. Bu yazıda, Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Macron Dönemi Türkiye-Fransa İlişkileri" başlıklı konuşmasına yer verilecektir.

Çalıştay afişi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Konuşması: "Macron Dönemi Türkiye-Fransa İlişkileri"

Öncelikle, Ankara Antlaşması'nın 100. yıldönümünde bu etkinliği düzenleyen İstanbul Kent Üniversitesi'ni kutluyor ve etkinlikte emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum. Şüphesiz ki, zaman zaman inişli-çıkışlı dönemlere sahne olsa da, Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkiler tarihin hiçbir döneminde kopmamış ve günümüze kadar güçlenerek gelmiştir. Günümüzde de, ilişkilerin, hem Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ve komşuları ile ilişkileri, hem de Avrupa güvenliği açısından kritik mahiyette olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda, ben, bugünkü 20 dakikalık konuşmamda, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un iktidara geldiği 2017 yılından günümüze Türk-Fransız ilişkilerinin nasıl geliştiğini birkaç alt başlık halinde size özetlemeye çalışacağım.

Temel tespit olarak şöyle başlayabiliriz; ilişkilerin kısmen düzeldiği ve Fransa'nın Türkiye'nin AB üyeliği konusunda bazı çekincelerini kaldırarak yeni müzakere başlıkları açılmasına izin verdiği François Hollande döneminden (2012-2017) sonra büyük umutlarla başlayan Emmanuel Macron dönemi (2017-), Türkiye-Fransa ilişkileri açısından henüz istenen sonuçları vermemiştir. Öyle ki, Macron, Türkiye'ye AB üyeliği konusunda hiç umut vermemiş ve Ankara'nın mevcut demokratik seviyesini yetersiz olarak gördüğünü açıkça belirterek, Türkiye'nin yeni bir üyelik başlığı açmasına yönelik umutları söndürmüştür. Bunun yanında, Macron döneminde, iki ülke lideri ve devlet yöneticileri arasında Nicolas Sarkozy (2007-2012) dönemine benzer şekilde karşılıklı polemikler artmış; dahası, iki ülkenin jeopolitik algılamaları ve bu algılara dayalı olarak oluşan çıkarları da Doğu Akdeniz ve Güney Kafkasya gibi bölgelerde desteklenen ülkeler ve güçler bağlamında farklılaşmaya başlamıştır. Fakat herşeye rağmen, birkaç ay sonra yapılacak olan 2022 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci turda yeniden seçilmesi beklenen Macron'un, ikinci 5 yıllık döneminde ilişkileri geliştirmek için daha istekli ve atak olabileceğini iddia edebiliriz. Benzer şekilde, Türkiye de, Macron'un Fransa'daki siyasi geleceğine duyduğu güveni, onun ENA'dan (Ecole Nationale d’Administration) sınıf arkadaşı olan Ali Onaner'i yeni Paris Büyükelçisi olarak atayarak göstermiştir. Dolayısıyla, ilişkilerin her zaman sorunlar ve polemikler temelinde gelişmeyeceği ve iki ülkedeki seçimler sonrasında 2022 veya 2023'ten itibaren ilişkilerde yeni ve temiz bir sayfanın açılacağı umulabilir. Buradaki kritik unsurlar ise; Türkiye'nin Batı karşıtı olmayan demokratik bir hukuk devleti olduğu göstermesi, Fransa'nın da Türkiye'yi dengelenmesi gereken rakip bir güç olarak değerlendirmemesidir. Ayrıca son dönem Türkiye-Fransa ilişkileri araştırılırken şu da unutulmamalıdır ki, Fransa, kurulduğu dönemden beri AB'nin merkezi bir ülkesi ve Cumhurbaşkanı Macron da çok iyi bir AB destekçisidir. Dolayısıyla, günümüzde, Türkiye-Fransa ikili ilişkilerini, daha çok Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olacaktır. Şimdi Macron dönemi Türkiye-Fransa ilişkilerini birkaç alt başlıkta inceleyelim.

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin konuşmasından bir kesit

1. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Fransa Ziyareti (Ocak 2018)

Macron döneminde Fransa-Türkiye ilişkileri adına yaşanan ilk ve belki de en önemli gelişme, Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 2018 yılı başındaki Fransa gezisi olmuştur. Fransa ziyaretine büyük önem veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu ziyaret öncesinde merkez sağ çizgideki Le Figaro gazetesine özel bir makale yazarak, Türkiye ile Fransa’nın tarihi dostluklarına vurgu yapmış ve olumlu mesajlar vermiştir. Türkiye ve Fransa basınının büyük ilgi gösterdiği bu ziyaret kapsamında öne çıkan en önemli stratejik ve ekonomik konu, Fransa-İtalya ortaklığındaki savunma sanayi firması Eurosam ile Türk ortakları Aselsan ve Roketsan arasında uzun menzilli hava savunma ve füze projesi (Loramid) için bir ön sözleşme (iyi niyet beyanı) imzalanmasıdır. Samp/T (Samp-T) olarak da bilinen bu projenin hayata geçirilmesi halinde, Türkiye’nin, hayalet uçaklar, insansız hava araçları ve füzelerden kaynaklanan tehditlere karşı savunma imkânlarının arttırılması hedeflenmektedir. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli, Rusya’dan alınan S-400 hava savunma sisteminin ardından, bu anlaşmayla birlikte Türkiye’nin yerli ve milli imkânlarla hava savunma sisteminin oluşumuna büyük katkı sağlanacağını ve Türkiye’nin üst model füze sistemleri üretebilecek bir ülke haline geleceğini söylemiştir. Bu proje, kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirilmiş ve bu yönde girişimlerin devam ettiğinin altı çizilmiştir. Ayrıca, yine 2018 yılı Ocak ayındaki bu ziyaret kapsamında, Türkiye ile Fransa, Airbus ve Türk Hava Yolları (THY) arasında 20+5 adet opsiyonlu A350-900’ün satın alma görüşmelerine başlamak adına imzalanan mutabakat zaptı vesilesiyle, bir diğer önemli ticari hamle daha yapmışlardır. Bunlar, askeri ve ekonomik işbirliği anlamında çok olumlu gelişmeler olarak not edilmelidir.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti kapsamında Erdoğan’la birlikte düzenlediği basın toplantısında, çok açık bir şekilde Türkiye ile ilişkileri daha çok bölgesel bir güçle ilişkiler bağlamında değerlendirdiğini ve Türkiye’nin mevcut siyasal koşulları nedeniyle AB üyeliği konusunda bir ilerleme/iyileşme sağlanması, yani yeni bir başlık açılmasının beklenmemesi gerektiğini söylemiştir. Macron, bu konuda Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’ye daha önce dürüst davranmamaları nedeniyle çeşitli sorunlar yaşandığını ve Türkiye’ye artık dürüst davranmaları gerektiğini de sözlerine eklemiştir. Bu bağlamda, Macron, Türkiye’ye Avrupalı bir ortaktan ziyade, ülkesinin tarihsel ilişkilerinin olduğu önemli bir “bölgesel güç” şeklinde yaklaşarak, Türkiye-Fransa ilişkilerinde bir değişikliğe yelken açmıştır. Merkez sol çizgideki Fransız gazetesi Le Monde, bu yeni yaklaşımı, okurlarına, “Macron Türkiye’ye AB’ye entegrasyon yerine partnerlik önerdi” başlığıyla duyurmuştur. Buna karşın, Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin AB çıpasına bağlı kalması gerektiğini de belirtmiş ve Türkiye’yi demokratikleşme konusunda cesaretlendirmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, Paris’te Türkiye’nin AB üyeliği konusunda gönülsüz mesajlar vermiş ve “Bu süreç bizi ciddi manada yorduğu gibi, milletimi de ciddi manada yoruyor. Bizi belki de bir karara doğru sürükleyecektir. ‘Ne olur artık bizi de alıverin’ diyecek halimiz yok.” şeklinde konuşmuştur. Ayrıca Erdoğan, ilerleyen aylarda verdiği bir demeçte, AB üyeliği konusunda Türkiye’de bir referandum düzenleyebileceklerini de söylemiştir. Bu konuda iki lider arasındaki uzlaşmış görüntüye karşın, Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, ilerleyen aylarda Fransa Cumhurbaşkanı’nı kınamış ve Macron tarafından AB karşıtı politikalar izlemekle suçlanan Türkiye’nin AB ile ilişkilerde tam üyelik dışında bir perspektifinin olmadığını ilan etmiştir.

Bunların yanı sıra, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa ziyaretinde terörle mücadele konusunda Türkiye’ye açık biçimde destek vermiş ve Fransız gazetecilerin eleştirel soruları karşısında Erdoğan’ı bir anlamda korumuştur. Ancak aynı Macron, Fransa’yı doğrudan ilgilendiren konular olan yabancı gazetecilerin ve Frankofon eğitim kurumlarında çalışan akademisyenlerin durumu ve genel olarak Türkiye’deki insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ve hukuk devleti gibi konularda, mevkidaşı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı eleştirel bir tutum takınmıştır. Nitekim Macron’un “ifade özgürlüğü bir bütündür ve bölünemez” vurgusu basın toplantısından akıllarda kalmıştır. Macron, ilerleyen aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “Diktatör” olarak lanse eden Fransız dergisi Le Point’a da ifade özgürlüğü bağlamında destek vermiştir. Ayrıca Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa gezisi sırasında Ankara'ya laiklik konusunda herhangi bir eleştiri yapmamasına karşın, ilerleyen aylarda, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiyesi Kemal'in (Atatürk'ün) Türkiyesi değildiyerek, laiklik konusunda da bir çıkış yapmış ve Türkiye'yi eleştirmiştir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, ortak basın toplantısında Fransız gazetecilerden gelen sorular karşısında öfkelenmiş ve bu kişilere oldukça sert cevaplar vermiştir. İlk olarak, bir Fransız gazetecinin polis baskınıyla Suriye’ye silah sevkiyatı yaparken yakalanan tırların sorulması üzerine hiddetlenen Erdoğan, bu iddiaları reddetmiş ve ABD’nin Suriye’de PYD ve YPG gibi Kürt ayrılıkçısı terör gruplarına binlerce tırlık silah yardımı yaptığını hatırlatarak, Türkiye’nin pozisyonunu savunmuştur. Erdoğan, bu soruyu soran Fransız gazeteciyi Fethullah Gülen cemaatine veya 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasındaki ismiyle FETÖ terör örgütüne mensup olmakla da suçlamıştır. Ayrıca yine bir Fransız gazetecinin tutukluluğu devam eden işadamı ve sivil toplumcu Osman Kavala’yı sorması üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan, öfkeli bir şekilde, Fransa’da avukatları olduğunu iddia ettiği Kavala’yı 2013 yılındaki Gezi Parkı Olayları’nı organize etmekle suçlamıştır.

Böylelikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2018 yılındaki Fransa gezisi, Macron dönemi Türkiye-Fransa ilişkilerine dair ilk önemli gelişme ve sorunlu gelişecek dönemin habercisi olmuştur. Cumhurbaşkanı Macron'un henüz bir Türkiye ziyareti yapmadığı ve bu konuda bir planlama olduğuna dair emarelerin bulunmadığı da bu noktada hatırlatılabilir. Ancak ilişkilerin önemini koruması nedeniyle, olası bir ikinci Macron döneminde, Fransız Cumhurbaşkanı'ndan resmi bir Türkiye ziyareti beklemek de kesinlikle hayalcilik olmayacaktır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci kürsüdeyken

2. İki Lider ve İki Ülkenin Devlet Adamları Arasında Artan Polemikler

Emmanuel Macron döneminde, ne yazık ki, iki ülke Cumhurbaşkanları ve farklı düzeylerdeki devlet adamları arasında sert polemiklerin yaşanması dikkat çekmektedir. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un 2019 yılı Kasım ayında söylediği ve gündem yaratan "NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştiraçıklamasına tepki olarak, "Önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir. Bu ifadeler senin türündeki beyin ölümü gerçekleşmiş olanlara yakışır. NATO’ya karşı yerine getirmen gereken vecibelerini yerine getirmiyorsun.” diyerek sert bir cevap vermiştir. Erdoğan, ayrıca Macron’un Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’ye yaptığı eleştirilere de, "Sen kimsin de kıyıdaş olmadığın Doğu Akdeniz’le ilgili açıklama yapıyorsun?” şeklinde cevap vermiştir. Erdoğan’ın, bu açıklamalarıyla, Fransa’nın kıyıdaş veya garantör olmadığı Kıbrıs’la ilgili politikalara müdahil olmasından rahatsızlık duyduğu anlaşılmıştır. Recep Tayyip Erdoğan, Macron’un Lübnan’daki büyük patlama sonrasında bu ülkeye yaptığı ziyaretleri ise "neokolonyalizm" (yeni-sömürgecilik) kapsamında değerlendirmiş ve Fransa’yı yine sert bir dille eleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da, Emmanuel Macron ve Fransa’yı son dönemde eleştiren bir kabine üyesi olarak sivrilmektedir. Örneğin, Fransa’nın Libya'daki General Halife Hafter'e destek politikasını "darbeciyi, korsanı desteklemek” olarak yorumlayan Çavuşoğlu, bu ülkeyi "dürüst ve şeffaf olmamak” bağlamında eleştirmiştir. Çavuşoğlu, ayrıca, Fransa’yı "ayakları pislik içinde gömülüyken öten horoza” benzetmiş ve Macron’un popülizme yenik düştüğünü iddia etmiştir. 2020 yılı Temmuz ayında Doğu Akdeniz tartışmalarının alevlenmesi üzerine, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Güney Kıbrıs Rum yönetimi lideri Nikos Anastasiades ile ortak basın toplantısında yaptığı açıklamaya ilişkin olarak, "Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un beyanlarının ülkemiz nezdinde kıymeti harbiyesi yoktur. Türkiye’yi yaptırım diliyle tehdit etmek kimsenin haddi değildir ve hiçbir sonucu olmayacaktır.” açıklamasını yapmıştır. Aksoy, Libya’daki gelişmeler üzerine de, "Fransa’nın Libya’yı kaosa sürüklemeye çalıştığınıbelirtmiştir. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da, Fransa’nın Libya politikasını eleştiren Türk devlet adamlarından birisidir. Somut bir örnek vermek gerekirse, Kalın, 2020 yılı içerisinde yaptığı bir açıklamada, Fransa’nın Libya’da General Hafter’i desteklemesinin NATO’nun güvenliğini zora soktuğunu belirterek, Fransa’nın "güvenilmez” bir ülke olduğunun altını çizmiştir.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Türkiye’ye yönelik ilk sert eleştirisi ise, 2018 yılı başında Le Figaro gazetesine verdiği röportajda, Türkiye’nin Suriye’deki askeri operasyonlarını kastederek, bu operasyonların "terörle mücadeleden çıkarak işgale dönüşmesi durumunda" Fransa için ciddi bir sorun olacağını açıklaması olmuştur. 2019 yılı Haziran ayında Türkiye-Fransa A milli futbol takımları arasında oynanan maçta Fransız milli marşı La Marseillaise'in ıslıklanması sonrasında ise, Macron, "Milli marşımızın ıslıklanması kabul edilemez” yorumunu yaparken, dönemin Fransa İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter da, Twitter hesabından, "Beni üzen şey milli marşımızın maçta yuhalanması” diyerek bu olaya tepki göstermiştir. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ilerleyen aylarda da, Suriye, Libya, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle ilgili olarak birçok defa Türkiye’yi eleştiren ve suçlayan sert açıklamalar yapmıştır. Örneğin, Macron, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda bölge ülkeleri arasında henüz bir anlaşma olmamasına karşın, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareketliliğini, "Yunan ve Kıbrıs Rum taraflarının egemenlik haklarının ihlal edilmesi” olarak yorumlamıştır. Türkiye’nin politikalarına tepki olarak Doğu Akdeniz’de askeri varlıklarını arttırmalarına ilişkin olarak ise, Macron, bölgede Türkiye’ye yönelik "kırmızı çizgi politikası” uyguladıklarını belirtmiş ve Ankara’nın "sözlerden değil, eylemlerden anladığını” iddia etmiştir. Macron, ayrıca, "Türkiye’nin AB sularındaki ihlalleri cezasız bırakılamaz” açıklamasını yaparak, AB’nin Türkiye’ye yönelik yaptırımlar uygulamasını da gündeme getirmiştir. Macron, Libya konusunda ise, Ankara’yı "tehlikeli bir oyun oynamak”la itham etmiş ve Türkiye’nin Libya’da Berlin Konferansı’ndaki angajmanlara uygun hareket etmediğini iddia ederek, Libya’daki gelişmeleri "Türkiye’nin tarihsel ve kriminel sorumluluğu” olarak yorumlamıştır. Macron, 2020 yılı Eylül ayı başında ise, Lugano Orta Doğu-Akdeniz Forumu’na gönderdiği görüntülü mesajda, Türkiye’yi "imparatorluk fantezisi kurmakla” itham etmiştir. Fransa AB ve Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian da son dönemde Türkiye’yi eleştiren bazı açıklamalar yapmıştır. Örneğin, Le Drian, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin ardından, modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli sembolik adımlarından birinin geri çevrildiğini belirterek, Ayasofya’nın çoğulculuğa ve diyalog ve hoşgörüye uygun şekilde düzenlenmesi gerektiğini kaydetmiştir. Fransa'nın Libya politikasına da daha çok Le Drian'ın yön verdiği düşünülmektedir.

Klasik diplomatik restleşme sınırlarını zorlayan bu tip karşılıklı açıklamalar, ilişkilerde sanki bir felaket yaşanıyor havası yaratsa da, aslında sorunların temelde farklı jeopolitik algılamalardan kaynaklandığı, ayrıca her iki liderin de birbiriyle zıtlaşarak iç kamuoyunda ve ulusal basında prim yapmaya çalıştıkları iddia edilebilir. Bu anlamda, "popülizm" ve seçim kaygısı, her iki lideri bu yönde sert açıklamalar yapmaya itmiş olabilir. Zira Türkiye, AB nezdinde ve Fransız halkı arasında son dönemde pek desteklenen bir ülke değilken, Fransa da Türkiye için artık eskisi gibi bir "model ülke" konumunda değildir. Üstelik, bu polemikler yaşanırken, Macron'un "Sarı Yelekliler" protestoları, Erdoğan'ın da Başkanlık sistemi eleştirileri ve ekonomik krizle uğraştığını hatırlamak gerekir. Bunun yanında, bir sonraki başlıkta açıklanacağı üzere, sansasyon ve rating peşinde koşan her iki ülkedeki medya kuruluşları da genelde bu rekabeti körükler çizgide yayın yapmaktadırlar. Son olarak, iki liderin 2021 yılı Mart ayı başındaki telekonferans görüşmeleri sonrasında sert açıklamaların dozunun düşürüldüğü de bu noktada belirtilebilir.

Değerli katılımcılar (birinci oturum)

3. Medya Kuruluşlarının Karşılıklı Olarak Birbirlerini Olumsuz Lanse Etme Çabası

Emmanuel Macron döneminde (2017-), Nicolas Sarkozy dönemine (2007-2012) benzer şekilde, her iki ülkede de medya kuruluşlarının karşılıklı olarak diğer tarafı olumsuz gösterme gayreti içerisinde olduğu da söylenebilir. Bu konuda çok sayıda örnek olmakla birlikte, birkaç somut örnek üzerinde durmak faydalı olabilir.

Türkiye medyasından başlamak gerekirse; Habertürk gazetesi muhabiri ve köşe yazarı Çetiner Çetin’in 7 Eylül 2020 tarihli yazısı, Türk medyasında Fransa’daki Emmanuel Macron yönetimine olan olumsuz bakışı ve ortalama görüşü yansıtan önemli bir yazı olarak örnek verilebilir. "Küçük Napolyon Macron’un Türkiye karşıtlığı” başlıklı yazıda, Macron döneminde Fransa’nın Lübnan, Libya ve Doğu Akdeniz’de yeni bir aktivizme yöneldiğini belirten yazar, bu aktivizmin Türkiye karşıtlığı üzerine inşa edilmesini eleştirmekte ve Macron’u "Küçük Napolyon” olarak tanımlamaktadır. Türkiye'de yapılan birçok başka gazete ve internet sitesi haberinde de, Macron için "Napolyon" benzetmesinin eleştirel bir şekilde yapıldığı söylenebilir. 30 Ağustos 2020 tarihli Haber7 haberi de, son dönemde Türkiye’de ortaya çıkan Fransa algısına dair önemli bir referans olarak belirtilebilir. Haberde, Fransa’nın Doğu Akdeniz’de artan Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Kesimi gerginliklerine cevaben donanmasını bölgeye göndermesine dair Cumhurbaşkanı Macron’un yapmış olduğu "Bu bir kırmızı çizgi politikasıdır. Orantılıydı. Oraya donanmanın tümünü yollamadık.” açıklaması eleştirilmekte ve bu açıklama "küstahlık” olarak değerlendirilmektedir. 28 Ağustos 2020 tarihli Sözcü gazetesi haberi de, bir öncekine benzer olumsuz algılamaları yansıtan ve güçlendiren bir haber niteliğindedir. Haberde, Cumhurbaşkanı Macron’un "Türkler sadece eyleme dönüşen sözlere saygı duyar” açıklamasına tepki olarak, "Macron haddini aştı!” başlığı kullanılmış ve Fransa Cumhurbaşkanı eleştirilmiştir. Betül Usta imzalı ve 16 Ağustos 2020 tarihli ve "Macron’un Türkiye hazımsızlığı” başlıklı Sabah gazetesi haberinde ise, Fransa’daki Macron yönetimin Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olduğu, Cumhurbaşkanı Macron’un Türkiye karşıtlığıyla iç politikada Fransız halkından destek aradığı ve yine Macron’un NATO içerisindeki çatlakları derinleştirerek Avrupa Ordusu hayaline destek bulmaya çalıştığı yorumları yapılmıştır. YeniÇağ gazetesinin 13 Ağustos tarihli "Macron’dan Türkiye’ye tehdit” başlıklı haberinde, Cumhurbaşkanı Macron’un Twitter hesabından yaptığı "Doğu Akdeniz’deki durum endişe verici. Türkiye’nin petrol arama konusundaki tek taraflı kararları gerginliğe neden oluyor. Komşu ülkeler ve NATO içindeki müttefikler arasında barışçı bir diyaloğa izin vermek için bunların sona ermesi gerekir.” ve "Aralarında Yunanistan’ın olduğu Avrupalı ortaklarımızın da işbirliği ile gelecek günlerde Doğu Akdeniz’deki Fransız askeri varlığını geçici olarak güçlendirmeye karar verdim." açıklamaları Türkiye’ye yönelik bir tehdit olarak lanse edilmiştir. Son olarak, 2015 yılındaki Charlie Hébdo Baskını'ndan itibaren, Fransa'da son yıllarda İslam motifli terör saldırılarının artması nedeniyle ülkede gündeme gelen "İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele" yasası hakkında, Takvim gazetesi, 2 Ekim 2020 tarihli haberinde Cumhurbaşkanı Macron'un İslam dinini hedef aldığını iddia ederek, haberinde, "Fransa Cumhurbaşkanı Macron'dan küstah sözler! İslam'ı hedef aldı..." başlığını kullanmıştır.

Fransız medyasından örnek vermek gerekirse; Nathalie Guibert ve Jean-Pierre Stroobants imzalı ve 18 Haziran 2020 tarihli Le Monde gazetesi haberinde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’daki askeri hareketliliğinin "NATO’yu zehirlediği” yönünde bir başlık kullanılmış ve "Courbet hadisesi" olarak bilinen olay gündeme getirilerek, Türkiye’nin NATO üyesi bir devlete yakışan şekilde hareket etmediği ve bunun Avrupalı ülkelerce kınandığını vurgulanmıştır. Le Figaro gazetesinde 2 Temmuz 2020 tarihinden yayınlanan Isabelle Lasserre imzalı "Erdogan sème la zizanie au sein de l’Otan” başlıklı haberde, Türkiye’nin NATO içerisindeki tutumu eleştirilmiş ve müttefiklerin Ankara’ya karşı tavır alabileceği iddia edilmiştir. France24 adlı medya kuruluşunun internet sitesinde Tom Wheeldon imzasıyla 3 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanan "Turkey challenges allies and enemies alike in quest for ‘larger role on world stage’” adlı haberde ise, Türkiye’nin son dönemde dış politikada şahin bir tavır benimsediği belirtilerek, Ankara’nın hem düşmanları, hem de müttefiklerine karşı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sert politikalar uyguladığı iddia edilmiştir. Son olarak, France 5 televizyon kanalında yayınlanan « C dans l’air » adlı haber tartışma programında, 23 Mart 2021 tarihinde, "Erdogan : le sultan qui défie l’Europe" (Erdoğan: Avrupa’ya Meydan Okuyan Sultan) başlıklı bir belgesel yayınlanmış ve bu belgeselde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hayatı incelendiği gibi, siyasi kariyerinde yaptığı bazı hamleler de eleştirilmiştir.

Görüldüğü üzere, her iki ülkede de medyada karşı tarafa yönelik olumlu bir algı yoktur. Bu durum ise, kuşkusuz, her iki ülkede de önemli konumda bulunan siyasetçilerin birbirlerine yönelik olumsuz tavırlarından ve bazı alanlarda yaşanan çıkar çatışmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak medyanın da her iki ülkede de tamamen tarafsız/apolitik bir dil kullanmadıkları ve milliyetçi hamasi duyguları harekete geçirecek şekilde yayın yaptıkları belirtilebilir. Yeni dönemde medyanın daha yapıcı bir dil ve üslup benimsemesi, kuşkusuz Türkiye-Fransa ilişkilerine de olumlu yansıyacaktır. Burada unutulmaması gereken husus, medyanın evrensel bir iş yaptığı ve sadece ülke çıkarlarını korumakla görevli olmayarak, kamuoyunu bilgilendirme amacı taşıdığıdır.

Değerli katılımcılar (ikinci oturum)

4. Doğu Akdeniz Sorunu ve Jeopolitik Rekabet Algısı

Türkiye-Fransa ilişkilerinde Macron dönemine dair en olumsuz gelişme ise, kuşkusuz, iki ülkenin Doğu Akdeniz'de giderek bir jeopolitik rekabet içerisine girmeleri, bu yönde keskin adımlar atmaları ve en üst makamlardan sert demeçler vermeleri olmuştur. Fransız uzman Dorothée Schmid'e göre, Fransa'nın Doğu Akdeniz politikası, daha çok güç ve sahiplenmeye dayalı "Mare Nostrum" (Bizim Akdeniz) hayali ile Akdeniz İçin Birlik (AiB) girişiminde görülen "büyük Akdeniz ailesi" (la grande famille méditerranéenne) çizgisi arasında gidip gelmektedir. Akdeniz İçin Birlik girişimi konusunda Sarkozy ve Hollande dönemlerinde ne AB üyeleri, ne de kıyıdaş ülkelerden yeterince destek alamayan Paris, bu nedenle son dönemde güç eksenli politikalara ağırlık vermeye başlamıştır. Bu bağlamda, Fransa, kendi çıkarlarını korumak için, bölgede Güney Kıbrıs Rum Kesimi (resmi adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti) ve Yunanistan gibi aktörlerle yakın ilişkiler geliştirmekte ve bölgedeki yüksek tansiyon ve gerginlikleri kullanarak bölgeye silah satışları gerçekleştirmek istemektedir. Örneğin, Fransa, son olarak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile, bu ülkeye 80 adet Rafale savaş uçağı ve 12 adet Caracal askeri nakliye helikopteri satmak için 17 milyar avroluk dev bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşma öncesinde de, Hindistan, Katar, Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Kuveyt gibi ülkelerle savunma sanayisi alanında güçlü işbirliğinin ve yoğun satışların olduğu belirtilebilir. Türkiye de, son dönemde İHA ve SİHA satışlarıyla dikkat çeken bir ülke olup, iki ülke, Doğu Akdeniz'deki jeopolitik rekabet algısı temelinde, savunma sanayilerini güçlendirmek istiyor da olabilirler.

İki ülke arasında Doğu Akdeniz'de yaşanan gerginliğin birkaç farklı cephesi bulunmaktadır. Öncelikle, Fransa, Doğu Akdeniz'de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin tezlerine destek vermekte ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) tanımamaktadır. Fransız donanması, son dönemde Güney Kıbrıs'ta Mari'deki Evangelos Florakis Deniz Üssü'nü kullanma hakkını kazanmış ve Fransa, Güney Kıbrıs'la ilişkilerini savunma iş birliği düzeyine de taşımıştır. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum hükümetinin ada çevresinde yetkilendirdiği enerji şirketleri arasında Fransız enerji devi TOTAL'ın bulunduğunu da belirtmek gerekir. Fransa, 2020 yılı içerisinde, KKTC ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki hak iddialarına karşın, Yunanistan, İtalya ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile ortak bir askeri tatbikat da düzenlemiştir. Türkiye ve KKTC de bu tatbikata başka bir tatbikatla karşılık vermiştir. Bu kapsamda, Fransız gemisi Courbet ile bir Türk gemisi arasında NATO misyonu "Sea Guardian" (Deniz Muhafızı) sırasında ciddi bir gerginlik de yaşanmış ve Fransa, neticede, NATO'nun bu misyonundan çekilmiştir. Fransa, bölgeye Charles de Gaulle uçak gemisini göndermek gibi Türkiye'ye mesaj vermeyi amaçlayan bazı sembolik adımlar da atmıştır. Fakat Türkiye kamuoyunda sürekli hedef gösterilmesine karşın, Fransa, aslında bu konuda bağımsız hareket etmemekte ve AB çatısı altında diğer Avrupa ülkeleri ile birlikte Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi'ni desteklemek amacıyla PESCO gibi çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. Dolayısıyla, esasında, Doğu Akdeniz'de Türkiye ile Fransa değil, Türkiye ile AB karşı karşıyadır.

Türkiye ile Fransa arasındaki Doğu Akdeniz rekabetinin ikinci önemli cephesi Libya'dır. Libya iç savaşı sürecinde Türkiye Müslüman Kardeşler'in desteklediği Fayiz es-Sarrac hükümetini desteklerken, Fransa, General Halife Hafter ve güçlerini desteklemiştir. Türkiye, Sarrac hükümetiyle deniz yetki alanları konusunda bir anlaşma imzalayarak, Doğu Akdeniz'deki egemenlik iddialarına da dayanak sağlamıştır. Fransa ise, Hafter güçlerine destek vererek bölgedeki İslamcı gruplara karşı mücadele verdiğini iddia etmekte ve politikasını böyle izah etmektedir. Böylelikle, iki NATO üyesi ülke, Libya'da farklı cephelerde yer almışlardır. Ancak Libya'da bir mutabakat hükümetinin kurulmasından sonra, Berlin Konferansı uyarınca Türk askeri unsurlarının bölgeden çekilmesi temelinde bir uzlaşma söz konusudur. Lakin Türkiye, bunun için tüm yabancı güçlerin ülkeden çekilmesini talep etmekte, bu da Fransa'nın tepkisini çekmektedir. Dolayısıyla, bu konudaki kriz pek konuşulmasa da, henüz tam anlamıyla sonuca ulaşılmış değildir. Fransa'nın Libya politikası ise, AB politikasından ziyade ikili ilişkiler bağlamında değerlendirilebilecek bir husustur.

Türkiye ile Fransa arasındaki Doğu Akdeniz rekabetinin üçüncü önemli ayağı ise Yunanistan'dır. Fransa, Macron döneminde Yunanistan'ın adaların egemenlik yetkisini destekleyen tezlerine destek vermekte ve bu nedenle Türkiye'nin tepkisini çekmektedir. Bu, Fransa'nın Manş Denizi'nde Birleşik Krallık'a karşı savunduğu tezlerin ise tam zıttı durumundadır. Öyle ki, Manş Denizi'nde İngiltere'ye ait adaların ana kara gibi kıta sahanlığı olamayacağını savunarak uluslararası tahkim mahkemesine giden ve davayı kazanan Fransa, Doğu Akdeniz'de bunun aksini iddia ederek, kendi kendisiyle de çelişmektedir. "Sevilla Haritası" adı verilen maksimalist Yunan taleplerini yansıtan görüşe karşı, Türkiye de, son dönemde "Mavi Vatan" adlı bir doktrin geliştirmiştir. Cem Gürdeniz ve Cihat Yaycı gibi iki emekli komutan tarafından geliştirilen bu doktrin, Türkiye'nin tezlerine dayanak kazandırmaya çalışmaktadır. Fransa, son dönemde Yunanistan'a savunma sanayisi anlamında yaptığı satışlarla da gündeme gelmektedir. Nitekim Atina, Paris'ten 24 adet Rafale jeti ve 3 adet fırkateyn satın alacak ve bölgedeki askeri rekabette Türkiye karşısında avantajlı konuma geçmeye çalışacaktır. Bu şekilde, Türkiye, AB-İsrail-Mısır ekseni karşısında bölgede yalnızlaştırılmakta ve yalnızca tanınmayan KKTC ve bölünmüş Libya ile kendisine müttefik bulabilmektedir. Fransa'nın Yunanistan politikası AB politikalarıyla uyumlu olsa da, bu konuda Paris'in çok atak olması dikkat çekicidir. Örneğin, bir diğer AB lider ülkesi olan Almanya, bu konuda daha mutedil davranmaktadır.

Doğu Akdeniz sorunları, Türkiye-Fransa ilişkileri açısından varoluşsal bir mesele değildir. Ancak sorun şudur ki, her iki ülkede de son dönemde jeopolitik düşünce ağır basmakta ve bu düşünce sistematiğinde iki ülke farklı kamplarda yer almaktadırlar. Yine de, son dönemde Türkiye'nin AB baskısıyla bölgedeki tansiyonu düşürme çabalarına Yunanistan tarafından da karşılık verilirse, statükonun devamı temelinde bölgede büyük bir kriz çıkması kolaylıkla engellenebilecektir. Yine Kıbrıs Sorunu'nun çözümü yönünde ılımlı bir havanın esmesi de ilişkileri yumuşatabilecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Aurélien Denizeau

5. Karabağ Meselesi

Fransa ile Türkiye arasında Macron döneminde yaşanan bir diğer olumsuz jeopolitik konu ise, iki ülkenin Güney Kafkasya'daki gelişmeler konusunda da farklı siyasi tutum takınmaları olmuştur. Türkiye, en başından beri Azerbaycan'ın uluslararası hukuka uygun şekilde topraklarını savunması ve geri kazanması için güce başvurmasını desteklerken, Fransa tarafı, sorunun yıllardır devam ettiği üzere AGİT Minsk Grubu aracılığıyla ve müzakereler yoluyla çözülmesini savunmuştur. Ancak 2020 yılı sonunda yaşanan İkinci Karabağ Savaşı veya 44 Gün Savaşı'nı Azerbaycan'ın kazanmasıyla, bu sorun büyük ölçüde çözülmüştür. Fakat bu durumu kabullenmeyen Fransa'da, Fransız Senatosu sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti'ni tanımak ve Cumhurbaşkanı Macron da Azerbaycan'ın zaferinde Suriyeli cihatçıların rol oynadığını iddia etmek gibi Türkiye ve Azerbaycan'ı kızdıran bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu bağlamda, iki ülke arasında 1915 Olayları'na yaklaşım farklılıkların da halen devam ettiği; Fransız kamuoyunun büyük ölçüde bu olayları bir "soykırım", Türkiye ve Azerbaycan kamuoyunun ise "vatan savunması" ve "tehcir" olarak değerlendirdiği bilinmektedir.

6. Suriye İç Savaşı ve PYD-YPG Sorunu

Suriye iç savaşında başlarda birbirlerine paralel politikalar geliştiren ve Beşar Esad yönetimine karşı olan muhalif gruplara destek veren Türkiye ve Fransa'nın politikaları, zaman içerisinde farklılaşmaya başlamıştır. Fransa, IŞİD teröründen doğrudan etkilenen bir ülke haline gelince ve IŞİD vahşeti uluslararası kamuoyunda büyük tepki yaratınca, Esad karşıtı olan gruplardan yalnızca seküler kimliği ön planda olan Kürtlere destek vermeyi sürdürmüş ve Beşar Esad'a yönelik muhalefetine son vermiştir. Türkiye ise, IŞİD ve radikal dinci grupların yanı sıra, Fransa ve ABD gibi Batılı ülkelerin destek verdikleri PYD/YPG gibi Kürt gruplara da olası bir Kürt devleti veya özerkliği nedeniyle karşı durmuş, Özgür Suriye Ordusu'na desteğini sürdürmüş ve Beşar Esad'a yönelik muhalif duruşunu da henüz tam anlamıyla sona erdirmemiştir. François Hollande döneminde PYD/YPG temsilcilerini Elize Sarayı'nda ağırlayan Fransa, bu uygulamaya Macron döneminde de devam etmiş ve bu grupları terör örgütü PKK'nın Suriye kolu olarak gören Türkiye'nin tepkisini çekmiştir. Dolayısıyla, PYD-YPG sorunu, kronikleşen Kürt Sorunu'nun bir bileşeni olarak Türkiye-Fransa ilişkilerini Macron döneminde de germeye devam etmiştir. Ayrıca, Macron, Esad’ın iktidardan uzaklaşmasının Suriye'de siyasal çözüm için bir ön koşul olmaması gerektiğini ifade ederken, Türkiye'den bu konuda birincil ağızlardan herhangi bir açıklama gelmemiş ve yalnızca istihbarat servislerinin görüştüğü açıklanmıştır.

Göç konusunda ise Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Türkiye'yi Suriyeli mültecilerle ilgili Avrupa'ya "şantaj" yapmakla suçlamıştır. Macron ise, “Sığınmacı konusunun Türkiye tarafından bir baskı unsuru olarak kullanılıyor. Bu baskılara boyun eğilmemeli.” demiştir. Ayrıca, Türkiye 4 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmasına ve bu konuda AB'den söz verilen destekleri tam olarak alamamasına karşın, Fransa hükümeti yalnızca nitelikli ve eğitimli Suriyelileri ülkeye alıp, düzensiz yollarla ülkeye giriş yapan Suriyelileri direkt olarak Türkiye’ye göndermektedir. Fransa, bugüne kadar yalnızca birkaç bin Suriyeliye sınırlarını açmış ve bu konuda sorumluluğu Türkiye ve Almanya'nın üzerine bırakmıştır.

7. Galatasaray Üniversitesi'ndeki Fransız Akademisyenlerin Türkçe Dil Yeterliliği Konusu,

Macron döneminde Türkiye ile Fransa arasında yaşanan bir diğer gerginlik konusu ise, Fransız hükümetince Fransa'daki üniversitelere ve ortaöğretim kurumlarına gönderilen Türkçe okutmanları ve din görevlilerinden B2 düzeyinde Fransızca istenmesi üzerine, Türkiye'de yüksek öğretimi düzenleyen Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından Galatasaray Üniversitesi'ndeki Fransa vatandaşı akademisyenlerin oturma ve çalışma izinlerinin yenilenmesi için "B2 düzeyinde Türkçe" şartı getirilmesi olmuştur. Yekta Saraç'ın YÖK Başkanı olduğu dönemde yapılan uygulama, neredeyse tamamen Fransızca eğitim müfredatına sahip özel statülü bir devlet üniversitesi olan Galatasaray Üniversitesi'ndeki Fransız akademisyenleri endişelendirirken, bu durumdan rahatsız olan Fransız öğretim üyeleri, "Fransa ve Türkiye kavga eden çocuklar gibi davranıyor, biz ise diplomatik bir savaşta rehin alındığımız hissindeyiz" şeklinde açıklamalar yaparak durumu kınamışlardır. Ancak iki ülke Devlet Başkanı Emmanuel Macron ve Recep Tayyip Erdoğan'ın 2021 yılı Mart ayı başındaki telekonferans görüşmeleri sonrasında, bu kural YÖK tarafından kaldırılmış ve kriz çözülmüştür.

8. Ekonomik İlişkiler

2021 Nisan tarihli DEİK Bilgi Notu'na göre, Fransa, Macron döneminde son 5 senede ortalama yüzde 1,6 oranında bir ekonomik büyüme oranı yakalamıştır. Ancak 2020 yılında, koronavirüs (Covid-19) pandemisi nedeniyle ülke ekonomisi yüzde 9,8 oranında küçülmüştür. 2021 yılında ise yüzde 6'lık bir büyüme öngörülmektedir. Türkiye-Fransa ilişkileri ise son yıllarda Türkiye lehine gelişmektedir. Nitekim 2002-2018 döneminde Fransa ile yaptığı ticarette net ithalatçı olan Türkiye, son iki yıldır ise net ihracatçı konumuna gelmiştir. Fransa, Türkiye'nin dış ticaretinde ihracatta 6., ithalatta ise 8. sırada yer almaktadır. 2020 yılında Fransa'ya ihracat pandeminin de etkisiyle yüzde 9,4 azalarak 7,2 milyar dolara gerilerken, ithalat ise yüzde 3,4 artarak, 7 milyar dolara yükselmiştir. Dolayısıyla, dış ticarette günümüzde son derece dengeli bir tablo söz konusudur. TÜİK verilerine göre, 2021 yılında ihracat ilk 9 ayda 7,3 milyar dolara yükselmiş, ithalat da 6,5 milyar doları aşmıştır. İki ülke arasındaki ticaret hacminin yıllardır istikrarlı bir şekilde 14-15 milyar dolar bandında olduğu ve Macron döneminde de pandemiye rağmen bu konuda olumsuz bir gelişme yaşanmadığını söylemek mümkündür. Ancak elbette piyasa yanlısı bir lider olarak, Macron döneminde, ticarette daha hızlı bir ilerleme yaşanması beklenebilirdi. Burada temel sorunlar ise; Fransa'nın kronikleşen düşük büyüme oranları, pandemi etkisi ve Türkiye ile yaşanan siyasal polemiklerin ekonomiye de kısmi etkisi olarak belirtilebilir. Ancak yine de, Macron döneminde yaşanan siyasi polemiklerin Sarkozy dönemindeki gibi ekonomiyi makro ölçekte olumsuz etkileyen bir yapıda gelişmediğini de vurgulamak gerekir.

Sonuç

Sonuç olarak, büyük umutlarla başlayan Emmanuel Macron döneminde Türkiye-Fransa ilişkilerinin genel olarak gergin bir çizgide seyrettiği, iki ülke arasında jeopolitik rekabet algısının güçlendiği, liderler ve üst düzey devlet görevlileri düzeyinde sert polemiklerin yaşandığı ve karşılıklı olarak toplumsal destek ve sempatinin azaldığı söylenebilir. Buna karşın, iki ülke arasında kesinlikle varoluşsal bir sorunun olmadığı, sorunların genelde farklı jeopolitik algılamalardan kaynaklandığı, bunların zaman içerisinde değişebileceği ve bu konularda orta yol bulunabileceği, Macron'un yeniden seçilmesi sonrasında seçim kaygısı olmadan daha net bir Türkiye politikası belirleyebileceği, Türkiye'nin yeniden AB çıpasına bağlı kalarak reformist politikalara yönelebileceği, karşılıklı resmi ziyaretlerin gerçekleşebileceği ve sorunların yumuşatılabileceği iddia edilebilir. Bunların hepsi, karşılıklı çaba ve özveriyle mümkündür. Zira iki ülke arasında tarihsel bir dostluk ve çok yoğun siyasi-diplomatik, ekonomik, kültürel-toplumsal ilişkiler bulunmaktadır ve ilişkilerde yeniden bir çıkış yakalamak, karşılıklı istek olması halinde, son derece kolay olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


8 Aralık 2021 Çarşamba

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Yön Radyo ve CRI Türk'e verdiği mülakat

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 8 Aralık 2021 tarihinde Yön Radyo ve CRI Türk'e "Çin-Türkiye İlişkileri ve Bir Kuşak Bir Yol Girişimi" konulu bir mülakat verdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı izleyebilirsiniz.




3 Aralık 2021 Cuma

Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Uluslararası Bildiri: "Sino-Turkish Relations and the Belt and Road Initiative"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 3-4 Aralık 2021 tarihlerinde Erivan’da Rus-Ermeni Üniversitesi’nde düzenlenen “III Eurasian Research on Modern China and Eurasia Conference” adlı etkinliğe 3 Aralık 2021 tarihinde online (çevrimiçi) olarak katılarak, Türkiye-Çin ilişkileri ve Türkiye’nin Kuşak Yol İnisiyatifi’ne yaklaşımını analiz eden “Sino-Turkish Relations and the Belt and Road Initiative” adlı İngilizce bir bildiri sundu. İlerleyen aylarda kitap-içi bölüm olarak da uluslararası bir yayınevi tarafından yayımlanacak olan bildirinin kısaltılmış konuşma formatındaki sunumuna aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.


Ayşe Kaşıkırık Mülakatı: "Türkiye ve Dünyada Kadın Hakları"


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 3 Aralık 2021 tarihinde Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarı Ayşe Kaşıkırık'la "Türkiye ve Dünyada Kadın Hakları" konulu bir e-mülakat yaptı. Aşağıdaki linkten bu mülakatı izleyebilirsiniz.




24 Kasım 2021 Çarşamba

Henry Kissinger'ın ABD-Çin Rekabeti Hakkındaki Aktüel Görüşleri

 

1923 doğumlu Yahudi Amerikalı unutulmaz devlet adamı Henry Kissinger -ki kendisi 1970'lerde uzun süre ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevlerinde bulunmuştur-, geçtiğimiz gün, ünlü televizyon programcısı Fareed Zakaria'nın hazırlayıp sunduğu bir programa katılarak, son dönemin en popüler konusu haline gelen ABD-Çin rekabeti hakkındaki aktüel görüşlerini açıkladı. Kissinger'ın daha önce 2011 yılında Çin hakkında On China adlı bir kitap yazdığını da bu noktada hatırlatmak gerekir. Ayrıca, programın, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden ile Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) Devlet Başkanı Şi Cinping'in geçtiğimiz gün telekonferans yöntemiyle yaptıkları görüşmenin hemen sonrasında yapıldığını da belirtmek gerekir. Deneyimli siyasetçi ve yazar, 1971 yılında ABD'nin Çin açılımını başlatan kişi olarak, kuşkusuz, bu konuda görüşlerine başvurulması en büyük önem arz eden kişilerden birisidir.

Joe Biden-Şi Cinping görüşmesinden bir bölüm

The Age of AI adlı yeni bir kitaba da imza atan Henry Kissinger, konuşmasına, 50 yıl önce Çin açılımını başlatmak için ilk kez Çin'e gizlice gittiğinde Çin'in fakir, zayıf ve iddialı bir ülke olduğunu, şimdilerde ise oldukça zengin ve güçlü ve halen iddialı bir ülke olduğunu söyleyerek başlamaktadır. ABD'nin Çin'le rekabet etmesinin doğal olduğunu belirten Kissinger, buna karşın, ilişkileri Holokost seviyesine taşıyacak bir yaklaşımdan uzak durulması gerektiğini söylemekte ve bu anlamda iki ülke liderinin de önünde -sertlik yanlıları nedeniyle- zor bir süreç olduğunu belirtmektedir. Zakaria'nın ABD-Çin ilişkileri konusunda Kissinger'ın kullandığı oldukça ilginç "Holokost" benzetmesini sorması üzerine ise, deneyimli devlet adamı ve yazar, ABD ve Çin'in günümüzde teknoloji konusunda dünyada iki lider devlet olduklarını ve özellikle yapay zekanın askeri amaçlarla kullanılması durumunda ne gibi sonuçlara yol açabileceğinin bilinmediğini vurgulamaktadır. Kissinger, ayrıca, bir çatışmanın nasıl başlatılacağının değil, nasıl bitirileceğinin büyük bir sorun olduğunun altını çizerek, ilişkilerin tamamen askeri rekabet düzeyinde kurgulanması durumunda olası bir çatışmanın nasıl bitirilebileceğinin bilinmediğine işaret etmektedir.

Kissinger'ın katıldığı programın bir bölümü

Daha sonra ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in telekonferans yöntemiyle yaptıkları görüşmeyi değerlendiren Kissinger, öncelikle, Başkan Biden'ın ABD içerisindeki Çin'e karşı sertlik politikasını savunan şahinler nedeniyle zor durumda olduğunu vurgulamaktadır. Kissinger'a göre, ABD'nin temel değerleri ve çıkarları doğrudan tehdit edilirse, kuşkusuz, Washington buna karşı gerekli tedbirleri almalı ve buna yönelik uygun politikaları uygulamalıdır. Ancak bunun iki ülke arasında otomatik bir rekabet ve düşmanlığa dönüşmemesi gerektiğini belirten Kissinger, Biden'ın bu görüşmeyle birlikte Çin'le ilişkiler konusunda Pekin'e teslim olmadan onlarla konuşabilmenin bir yolunu aramaya başladığını ve farklı bir yola yöneldiğini belirtmekte ve bunun temel amacının da olası bir çatışmayı önlemek olduğunu vurgulamaktadır.

Programın son bölümünde Tayvan konusuna odaklanan Henry Kissinger, Çin'in kurulduğu günden beri Tayvan'la birleşme konusunda farklı yaklaşımı ya da herhangi bir kuşkusunun olmadığını belirterek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu Mao Zedong'un dönemin ABD Başkanı Richard Nixon'la görüşmesinde Tayvan konusunda gerekirse 100 yıl bile bekleyebileceklerini, ancak bu konudaki kararlı duruşlarından (Tayvan'la birleşmek) vazgeçmeyeceklerini söylediğini hatırlatmaktadır. Sunucu Fareed Zakaria'nın mevcut Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping'in Mao'nun bu geleneksel yaklaşımını değiştirerek, "barışçıl birleşme" politikası yerine güç yoluyla birleşmeyi zorlayabileceğinden endişe edildiğini sorması üzerine ise, Kissinger, Çin'den Tayvan'a 10 yıl içerisinde herhangi bir saldırı beklemediğini söylemektedir. Ancak ABD ile Çin arasında Tayvan konusundaki çatışmanın derinleşmesi durumunda, Pekin'in Tayvan'ın özerkliğini engelleyici politikalara yönelebileceğini de sözlerine eklemektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

20 Kasım 2021 Cumartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda Yaptığı Sunum Yön Radyo Tarafından Haberleştirildi

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda yaptığı "Türkiye-Çin Diplomatik İlişkileri" başlıklı sunum, Yön Radyo tarafından haberleştirildi. Aşağıdaki linkten bu habere ulaşabilirsiniz.


19 Kasım 2021 Cuma

Un constat sur la politique étrangère de la Turquie

La Turquie a de plusieurs problèmes dans les années dernières. Le plus grand problème, c’est carrément la crise économique dans le pays. Le chômage, la dévalorisation de livre (lira) turque, la haute inflation et une baisse des investissements étrangères sont des problèmes mentionnés par la plupart des économistes. En plus, l’insistance du président Recep Tayyip Erdoğan sur une politique financière basée sur la baisse des taux d’intérêt est aussi une grave erreur selon certains économistes. En plus, la Turquie est dans le dilemme de résoudre ses problèmes liés à la politique étrangère. Dans cet article, je vais présenter des solutions sur comment minimiser les problèmes vis-à-vis de la politique étrangère.

Premièrement, le bourbier syrien a certainement dévasté l’économie turque et a mis la politique étrangère de la Turquie dans l’impasse. Le pays accueillie désormais presque quatre millions de réfugiées syriennes. La crise économique est dû aussi au fardeau de la crise migratoire force que le gouvernement turc s’efforce à porter. A cause du gel des relations commerciales avec la Syrie, les entreprises qui font du business avec cette dernière ont déjà fait faillite. Néanmoins, l’intervention de l’armée turc en Syrie avec des opérations militaires a mis le danger rétablissement d’un pays kurde (le Kurdistan) indépendant du côté, mais a aussi influé sur l’économie. D’autre part, les relations avec la Russie, qui est un pays militairement supérieur à la Turquie, avaient été abimé dans le période de 2015-2016. Rappelons qu’un avion russe avait été abattu par la Turquie à cause de la violation de la frontière turque par la Russie en 2015 et que l’ambassade russe à Ankara, Monsieur Andrei Karlov avait été tué par un jeune policier islamiste en 2016. C’est grâce à Monsieur Vladimir Poutine, le leader russe qui a agi avec raison qu’un vrai danger du déclenchement de guerre entre la Russie et la Turquie a été empêché. Mais la Turquie a dû acheter les S-400s à Moscou pour améliorer ses relations bilatérales avec la Russie. En ce qui concerne les relations avec la Syrie, le président turc Monsieur Erdoğan avait déjà dit que les services de renseignement de la Turquie et la Syrie étaient en train de négocier pour une nouvelle période entre ces deux pays. Je pense que le président de la Syrie Monsieur Bachar al-Assad va certainement rester au pouvoir mais la Turquie pourrait demander des garanties à un nouveau régime syrien. Tout d’abord, la Turquie est contre la présence d’un pays kurde dans la région et aussi veulent que l’opposition sunnite syrienne prenne part à l’administration de l’Etat. La Turquie veut aussi que le nouveau régime à rétablir soit amical dans ses relations avec Ankara. La présence de l’armée turc dans les zones de frontière pour empêcher des nouvelles vagues d’immigration est aussi une condition importante d’Ankara. Ainsi, un processus de la paix en Syrie va aussi améliorer les relations entre Ankara et Moscou.

Deuxièmement, les relations avec les Etats-Unis sont maintenant dans une impasse à cause de la crise des S-400s. Donc, Washington applique les sanctions de CAATSA à Ankara alors que la Turquie est un membre de l’OTAN et un allier historique des Etats-Unis. Les relations tendues avec Washington naturellement ont des effets négatives sur la gestion de l’économie et de la politique étrangère du pays. Le congrès américain est devenu complétement anti-Erdoğan et aussi antiturc dans les années dernières. Alors même les présidents comme Donald Trump et maintenant Joe Biden ne peuvent pas facilement améliorer les relations en raison d’une atmosphère antiturque dans le congrès. Ankara doit trouver une solution constructive and créative pour résoudre ce problème. Il s’avère que les pays qui ont des problèmes avec Washington peuvent quand même se tenir debout avec le soutien de la Russie et la Chine. Mais le problème, c’est que la Turquie est un pays occidental et a des liens très fortes avec les Etats-Unis et les pays européens. Comme l’Union Européenne essaye de garder son alliance avec les Etats-Unis, cela pourrait être difficile pour Ankara d’améliorer ses relations avec Bruxelles sans tenter d’avoir de bonnes relations avec Washington.

Troisièmement, la Turquie se fiait à l’hypocrisie de l’islam modéré exporté par les frères musulmans aux pays voisins dans les années de 2000. En parallèle de l’intégration de la Turquie dans le monde arabe et du renforcement des liens commerciales, économiques et politiques avec les pays arabes, les séries turques étaient devenues très connues dans les pays arabes. Grâce à cette popularité, les touristes et les investisseurs arabes avaient pu contribuer au développement de la Turquie au niveau de l’économie. Cependant, aujourd’hui, avec de relations plus étroites avec les Etats-Unis et l’Israël, les pays arabes s’éloignent d’Ankara et ne soutiennent plus la politique étrangère de la Turquie. Cela prouve que les pays arabes ne sont pas aussi indépendants que la Turquie et qu’ils ne peuvent pas s’opposer aux Etats-Unis. Par ailleurs, la prépondérance d’Ankara sur le monde musulman  a également été affaibli à cause des relations tendues avec Washington. En revanche, Ankara peut essayer de développer ses relations avec les pays arabes et musulmanes par médiation de l’Organisation de la Coopération Islamique. D’autre part, la Turquie est récemment devenue l’un des fondateurs de l’Organisation des Etats turciques (l’ancien Conseil turcique) aussi et tente de renforcer ses relations avec les pays turciques.

Dernièrement, la Turquie, comme le Royaume-Uni, doit trouver une solution permanente pour ses relations avec l’Union Européenne. C’est aussi difficile à redémarrer les relations auparavant fructueuses avec l’Union Européenne, mais si l’adhésion d’Ankara n’est pas acceptée, c’est mieux de trouver des solutions alternatives. Le rapprochement de la Turquie à l’Union Européenne à propos de la crise de la méditerranée orientale avec une intégration sous la houlette de l'Union pour la Méditerranée (UPM) peut être une solution supplémentaire avec la participation des pays du Moyen-Orient et de l’Afrique du Nord. C’est vrai que la Turquie est plus européenne que les pays arabes, mais par exemple, le fait que la démocratie de la Tunisie soit exemplaire dans le monde musulman et qu’il y existe une vie séculaire qui est cependant rarement vue dans les pays arabes peuvent se tourner en avantage pour pouvoir créer une zone d’intégration auprès des pays musulmanes qui sont déjà en bonnes relations avec l’UE. D'autre part, si l'UE accepte l’adhésion de la Turquie, c’est possible qu’elle puisse en devenir membre dans quelques années. Malgré tous les problèmes politiques entre ces deux parties, ce n’est pas impossible. Si l’UE veut voir la Turquie dans le club, cela ne sera pas être trop difficile pour Ankara de changer son attitude vis-à-vis de la démocratie et de réaliser des réformes démocratiques en quelques années pour se réharmoniser avec l’Europe.

Rédacteur: Berkay TEMEL

Dr. Ozan ÖRMECİ


15 Kasım 2021 Pazartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Rusya Konferansı Sputnik Türkiye'de Haber Olarak Yer Aldı

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin 12 Kasım 2021 tarihinde Rusya’nın Rostov şehrinde kurulu olan Güney Federal Üniversitesi’nde düzenlenen “Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future” adlı konferansta sunduğu bildiri ve bu etkinlik kapsamında dile getirdiği görüşler, Rusya'nın tanınmış haber sitesi Sputnik Türkiye'de yer aldı. "Rus ve Türk uzmanlar hemfikir: Bölgesel sorunlar bölgesel platformlarda çözülmeli" başlığıyla Amur Gadjiev tarafından yayımlanan haberde, Doç. Dr. Ozan Örmeci ile birlikte Türkiye uzmanı Rus akademisyen Dr. Veronika Tsibenko'nun görüşlerine yer verildi. Aşağıdaki linkten bu haberi okuyabilirsiniz.

Sputnik Türkiye-Rus ve Türk uzmanlar hemfikir: Bölgesel sorunlar bölgesel platformlarda çözülmeli


12 Kasım 2021 Cuma

Yeni Makale: "ABD Dış Politikasında Öncelikli Gündem Asya Pasifik"

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "ABD Dış Politikasında Öncelikli Gündem Asya Pasifik" adlı makalesi, BİLGESAM düşünce kuruluşunun yayımladığı Bilge Strateji adlı ulusal hakemli derginin 13. cilt 22 nolu sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye erişebilirsiniz.


Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni İngilizce Konferans: "Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future"


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 12 Kasım 2021 tarihinde Rusya'nın Rostov şehrinde kurulu olan Güney Federal Üniversitesi'nde düzenlenen "Turkish-Russian Relations: History, Present, and The Future" adlı konferansa katıldı. Dr. Veronika Tsibenko'nun çabasıyla ve moderatörlüğünde gerçekleşen etkinlikte, Doç. Dr. Ozan Örmeci, aşağıda linki verilen sunumu gerçekleştirdi.


Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Kent Üniversitesi'nde Düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda Türkiye-Çin Diplomatik İlişkilerine Dair Bir Sunum Gerçekleştirdi


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul Kent Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası Türkiye-Çin İlişkileri Çalıştayı'nda "Türkiye-Çin Diplomatik İlişkileri" başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Başkanı Prof. Dr. Hasret Çomak'ın moderatörü olduğu etkinliğe konuşmacı olarak; İstanbul Kent Üniversitesi'nde Prof. Dr. Hasret Çomak, Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Doç. Dr. Ayça Can Kırgız, Maltepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hasan Ünal, İstanbul Aydın Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sedat Aybar, Şanghay Üniversitesi'nden Prof. Dr. Tuğrul Keskin, Süleyman Demirel Üniversitesi'nden Dr. Ümit Alperen ve DEİK'ten Temmuz Yiğit Bezmez konuşmacı olarak katıldılar. Çalıştayın açılış konuşmasını ise Çin Halk Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Ekselansları Sayın Cui Wei gerçekleştirdi. Şanghay Üniversitesi'nde eğitim alan Türk öğrencilerin de katıldığı ve Türkçe olarak düzenlenen çalıştay, Türkiye-Çin ilişkilerine dair olumlu beklentiler ve muhtemel risklerin dile getirildiği önemli bir akademik etkinlik oldu.

Çalıştay afişi

Çalıştay kapsamında konuşmacı olarak kürsüye çıkan Doç. Dr. Ozan Örmeci, konuşmasında, ilk olarak, Çin Devleti ile Türkler arasındaki ilişkilerin milattan öncesi döneme kadar uzanan köklü bir geçmişi olsa da, modern dönemde iki toplum arasında diplomatik ilişkilerin Türkiye Cumhuriyeti ile başladığına değinmiştir. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Çin'le ilişkilerin sınırlı kaldığına vurgu yapan akademisyen, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk döneminde ise Çin'le ilişkilerin gelişmeye başladığına ve ilk resmi diplomatik temasların bu dönemde yapıldığına dikkat çekmiştir. Öyle ki, 1926 yılında Çin Cumhuriyeti hükümeti ile Moskova’da imzalanacak dostluk antlaşmasını yapması için Moskova Büyükelçisi Zekai Apaydın'ı görevlendirilen Atatürk, 1927 yılında ilk resmi temasların başlamasına da aracılık etmiştir. Böylelikle, Türkiye'nin Nankin temsilciliği 1929 yılında açılmış ve Hulusi Fuat Tugay ilk temsilci olarak görev yapmaya başlamıştır. Göreve başlaması şerefine o yıl içerisinde Çin Dışişleri Bakanı tarafından ağırlanan Hulusi Fuat Tugay, bu dönemde ilişkilerin gelişmesi için çaba göstermiş; ancak 1931 yılında ekonomik sorunlar nedeniyle Nankin temsilciliği kapatılmak zorunda kalmıştır. 8 yıl aradan sonra 1939 yılında Emin Ali Sipahi'nin atanmasıyla ise, Türkiye Cumhuriyeti'nin Nankin temsilciliği yeniden açılmış ve faaliyetlere başlamıştır. Bu yıllarda, Çinli entelektüel ve devlet adamları, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda uyguladığı taktikleri ve halkçı ve devrimci özellikleri ağır basan Türk Devrimi'ni (Kemalist Devrim) yakından incelemiş ve bunlardan ilham almışlardır. Bu, ilerleyen yıllarda Çin Devrimi'ne ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşuna da sirayet eden bir faktördür. 1934 yılında imzalanan bir dostluk antlaşması ile pekiştirilen ilişkiler, 1944 yılında maslahatgüzarlık seviyesindeki temsilciliklerin karşılıklı olarak Büyükelçilik düzeyine yükseltilmesiyle daha da gelişmiştir. Böylelikle, daha önce Türkiye'nin ilk temsilcisi/maslahatgüzarı olarak Nankin'de görev yapan Hulusi Fuat Tugay, Çin'deki ilk Türk Büyükelçisi olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi iki büyük liderin görev yaptığı bu dönemde, ikili ilişkilerde büyük bir sorun yaşanmamasına karşın, coğrafi uzaklık, kültürel farklılıklar, iç politikada yaşanan çalkantılı süreçler ve dış politikada başka önceliklerin olması gibi faktörler nedeniyle, ikili ilişkiler istenen düzeyde geliştirilememiş ve tali bir konu olarak kalmıştır.

Çalıştay afişi (İngilizce)

Çin Cumhuriyeti (1912-1949) döneminde tali kalan ilişkiler, 1949 yılında Mao Zedong önderliğinde Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) Çin'de hâkimiyetini kurması ve Çin Devrimi'nin yaşanarak Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulması sonrasında ise tamamen kopmuştur. Bu dönemde Sovyetler Birliği lideri Stalin'den gelen talepleri bir tehdit olarak değerlendiren Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile yakınlaşmaya başlamış ve Kore Savaşı'na (1950-1953) askerlerini göndererek, anti-komünist kamptaki yerini almış ve 1952'de NATO'ya, 1955 yılında da Bağdat Paktı'na (sonradan CENTO) üye olmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti ise, Mao önderliğinde köklü bir devrim gerçekleştirirken, bir yandan da Kore'deki komünistlere destek vermiş; hatta Çinli gönüllüler Kore'de komünistlerin (Kuzey Kore) safında savaşmışlardır. Bu bağlamda, modern siyasal tarihte bu dönemde ilk kez, iki ülke, düşman olarak cephede karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle, Türkiye, Çin yerine Tayvan'ı tanımış ve bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini geliştirmiştir. 1960'ların sonuna kadar dünyadan büyük ölçüde yalıtılmış durumda kalan Çin, içerideki reform ve devrimlere ağırlık verirken, Türkiye de Batı blokunun bir parçası olarak Çin'le ilişkilerini geliştirmek için istekli olmamıştır. Buna karşın, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında, ikili ilişkiler bağlamında, özellikle Çin tarafından tanınma ve canlanma isteği gözlemlenmiştir. Bunun sebebi, Pekin'in 1960 darbesi sonrasında Türkiye'den gelişen devrimci ve halkçı fikirlere sempati duymasıdır. Bu bağlamda, 1965 yılında ÇKP önderlerinden Zhou Enlai, Çin ve Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin tesis edilmesi için herhangi bir engel bulunmadığını dile getirmiş ve her iki ülkenin de "Asyalı" olduklarını ve tarihsel ilişkilerinin çok köklü olduğunu vurgulamıştır. Hatta 30 Kasım 1966 tarihinde Çin'den Türkiye’ye resmi olmayan temaslar çerçevesinde bir ticaret heyeti bile gelmiştir. Bu bağlamda, Türkiye tarafında da, 1963-1964 yıllarında İsmet İnönü ve Suat Hayri Ürgüplü hükümetleri döneminde Çin'le resmi diplomatik ilişkilerin başlatılması için bazı planların yapıldığı bilinmektedir. Fakat 1965 yılında Adalet Partisi'nin (AP) tek başına iktidara gelmesi ve ABD ile ilişkilerin 1960'ların başındaki U-2 casus uçağı krizi ve Küba Füze Krizi gibi sorunlar aşılarak yeniden gelişmeye başlamasıyla, Çin'le diplomatik ilişkilerde acele edilmemiş ve tanıma kararı bir süre daha rafa kaldırılmıştır. Buna karşın, 1960'larda ticari ilişkiler gelişmeye başlamış ve karşılıklı ticaret hacmi resmi tanıma olmamasına karşın giderek artmıştır. Ayrıca Çin Ulusal Radyosu veya Radyo Pekin'in Türkçe yayınlara başlaması da bu dönemde ilişkileri toplumsal düzeyde olumlu etkileyen önemli bir detay olarak not edilmelidir. Bir diğer olumlu husus ise, Soğuk Savaş'ın en sert dönemlerinde bile Türkiye ile Çin toplumları arasında yaygın bir karşıtlık/husumet duygusunun oluşmamış olmasıdır. 

Çalıştaydan bir kare

Çin Halk Cumhuriyeti ile Türkiye arasındaki resmi diplomatik ilişkiler 1971 yılında tesis edilmiştir. Bu dönemde, 1960'lardan itibaren Sovyetler Birliği ile komünizm teorisi ve uygulaması hakkında çeşitli sorunlar yaşayan Pekin, -ki buna siyasal tarihte Çin-Sovyet Uyuşmazlığı (Sino-Soviet Split) adı verilmektedir- Batı ülkeleri tarafından peşi sıra tanınmaya başlamış; Türkiye de Çin'i tanıyan 11. Batılı ülke ve 8. NATO üyesi (Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Kanada, Hollanda, Norveç ve Danimarka’dan sonra) olmuştur. Türkiye öncesinde Birleşik Krallık (1950), İsveç (1950), Danimarka (1950), Finlandiya (1950), Norveç (1954), Fransa (1964), Kanada (1970), İtalya (1970), San Marino (1971) ve Avusturya (1971) gibi Batılı ülkeler de Çin'i tanımışlardır. Zaten Başkan Richard Nixon döneminde dönemin etkili Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın çabaları ile Çin'le önce "pinpon diplomasisi", sonra da "mekik diplomasisi"ne başlayan ve diplomatik ilişkilerini geliştiren ABD de, Çin'in 1971 yılında Tayvan'ın yerine Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'ne dahil olması sonrasında, Pekin'i 1979 yılında resmi olarak tanımıştır. Bu yıllarda, Ankara, hem yeni BM Güvenlik Konseyi üyesiyle ilişkilerini geliştirerek Türkiye açısından kritik oylamalarda Çin desteğini aramak istemiş, hem de birçok Batılı ülke gibi dev Çin pazarına girmeyi hedeflemiştir. 1970'lerin dünyada esen yumuşama (detant) rüzgarları da açıkçası bu eğilimi ivmelendirmiştir. Ayrıca, Türkiye, 1971 yılında Çin'le diplomatik ilişkilerini kurmasının ardından Tayvan'la diplomatik ilişkilerini kesmiş ve ilişkileri yalnızca ekonomik ve kültürel düzeyde İstanbul'daki Tayvan Ticaret Merkezi, Ankara'daki Taipei Ekonomi ve Kültür Misyonu ve Taipei'deki Türk Ticaret Ofisi temelinde sürdürmüştür. Bu bağlamda, Türkiye'nin 1971 yılından beri Çin'le ilişkilerini bozmamak noktasında çaba içerisinde olduğu ve bu nedenle Tayvan'ı tanıma kararı almadığı söylenebilir. Yine de, 1970'ler boyunca, Türkiye'nin Batı blokunun kritik bir öğesi olmaya devam etmesi, Çin'in ise daha çok "Bağlantısızlar Hareketi" (Non-Aligned Movement) olarak bilinen üçüncü dünyacı gruba önderlik etmesi nedeniyle, bu dönemde diplomatik ilişkiler hızlı ve yoğun şekilde geliştirilememiştir.

İlişkilerin erken dönem zirvesi ise 1980'ler olmuştur. Bu dönemde, Türkiye Turgut Özal, Çin ise Deng Xiaoping liderliğinde dışa açılmaya ve dünya ekonomisine eklemlenmeye gayret ederlerken, birbirleriyle olan siyasi ve ekonomik ilişkilerini de geliştirmeyi denemişler ve bu yönde ciddi ilerlemeler kaydetmişlerdir. Türkiye'nin iç politikasındaki gelişmelere karışmayan ve 12 Eylül askeri rejimi ile ilişkilerini sürdüren Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkiler, iki ülkenin 1981’de ticaret protokolü imzalamaları, Aralık 1981’de ekonomi, sanayi ve teknoloji alanında işbirliği anlaşmasının imzalanması ve Aralık 1982’de 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Çin’i ziyaret etmesiyle birlikte zirve yapmıştır. Böylelikle, Kenan Evren, Çin'i ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiştir. Evren döneminde, insan hakları ve demokrasi sorunları nedeniyle Avrupa'dan dışlanan Türkiye, Çin'le ilişkilerini geliştirerek dünya siyasetindeki önemi ve ağırlığını göstermek istemiştir. Çin de, bu isteği karşılıksız bırakmamış ve Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeyi tercih etmiştir. Nitekim Ekim 1983 tarihinde, Çin Dışişleri Bakanı Wu Chuochiang Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu yıllarda, her iki ülke de Sovyet karşıtlığı çizgisinde ortak bir siyasal söylem geliştirmeyi de başarmışlardır. Çin Dışişleri Bakanı'nın ziyaretinin hemen ardından, dönemin Çin Devlet Başbakanı Li Xiannian, Devlet Başkanlığı görevine geldikten sonra ilk dış ziyaretlerinden birisini 3-18 Mart 1984 tarihleri arasında Türkiye'ye gerçekleştirmiş ve Türkiye’yi ziyaret eden ilk Çin Devlet Başkanı olmuştur. 1985 yılında ise, ABD'ye yakın bir siyasetçi olmasına karşın Çin'le de ekonomik ilişkileri geliştirmek isteyen dönemin popüler Başbakanı Turgut Özal Çin'i ziyaret etmiştir. 1980'lerde farklı Bakanlıklar düzeyinde karşılıklı ziyaretler devam etmiş ve Ankara-Pekin, İstanbul-Şanghay, İzmir-Tientsin (Tiençin), Konya-Şian (Xi'an), Trabzon-Rizhao, Bursa-Anşan, Mersin-Nankin, İzmit-Zhejiang (Cıciang) ve Yalova-Panjin şehirleri kardeş şehirler ilan edilmiştir. Bu bağlamda, 1980'ler, ikili ilişkilerde "erken dönem altın çağ" olarak değerlendirilebilir.

İstanbul Kent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necmettin Atsü, Çin Halk Cumhuriyeti Başkonsolosu Ekselansları Cui Wei, İstanbul Kent Üniversitesi İİSBF Dekanı Prof. Dr. Hasret Çomak ve Doç. Dr. Ozan Örmeci

Buna karşın, 1989 Tiananmen Meydanı Olayları ardından Batı dünyasında Çin'e yönelik müsamahalı tavır değişmeye başlamış ve Türkiye-Çin ilişkileri de 1990'larda hızla bozulmuştur. Türkiye, aslında Tinanmen Olayları'nı Çin'in bir iç meselesi olarak değerlendirmiş; ancak Ankara'nın yakın ilişkiler içerisinde olduğu Batı ülkelerindeki Çin'e yönelik tavır değişince, Türkiye-Çin ilişkileri de bir duraklama dönemine girmiştir. Bu dönemde, Sovyetler Birliği'nin yıkılması ve komünizmin çökmesi nedeniyle Çin'e yönelik Batı dünyasında duyulan ihtiyaç azalmış; dahası, Moskova'da yaşanan gelişmelerin Pekin'de de olabileceği görüşü ağır basmıştır. Ayrıca Çin'deki olayların devletin sert müdahalesiyle bastırılması da bu yöndeki görüşü pekiştirmiş ve Batı dünyasında Çin'e karşı bir soğuma dönemi yaşanmaya başlamıştır. Ek olarak, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte Türkiye'de de "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk Dünyası" söylemleri rağbet görmeye başlamış ve Doğu Türkistan meselesi (Uygur Sorunu) giderek bir dış ve iç politika malzemesi haline gelmiştir. Buna rağmen, 1990'lardan itibaren karşılıklı ilişkilerin yeniden geliştirilmesi için gösterilen çabalar, zaman içerisinde, özellikle de 2010'dan itibaren meyvelerini verecek ve Türkiye-Çin ilişkileri iyi bir seviyeye yükselecektir. Örneğin, 1995 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Çin'i ziyaret etmiştir. Ayrıca, 1998'de dönemin etkili Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in Çin ziyaretiyle yeniden ısınmaya başlayan ilişkiler, 1997'de Avrupa Birliği (AB) tam üyelik adaylığı kabul edilmeyen Türkiye'nin Asya pazarına daha büyük önem vereceğini ilan etmesi ve Çin'le ekonomik ilişkileri geliştirme kararı almasıyla kısa sürede yeniden çıkış trendi yakalamıştır. İsmail Cem’in ardından Haziran 1998 tarihinde bu defa Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit Çin’i ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında Türkiye için dünyanın sadece Avrupa’dan ibaret olmadığını ve Türkiye’nin Asya’daki köklerini yeniden keşfetme sürecine girdiğini açıklamıştır. Ek olarak, 1998 yılı içerisinde, iki ülke arasında zaman zaman ciddi gerginlik yaratan Doğu Türkistan'daki Sincan Özerk Bölgesi’nde yaşayan Uygurlarla alakalı olarak dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz imzalı gizli bir genelge yayınlanmış ve bu genelgede, bu bölgenin Çin’in toprak bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilerek, Doğu Türkistan adına Türkiye’de faaliyet gösteren vakıf ve derneklerin toplantılarına herhangi bir Bakan veya devlet görevlisinin kesinlikle katılmaması istenmiştir. Başbakanlığın gizli genelgesiyle Uygur gruplarının toplantılarına resmi katılımların yasaklanması ve ardından 2000 yılında dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın Çin ziyareti sırasında Sınır Aşan Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması'nın imzalamasıyla, Türkiye-Çin ilişkilerinin Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) döneminde daha da gelişebilmesi için uygun bir ortam yaratılmıştır.


Doç. Dr. Ozan Örmeci kürsüdeyken

Bu bağlamda, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in Nisan 2000’de gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti, ikili ilişkilerin geliştirilmesi açısından bir dönüm noktası olmuş ve Ankara’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından resmi törenle karşılanan Jiang’a Türkiye’nin en büyük madalyası olan Devlet Liyakat Nişanı verilmiştir. Yıllar sonra Türkiye’yi ziyaret eden ilk Çin Devlet Başkanı olan Jiang’ın Türkiye'de çok sıcak karşılanması, iki ülke ilişkilerindeki dönüşümün göstergesi olmuş ve 2000'lerde yeniden gelişmeye başlayan ilişkiler, 2010'larda ve 2020'lerde doruk noktasına ulaşmıştır. Çin Devlet Başkanı’nın ardından, 15-18 Nisan 2002 tarihleri arasında Çin Başbakanı Zhu Rongji de Türkiye’yi ziyaret etmiş ve bu ziyaret kapsamında taraflar arasında ekonomik nitelikli 4 önemli anlaşma imzalanmıştır. Dönemin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ise, 27 Mayıs-1 Haziran 2002 tarihleri arasında Urumçi ve Kaşgar’a giderek, o döneme kadar Sincan Özerk Bölgesi’ni ziyaret eden en üst düzeydeki Türk devlet yetkilisi olmuştur. Bu ziyaret, beklendiği üzere Türkiye-Çin ilişkilerinde herhangi bir gerginliğe neden olmamış ve Çinli yetkililerin şeffaf tutumu ve Bahçeli'nin saygılı tavrı nedeniyle ilişkiler daha da gelişmiştir. Bu bağlamda, 2000'lerde AK Parti ile ivmelenen ilişkiler, artan karşılıklı resmi ziyaretlerle daha da pekişmiştir. Öyle ki, Ocak 2003 tarihinde henüz Başbakan olmadan önce AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Çin'i ziyaret etmiş ve bu ziyarette Çin Başbakanı Zhu Rongji ile görüşerek, iki ülke arasındaki ticaret hacminin arttırılmasını ve Kars-Tiflis demiryolunun bitirilmesi için çalışmaların hızlandırılmasını vurgulamıştır. Bu dönemde Çin'in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olması da ilişkileri geliştiren bir unsur olarak not edilmelidir. Her ne kadar bu gelişme Türkiye'ye tekstil ve diğer bazı sektörlerde kayıplar yaşatsa da, ilerleyen süreçte Çin'le ticaretin kurallara dayalı ve kolay hale gelmesi, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine vesile olmuştur.

Doç. Dr. Ozan Örmeci konferans sırasında

Ancak iyi giden ilişkiler, 2000'lerin ortalarından itibaren çeşitli sebeplerle yine bir duraklamaya girmiştir. Bu duraklamanın sebepleri ise; Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik rotasına girmesiyle birlikte Avrupa pazarı ve gündeminin dış politikada çok daha öncelikli bir konu haline gelmesi, Kıbrıs Sorunu'nda istediği çözüme Rumların engeli nedeniyle ulaşamayan Türkiye'nin KKTC konusunda "Tayvan modeli"nden söz etmeye başlaması ve Çin'in de dünya siyasetinin en hızlı yükselen devletlerinden biri olarak Türkiye ile ilişkilere bu dönemde yeterince önem vermemesi olarak sıralanabilir. Bu nedenle, 2005 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Çin ziyareti beklenen ölçüde başarılı olamamış ve KKTC'ye yönelik ekonomik izolasyonları kaldırmaktan bahseden Türkiye'ye, Tayvan Sorunu nedeniyle, Pekin, destek vermemiştir. Bu anlamda, 2010'a kadar Çin'den Türkiye'ye üst düzey resmi ziyaret yapılmaması da yeniden soğuyan ilişkilerin nişanesi olmuştur. Hatta dönemin Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun neredeyse Türkiye’nin çevresindeki bütün ülkeleri ziyaret etmesine ve 2003 yılında bizzat Başbakan Erdoğan tarafından Türkiye’ye davet edilmesine rağmen Türkiye’yi ziyaret etmekten imtina etmesi, Çin tarafının Tayvan söylemlerinden duyduğu rahatsızlığı göstermiştir.

Temmuz Yiğit Bezmez-Doç. Dr. Ozan Örmeci-Dr. Ümit Alperen

Fakat 2008 yılında ABD'de başlayan küresel finansal krizden Çin'in ve Çin'le ticaret yapan ülkelerin güçlenerek çıkmaları ve Türkiye'nin de AB ve ABD ile ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşaması nedeniyle alternatif pazarlara yönelmesi sayesinde, 2010 yılından itibaren ilişkilerde "altın çağ" dönemi başlamıştır. 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün 24-29 Haziran 2009 tarihlerinde Çin’e gerçekleştirdikleri resmi ziyaret, 14 yıl aradan sonra ülkemizden Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan ilk ziyareti teşkil etmiştir. Gül, bu ziyaretle, Doğu Türkistan bölgesini ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçmiştir. 7-9 Ekim 2010 tarihlerinde ise, dönemin Çin Başbakanı Wen Jiabao ülkemizi ziyaret etmiş ve bu ziyaretle yaşanan sıcaklık ve imzalanan nükleer enerji ve yerel para birimleriyle ticaret yapılması konusunda anlaşmalar, ziyaret kapsamında ilişkilerin "Stratejik Ortaklık" düzeyine yükseltildiğinin ilan edilmesiyle taçlanmıştır. Gül'ün Çin ziyaretinden kısa bir süre sonra patlak veren Urumçi Olayları ise ilişkileri germiş; ancak iki ülke olgun bir tavırla bu sorunun ilişkileri bozmamasına özen göstermişlerdir. Hatta 2010 yılında Konya'da düzenlenen "Anadolu Kartalı" tatbikatına Çin de davet edilmiştir. Böylelikle, Çin Halk Kurtuluş Ordusu, ilk kez bir NATO ordusuyla ortak tatbikat yapma fırsatı bulmuştur. Bu bağlamda, Urumçi Olayları'na karşın, 2009-2010, ilişkilerde "altın çağ"ın başladığı dönem olmuştur. Öyle ki, 2010'larda, Türkiye, -daha sonradan NATO baskısıyla iptal edilse dahi- hava savunma sistemi konusunda Çinli firmanın teklifini kabul etmiş ve Çin'in Şi Cinping Başkanlığında ilan ettiği Kuşak Yol İnisiyatifi'ne -ki bu proje Türkiye'de başlarda "Yeni İpek Yolu" adıyla lanse edilmiştir- en yoğun resmi destek veren ülkelerden biri haline gelmiştir. Bu dönemde, dış ticaret açığı sorununa karşın, Çin, Türkiye'nin Almanya'dan sonraki en büyük ticaret ortağı haline gelmeyi de başarmıştır. Üstelik Covid-19 pandemisinde birçok Batılı ülke Çin'le ilişkilerini gözden geçirmeye başlamasına ve bozmasına karşın, Türkiye ile Çin, insani yardımlar ve karşılıklı jestlerle iyi ilişkilerini sürdürmeyi ve derinleştirmeyi başarmışlardır. Ayrıca, 15 Temmuz 2016 askeri kalkışması sonrasında Pekin'in seçilmiş hükümete destek açıklaması yapması ve Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı'nın darbe girişiminden sonra iki hafta gibi kısa bir süre içerisinde Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapması da karşılıklı güvene dayalı ilişkileri geliştiren bir faktör olmuştur. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye'nin Çin Büyükelçisi Abdulkadir Emin Önen'in son yıllarda ikili ilişkiler konusundaki pozitif söylemleri dikkat çekicidir. İki ülke Devlet Başkanları Recep Tayyip Erdoğan ile Şi Cinping arasındaki uyum da takdire şayandır. Erdoğan, Şi Cinping'den "dostum" olarak söz etmekte, Çin Devlet Başkanı da Türkiye'yi öven sözler kullanabilmektedir. İki lider arasındaki yüzyüze diplomatik temasların son yıllarda oldukça sıklaştığını da bu noktada belirtmek gerekir.

 UPA yazarları Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Temmuz Yiğit Bezmez

Sonuç olarak, Türkiye ile Çin arasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler, resmi ilişkilerin kurulmasının 50. yıldönümünü kutladığımız bu yıl içerisinde zirve noktasına ulaşmıştır. Bu, her iki ülke açısından da büyük bir başarı tablosudur. Zira farklı kamplarda yer alan bu iki büyük medeniyet, birbirlerini farklılıklarına rağmen kabul etmekte ve karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa dayalı dostane bir ilişki biçimi geliştirmektedirler. Ancak Türkiye'nin Batılı müttefiklerinin bu durumdan rahatsız olduğu ve Türkiye-Çin ilişkilerinin ilerleyen dönemde çeşitli tacizlere ve saldırılara maruz kalacağı da ortadadır. Bu bağlamda, Türkiye-Çin yakınlaşmasının olduğu her dönemde karşımıza çıkan Uygur Sorunu'nu tarafların karşılıklı anlayış ve hoşgörü temelinde çözmeleri doğru bir tavır olacaktır. Ayrıca dış ticarette dengenin sağlanması adına Çin'in Türkiye'den daha fazla alım yapması ve Türkiye'ye daha fazla turist göndermesi gibi hususlar kısa vadede kolaylıkla yapılabilecek bazı faydalı girişimlerdir. Bunun yanı sıra, kuşkusuz, bir Türkiye-Çin Üniversitesi'nin kurulması da ilişkileri taçlandırmak adına düşünülebilir. Bir diğer önemli konu ise, Çin'in Türkiye'de nüfuzunu arttırmak adına bir televizyon kanalı kurması veya satın almasıdır. Bu, siyasi ve toplumsal ilişkilere çok olumlu yansımaları olabilecek bir husustır. Zira Türkiye halkına Çin'le ilgili olarak yapılan karalamalar ve abartılı olumsuz haberler konusunda bilgilendirici bir mecranın sunulması, ilişkilerin geliştirilmesi ve kriz anlarında doğru bilgi akışının sağlanması adına bence son derece gerekli ve faydalı bir adım olacaktır. Bunların dışında, Çin Devlet Başkanı Sayın Şi Cinping'in Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapması da ilişkilerin geldiği olumlu tablonun yansıtılması adına faydalı olabilir. Son olarak, şu söylenmelidir ki, Türkiye ile Çin, farklılıklarına rağmen birbirlerini keşfetmeye ve desteklemeye devam etmelidirler. Zira siyasi, ekonomik, etnik, dini, kültürel ve toplumsal özellikleri ne olursa olsun, önemli olan, devletlerin birbirlerine saygı göstermeleri ve dünya barışı ve istikrarına katkı sunmalarıdır. Bu bağlamda, Çinli büyük lider Deng Xiaoping'in şu veciz sözü bize bir fikir verebilir: "Kedinin siyah veya beyaz olması önemli değildir. Önemli olan, onun fareyi yakalamasıdır."

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ