9 Mart 2017 Perşembe

Feroz Ahmad’dan ‘İttihatçılıktan Kemalizme’


1938 Delhi doğumlu ve Hindistan kökenli Amerikalı ve Türk tarihçi Prof. Dr. Feroz Ahmad[1] (Faroz Ahmad diye de yazılabiliyor), İttihat ve Terakki ve erken Cumhuriyet dönemi üzerine yazdığı bilimsel makale ve kitaplarla Türkiye ve dünyada ismini duyurmuş önemli bir bilimadamıdır. Lisans eğitimini 1958’de Delhi Üniversitesi Tarih bölümünden alan Ahmad, ardından Londra Üniversitesi’ne gitmiş ve burada Prof. Dr. Bernard Lewis’in yanında “Türk Politikasında İttihat ve Terakki Partisi 1908-1913” isimli doktora tezini hazırlamıştır. Tez kapsamında 1962-1964 yılları arasında Türkiye’de çalışmalar da yapan Ahmad, daha sonra Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. İlerleyen yıllarda Massachusetts Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent unvanını alan Ahmad, aynı üniversitede 1970 yılında Doçent, 1978 yılında ise Profesör olmuştur. 1980-1981 yıllarında Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde dersler veren Feroz Ahmad, İngiltere ve Türkiye’deki araştırmalarını sürdürmüş ve 1997-1998 yıllarında Türkiye’de Fulbright öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Son yıllarda Massachusetts Üniversitesi’nden emekli olarak Türkiye'ye gelen Ahmad, Türk vatandaşlığı almış ve Yeditepe Üniversitesi’nde (Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi anabilim dalı) ders vermeye başlamıştır. Ahmad’a, 19 Ağustos 2014 tarihinde 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Türk tarihine yaptığı katkılar sebebiyle Liyakat Nişanı tevcih edilmiştir.[2] Ahmad, Türk Siyasal Tarihi hakkında birbirinden değerli birçok kitaba imza atmış[3] ve çok iyi seviyede Türkçe bilen önemli bir akademisyendir. Bu yazıda, Ahmad’ın Kaynak Yayınları tarafından ilk kez 1985 yılında yayımlanan ve bugüne kadar birçok baskı yapan en önemli ve faydalı eserlerinden “İttihatçılıktan Kemalizme” adlı kitap[4] özetlenecektir.

Prof. Dr. Feroz Ahmad

Kitabın “Genç Türk Devrimi” adlı ilk bölümü, literatürde daha çok “İkinci Meşrutiyet” olarak adlandırılan 1908 Devrimi’nin özetlendiği giriş bölümüdür. Ahmad’a göre, 1908 Devrimi’nin çeşitli sebepleri vardı. Birincisi, Sultan İkinci Abdülhamit yönetimindeki Saray’ın mutlak egemenliği (istibdat yönetimi) ve bunun sosyal ve siyasal gerçeklerle bağdaşmamasıydı. Mevcut sistemde yönetime çok az kişi katılabiliyordu ve özellikle okumuş (aydın) çevrelerde bu durum eleştiri konusu yapılıyordu. İkincisi, Saray’daki bu güç yoğunlaşmasına karşın, Sadrazam ve nazırların sık sık ve keyfi olarak değiştirilmesi nedeniyle yönetimde bir süreklilik ve istikrar yoktu. Öyle ki, Sultan Abdülhamit, iktidarı boyunca 28 farklı Sadrazam’la çalışmak durumunda kalmıştı. Üçüncüsü, entrika, hile ve rüşvet siyasal sistemde olağan hale gelmişti. Tüm bu sorunlar ve huzursuzluklar nedeniyle, zaman içerisinde tüm muhalif güçler (İttihatçılar, Liberaller, Sosyalistler, azınlık unsurları) Sultan’a karşı birleşmiş ve Saray’da izole olan Sultan da muhalefete karşı yabancı ülkeler veya ülke içerisindeki bir güçten destek alamayacak hale gelmişti. Despotizmin bir unsuru olan jurnalcilik (ihbarcılık) de insanları çok huzursuz ediyordu. Dahası, İngiltere ve Rusya’nın Makedonya’ya müdahale ederek bu ülkeyi Osmanlı’dan koparacağı korkusu subay ve aydınlarda hâkimdi. 1908 Haziran’ında İngiliz Kralı ve Rus Çarı’nın Reval’deki buluşmaları bu korkuyu haklı çıkarır gibi oldu ve İkinci Meşrutiyet’in fitilini ateşledi. Abdülhamit’in karşısındaki Genç Türkler (Jön Türkler), Japonya, Rusya ve İran’daki anayasacı hareketlerden esinlenen Osmanlı aydınlarının oluşturduğu muhalif bir hareketti. Temel hedefleri, 1878’de yürürlükten kaldırılan anayasayı (Kanun-u Esasi veya Kanun-i Esasi) yeniden yürürlüğe sokmak ve parlamentoyu toplamaktı. Genç Türk hareketi veya sonrasındaki ismiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Sultan Üçüncü Selim döneminde başlatılan modernleşme ve Avrupalılaşma reformlarının bir devamıydı. İslamcı geleneklerin yanında modern milliyetçi düşünceden de etkilenen bu kişiler, sürekli toprak kaybeden ve gerileyen İmparatorluğun kurtarılması için anayasacılığı ve yönetimi almalarını şart olarak görüyorlardı. Nitekim Enver Paşa ve Resneli Niyazi’nin başlattığı isyan dalgası İstanbul ve İzmir gibi modern şehirlerde de etkisini gösterince, “kendisinden gayrı herkesin İttihatçı olduğu” tavsiyesini alan Sultan Abdülhamit, 23 Temmuz’da taviz vermek ve muhaliflere boyun eğmek zorunda kaldı. Parlamentonun Kanun-u Esasi’ye uygun olarak toplanacağını açıklaması ortalığı bir süre yatıştırdı. Sultan, bununla da yetinmemiş ve nazırları değiştirerek yerlerine yeni ve dürüst kişiler getirmişti. Dolayısıyla, İTC içerisindeki liberal unsurlar, görevlerini yerlerine getirdiklerini (parlamentarizm ve anayasacılık) düşünerek hareketten ayrıldılar ve Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurdular. Ancak daha milliyetçi ve pozitivist olan kanat, mücadeleye devam etmek ve yönetimi tamamen ellerine geçirmek istiyorlardı. İttihatçılar, aslında şehirli orta üst ve orta alt sınıfa mensup meslek erbaplarından oluşan bir hareketti ve kendilerine güvenleri o kadar da yüksek değildi. Öğretmenler, avukatlar, gazeteciler, doktorlar, küçük rütbeli subaylar, küçük memurlar, orta halli tüccarlar ve zanaatkârlar hareketin ana omurgasını oluşturuyordu. Daha zengin ve soylu kişilerden de harekete katılanlar olmuştu ama onlar kısa süre sonra ayrıldılar ve daha liberal bir çizgide siyasete devam ettiler. İttihatçılar, meclisin üstün olduğu bir anayasal düzeni istiyorlardı ve bu nedenle Abdülhamit’in tavizlerini ve reformlarını yetersiz buluyorlardı. Cemiyet, 1908 Devrimi sırasında çok güçlü gözükse bile, aslında kendi içerisinde çok ciddi çatışmalar yaşayan ve tek merkezden yönetilmesi zor bir haldeydi. Cemiyet içerisinde, birbirinden habersiz hareket ederek davaya zarar veren farklı klikler ve güç odakları bulunmaktaydı. Bu durumu fark eden Abdülhamit, 1 Ağustos’ta iktidarı ele geçirmek için bir girişimde bulundu ve yayımladığı bir Hatt-ı Hümayun ile Sadrazam, Şeyhülislam ve Harbiye ve Bahriye nazırlarının atanma yetkisini kendisine verdi. Bu, çok cüretkâr bir adımdı; zira Harbiye ve Bahriye nazırlarını atayan kişi, orduya da komuta edecek güçte olacaktı. Dolayısıyla, Cemiyet bunu kabul etmedi ve 10. madde iptal edildi. Yapılan seçimlerde çoğunluğu sağlayan İttihatçılar, buna karşın hala yönetimde etkisiz ve özellikle İngilizler tarafından ciddiye alınmayan bir durumdaydı. İttihatçılar, yeni girdikleri siyaset dünyasında tecrübesiz oldukları için, önde duran Liberallerin adayı Kamil Paşa gibi kişileri yönlendirerek siyaseti tanzim etmeyi umuyorlardı. Herkes tarafından saygı gören tecrübeli Kamil Paşa, İngilizlerin de desteğine sahipti ve bu geçiş döneminde İttihatçılar için iyi bir can simidi görüntüsü veriyordu. Ancak Kamil Paşa’nın Harbiye ve Bahriye nazırlıklarına kendi adamlarını getirmesi sonrasında ciddi bir siyasal kriz yaşandı. İttihatçılar tarafından Kamil Paşa’nın yerine kısa sürede Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. Kamil Paşa’nın düşürülmesi sonrasında İttihatçı basınla dinci basın arasında polemikler ve siyasal gerginlikler arttı. Kamil Paşa’ya yapılanlar sonrasında Liberaller de İttihatçılardan desteklerini çekmiş ve İttihatçılar, İngilizlerin eleştirilerine de maruz kalmaya başlamışlardı. Bir yandan da Volkan gazetesi gibi dinci-gerici basın organları İttihatçıları topa tutuyordu. Galata Köprüsü üzerinde İTC muhalifi yazar Hasan Fehmi’nin vurulması ise bardağı taşıran son damla oldu. İttihad-ı Muhammedi gibi dinci hareketler yeniden hortladı ve İttihatçı karşıtı gösteriler sokaklara taştı. Şeriat talepleri İstanbul sokaklarında sık sık duyulur olmaya başlamıştı. Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihad-ı Muhammedi’nin başlattığı 31 Mart Vakası, kısa sürede İstanbul’da bir İttihatçı avına dönüştü. Hareket Ordusu sayesinde isyan bastırıldı ve isyandan faydalanmaya çalıştığı görülen Abdülhamit’in yerine Mehmet Reşat getirilerek İkinci Meşrutiyet süreci tamamlandı.

“İttihatçılıktan Kemalizme” kitap kapağı


“Doğmakta Olan Bir Burjuvazinin Öncüsü: Genç Türkler’in Sosyal ve Ekonomik Politikası 1908-1918” başlıklı ikinci bölüm, iktidarı alan İTC’nin 1908-1918 döneminde uyguladığı sosyal ve ekonomik politikaları incelemektedir. Devletin kadir-i mutlak olduğu düşüncesi Osmanlı toplumunda kök salmış bir fikirdi. Bu nedenle, İTC de, gayet doğal olarak devletle iç içe geçmiş bir Türk burjuvazisi yaratmaya çalışıyordu. Zira gayrimüslim zenginlerin (özellikle Rumlar ve Ermeniler) 19. yüzyıl sonlarından itibaren net olarak kendi çıkarlarını Avrupalı devletlerle birleştirmeleri ve komprador burjuvazi niteliği kazanmaları, devleti İTC’ye, İTC’yi de Türk burjuvazisine zorunlu kılıyordu. Yahudilerin durumu ise biraz farklıydı; onların -siyasal kararlar alırken Atina’ya bakan Rumlar ya da bağımsız bir devlet kurma hayalindeki Ermenilerden farklı olarak- çıkarları Osmanlı Devleti’nin Avrupa egemenliğine girmesinde değildi. Üstelik bakabilecekleri başka bir devlet de yoktu ve anti-semitizmin doruk noktasında olduğu Avrupa’dansa Türkiye’de yaşamak daha akıllıca bir tercihti. Bu nedenle, Yahudilerin İTC’ye verdiği destek büyüktü. Ancak bu durum, İslamcı komplocu çevreler açısından İTC’nin yumuşak karnını da oluşturuyordu; öyle ki, aşırı milliyetçi olmakla eleştirilen İTC, aynı anda Yahudi ve mason gruplarının kontrolündeki gayrımillî bir örgüt gibi de lanse edilebiliyordu. Kısa sürede ülkede bir Türk burjuvazisi olmadığını fark eden İTC, ekonomik kalkınma ve ordunun modernleştirilmesi için kolları sıvadı. Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya’ya karşı uygulanan ambargo, bu noktada İttihatçıların ilk somut icraatıydı ve Avusturyalı fes üreticilerinin boşluğunu dolduran Anadolu’daki kalpak üreticilerini zengin etmişti. Bu gibi uygulamalar, Liberallerle İttihatçıların arasını açmasına karşın, dinci kesimde İTC’ye yönelik sempati ve desteği arttırıyordu. İttihatçılar, bu dönemde Avrupa’ya rakip bir kapitalist merkez olabilmek için Japon uzmanları da ülkelerine davet ettiler ve Japon modernleşmesini incelediler. Ancak bu girişimler cılız ve büyük ölçüde atıl kaldı. İttihatçılar, kısa sürede ekonomiyi toparladılar ve umumiye gelirlerini arttırdılar. Kapitülasyonların yarattığı sınırlamalar ise en büyük engelleriydi ve bunu kaldırmaya güçleri yetmiyordu. Dahası, İttihatçıların önceliği ekonomik kalkınma olsa da, dışarıdaki gelişmeler buna izin vermiyordu. Hemen patlayan Trablusgarp Savaşı ve sonrasındaki Balkan Savaşları, İttihatçıların dikkatini haklı olarak askeri meselelere kaydırmıştı. Birinci Dünya Savaşı ise ekonomik kalkınmayı tamamen arka plana itecekti. İttihatçılar, sosyalist yazar ve silah tüccarı Parvus Efendi’den de yoğun şekilde etkilenmişlerdi. Milli ekonomi ve sömürü karşıtı ekonomik düzen konusunda, Parvus, İttihatçıların yol göstericisi olmuştur. Nitekim bu sayede Türklerde girişimcilik fikrinin temelleri bu dönemde atılmaya başlandı ve köylü toplum, biraz olsun şehirleştirildi. Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılara yakın kişilerin yaptığı karaborsacılık faaliyetleri de İttihatçı ve Türk burjuvazisinin yeşermesine yardımcı oldu. Tarım konusunda da önemli bir atılım yapılmıştı. Sulama projelerine yapılan yatırım ve ağaçlandırma projeleri sayesinde tarımda üretim patlaması yaşandı. Bu noktada ise Alman uzmanlardan destek alınıyor ve Türk öğrenciler Almanya’ya yollanıyordu. Savaş sırasında Anadolu’da açlık yaşanmadıysa, bu, biraz da bu yapılan reformların sayesindedir. Ancak 1918’e gelindiğinde ortada bir başarı tablosu yoktur. Bunun sebebi ise, İttihatçıların çok kısa bir süre (topu topu 10 yıl ve esas anlamda 1913’ten sonra kontrolü tamamen sağladıkları da düşünülürse aslında 5 yıl) iktidarda kalmaları ve savaşlar nedeniyle projelerini tamamlarına imkân kalmamasıdır.

“Genç Türklerin Tarım Politikası 1908-1918” başlıklı üçüncü bölüm, İTC’nin tarım politikalarını daha yakından ve detaylı bir şekilde incelemektedir. 1908 Devrimi, özellikle kentlerde ve kısmen de köylerde hayatından memnun olmayan kesimlerde büyük bir heyecan ve umut yaratmıştı. Köylüler, kendileri için pek bir şey ifade etmeyen “hürriyet” peşinde değildi. Onlar, Anadolu’da yaygın olan eşkıyalık faaliyetlerinin durdurulmasını ve güvenliklerinin sağlanmasını ve daha iyi ekonomik koşullar istiyorlardı. Ancak İTC de bu beklentileri karşılayamadı. İTC, köylerdeki sosyoekonomik yapıyı değiştirmek ve toprak ağalığına son vermek gibi bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmadı. Onlar, daha çok üretimi arttırmak ve verimliliği yükseltmek gibi teknik meselelere odaklandılar. Tarım okullarının açılması, Almanya’dan ziraat uzmanlarının getirilmesi ve Almanya’ya ziraat alanında öğrenci gönderilmesi bu dönemin yenilikleridir. Ayrıca asgari faizle kredi sağlanması ve köylülerin de toprak sahibi olabilmesi yönünde de çalışmalar yapılmıştır. Aşar vergisinin yarıya indirilmesi ise, köylüler açısından somut etkisi olan önemli bir reformdur ve İTC’ye olan desteği arttırmıştır. Ancak kısa sürede iktidarda kalan İTC, kadastro sistemini getiremeden ve istediklerini yapamadan görevden gitmiştir. Toprak ağaları ve sahipleri ise, başlarda İttihatçı radikalizminden çok çekinmelerine karşın, onların kendilerine zarar vermeyeceklerini anlayınca daha ılımlı bir pozisyon aldılar. Buna karşın, İttihatçılara destek verir bir çizgiye geçmediler ve bazı reformlara kendi bölgelerinde karşıt pozisyon aldılar. İTC’nin tarım ve köylülere yönelik politikaları aslında çok önemlidir. Çünkü unutulmamalıdır ki, Osmanlı toplumunun büyük bölümünü köylüler oluşturuyordu ve onların desteğini almak çok kritik bir husustu. İttihatçılar, koşulların da etkisiyle bunu tam anlamıyla başaramadılar. Ancak yarattıkları idealizm, Türk aydınlarında ve Kemalist yönetimde önemli izler bıraktı ve Türk modernleşmesine yönelik gerekli entelektüel altyapıyı hazırladı.

“İttihatçıların, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rum, Ermeni ve Yahudi Cemaatleriyle olan İlişkileri 1908-1914” başlıklı dördüncü bölüm, İTC döneminde azınlıklara yönelik olarak uygulanan politikaları ve uygulamaları incelemektedir. İkinci Meşrutiyet, tüm dini cemaatler tarafından kutlanan bir devrim olmuştur. Nitekim devrim sonrasında sokaklarda Müslümanlarla Hıristiyanların kucaklaşmaları unutulmaz manzaralara neden olmuştur. Ancak bu olumlu gelişmelere karşın, Rumların bir bölümü Yunan Krallığı’nı Osmanlı İmparatorluğu’nun yararına genişletmek istiyor ve Osmanlı’ya düşmanca tavır alıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu Helenleştirme umudunda olanlar ve bu iki devlet arasında bir tür ittifak önerenler de vardı. Rumlar, öncelikle kendilerinin geleneksel ayrıcalıklarını korumak istiyor, daha sonrasında da siyasal olarak fırsatlara bakıyorlardı. Bu yıllarda toplam nüfusları 3 milyona yakın olan ve büyük ölçüde türdeş bir görünüm sergileyen Rumlar, giderek daha yoğun bir şekilde Atina’nın etkisine girmiş ve üzerlerinde İstanbul’un etkisi hızla azalmıştır. Birçok farklı örgütlenmesi olan Ermenilerde ise Rumlar gibi bağlılık duyabilecekleri bir devlet henüz söz konusu olmasa da, özerklik ve hatta bağımsız bir devlet kurma fikri giderek güç kazanıyordu. Ermeniler, 1915 tehciri sonrasında sayıca çok azalacak ve tehcir sırasında yaşanan katliamlar nedeniyle Osmanlı’ya ve genel olarak Türklere düşman hale geleceklerdir. Daha çok Sefarad kökenli olan Osmanlı Yahudi cemaati ise, Avrupa’da doğan Siyonizm’den neredeyse hiç etkilenmemiş ve Osmanlı’ya sıkı sıkıya bağlıydı. Bu nedenle, İTC’ye en büyük desteği Yahudiler vermişti. Yahudiler, İTC hareketi içerisinde de çok etkili bir gruptu. Hatta İslamcılar, bunu bir Yahudi-Mason komplosu olarak değerlendiriyordu. Ancak gerçekte Yahudilerin düşüncesinde Yunan veya Bulgar kontrolüne geçen Osmanlı topraklarında yaşayabilecekleri güvenlik riskleri daha ağır basıyordu. Zira Osmanlı’da, ilginç bir şekilde anti-semitizm Avrupa’daki gibi gelişmemişti. Her üç cemaat açısından da en ideali ise Liberallerin iktidara gelmesiydi. Çünkü ağırlıklı olarak tüccar ve zanaatkârlardan oluşan gayrimüslim nüfus için, liberalizmin mutedilliği milliyetçiliğe kıyasla daha tercih edilir bir durumdur. Ayrıca liberal ideolojinin âdem-i merkeziyetçiliğe yatkın olması da bu noktada gayrimüslimleri umutlandırmaktadır. Ancak etnik ve dinsel kimliklerin iyice ön plana çıktığı ve görünür/konuşulur olduğu bir ortamda, gayrimüslimlerin durumu Müslüman tebaayı da kendi içlerinde gruplaşmaya ve siyasal tavır almaya itmiştir. Özellikle aşırı milliyetçi ve mutaassıp olan gruplar, net olarak İTC’ye karşı çıkmışlardır. Bu kesimler açısından İTC’ye en çok desteği veren Yahudiler ise en az müspet gayrimüslim cemaati olmuştur.

“1908-1914 Yılları Arasında İngiltere’nin Genç Türkler’le İlişkileri” başlıklı kitabın beşinci bölümü, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde İngiltere’nin Osmanlı politikasını ve Osmanlı’nın İngiltere siyasetini analiz etmeye çalışmaktadır. İkinci Abdülhamit’in devrilmesi, İngiliz aleyhtarı politikalar takip etmesi nedeniyle başlarda İngilizleri umutlandırmıştır. İngilizler, kendi siyasal sistemlerine uygun olarak daha zayıflatılmış bir Sultanlık makamı ve Liberallerin ağır bastığı bir parlamenter rejim içerisinde Osmanlı ile daha iyi geçinebileceklerini düşünmüşlerdir. Ancak İTC döneminde Osmanlı-İngiliz ilişkileri iyi düzeyde gelişemedi. İttihatçılar, koşulların da zorlamasıyla Almanya ile ittifaka yönelmek durumunda kaldılar. Dönemin süper gücü olan İngiltere, Osmanlı’nın Hıristiyan tebaaya yönelik politikalarında taraf durumundadır. Buna karşın, Osmanlı’nın Rusya aleyhine güçsüzleşmesi de İngiltere’nin istemediği bir durumdur. Bu nedenle, İngilizler, Osmanlı’yı aynı anda hem yıkmak ve zayıflatmak ama Rusya’nın etkili olduğu dönemlerde de ayakta tutmak ve desteklemek gibi çelişkili gibi gözüken bir siyaset izlemek durumundadırlar. Kıbrıs konusu da bu dönemin önemli parametrelerinden birisidir. İttihatçıların bu konudaki mutedil tutumları İngilizleri memnun etmiştir. Ayrıca İngiltere’nin Osmanlı siyasetini iki farklı düzeyde analiz etmek gerekir. Birincisi, İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’nın Londra merkezli siyaseti, ikincisi ise, İstanbul’daki İngiliz sefaretinin izlediği siyasettir. Londra merkezli siyasette İngiltere’nin ulusal çıkarları ve resmi politika ön plandayken, İstanbul merkezli siyasette Osmanlı iç politikası ve diplomatların kişisel fikir ve önyargıları da önemli rol oynamıştır. Ayrıca Jön Türkler’in milliyetçi ve kibirli tavırları da kendilerini dünyanın merkezi ve en büyük gücü olarak gören İngilizlerde çeşitli tepkilere neden olmuştur. En önemli faktör ise, İngilizlerin en büyük rakipleri olarak gördükleri ve yükselmelerinden endişe duydukları Almanlarla İttihatçıların kurdukları ittifak olmuştur. İngilizlerin destek verdiği Kamil Paşa’nın görevden alınması da onların İTC’ye olan kızgınlıklarını perçinlemiştir. İttihatçı önderler de Kamil Paşa sonrasında İngilizlerle ilişkilerin bozulacağını hesap etmişlerdir. Ancak bu durumu düzeltebileceklerini ummuş ve kendilerine her konuda boyun eğmeyen liberalizm yanlısı Kamil Paşa’nın ipini çekmişlerdir. İngilizlerin 31 Mart Vakası’nda oynadığı rol de tartışmalıdır. Kimi iddialara göre, Derviş Vahdeti, aslında bir İngiliz ajanıdır. Volkan gazetesinin finansmanı konusunda da İngiltere’yi işaret eden çeşitli iddialar mevcuttur. Ayrıca İngiliz hükümetinin finanse ettiği Levant Herald gazetesinin de İTC aleyhine yayınlar yaptığı bilinen bir durumdur. 31 Mart Vakası süresince İngilizler Ahrar Fırkası’na yakın ilgi göstermişlerdir. Ancak karşı-devrim bastırılınca, Kamil Paşa artık görevde olmasa da İttihatçılara karşıt pozisyon almamışlardır. Burada temel faktör de Osmanlı’yı Almanya veya Fransa’ya kaybetmemek isteğidir. İttihatçılar da aslında İngilizlere kesinlikle düşman değillerdir; ancak iki ülkenin Orta Doğu’daki çıkarları örtüşmüyordu. İngiltere’nin Basra Körfez ve Irak politikası, Osmanlı ile taban tabana zıttı. Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı’nın İtalya ile çatışmaya girmesi ise devleti İngilizlere yanaştırdı. Almanya İtalya’nın müttefiki olduğu için, Osmanlı, bir kez daha İngiliz yörüngesine girebilirdi. Ancak İngilizler savaş süresince tarafsız kalmayı tercih etti. İlerleyen yıllarda ise koşullar Osmanlı’yı Almanlar ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bir ittifaka itti ve İngiltere ile karşı karşıya getirdi. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı dönemindeki Alman müttefikliği eleştirilirken şu da unutulmamalıdır ki, savaşta tarafsız kalan Yunanistan, Fransız ve İngiliz Orduları tarafından işgal edilmiştir. Ancak İttihatçıların kumarı savaş sonucunda büyük bir kayba neden olacaktı…

“Kemalist Türkiye’de İdeoloji Arayışı 1919-1939” başlıklı kitabın altıncı bölümü, Kemalistlerin İTC sonrasında yaşadıkları ideolojik ve siyasi bocalamaları analiz eden bir bölümdür. Ahmad’a göre, Kemalizm’in çok partili sisteme doğru evrilmesi, içerisinde barındırdığı rekabetçi siyasetin doğal bir sonucudur. Kemalistler, demokratik bir rejim kurmasalar da, demokrasiye geçiş için uygun altyapı koşullarını sağlamışlardır. Kemalistler, 1923’te kurulan Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt ve İslamcı muhalefetle karşılaştılar. Buna rağmen, çok partili rejime erken geçiş denemeleri de yapıldı. Pratikte, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mustafa Kemal kolaylıkla bir askeri diktatörlük kurabilirdi. Ancak bunu yapmadı; orduyu siyasetten uzak tutmaya çalıştı ve askerlerin oy haklarını bile elinden aldı. Morris Janowitz, bu modelin biricikliğine dikkat çekmektedir. Kemalistler, komünistler gibi tamamen eşitlikçiliğe dayalı bir siyasal düzen de kurmadılar. Ancak halkçılık ideolojisi ve Cumhuriyeti pratiği sayesinde, kanunlar önünde eşitlik ilkesi kabul gördü. Ayrıca toplumda sınıfsal bir yapının olmamasının da etkisiyle, solidarizm ilkesi doğrultusunda, farklı meslek grupları üzerinde yükselen dayanışmacı bir toplum kurmak istediler. Kemalistler, tehlike anlarında “Takrir-i Sükûn Kanunu” gibi olağandışı yöntemlere başvurmakta da çekinmediler. Ayrıca Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devleti uygulamalar, zamanla daha liberal uygulamalara dönüştü. Ancak 1930’ların aşırı milliyetçi ve devletçi dünya düzenine, Türkiye’de de bunun yansımaları görüldü. Büyük Buhran’ın ekonomik etkileri de bunu destekledi. 1930’larda Kemalistlerin gözünde demokrasi ve liberalizmin pek bir değeri kalmamıştı. Komünist ve hatta faşist sistemlere bu dönemde daha büyük ilgi gösterilmeye başlandı. Bazı uygulamalar taklit edilse de, hiçbir zaman tam anlamıyla faşist veya komünist bir rejim kurulmadı. ABD’de Roosevelt’in uyguladığı “New Deal” politikaları da ilgilerini çekti. Türk Ocakları gibi kurumlar vasıtasıyla milliyetçilik ve Türkçülük düşünceleri de toplumda ve aydınlarda canlı tutuldu. İdeolojinin altı ekseni veya Cumhuriyet Halk Partisi’nin “Altı Ok”u Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik (İnkılapçılık) olarak belirlendi. Partinin bu faşizan eğilimini en iyi temsil edilen kişi dönemin Genel Sekreteri Recep Peker’di. Celal Bayar gibi daha liberal kimselerde partide bulunmaya devam etti. Bu kişiler, İş Bankası grubu çevresinde değerlendirilebilir. Kadro dergisi gibi bazı entelektüel hareketlerse, Kemalizm’i komünist bir çerçevede ve üçüncü dünyaya model olabilecek bir düzlemde değerlendirdiler. Ancak İkinci Dünya Savaşı ardından, Kemalizm’in liberalizme evrilme süreci hızla devam etti ve 1950 yılında çok partili demokrasiye geçildi.

“Kemalizmin Ekonomi Politiği” başlıklı kitabın yedinci bölümü, Kemalistlerin izlediği ekonomi politikalarının Feroz Ahmad tarafından analiz edildiği bir bölümdür. Kemalizm ideolojisi, CHP’nin 1931 tarihli Kongre’sinde açığa tam olarak çıkmıştır. Altı Ok, bu ideolojinin nüvesidir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Kemalizm’i oluştururken kuşkusuz İttihatçılıktan etkilenmişlerdir. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi İttihatçı düşünürler, Atatatürk’ün düşünce yapısının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Kemalistler, Osmanlı’dan sanayileşmiş bir toplum devralmadılar. Ülkede doğru düzgün bir fabrika bile yoktu. Ticaretle de büyük ölçüde gayrimüslimler ilgileniyordu. İTC’nin yaptığı reformlar sonucunda, Türk-Müslüman burjuvazinin öncüsü bir takım oluşmuşsa da, savaş koşullarında doğru düzgün bir ticaret kalmamıştı. Kemalistlerin ekonomik hedeflerini anlamak açısından 1923 İzmir İktisat Kongresi önemlidir. Kongre, temelde milli bir ekonomi kurulmasını hedefliyor, ancak bu doğrultuda yabancı yatırım ve özel sermayeye de düşmanlık güdülmüyordu. Bu anlamda, komünizm veya kapitalizmden ziyade karma ekonomik modele daha yakın bir duruş söz konusuydu. Tarımsal üretimin geliştirilmesi ve üretimin arttırılması, savaş sonrasında ilk öncelik haline gelmişti. Çünkü öncelikle halkın beslenmesi gerekiyordu. Kemalistler, kapsamlı bir toprak reformu konusunda da fazla bir ilerleme kaydedemediler. Köylülere toprak sahipleri ve ulemanın devamı niteliğindeki din büyükleri aracılığıyla ulaşmak, onlar için daha sonuç alıcı ve kolay bir yöntemdi. Bu nedenle, Stalinizm’deki gibi bir kollektivizasyon hareketi asla başlatılmadı. Özel sermaye ve yabancı yatırımcı yokluğu nedeniyle, sanayileşmede ise daha çok devletçi yöntemler denendi. Devletin kurduğu fabrikalarla üretimin arttırılması amaçlandı ve bunda kısmen de olsa başarılı olundu. Kalkınma planları doğrultusunda Sümerbank ve Etibank’ın kurulması da yatırımları arttırmak için bankacılık alanında yapılan reformlara örnek olarak gösterilebilir.

“The Times (Londra) ve Kemalist Devrim (1930-1939)” başlıklı kitabın sekizinci ve son bölümü, İngilizlerin ünlü The Times gazetesinin Kemalistlere yönelik bakış açısını anlatan bir bölümdür. Bu yayın organı, o dönem İngiliz hâkim sınıfının adeta gözü, kulağı ve sesiydi. Okurları ile arasında sanki bir tür dinsel bağlılık söz konusuydu. Bu yıllarda gazetenin Türkiye haberlerini daha çok Philip Perceval Graves kaleme alıyordu. Graves, İTC döneminde Kamil Paşa ve Liberalleri desteklemiş ve İttihatçılara şüpheyle yaklaşmıştı. Buna karşın, objektif ve iyi bir gözlemciydi ve siyasal gelişmelerin kokusunu alabiliyordu. Graves, Genç Türk hareketini bir orta sınıf hareketi olarak yorumluyordu. Graves ve meşhur gazetesi, Kemalist dönemi de benzer şekilde yorumluyorlardı. Graves, demokratik Cumhuriyet görüntüsü altında rejimin üç kişi etrafında kurulduğuna inanıyordu; Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü ve Fevzi Paşa (Fevzi Çakmak). Dolayısıyla, Talat-Enver-Cemal “triumvira”sının yerini başka bir triumvira almış ve sistem devam etmekteydi. CHP İTC’nin, Serbest Fırka ise Ahrar ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın devamı niteliğindeydi. Gazete, Fethi Okyar’a sempatiyle yaklaşmış ve CHP yerine liberal bir yönetimin geçmesini desteklemiştir. Bunu, İngiliz çıkarlarıyla da doğru orantılı olarak görmüştür. Gazete, gayrimüslimlerin de Serbest Fırka’yı desteklediğini iddia etmiştir. Ayrıca gazete, partinin kapatılmasına neden olan İzmir olaylarını, Liberaller ya da Muhafazakârlardan ziyade komünistlere bağlıyordu. Partinin kapatılması sonrasında ise Kemalistlerin komünist ve faşist yönetimlere uygun düzenlemeler yapmaya başladığına dikkat çekiliyordu. Bu tema, 1930’lar boyunca sıklıkla işlendi ve eleştirildi. Ancak eleştirel doz giderek azaldı. Bunun sebebi, ancak yükselen Nazi Almanya’sı tehlikesi karşısında Türkiye gibi bir müttefike duyulan ihtiyaçla açıklanabilir. Almanya’nın Türkiye ile artan ticaret rakamları da İngilizleri rahatsız ediyordu. Gazete, zaten bir ölçüde sözcüsü olarak görülebileceği İngiliz hükümetine benzer şekilde, Mustafa Kemal Türkiye’sini önyargısız olarak anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Batılılaşma reformları ilgi ve hayranlıkla izlenirken, bir yandan da İngiliz ulusal çıkarları savunulmaya çalışılmıştır.

Sonuç olarak, Prof. Dr. Feroz Ahmad imzalı bu kitabın, yazarın uzun yıllar süren araştırmaları sonucu elde ettiği büyük bilgi birikiminden süzülüp gelen öz bilgiye dayalı, kısa ama son derece derli toplu ve doğru bilgiler içeren bir eser olduğu belirtilmelidir. Bir Türk dostu olarak bilinmesine karşın, Ahmad’ın kitabında tarafsızlığını korumayı başardığı da belirtilebilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Feroz_Ahmad.




Hiç yorum yok: