29 Kasım 2009 Pazar

Annales Tarih Okulu


-->
Annales tarih okulu ismini 1946’dan itibaren yayınlanmaya başlayan “Annales: Economies, Societes, Civilisations” dergisinden alır. Aslında Annales okulunun öncüsü kabul edilebilecek “Annales d’Histoire Economique et Sociale” dergisi ilk olarak 1929 yılında Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından yayınlanmaya başlamıştır. Ancak Annales okulunun esas şeklini alması İkinci Dünya Savaşı sonrası çıkardıkları yeni dergi ve Fernand Braudel’in harekete katılmasıyla olmuştur. Derginin çıkmasıyla beraber 1947 yılından itibaren Ecole des Hautes Etudes on Sciences Sociales çevresinde kümelenen Annales tarihçileri yaptıkları yenilikçi yayınlar ve kullandıkları özgün metotlarla Histoire Sorbonniste’i sarsmış ve hatta yıkmıştır. Annales okulunun en çok ön plana çıkan isimleri Marc Bloch, Lucien Febvre, Fernand Braudel, Emmanuel Le Roy Ladurie, Jacques Le Goff ve Georges Duby’dir. Disiplinlerarası etkileşim ve paylaşıma verdiği önem ve tarih bilimine sosyal bilim öğeleri katması bakımından tarih disiplinine büyük katkıda bulunmuş, ülkemizde de Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık gibi önemli temsilcileri bulunan Annales tarih okuluna kısaca bir göz atalım.


Annales okulunun en önemli özelliği Fransız Aydınlanması’na kadar egemen olmuş tarihi bireysel ve özel olaylarla açıklama tekniğini tamamen yıkmak ve yapısal bir düzleme oturtmaktır. Marksizm’den fazlasıyla etkilenmelerine rağmen Bloch ve Febrve çalışmalarında tarihi yalnızca felsefi ya da ekonomik determinist bir perspektiften değil demografik (nüfus bilimi), coğrafya ve iklime dayalı, dilbilimsel, kültürel ve antropolojik bir çok yönden ele alarak bütünsel bir tarih anlayışı ortaya koymaya çalışmışlardır. Bloch ve Febrve’in çalışmalarını daha ileri götüren Fernand Braudel, “toplumsal olguların algılanmasının bütünüyle yeni bir yolunu” aramış ve tekil özne ve olguyu toplumsal açıklamada merkezi öğe olmaktan çıkarmıştır (Clark, sayfa 238). Braudel’e göre tarihsel olaylar ve dönüşümler bir arada toplanmış farklı bir çok yapısal koşulun gücüyle meydana gelmekte ve aktörler ile olaylar ancak bu koşullar içerisinde anlam kazanabilmektedir. Braudel, Annales’ci bir bakış açısıyla tarihi şu sözlerle tanımlamıştır; “Tıpkı satrançta binlerce hamle kombinasyonu olması gibi, her zaman değişen, yine de her zaman aynı olan, monoton bir oyun” (Clark, sayfa 239). Histoire Sorbonniste’in kısır pozitivizmini yıkmak için yola çıkan Bloch ve Febvre Strasbourg Üniversitesi çatısı altında yaptıkları ilk çalışmalarda tarihsel figürleri bağımsız bireyler olarak almak yerine, onları çağdan çağa değişen mantalitelerin uzantısı olarak incelemişlerdir. Bu doğrultuda Lucien Febvre’in Martin Luther ve Rabelais üzerine yaptığı çalışmalar (mesela The Problem of Unbelief in the Sixteenth Century) önemlidir. Marc Bloch’un 1939 yılında yayımlanan “Feudal Society” isimli eseri feodal dönemin ekonomik, siyasi, teknolojik ve psikolojik özelliklerini birbirine bağlayan ilk kapsamlı Annales kitabıdır.


İkinci Dünya Savaşı sonrası Braudel’in ipleri eline almasıyla felsefe, demografi, ekonomi, antropoloji, dilbilim, sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi birçok bilimden ilham alan Annales’ciler önce Fransa’da daha sonra da tüm dünyada yeni tarih anlayışlarıyla popüler olmuşlardır. Bu dönemde Braudel ünlü eseri The Mediterranean’ı, Larurie de bir diğer Annales başyapıtı olan Languedoc’u yayınlamıştır. Bu dönemde Braudel etkisiyle ortaya çıkan bir diğer eğilim ise tarihi anlamlı bir bütün oluşturacak çoklu sosyal zamanlar olarak ele almaktır. İlk olarak klasik tarihin ele aldığı kısa zamana dayalı olaylar ve kişiler vardır (l'histoire èvènementielle). Geleneksel tarih anlatımı bu gibi kısa süreli olay ve kişiler üzerinde yoğunlaşmaktadır ve bu nedenle makro çerçeveyi görmeyi engellemektedir. İkinci olarak Braudel’in “konjonktürler zamanı” adını verdiği ara (intermediate) tarih bölümleri vardır (l'histoire conjoncturelle). Ekonomik, siyasal, demografik, beşeri gelişmelerin ve değişmelerin ele alındığı bu ara dönemler de tarihi anlamak için yetersizdir. Braudel’in esas üzerinde durduğu “l'histoire structurelle” ya da “la longue durée” ise tarihçiye yüzyılları aşan ve toplumsal değişimleri anlamak için durağan bir perspektif sunan biyolojik, coğrafi, fiziksel ve iklimsel yapısal faktörlerdir. Bu üçüncü yöntemden hareketle Braudel Akdeniz medeniyetini değişen iklim ve bitki örtüsü, 2. Philip döneminde yaşanan demografik, sosyoekonomik ve ticari değişimlerle açıklar. Tarihi olaylarla açıklamanın ne derece yetersiz olacağını ve yapısalcılığın önemini Braudel Brezilya’da gördüğü ateş böceklerinden etkilenerek şu sözlerle açıklamıştır; “Gerçek bir aydınlıkla geceyi aydınlatmaksızın soluk ışıkları parladı, söndü, yeniden parladı onların. olaylar da böyledir; parlaklıklarının arkasında karanlığı barındırırlar” (Clark, sayfa 244). Diğer insanların aksine sosyal bilimcilerin ve özellikle tarihçilerin günlük olup bitenlerin ötesini düşünmeleri gerektiğine inanan Braudel, gerçek tarihin işte bu çok farklı alanlarda ortaya çıkan tarihsel yapısal koşullarda yazılı olduğuna inanır. Tarihi "küçük ölçekli tesadüfler anlatısı" olmaktan çıkaracak olan yapısalcı tarihçilerdir. Tarihin aktörleri kişiler değil işte bu binlerce yıllık birikimin sonucu oluşan çeşitli koşullardır. Braudel’in düşüncesinde bu üçlü tarih klasifikasyonu hiyerarşiktir ve olaylardan yani en az önemli, en değersiz olanlardan en değerli olan la longue durée’ye doğru bir sıralama yapılmıştır. Braudel tarihte bireyin önemsizliğini şöyle ifade eder; “... bireyi düşünürken, her zaman onun çok az payı olduğu bir kadere tutsak olmuş olarak, uzun dönemli tarihin sonsuz perspektiflerinin önündeki ve arkasındaki uzaklıkta yayılmış olduğu bir manzarayla kaynaşmış olarak düşünmeye meyilliyim. Benim açımdan tarihsel analizde, doğru ya da yanlış, uzun dönem her zaman nihayette kazanır” (Clark, sayfa 246).


Annales tarihçilerin hayran olunacak en önemli özelliklerinden birisi tarihi derinleştirmek ve canlandırmak adına eklektisizme kapıyı açmaları, türdeş disiplinlerden yararlanmalarıdır. Mesela Emmanuel Le Roy Ladurie, Bloch ve Febvre’den aldığı mirasla Braudel’in pek önem vermediği dilbilim konusunda önemli açılımlar yapmıştır. Bu nedenle Braudel sonrası Annales okulu çalışmalarında Saussure’cü dilbilimci yaklaşımın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Sonuç olarak Annales okulu post-yapısalcıların daha sonra tamamen yıkacakları klasik tarih söylemini sarsmış ve öznenin ortadan kaldırılmasını entellektüel bir amaç haline getirecek olan Foucault, Althusser, Lacan gibi düşünürleri fazlasıyla etkilemiştir.

KAYNAKÇA

- Skinner, Quentin, Çağdaş Temel Kuramlar kitabından Stuart Clark’ın “Annales Tarih Okulu” makalesi, sayfa 236-261, 1991, Vadi Yayınları

- Wikipedia.org, http://www.wikipedia.org/


26 Kasım 2009 Perşembe

Jön Türkler ve İttihat ve Terakki



Cumhuriyet Halk Partisi’nin ideolojik ve toplumsal temellerini anlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşan çağdaşlaşma (modernleşme) çabalarına ve Jön Türkler hareketi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Partisi’ne daha yakından bakmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reform ve modernleşme hareketleri Lale Devri ile başlayıp, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca sürmüştür. Bu hareketlerin doruk noktasına ulaştığı 19. yüzyılda gerçekleşen Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile Müslüman ve gayrimüslim tebâya can ve mal güvenliği getirilmiş, Osmanlı Devleti de Avrupalı devletler gibi tebâsını yurttaşa çevirme yönünde somut bazı ilk adımlar atmıştır. Ancak bu reformların gerçekleştiği süreçte İmparatorluğun ekonomik ve siyasal alanlarda hızla dışa bağımlı hale geldiği, Avrupa’nın Keşifler Çağı, Sömürgecilik ve Sanayi Devrimi ile yaptığı büyük atılımlara çağın gerisinde kalmış bir din-tarım İmparatorluğu olarak karşılık veremediği ve hastalandığı (hasta adam benzetmesi 20. yüzyılda Avrupa basınında Osmanlı Devleti için yapılmaktaydı) bir gerçekti. Dolayısıyla modernleşme çabaları, ülkenin bütünlüğünü sağlama ve beka sorunlarını çözme amaçlarının gölgesinde yavaş bir şekilde ve geleneksel merkez-çevre karşıtlığı ve patrimonyal devlet yapısı nedeniyle var olmayan bir toplumsal temel üzerinden yükseliyordu.


18. yüzyıl sonlarında Sultan III. Selim’den başlayarak yurtdışına çeşitli alanlarda temsilciler ve öğrenciler gönderen, 19. yüzyılda Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi modern eğitim kurumları inşa eden Osmanlı Devleti’nin kaderi şimdi yurtdışında ve bu çağdaş okullarda yetişmiş yeni askeri-bürokratik sınıfın vatansever hisleri ve olağanüstü çabalarına bağlıydı. 1789 Fransız Devrimi’nin yaydığı özgürlük-eşitlik-kardeşlik idealleri ve milliyetçilik ideolojisiyle donanmış bu yeni oluşan kesim içerisinden çeşitli örgütlenmeler, gizli dernekler, fikir kulüpleri çıkmakta ve devletin nasıl kurtarılacağı yönünde hararetli tartışmalar yapılmaktaydı. Yeni Osmanlılar ve Genç Osmanlılar gibi derneklerle başlayan bu süreç, Namık Kemal gibi kendi öncü entelektüelini de üretiyordu. Birinci Meşrutiyet ’in ilanıyla (1876) umutlanan bu ilerici kesimler, Sultan II. Abdülhamid’in meşrutiyeti ve meclisi feshederek kendi mutlakiyetçi istibdat (baskı rejimi) yönetimini ilan etmesiyle yeni arayışlara başlıyorlardı. İttihad-ı Osmani Cemiyeti veya sonrasında aldığı ve daha iyi bilinen adıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti, iyi eğitim almış toplumsal kesimlerden büyük destek alarak hızla büyüyor ve istibdat rejimine rağmen varlığını özellikle yurtdışında sürdürmeyi başarıyordu. II. Abdülhamid’in büyük toprak kayıplarına yol açan ve baskıcı ve başarısız yönetimi karşısında orduda ve devlet kademelerinde hızla destekçi sayısını arttıran İttihat ve Terakki Cemiyeti, yurtdışındaki Jön Türk hareketlerini de bir merkez altında toplamayı başararak istibdat yönetimini yıkmanın yollarını arıyordu.


İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin amacı; “1-) vatanı içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak, 2-) milleti içinde bulunduğu zulüm ve esaretten çıkarıp insanlığa layık bir biçimde yaşatmaktır. Bu amaçlara varmanın yolu ise 1293 Kanun-u Esasi'sinin (1876 Anayasası) temami-i tatbiki ve devam-ı meriyeti olduğundan, bu Cemiyetin esas amacı olmaktadır. Ayrıca birinci ve ikinci amaca varmanın bilâ farkı cins ve mezhep (mezhep ve cins farkı olmaksızın) bütün Osmanlıların kutsal görevi ve açık menfaatlerinin gereği olduğu da hatırlatılmaktadır” . İttihat ve Terakki Cemiyeti ve sonrasında İttihat ve Terakki Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak olan kuşağı yetiştiren, son derece vatansever ve cesur kişilerden oluşmuş bir örgüttü. Ancak Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının varacağı Cumhuriyet ve laiklik fikirleri, Osmanlıcılık etkisinden tam anlamıyla sıyrılamamış olan İttihatçılarda henüz oluşmamıştı ve bu nedenle meşruti monarşi rejimiyle Osmanlı Devleti’nin kurtarılabileceğini öngörüyorlardı.


Jön Türkler ve İttihatçılar hakkında birçok düşünür ve tarihçi çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Mesela tanınmış yazar Profesör Yalçın Küçük “Şebeke-Network” adlı kitabında şöyle söylemiştir; “Jön Türkler’i nasıl anlatabiliriz, Türkiye’nin ilk jakobenleri demek mümkündür, ancak eksik kalacağını sanıyorum ve belki de profesyonel devrimci denebilir, düşünebiliriz, yalnız yetersiz olmasının yanında bir de çok eskitilmiş bir nitelemedir. Araştırmayı sürdürebiliriz, ama daha ileri gitmeden, Jön Türkler için yenilgiyi tanımayanlar diyebiliriz” .

1960 ve 1970’lerin soldaki efsane ismi Doğan Avcıoğlu ise Yahya Kemal’den alıntılayarak Jön Türkler hakkında şöyle yazmıştı, “Yeni Osmanlılar yerine Frenklerin deyişiyle Jön Türkler diye anılan aydınlar, rüşvetle satın alınmaya yanaşmadıkları ölçüde, sürülmek, susmak ya da Avrupa'ya kaçmak zorunda kalırlar. Yahya Kemal şöyle der: 1903’te Türk gencine göre siyasal yaşam neydi? Namık Kemal'in bırakmış olduğu bir gelenekti; içeride sürgün, dışarıda kaçak yaşamı. Bu gelenek gitgide Jön Türklük adını almıştır. İstanbul'da ise, Jön Türkler’e kısaca Con denilir. Con, başı belada adam demektir. Dışarıdaki tehlikeli kişiler Con'dur” .

Profesör Hikmet Özdemir ise şunları yazmıştır; “Bir siyasi tavır ve okul olarak İttihat ve Terakki bir vatanseverler hareketidir. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki 1789 Fransız İhtilali’nin etkisindedir. Bir bakıma onların dönemi 1839'dan beri sürdürülen Osmanlı Yenileşmesi’nin son evresidir fakat çok dramatik bir gerçektir ki, İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecini hızlandırmıştır. Bununla birlikte Balkan Savaşı’nda, Trablusgarp’ta ve Dünya Savaşı’nda vatan toprakları için İttihat ve Terakki’nin önderleri ve kadroları gözlerini kırpmadan hayatlarını ortaya koymuşlardır ve canlarını vermişlerdir. 1920’de Sevr Antlaşması’yla birlikte Balkan ve Dünya savaşlarının kahramanlar kuşağından sağ kalabilenler bu defa Atatürk’ün önderliğinde Türk İstiklal Savaşı’na katılmışlar Türk ulusunun milli devletinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve inşasında aktif görevler üstlenmişlerdir" .

Profesör Sina Akşin ise İttihatçıları şöyle anlatmıştır; “İttihat ve Terakki mekteplilerin siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859'da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez çokça denebilecek sayıda, düzenli olarak yeni adamlar yetişmeye başladı. Yeni adam demek çağcıl (modern) adam demekti. Yani ortaçağcıl olmayan özgür kafalı insanlar. Bu insanlar böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet onlara gereksinimi olduğunu bildiği için yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çatışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet kerhen de olsa onlara tahammül etmek durumundaydı” .

Profesör Metin Heper ise Jön Türk hareketi ve İttihat ve Terakki ile başlayan Türk milliyetçiliğini şöyle izah ediyordu; “Osmanlı Padişahlarının önce Osmanlılığa sonra Osmanlı-İslamcılığa sarılarak imparatorluğun bütün unsurlarını hanedanlık şemsiyesi altında tutmak için gösterdikleri büyük çabalara karşın, gayrimüslim unsurlar Osmanlıcılık, Türk olmayan Müslümanlar da Osmanlı-İslamcılık formülünü reddettiler. Bu nedenle ülkeyi dağılmaktan kurtarma sorumluluğu geri kalan Türklerin omuzlarına yüklendi. Bu durum Türkler arasında daha önce bulunmayan bir ulusal bilinç duygusunun geliştirilmesini zorunlu kıldı. Ulusal bilinçten kaynaklanan ulusal birliğin Türkleri bir arada tutabileceği ve böylece imparatorluğun artakalan topraklarını savunabilecekleri düşünüldü” .

Genellikle yurtdışında okuyan veya bir süre yurtdışında sürgünde yaşamak zorunda kalan İttihatçılar hakkında ilginç bir yorum da onların idealizmlerinden etkilenen araştırmacı yazar Soner Yalçın tarafından yapılmıştır; “Kaybetmeyi onurlarına yediremeyen bir kuşaktı onlar, asi delikanlılar kuşağı" .


Günümüzde İttihat ve Terakki dönemi hakkında yazılan eserler genellikle Osmanlı’nın yıkımına neden siyasi gelişmeler ve savaşlar ile “triumvira” yönetimi liderlerinin hayat hikayeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Son dönemde artan “sözde Ermeni soykırımı” iddiaları nedeniyle “tehcir” meselesi üzerine de pek çok yayın yapılmıştır. Ayrıca İttihatçı liderlerin ve fedailerin kahramanlıkları üzerine bir ulusalcı literatür de oluşmaya başlamıştır. Ancak İttihat ve Terakki döneminin siyasal bilimler açısından atlanan veya görmezden gelinen bir diğer çok önemli unsuru bu dönemde hâkim olmaya başlayan ve Kemalist Devrim’e de kaynaklık etmiş modernleşme anlayışı ve çabalarıdır.


Dağılmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak için büyük bir azimle ve sert metotlarla hareket eden İttihat ve Terakki hareketi, üst üste alınan ağır yenilgiler ve büyük toprak kayıplarının yarattığı travmatik atmosfer içerisinde, devletin kurtuluşu için gerekli olan reçeteyi her alanda çağdaşlaşmak ve dönemin ileri Batı medeniyetini yakalamak olarak görmüş ve bu nedenle çeşitli alanlarda reform paketlerini uygulamaya sokmuşlardır. Feroz Ahmad’in çok doğru bir şekilde tespit ettiği şekilde İttihatçılar bu kaos ortamında devleti yeniden canlandırmak ve dünya devletleri arasında söz sahibi yapabilmek için adeta kumar oynuyor ve “ya hep, ya hiç” mantalitesiyle hareket ediyorlardı . Ancak çağdaşlaşma çabalarının yabancı devletlerin çıkarlarıyla çatışması nedeniyle İttihatçılar dış ve iç politikada büyük zorluklarla karşılaşıyor ve içeride karşılaştıkları -dışarıdan da büyük destek bulan- dine dayalı liberal propaganda karşısında baskıcı yöntemler uygulamaktan kaçınmıyorlardı. İttihat ve Terakki yönetimin çağdaşlaşma anlamında attığı en önemli adımlardan birisi kuşkusuz 9 Eylül 1914 tarihinde kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmasıdır. Bu çabaların da etkisiyle 2 Ağustos 1914 tarihinde yapılan Türk-Alman ittifakı ile Osmanlı Devleti uzunca bir süre sonra bir Avrupalı devlet tarafından eşit olarak kabul edilmiştir .


İttihat ve Terakki döneminin ayırt edici özelliklerinden birisi eğitim alanında yapılan reformlardır. Tanzimat döneminden başlayarak devletin Batı karşısındaki çaresizliğini ortadan kaldırmak için eğitimi bir kurtuluş yolu olarak gören Osmanlı aydınlarının etkisiyle İttihatçı dönemde eğitime büyük yatırım yapılmıştır. İttihatçı yönetim Edirne’yi kurtarmak için para bulamadığı dönemde dahi eğitim bütçesini istikrarlı bir şekilde arttırmıştır. 1908 yılında 200 bin lira olan eğitim bütçesi 1909’da 660 bin, 1910’da 940 bin, 1914’te ise 1.237.000 liraya çıkmıştır . Bu dönemde yabancı ülkelere çok sayıda öğrenci gönderilmiş, yurtdışından çeşitli alanlarda uzmanlar getirilerek eğitim kalitesi arttırılmıştır. Ordudaki subay eksiğine rağmen Birinci Dünya Savaşı sırasında askerlik çağındaki öğretmenler askerlikten muaf tutulmuştur. Halk eğitiminin gelişmesi için Milli Talim ve Terbiye, Halka Doğru ve Türk Ocakları gibi dernekler kurulmuştur. Bu derneklerin çabalarıyla İttihat ve Terakki döneminde vatandaşın eğitilmesi için sayısız konferans düzenlenmiştir. Özellikle köylüler ve kadınların bilinçlendirilmesi için özel çaba gösterilmiştir. Ayrıca yabancı okullarda Türkçe ile tarih ve coğrafya dersleri okutulması zorunlu kılınmıştır. Türk dil ve kültürüne uygun yeni okul kitapları hazırlanmış ve yabancı klasikler dilimize çevrilmiştir.


İttihat ve Terakki döneminde sanat alanında da önemli gelişmeler olduğunu görüyoruz. Öncelikle 1916 yılından itibaren her yıl bir devlet resim sergisi açılmış ve devlet resim başta olmak üzere tüm sanat dallarının yaygınlaşması için büyük çaba göstermiştir. Bu nedenle İstanbul’da biri kadınlar, biri erkekler için iki konservatuar kurulmuştur. Batı müziğinin Anadolu’ya girişi de bu sayede olacaktır. Devlet tiyatronun gelişmesi için İstanbul’daki tiyatrolara maddi yardım yapmış, bir aktör yetiştirme okulu da açılmıştır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ilk Türk kadın tiyatrocuları sahne almaya başlamıştır. Ayrıca Türk mimarisi, hattatlık ve tezhip gibi alanlarda canlandırma amaçlı çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde sürmekte olan savaşa ve askeri önceliklere rağmen sanata verilen önem gerçekten çok dikkat çekicidir.


Eğitim ve sanattan öte İttihatçı dönemin en önemli özelliği modernleşme ve laikleşme açısından önemli somut hukuki adımların atılmış olmasıdır. 1916 yılı parti kongresinde hükümet; Şeriat ve modern kanunlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak için bir kanun tasarısı hazırlamış ve tasarı ezici bir çoğunlukla kabul edilmiştir . Tasarıya göre bütün Türk vatandaşları için din farkı olmaksızın evlenme esası getirilmiştir. Dinci çevrelerden gelen büyük protestolara rağmen Kuran Türkçe’ye çevrilmiş, geleneksel Cuma hutbeleri Türkçe yapılmaya başlanmıştır. Dinci yayın organları kapatılmış, toplumun dinsel dogmatizm etkisinden kurtularak laikleştirilmesi süreci başlatılmıştır.


İttihat ve Terakki dönemi kadın hakları açısından da son derece önemli adımların atıldığı bir dönemdir. Bu dönemde üniversiteler ve liseler kadınlara açılmıştır. Ziya Gökalp gibi Feminizm akımını ülkeye tanıtan ilerici düşünürler; çarşaf ve örtünme aleyhtarı yazılarıyla kadınların çarşaflarını çıkarmasalar bile yüzlerini açabilmelerini sağlamışlardır. Enver Paşa savaşta erkeklerin yerine kadınların çalışabilmesi için bir dernek kurmuş, bu sayede ordu atölyelerinde binlerce kadın çalışmıştır. İlk kadın iş taburu bu dernek sayesinde kurulmuştur. Tabur, Birinci Ordu hizmetinde cephe gerisinde görev yapmıştır. Kadınlı erkekli sosyal toplantılara ağırlık verilmiş, toplumun gerici uygulamalardan kurtularak kadının da yer aldığı modern hayata alışması için gayret gösterilmiştir. Gregoryen takvimin kabulü, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik, dil reformu ve izcilik kanunu bir çok önemli gelişme de İttihat ve Terakki döneminde yapılmıştır. Latin harflerinin kabulü düşünülmüş ancak onun yerine eski yazının çeşitli biçimlerde okunmasını engellemek amacıyla Enver Paşa tarafından Arap harflerine bağlı kalınan sınırlı ölçekte bir harf inkılabı da yapılmıştır. Yeni futbol takımlarının kurulması ve önceden kurulmuş olanlarla beraber düzenli bir şekilde maç yapar hale getirilmesi de İttihatçı dönemin getirdiği yeniliklerden birisi olmuştur.


Ekonomik alanda da milli ve çağdaşlaşmacı bir duruşu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Partisi, tüm ekonomik özerklik taleplerine karşın yabancı sermayeye olan ihtiyaçlarının farkında oldukları için bu alanda çeşitli girişimlerde bulunmuş ve özellikle Japon modernleşmesinin etkisinde kalarak bu ülkeyle ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir . Ancak Batılı devletlerin İttihatçıların giderek kendilerine daha fazla meydan okuyan ve halkı mobilize etmeye başlayan milliyetçi cereyanından ürkmesi neticesinde yabancı sermaye destekli ekonomik kalkınma projesi başarıyla gerçekleştirilememiş ve Japonya ile hayal edilen ölçüde ilişkiler kurulamamıştır. İttihat ve Terakki döneminde mali alanda yapılan reformlarla hükümet gelirleri yükselmesine karşın, çöken devletin mirası olan büyük dış borç neticesinde ilerleyen yıllarda bütçe açık vermeye başlamıştır . Ekonomide Alman sosyalist silah tüccarı Alexander Helphand’in (Parvus Efendi) fikirlerinden etkilenen İttihatçılar liberal tabuları yıkarak, kalkınmacı-korumacı bir anlayışla Müslüman-Türk burjuvazisini güçlendirmeye çalışmıştır. Tarım alanında da toprak reformu gibi devrimci projeleri olmasına karşın, ticaret ve sanayiye daha fazla önem veren İttihatçılar, gelen baskılar neticesinde tarımı modernleştirme ve ticarileştirmeye yönelik reformlarla yetinmişlerdir.


Jön Türkler ve İttihat ve Terakki hareketleri üzerine derinlemesine araştırmalar yapan Erik-Jan Zürcher’in de açıklıkla belirttiği gibi Kemalist Devrim’in Altı Ok’unu oluşturan ilkelerin temelleri devrimden on yıllar öncesinde atılmaya başlamıştır. Mesela zaten Türk toplumsal yaşantısına yabancı olmayan ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde kısmen gölgelenen laiklik akımının yeniden oluşması ve güçlenmesinde Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp gibi aydınların büyük katkıları olmuştur . Türk milliyetçiliği ise Kemalist Devrim öncesinde özellikle elitler arasında oldukça gelişmiş ve kendini güçlü bir şekilde ortaya koymuş bir akımdır. İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürler Kemalist milliyetçiliğin resmen kabulünden çok önce onun temel motiflerini eserlerinde kullanmışlardır. Devrimcilik veya İnkılapçılık ilkesi; Kemalist ideolojide İttihat ve Terakki komitacı devrimciliğinin ötesinde bir anlam kazansa da, İttihatçıların reformizminden fazlasıyla etkilenmiştir . İttihatçıların Fransız pozitivizmi etkisinde oluşturdukları Halkçılık ilkesi ve Devletçilik anlayışı da muğlaklığına rağmen Kemalist Devrim’e önemli ölçüde ilham kaynağı olmuştur.


Tüm bu ilerici adımlardan görüldüğü üzere Kemalist Devrim’in her devrimde olduğu gibi Jakoben özellikleri bulunmasına karşın, bu devrimi gerçekleştirenler uzaydan gelmiş değildir. Prof. Şerif Mardin ve takipçilerinin Kemalizm’i “sosyal devrim” kategorisine sokmamaları ve adeta bir “saray darbesi” konumuna indirgemeye çalışmaları bu gerçeği değiştirmez. Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı entelektüel alanda Jön Türkler hareketinde, siyasal olarak da İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Zaten Norbert Von Bischoff’un da dediği gibi “Hazır olmayan şeyi, en keskin fikir dahi hayata çağıramaz ve fikrin nefesi kendisinde değmedikçe, en hazır olay şey dahi hayata kendiliğinden doğamaz” . Burada eleştirilmesi gereken nokta entelektüel dönüşüm ve sosyal değişimin Osmanlı Devleti’ndeki askeri sınıfla (saray, bürokrasi, ordu) ve tebâ (halk) arasındaki uzak mesafe, iletişimsizlik ve etkileşimsizlikten kaynaklanan merkez-çevre karşıtlığı nedeniyle dar bir alanda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Tabii ki bu dönemdeki liderlerin vizyonları Mustafa Kemal kadar ileri de değildir. Dahası siyasal konjonktür Mustafa Kemal’in atacağı adımların o dönemde atılabilmesini imkansız kılmaktadır. Ancak Jön Türkler ve İttihat ve Terakki döneminde atılan ilerici adımlar bir anlamda toplumu ve özellikle de merkezde yer alan dar askeri, bürokratik ve entelektüel kadroları Kemalist Devrim için hazır hale getirmiştir. Bu nedenle günümüzde İttihatçı dönemin ve Jön Türklerin neo-liberal çalışmalarda hedef tahtası haline getirilmesinde ve çağdaşlaşmacı unsurlarının görülmemesinde genel olarak Kemalist Devrim’e ve modernleşmeye duyulan bir tepkiden söz etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Yine bugünlerde “milli irade” sözünü ağızlarından düşürmeyen ve demokrasi havarisi kesilenlerin; Türkiye’nin padişahlık yönetiminden meşruti monarşik bir rejime geçmesini, Meclis’in kurulmasına sağlamış İttihatçılara düşmanlık gütmeleri, kafalarında yeniden II. Abdülhamid dönemine benzer bir tek adam yönetimi hayali olduğu düşüncesini bizlere vermektedir. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi ve Türkiye’nin modernleşmesini incelemek isteyenlerin muhakkak ki öncelikle Jön Türkler ve İttihat ve Terakki geleneğini incelemeleri ve Kemalizm’in doğuşunu ve sınıfsal kökenlerini bu dönemde aramaları gerekmektedir.


KAYNAKLAR
- Heper, Metin, Türkiye Sözlüğü, 2006, İstanbul: Doğu Batı Yayınları
- Heper, Metin, Devlet ve Kürtler, 2008, İstanbul: Doğan Kitap
- Akşin, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, 2007, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 2006, Ankara: İmge Kitabevi
- Küçük, Yalçın, Şebeke – Network, 2002, İstanbul: Yazı-Görüntü-Ses Yayınları
- Özdemir, Hikmet, Doğan Avcıoğlu Bir Jön Türk’ün Ardından, 2000, Ankara: Bilgi Yayınevi
- Özdemir, Hikmet, Üç JönTürk’ün Ölümü, 2007, İstanbul: Remzi Kitabevi
- Yalçın, Soner, Efendi, 2004, İstanbul: Doğan Kitap
- Avcıoğlu, Doğan, Türkiye’nin Düzeni, 1974, İstanbul: Cem Yayınevi
- Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914, 2004, İstanbul: Kaynak Yayınları,
- Ahmad, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları
- Zürcher, Erik-Jan, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce cilt 2 Kemalizm, 2004, İstanbul: İletişim Yayınları


Ozan Örmeci

23 Kasım 2009 Pazartesi

Kriminoloji




Suç, sözlük tanımıyla “törelere, ahlak kurallarına ve yasalara aykırı davranış, cürüm” anlamına gelmektedir. Kriminoloji ise, Fransızca “Criminologie” kelimesinden dilimize girmiş, “toplumsal bir olgu olarak suç ve suçluluğu inceleyen bilim” anlamındadır. İnsan doğası konusunda yapılan felsefi tartışmalar bir yana dursun, insanoğlunun toplumsal yaşama geçtiği günden bu yana toplumsal normlar, kurallar haricinde hareket eden insanlar daima varolmuş (bunun aksini kanıtlayabilecek “ilkel komünizm” şeklinde Marksist literatürde yer bulan kabile yaşamları halen bulunmaktadır) ve suç, toplumsal yaşamın istenmeyen ancak bir türlü de önlenemeyen bir unsuru olmuştur. Ayrıca suç, bir çok felsefi ve ideolojik doktrine göre insan doğasının ve toplumsal yaşamın asla önlenemeyecek bir unsuru kabul edilmesine karşın, suç oranlarının koşulların değişmesiyle beraber artıp azalabilmesi, suçun aslında yok edilebilecek en azından azaltılabilecek bir fenomen olduğunun ipucunu bizlere vermektedir. İnsan hayatının ve özgürlüğünün aslolduğu ya da olması gerektiği modern dünyada suçla mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi için suç oluşumuna neden olan koşullar ön yargısız olarak incelenmelidir. Kriminoloji bilimi bu noktada medeniyetin ve insanoğlunun en büyük yardımcısıdır. Tarih boyunca kriminoloji biliminde değişik perspektifler hakim olmuş ve suç oluşumunun nedenlerini ve çözüm yollarını anlamaya çalışmıştır.

Suç konusunda ortaya atılan ilkel teoriler daha çok dinle alakalı olan skolâstik teorilerdir. Supernaturalism (doğaüstücülük) olarak adlandırabileceğimiz bu teorilere göre suç dini inancı zayıf ve ruhu şeytan tarafından ele geçirilmiş kimseler tarafından işlenmekte ve nedeni dini inancın yeterince yaygınlaşmaması, güçlü olmamasıdır. Bu gibi teokratik perspektifler Orta Çağ’da Avrupa’da etkili olmuş ancak Rönesans ve Reform sonrası etkilerini hızlı bir şekilde kaybetmişlerdir. Yine de günümüz insanında dahi suç ve dinsizlik, inançsızlık ve şeytan arasında bağlantı kurulması yaygındır (şeytana uymak sözünü hatırlayabiliriz). Gelişmekte olan Avrupa’da ortaya çıkan klasik kriminoloji teorisi Jeremy Bentham ve John Stuart Mill gibi filozoflarca geliştirilmiş utilitarianism (faydacılık) esasları üzerine kuruludur. Ahlaki sorumluluklar ve hedefler taşımaktan öte eylemlerin yol açtığı pratik faydaların değerlendirilmesi şeklinde bir anlayışı olan faydacılık teorisinin yönlendirdiği klasik kriminoloji suç kavramını da bu doğrultuda değerlendirmiştir. Yine buna paralel olarak suç oranını düşürmek amacıyla Bentham’ın faydacı zihninden çıkan “panopticon” gibi bir hapishane mimarisi ve genel anlamıyla toplumsal düzen modeli ortaya koymuştur. Klasik kriminoloji suçu bireyin özgür iradesi sonucu ortaya çıkmış yasadışı eylemler olarak tanımlar ve cezalandırma sisteminde toplumsal faydayı ön plana çıkarır. Suçun nedenleri, suça yol açan güdüler ve sosyoekonomik koşullar klasik kriminoloji için önemli değildir. Önemli olan toplumsal harmoni ve düzeni korumak adına caydırıcı cezalar vermektir. Önceki doğaüstücü teorilerden farklı olarak seküler kimliği bulunan klasik kriminoloji yine de bilimsel sosyolojik niteliklerden uzaktır. Klasik kriminolojinin 19. yüzyılda ortaya çıkan revize edilmiş hali de sosyolojik nitelikleri zayıf olmasına karşın, yaş, zeka durumu ve fiziksel koşullar gibi bazı etkenlerin suçun ortaya çıkmasındaki etkisini kabul etmiş ve bir adım ileri gitmiştir. Sosyolojik teorilerin güç kazanması öncesi ortaya çıkmış bir diğer kriminolojik anlayış kromozom teorileri ve sosyobiyolojik yaklaşımdır. Çeşitli bilim adamlarının yaptıkları deneyler neticesinde buldukları küçük korelasyonları makro teorilere çevirmeye girişimleri neticesinde suçlularda bazı fiziksel, genetik farklılıklar olduğu iddia edilmiştir. Yine ırsi özelliklerin suç işlenmesindeki etkisi vurgulanmış ancak bu ayrımcı düşünce sistemi fazla güçlenemeden yerini sosyolojik teorilere bırakmıştır. Sosyolojik olmayan kriminoloji teorilerinden bir diğeri de Sigmund Freud’dan esinlenilerek ortaya çıkmış psikopatolojidir. Ancak bireysel deneyimler ve psikolojik koşullar üzerine kurulu bu teori de sosyal bir fenomen olan suçu açıklamakta yetersiz kalmıştır.

20.yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlamış sosyolojik kriminoloji teorilerinin en önemli üçü Social disorganization theory (Toplumsal düzensizlik teorisi), Social control theory (Toplumsal kontrol teorisi) ve Socialization theory (Sosyalleşme teorisi)’ dir. Amerika’da Chicago School (Chicago Okulu) adı verilen bir grubun teorileştirdiği Toplumsal düzensizlik teorisine göre suç yapısal toplumsal sorunların neticesinde ortaya çıkmaktadır. Adaletsiz gelir dağılımı, fakirlik, işsizlik suçu tetikleyen en önemli ekonomik etkenler olurken, etnik, dini, mezhepsel, sınıfsal farklılıklar ve gruplaşmalar da suçun oluşmasında önemli rolü olan üstyapı faktörleridir. Amerika’da suç oranının tavana vurduğu, İtalyan-Amerikan mafyasının meşhur içki yasağı Volstead Yasası’nın da etkisiyle zirveye ulaştığı Büyük Buhran dönemi Chicago Okulu’nun verdiği örneklerin başında gelmektedir. Yine Chicago Okulu’na göre hızlı endüstrileşme ve kentleşme, oluşan farklı göçmen mahalleri ve ekonomik adaletsizlik neticesinde suçun artmasına büyük katkıda bulunmaktadır. Toplumsal düzensizlik teorisi bu nedenle suçla mücadele edilmesi için sosyal bir devlete ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Toplumsal kontrol teorisi ekolünün kurucusu olan Travis Hirschi’ye göre ise suç toplumsal bağları zayıf olan yabancılaşmış insanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Çeşitli nedenlerle ailevi, arkadaş bağları zayıf olan, herhangi bir sosyal çevrede kabul görmemiş insanlar suç işlemeye mail hale gelmektedirler. Bu nedenle Toplumsal kontrol teorisine göre suç işleyen insanlar rehabilite edilmeli ve sosyal çevreleriyle olan bağları güçlendirilmelidir. Sosyalleşme teorisinin kurucusu kabul edilebilecek Robert Merton’a göre ise, bazı insanlar genelin aksine toplumsal normların dışında yaşayan sosyal çevrelerde büyümekte ve değer yargıları anormal olarak kabul edilen davranış biçimleriyle oluşmaktadır. Bir getto mahallesinde fakirlik içinde büyüyen bir çocuk için suç normal bir davranış haline gelmekte ve sosyalleşmesini bu çevrede geçiren bir çocuk suç işlemekten çekinmemektedir. 20. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş bu sosyolojik teorilerin ortak özellikleri bilimsel sosyolojik yaklaşımlarına karşın fazlasıyla pozitivist anlayışlarının bulunması ve sokak suçları, adi suçlar üzerinde yoğunlaşmalarıdır.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen Marksist ve post-yapısalcı (1970’lerde) ekoller neticesinde kriminoloji alanında farklı sosyolojik teoriler birbiri ardına ortaya çıkmaya başlamıştır. İnteractionism (Etkileşme) metodolojisinin sosyal bilimlerde ortaya çıkmasıyla beraber yapısal çevresel koşullar kadar suçlular da anlaşılmaya çalışılmış, suçun ve suçluların toplumsal kurma kavramlar (construction) oldukları varsayılmış ve orijinal teoriler gelişmiştir. Mesela bu teorilerin en ünlülerinden biri olan labeling theory (etiketleme teorisi)’e göre suçluları toplumun suçlu olarak etiketlemesi, damgalaması suçlulara suç işlemeye devam etmekten başka şans bırakmamaktadır. Bu noktada ünlü post-yapısalcı düşünür Michel Foucault’nun "mahkumların görevi hapishaneden kaçmaya çalışmaktır" demesi oldukça manidardır. Post-yapısalcı ekolün bir uzantısı niteliğinde olan etiketleme teorisi mahkûm ve suçlu psikolojisini anlamaya çalışmış ve suçluları hastalıklı “öteki” kabul eden düşüncelere karşı çıkmıştır. Ancak post-yapısalcı ekolün klasik bir hastalığı olan çözüm üretememek sancısı bu alanda da etkisini göstermiş ve etiketleme teorisi suçun ilk aşamada neden ortaya çıktığını açıklamayı başaramamıştır. Marksizm’in bir uzantısı şeklinde gelişen radikal kriminoloji anlayışı ise sınıfsal mücadelelerin neticesinde hâkim sınıfların üretim araçları ve devletin ideolojik aygıtlarını elinde bulundurarak mahkûm durumundaki sınıfların bireylerinin suça yönlendirildiğini ve suçun belki de devrimci bir niteliği bulunduğunu iddia eder. Tarihsel kaçınılmazlığı olan ve ekonomik determinizme dayalı yeni toplumsal düzen yerleştiğinde önceden suç sayılan hareketler belki de suç sayılmayacak, dahası suç nedenleri ortadan kalkacaktır.

Kriminoloji biliminin tarihsel gelişimi temel olarak bu şekilde olmuştur ve ortaya çıkan belli başlı ekoller bunlardır. Bu ekolleri birbirinden kopuk, bağımsız yaklaşımlar olarak değerlendirmek hatalı olacaktır. Zira gerçeklere bakılınca ne ilk dönem sosyolojik, ne Marksist, ne de post-yapısalcı teorilerin suç oluşumunu anlamakta kendi başına yeterli olmadığı görülecektir. Marksist ve Toplumsal düzensizlik teorisinin vurguladığı yapısal ekonomik ve kültürel faktörlerin suçun ortaya çıkmasındaki etkisi göz ardı edilemeyecek kadar önemli olmasına karşın, post-yapısalcılığın bir katkısı olan etiketleme teorisi de son derece önemlidir. Yine sosyalleşmenin ve toplumsal bağların önemi de suçun ortaya çıkmasında yadsınamaz.

KAYNAKLAR
- D. Stanley Eitzen & Doug A. Timmer, 1985, “Criminology”, New York: McMillan Publishing Company
- Robert L. Bonn, 1984, “Criminology”, USA: McGraw-Hill, inc
- Türk Dil Kurumu (TDK) Online Sözlük, http://tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm

Ozan Örmeci

9 Kasım 2009 Pazartesi

Kemalist Devrim


-->
Üstüne çok söz söylenen ancak her fırsatta siyasi amaçlarla saptırılan ya da haksız yere saldırılan, hala tam olarak anlamlandıramadığımız, oysa dünyadaki anti-emperyalist devrimlere öncülük etmiş çok önemli ve değerli tarihsel sıçrama, toplumsal dönüşüm projesinin adıdır Kemalist Devrim… Bu yazıda Mustafa Kemal Atatürk ve yoldaşlarının eseri olan Kemalist Devrim’in temel özelliklerini ve yarı-ideoloji niteliği kazanmasına neden olan Altı Ok’u mercek altına alacağım.
Kemalist Devrim’i anlayabilmek için Fransız Devrimi’ni ve Bolşevik Devrimi’ni de bilmek gerekir. Zira Kemalizm bu iki çok önemli tarihsel sıçrayıştan fazlasıyla etkilenmiş ve 1920’li, 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış bir dünya görüşüdür. Cumhuriyet mefkuresini oluşturan Altı Ok’u incelediğimizde Laiklik, Milliyetçilik ve Cumhuriyetçilik gibi değerlerin Fransız Devrimi’nden, Devrimcilik, Halkçılık ve Devletçilik gibi değerlerin ise Bolşevik Devrimi’nden esinlenilerek benimsendiği görülecektir. Ancak Kemalizm ideologları bunu yaparken Tanzimat taklitçiliğine kaçmamış ve bu değerleri esnek bir anlayışla Türk toplum yapısı, Türkiye’nin öznel koşulları ve çağdaşlaşma hedeflerine göre şekillendirmişlerdir.
Kemalizm’in iki temel değeri bilimsellik ve akılcılıktır. Kemalizm’e temelinden bir eleştiri getirmek isteyenler genellikle devrimin ideologlarının pozitivist anlayışlarına gönderme yaparak onun tekçi ve mutlakiyetçi bir düşünce sistematiği olduğunu ileri sürerler. Oysa bilmedikleri şey pozitivizmin Kemalist Devrim’e damgasını vurmasının sebebinin bilimselliğe ve akılcılığa atfedilen büyük önem ve o dönemde tek hakim bilim felsefesinin pozitivizm oluşudur. Bilindiği üzere bilim; dini dogmaların aksine durağan değildir ve pozitivizm anlayışı da zaman içerisinde farklı bilimsel yaklaşım ve metodlarla desteklenmiştir. Bu nedenle Kemalizm de zaman içerisinde doğal olarak bir değişime ve gelişime uğramış, mesela muğlak olarak nitelendirilebilecek ekonomi politikası 1960 ve 1970’lerde CHP tarafından sosyal demokrasi-sosyalizm anlayışına dayalı halkçı sosyal devlet projesiyle desteklenmiştir. Yine tek-parti anlayışından çok partili demokrasiye geçilmesi Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde gerçekleştirilememiş olmasına karşın, 1950’lerden bu yana kesintilerle de olsa ülkemizde uygulanabilmiştir. Merhum Ahmet Taner Kışlalı’nın deyimiyle “Cumhuriyeti numaralandırmak isteyenler”in anlayamadıkları şey; Kemalizm’in dinamik ve adeta “sürekli devrim” anlayışını destekleyen devrimci yapısıdır.
Kemalist Devrim’in iki temel amacı bulunmaktadır. Birincisi tam bağımsız ve halk iradesine dayalı demokratik bir ulus-devletin yaratılmasıdır. Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde izlediği dış politika anlayışı incelendiğinde ülkenin bağımsızlığına verdiği önem açıkça görülecektir. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışı Türkiye’nin çeşitli birlik ve uluslararası kurum-kuruluşlara üye olmasına asla engel değildir. Ancak 1950’lerden bu yana politikacılarımızın isteyerek veya istemeyerek yaptıkları şey Türkiye’nin yabancı ülkelerle olan ilişkilerinde mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına özen göstermemeleri ve ülkeyi adeta bir müstemleke (koloni) gibi yönetmeleridir. Kemalist Devrim’in ikinci çok önemli ülküsü ise Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin gerisinde kalmaması hatta bunu aşmasıdır. Ancak maalesef ülkemizde Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana çağdaşlaşma, genellikle salt Batılılaşma ve Avrupalılaşma şeklinde algılanmaktadır. Oysa Mustafa Kemal’in istediği çağdaş uygarlık ve tekniklerin dünyanın neresinde olursa olsun bulunması, incelenmesi ve Türkiye’nin toplumsal gerçekliklerine göre yeniden düzenlenmesidir. Atatürk’ün özlemini duyduğu Türkiye “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünyaya örnek olacak bir kültür ve uygarlık merkezidir. Maalesef günümüzde bu hedeflerin çok uzağında kalmış gibi görünüyoruz.
Kemalizm’i anlamak için Kemalist Devrim’i somutlaştıran Altı Ok’u mutlaka iyi bilmek zorundayız. Altı Ok’un en önemli ilkelerinden olan ulusçuluk veya milliyetçilik; farklı etnik unsurlardan oluşan Türkiye’nin etnik bir doku kazanmasından çok, yurttaşlık temeli etrafında herkese eşit haklar sunan anti-emperyalist, tam bağımsız bir ulus-devlet yaratılmasını amaçlamaktadır. Zira çağdaş bir toplum olmak için öncelikle ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmek gerekmektedir. Büyük ölçüde Ziya Gökalp’in düşünceleriyle şekillenen Kemalist milliyetçilik (Atatürk milliyetçiliği) sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı ve ayrımcı olmayan sivil bir milliyetçilik anlayışıdır. Mustafa Kemal, “mazlum milletler” olarak nitelendirdiği koloni ve yarı-koloni ülkelerin zaman içerisinde bağımsızlıklarını kazanacaklarını çok önceden görmüş ve tüm bu ülkelere model olacak bir evrensel değerler bütünü yaratmayı başarmıştır. Sadece siyasi bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da hedefleyen Kemalist milliyetçilik anlayışı, açık bir şekilde ırkçılık ve ümmetçiliğin karşısındadır. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’nın da tespit ettiği gibi bölücü değil birleştirici, gerici değil ilerici, savaşçı değil barışçıdır. Bu nitelikleriyle Kemalizm’in ulusçuluk anlayışı çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.
Kemalist Devrim’in en önemli ilkelerinden bir diğeri de Cumhuriyetçiliktir. Cumhuriyetçilik Kemalizm’in demokrasi ile bütünleşen özelliğidir. Cumhuriyetçilik anlayışıyla siyasal iktidarın teokratik otoriteye ya da saltanat kurumuna verilmesi engellenmiş ve halkın kendi kendini yönetebilmesi amaçlanmıştır. Mustafa Kemal’e göre yeni Türkiye bir “halk devleti” olmalıdır. Bunun için devrimler halka yayıldıktan sonra çok partili bir demokrasinin inşa edilmesi zorunluluktur. 1930’larda tüm dünyada otoriter, faşist rejimler yaygın ve popüler hale gelmişken dahi Mustafa Kemal Serbest Fırka’nın kurulmasını istemiştir. Prof. Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi “hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun”. Mustafa Kemal isteklerini somutlaştırmak istercesine dünyada ilk kez geleceğin vatandaşları olan çocuklara bir bayram hediye etmiş ve Cumhuriyet’i gençlere emanet ettiğini söylemiştir. Seçmen yaşı onun döneminde 18’e indirilmiş, neredeyse hiçbir toplumsal istek olmamasına karşın kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Cumhuriyetçilik; Kemalizm’in demokrasi karşıtı olmadığı gibi tam tersine demokrasinin kurulmasını amaçlayan en önemli ilkelerinden birisidir.
Mustafa Kemal’in demokrasi anlayışı somutlaştıran bir diğer ilke de halkçılıktır. Mustafa Kemal halkçılığı şu şekilde tanımlamıştır; “Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir” (Kışlalı, sayfa 42). Mustafa Kemal’in partisi olan CHP daha sonraları bu ilkeyi somutlaştırmış ve üç ana maddede toplamıştır. Bu maddeler siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik ve dayanışmacılık anlayışıyla bir sınıfın diğeri üzerinde egemenlik kurmasına engel olunmasıdır. Kemalizm en azından teorik düzeyde seçkincilik karşıtı, halkçı bir dünya görüşüdür. Atatürk’ün yaptığı yenilikler incelendiğinde Osmanlı döneminden kalma seçkin-halk ikilemini ortadan kaldırmaya çalıştığı görülecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal keskin bir yöntemle de olsa sadece seçkinlerin anlayabildiği Arapça ve Farsça etkisindeki Osmanlıca’yı ortadan kaldırarak, Latin alfabesiyle yazılan ve halkın kolaylıkla öğrenebildiği-anlayabildiği Türkçe’yi resmi dil olarak benimsemiştir. Kemalizm’in benimsediği halkçılık anlayışı ayrıcalıksız, dayanışmacı bir toplumun yaratılmasını amaçlıyordu. Osmanlı’nın toplumsal yapısı nedeniyle zaten var olmayan sınıf çatışmalarının oluşması engellenmeli, eğer oluşuyorsa da dayanışmacı bir toplumun devam edebilmesi için daima ezilenler korunmalıydı. Bu nedenle sosyal sınıfların oluşmaya başladığı 1960’lardan itibaren Türkiye’de sosyal devlet güçlü bir şekilde inşa edildi. Ancak günümüzde maalesef sosyal devlet neo-liberal saldırıların hedefi haline gelmiş ve gerçekleştirilmesi düşünülen Sosyal Güvenlik Reformu ile neredeyse tasfiye edilmek durumundadır. Oysa Kemalist Devrim’in amacı yönetimde, kalkınmada, gelir dağılımında, devlet olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesi ve hiçbir grubun ezilmemesine yöneliktir.
Kemalist Devrim’in çok önemli bir diğer ilkesi devrimciliktir. Atatürk’ün devrimcilik anlayışı temeli itibariyle geçerliliğini yitirmiş köhne kuruluş ve düzenlemelerin yıkılarak yerine çağdaş yeni kurum ve düzenlemelerin kurulmasıyla ilgilidir. Kemalizm dinamiktir; değişimlere, dönüşümlere açıktır. Bu nedenledir ki Mustafa Kemal Yakup Kadri ile yaptığı bir sohbette Kemalizm’in kalıplaşmış bir ideoloji olmasına karşı çıkmış ve böyle yapılırsa “donup kalınacağını” ifade etmiştir. Koşullara koşut olarak kurumların, düzenlemelerin ve düşüncelerin değişebileceğini Mustafa Kemal çok önceden görmüştür. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Kemalizm’in devrimcilik anlayışı “sürekli devrim” anlayışını yansıtmaktadır. Kemalist Devrim’i savunmak onu belli dar kalıplar içerisinde anlamak değildir. Tam aksine onu geliştirmek, ilerletmek ve çağdaş gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlamak, karşı-devrim tuzağına düşmeden devrime kaldığı yerden devam etmektir.
Kemalizm’in devletçilik anlayışı da tartışmalara konu olan ve yeterince irdelenmemiş bir Cumhuriyet ilkesidir. Osmanlı döneminde ticaretin yalnız gayrimüslimlerin elinde bulunması ve sosyal sınıfların tam anlamıyla oluşmamış olması nedeniyle çağdaş devletlerin sanayileşme anlamında yüzyıllarca yıl gerisinde kalmış Cumhuriyet’in izlemesi gereken ekonomi politikası devletçilik temelli bir karma ekonomidir. Ülkenin bir sermaye birikimi yoktur ve ülkenin kalkınması için tek çare devletin ekonomide aktif bir rol üstlenmesidir. 1929 yılındaki Büyük Buhran bu anlayışı güçlendirmiş ve CHP içerisinde liberal İş Bankası grubuna rağmen devletçilik Altı Ok’a dahil edilmiştir. Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük ekonomik büyüme oranlarını Atatürk döneminde yakalamış, dış borçlar ödendiği gibi yerli sanayi de kurulmuştur. Batılı ülkelerde işçi sınıfının haklarını elde etmesi uzun süren kanlı mücadelelere sahne olurken, ilerici Kemalizm anlayışı sayesinde Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yapılan 1961 anayasası ile bu haklar kolaylıkla sağlanmıştır.
Kemalist Devrim’in günümüzde belki de üzerinde en çok durulması gereken son ilkesi laikliktir. Laiklik yalnızca din ve devlet ya da dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Kemalist Devrim sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirmiştir. Onlarca Müslüman ülke içerisinde tek laik ve demokratik hukuk devleti olarak kalabilmiş Türkiye’nin başarısı da işte Mustafa Kemal’in bu ilerici uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Bugün maalesef bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça düşündürücüdür. Zira bu kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde savundukları halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Ancak demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle hepimiz ordunun tüm diğer kurumlar gibi demokratikleştirilmesinden, itaat kültürünün yok edilmesinden ve ast-üst ilişkisinin demokrasiye uygun bir şekilde düzenlenmesinden yanayız. Ancak her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni acımasızca eleştirenler söz konusu tarikat ve cemaatlerin iç yapısı olduğunda her nedense demokrasiyi rafa kaldırabilmekte ve açık bir çifte standart uygulaması yapmaktadırlar. Bugün ne acıdır ki şeyh-mürit ilişkisi demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmadığı halde özgürlük kavramının içi boşaltılarak bu yolla savunulmakta ve çeşitli tarikatların, cemaatlerin varlıkları ve siyasal ve ekonomik alanlardaki etkinlikleri insanlara zorla kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Oysa şeyhler Tanrı’nın elçileri değillerdir ve dahası demokratik bir şekilde başa geçmemişlerdir. Türkiye’de seçim sonuçlarını etkileyecek kadar etkili bir güce ulaşmış tarikatların varlığı demokrasi açısından çok büyük bir sorun teşkil etmektedir. Rahmetli İsmail Cem’in de belirttiği gibi demokrasi bir siyasal sistemden ziyade bir yaşam kültürüdür ve gelişmesi için aileden, okuldan, askeriyeden, camiden başlayarak her alanda geçerli kılınması gereklidir.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse Mustafa Kemal’in ölümsüz eseri olan Kemalist Devrim; Kurtuluş Savaşı süreciyle başlamış, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları olan çok kapsamlı bir devrim, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Eğer küreselleşme çağında karşı karşıya kaldığı tüm tehditlere rağmen hala ayakta kalabiliyorsa Jakoben özelliklerine ve halka Atatürk’ün ölümü sonrası gerektiği şekilde ve doğru bir biçimde yayılamamasına rağmen sosyal bir devrim olmadığını iddia etmek zordur. Bir önceki yazıda belirttiğim gibi Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Napolyon’un söylediği gibi “süngülerle her şey yapılabilir ama üzerine oturulamaz” (Kışlalı, sayfa 50). Yani tarihte toplumsal tabanı olmayan hiçbir hareketin başarıya ulaşma şansı yoktur. Kemalist Devrim hakkındaki yanlış ancak yaygın bir kanı devrim ideolojisinin “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak” ülküsünün salt bir Avrupacılık-Batıcılık eğilimiyle özdeşleştirilmesidir. Oysa Avrupa’nın bilim, kültür ve sanat alanındaki başarılarından övgüyle söz etmesine karşın emperyal siyasal yapısı hakkında sık sık eleştirilerde bulunan Mustafa Kemal’in bu sözle kastettiği dünyanın neresinde olursa olsun tüm ilerici ve gelişmiş düşünce ve uygulamaların gerisinde kalınmamasıdır. Mustafa Kemal tarihin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olarak tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine imzasını atmıştır. Ve tarih tüm saptırma çabalarına karşın onu böyle yazmaya devam edecektir…

KAYNAKLAR
- Kışlalı, Ahmet Taner, "Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği", 1993, İstanbul: İmge Yayınevi
- Avcıoğlu, Doğan, "Türkiye’nin Düzeni", 1974, İstanbul: Cem Yayınevi
- Özbudun, Ergun & Kazancıgil, Ali, “Atatürk: Founder Of A Modern State”, 1986, London: C. Hurst
- Heper, Metin, “İsmet İnönü: The Making Of A Turkish Stateman”, 1998, Boston: Brill
- Mango, Andrew, “Kemalism In A New Century”, Brian W. Beeley’in “Turkish Transformation: New Century New Challenges” kitabından, 2002, Huntington: The Eothen Press, 22-36
- Ahmad, Feroz, “İttihatçılıktan Kemalizme”, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları
Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.