28 Kasım 2013 Perşembe

King's Dilemma


The problematic democratic transitions taking place in the Middle Eastern and North African region after the Arab Spring have put a concept created by Samuel Huntington again on the top of academic vocabulary; “King’s Dilemma”.
Famous American Political Scientist Samuel Huntington (1927-2008)[1] argued in his book “Political Order in Changing Societies” (1968)[2] that, in traditional societies undergoing modernization the political centralization of a monarchy proves useful for development but also inhibits the incorporation of the new groups produced by modernization. Many people including Russell E. Lucas believes that Huntington’s thesis captures well today’s unrest in the Arab world; a generation of cell-phone-wielding, Facebook-updating youths demanding jobs and political accountability from aging autocrats.[3] Exaggerated demands coming from Islamist political parties and groups who acquired the governmental power after transition to democracy also make modernist authoritarian regimes meaningful and even useful from the perspective of Western decision-makers. So, the question we face today is; which one we have to choose: secular-oriented authoritarianism or Islamist popular vote?
The ideal answer to this question is for sure the necessity of a “third way” as I wrote it previously[4], with the creation of a multi-party regime allowing free and fair elections but at the same time having strong checks and balances against radicalism and authoritarianism. How we can formulate such a system? The constitution here is the first critical mechanism. The constitution should be written in such a way that it would share power among different political actors and prevent one group to become too strong. This could be done only by adding some unchangeable principles to the constitution about the protection of secularism, minority and women rights as well as some basic liberties as in the case of German constitution. Anti-democratic and radical parties should not be allowed to run for the government and they should be put out of the democratic life. The second important mechanism would be, of course, close international observation over these countries, whose human rights records are far from being good. In addition to international observation, we also need some kind of international help to these countries in order to assist their economic recovery and democratic flourishing. The third instrument we can use is to help the emergence of a dynamic civil society. Only if different groups in a society could organize freely and defend their rights without any fears, we could have a real working democracy. If we could not do this, the old game of the army playing the role of an instrument to counterbalance the power of civilians could be thought as a temporary remedy against increasing Islamist authoritarianism after democratic transitions. However, this should never mean military supremacy over civilians or the rationalization of military coups. The army in this position could only assume certain constitutional powers and guarantees to secure democracy and secularism. Finally, we can talk about the protection of monarchies as respected institutions but with constitutionally limited powers compared to elected legislative and executive branches. I should also make it clear that this transition should not be done in a few weeks by bloody revolutions, but rather in a few years through gradual reforms.
Without such a balance, I’m afraid Huntington’s dilemma will come back again, this time even stronger than before and we would face the ugly truth; We have to choose one of them: modernization via authoritarianism or Islamism through democracy.

Assist. Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ
Head of the department of Political Science and Public Administration
Girne American University (GAU)


[1] “Samuel Huntington”, Wikipedia, Date of Accession: 28.11.2013 from http://en.wikipedia.org/wiki/Samuel_P._Huntington.
[3] Russell E. Lucas (2011), “Is the King’s Dilemma only for Presidents?”, Carnegie Endowment, Date of Accesssion: 28.11.2013 from http://carnegieendowment.org/2011/04/06/is-king-s-dilemma-only-for-presidents/6bpf.
[4] Ozan Örmeci (2013), “The Need For ‘Third Way’ in the Muslim World”, Uluslararası Politika Akademisi, Date of Accesssion: 28.11.2013 from http://politikaakademisi.org/the-need-for-third-way-in-the-muslim-world/.

26 Kasım 2013 Salı

İran'la Nükleer Anlaşma?


Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa ile dünyanın en önemli ülkelerinden biri olan Almanya’dan oluşan P5+1 grubunun geçtiğimiz gün İran’la yaptıkları anlaşma dünya gündemine damgasını vurdu.[1] İran’ı temsilen bu ülkenin Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ve Avrupa Birliği’ni temsilen AB’nin Dış Politikadan sorumlu komiseri Catherine Ashton’ın da diğer ülke Dış İşleri Bakanları ile beraber hazır bulunduğu toplantıdan çıkan 6 aylık anlaşma, barış yolunda bir “ilk adım” olarak kabul edilebilecek olmasına karşın, İran’la uluslararası toplum arasındaki meselenin henüz tam olarak çözülmediğini belirtmek zorundayız. Bu yazıda bu anlaşmayı mercek altına alacağım.

Anlaşma ile ilgili ilk vurgulanması gereken özellik, bu anlaşmanın 6 aylık geçici bir nitelik taşımasıdır. Ancak 6 ay sonrasında iki tarafın da onayıyla anlaşma yenilenebilecek ya da daha kapsamlı yeni bir anlaşma yapılabilecektir. Antlaşmaya göre İran uranyum zenginleştirme çalışmalarını sürdürecek ama bunu % 5 oranıyla sınırlayacak, şimdiye kadar ürettiği % 20’lik zenginleştirilmiş uranyum stoklarını da etkisizleştirecektir. Ayrıca yine İran, plütonyum üretme kapasite sahip olacağı düşünülen Arak ağır su reaktörü ve Natanz ve Fordow nükleer santrallerinin çalışmalarını daha ileri düzeye götürmeyecek ve daha önce birçok defa sorun yaşadığı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) etkili denetimini kabul edecektir. Buna karşılık ise Batı ülkeleri, İran’ın 4,2 milyar dolarlık dondurulmuş mali varlıklarını serbest bırakacak, altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerle petrokimya ürünleri ticaretine koyduğu engelleri de kaldıracaktır. Emekli diplomat ve siyasetçi Dr. Onur Öymen’e göre İran’ın bu antlaşmadan elde edeceği toplam kazancın 7 milyar dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Yine Öymen’e göre bazıları bu miktarın 20 milyar doları bulacağını düşünmektedirler. Her halükarda İran’ın bu anlaşmadan ekonomik anlamda kazançlı çıkacağı ve bu sayede ekonomik yaptırımlarla köşeye sıkışmış olan rejimin biraz olsun toparlanabileceği son derece açık bir gerçektir.  

Bu anlaşmaya baktığımızda ise şu gibi çıkarımlar yapılabilir. Birçok kaynakta ifade edilen genel görüşe göre, nitelikli nükleer silah üretmek için uranyumun % 90 oranında zenginleştirilmesi gerekmektedir. Ancak bu güce erişim açısından % 20’lik zenginleştirme de ilk kritik eşiği ifade etmektedir. Bu nedenle İran’ın uranyum zenginleştirme programının sınırlandırılması, bu ülkenin nükleer silaha ulaşmasını en azından 6 ay süreyle engelleyecektir. Bu anlamda bu anlaşma ile yıllardır İran’ın uranyum zenginleştirme programına karşı çıkan ABD ve İsrail’in İran karşısında ancak bu zenginleştirme programını sınırlandırmakla yetinebildiklerini de belirtmek zorundayız. Bu durumda İran 6 ay süre ile zaman kazanacak ve eğer 6 ay sonrasında yeni bir anlaşma olmazsa uranyum zenginleştirme programına kaldığı yerden devam edebilecektir.[2] Nitekim İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif bu anlaşmayı İran’ın nükleer güce ulaşma hakkının tanınması olarak yorumlamışlardır.[3] İran rejimi bu konuyu iç politikada büyük bir zafer gibi kullanmış ve rejim yanlıları Ahmedinejad sonrası kurulan yeni hükümetin henüz ilk aylarında İran’ın uranyum zenginleştirme hakkını teslim eden böyle bir anlaşmayı yapabilmesine dikkat çekmişlerdir.[4] Muhakkak ki anlaşmanın uygulaması sürecinde İran’daki ekonomik koşullar geliştikçe rejimin bu adımına verilen halk desteği de artacaktır. İçerideki ekonomik ve siyasi sorunlar nedeniyle sıkışmış durumdaki teokratik rejim, bu sayede biraz olsun nefes alabilecektir.[5] Ancak İran rejiminin uluslararası platformlarda uranyum zenginleştirmesine sınırlama getirilmesini, iç kamuoyuna yönelik ise uranyum zenginleştirme hakkının teslim edilmesini gündeme getirmesi, bu ülkenin iç ve dış siyaset söylemlerindeki farklılığı göstermekte ve çelişkili bir durumu ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki, bu anlaşma yalnızca bir ilk adımdır ve ancak bundan sonraki adımlarla desteklenebilirse bir anlam ifade edilebilecektir. Bu 6 aylık süre, bir anlamda taraflar arasında güven ortamının oluşabilmesi adına son derece kritik bir süreç olacaktır.

Anlaşma ile ilgili diğer önemli bir husus ise Almanya’nın artık dünya siyasetinde çok önemli bir aktör olarak kendisini iyiden iyiye hissettirmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi kadar ağırlığa sahip olduğunun bu süreçte tescillenmesidir. Bu anlaşmadan en çok rahatsız olacak ülkeler ise İsrail ve başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm Körfez ülkeleridir. Bu anlaşmayı İran rejimine bir ödün olarak okuması muhtemel bu ülkeler, daha şimdiden İran rejimine yönelik tehditkar söylemlerinin dozunu arttırmışlardır.[6] Hatta bazı görüşlere göre bu “kötü” anlaşma ile İsrail’in İran’ı vurma riski daha da artmıştır.[7] Dahası bu ülkeler açısından nükleer program kadar ciddi bir sorun olarak gözüken İran’ın Hizbullah’a yönelik desteği, Şii nüfusa yönelik politikaları (özellikle Suudi Arabistan için büyük bir tehlike arz etmektedir)[8] ya da Şahap füzelerine yönelik bir anlaşmaya varılamamış olması da, bu ülkelerin tatminsizliğini arttıracaktır.

Türkiye ise bu süreçte mezhepçi algılanan dış politikası nedeniyle arabulucu niteliğini kaybetmiş ve dışlanmış bir görüntü çizmektedir. En son olarak Mısır’la yaşanılan büyükelçi krizinden de anlaşılabileceği üzere, Türkiye’deki İslamcı rejime müttefik tek dış aktör olarak şimdilerde Mesud Barzani ve Kuzey Irak Kürtleri kalmış ve hem Batı, hem de Şii ve Sünni İslami dünya ile ilişkiler son derece bozulmuştur.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı




[2] Robert Satloff (2013), “Iran’s Nuclear Program Is Still Growing, and America’s Fist Is Shrinking”, The Washington Institute, Erişim Tarihi: 26.11.2013, Erişim Adresi: http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/irans-nuclear-program-is-still-growing-and-americas-fist-is-shrinking.
[4] “Hasan Ruhani: Büyük bir zafer elde ettik”, Dini Haberler, Erişim Tarihi: 26.11.2013, Erişim Adresi: http://www.dinihaberler.com/haber/65511/hasan-ruhani--buyuk-bir-zafer-elde-ettik-.html.
[6] Örneğin; “Israel Renews Warnings of Military Action After Iran Nuclear Deal”, Time World, Erişim Tarihi: 26.11.2013, Erişim Adresi: http://world.time.com/2013/11/24/israel-renews-warnings-of-military-action-after-iran-nuclear-deal/.
[7] “Top Israeli Official: Bad Iran Deal Makes Military Strike Likelier”, Gateway Pundit, Erişim Tarihi: 26.11.2013, Erişim Adresi: http://www.thegatewaypundit.com/2013/11/top-israeli-official-bad-iran-deal-makes-military-strike-likelier/.

20 Kasım 2013 Çarşamba

ABD-İsrail Gerginliği?


İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin uğradığı büyük soykırım (Holokost) sonrasında kurulan İsrail’in korunması ve güvenliği, bu tarihten itibaren Amerika Birleşik Devletleri ve Batı dünyasının en önemli önceliklerinden birisi olmuştur. Psikolojik-ideolojik açıdan çok önemli olan ilişkilerin, Batı dünyası açısından zamanla gelişen stratejik bir boyutu ise; Orta Doğu’da güvenilir ve askeri açıdan güçlü bir müttefik sahibi olmak ve Filistin krizi başta olmak üzere, bu bölgede uzun süreli çatışmalar başlatarak, savunma endüstrisinin yeni silah satışları için uygun bir ortam yaratmak olmuştur. Kimilerine göre bu durum, özellikle yeni-muhafazakârlar (neo-conservatives) açısından Evanjelizm’e dayalı dini-kutsal bir nitelik de taşımaktadır. Ancak son yıllarda bu klasik şablon, özellikle de ABD Başkanlığına Barack Obama’nın seçilmesinin ardından değişmeye başlamış gibi gözükmektedir. Bu yazıda son dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nde önemli bir tartışma konusu haline gelen ABD-İsrail gerginliğine dikkat çekeceğim.
John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt’un 2008 yılında yayınladıkları ve güçlü ikili ilişkilere eleştirel yeni bir bakış açısı getiren “The Israel Lobby and the U.S. Foreign Policy”[1] adlı kitap sayesinde ilk kez bu derece popüler bir konu haline gelen ABD-İsrail gerginliği ve İsrail’in Amerikan dış siyaseti ve güvenlik politikasındaki yoğun etkisi, başlarda daha çok bir komplo teorisi şeklinde algılanmış, ancak ilerleyen yıllarda yaşanan bazı gelişmelerle kitaptaki tezler bir ölçüde doğrulanmıştır. Örneğin, Ocak 2009’da göreve gelen Obama’nın Filistin sorunuyla ilgili barışçıl önerilerini Benjamin Netanyahu hükümetinin hemen geri çevirmesi, bu konuda ilk dikkat çekici gelişme olmuştur. Arap Birliği’nin Haziran 2007′de oluşturduğu Arap Barış Planı’nı Obama’nın cesaretlendirmesiyle revize eden Ürdün Kralı Abdullah’ın Netanyahu tarafından refüze edilmesi ise, ilişkilerde yaşanan gerginlik açısından ikinci büyük kanıtı oluşturmuştur.[2] 2010 Eylül’ünde Obama’nın Beyaz Saray’da Netanyahu-Abbas-Mübarek-Abdullah’la gerçekleştirdiği ve Filistin müzakerelerini yeniden başlatmayı öngören inisiyatifi de, hatırlanacağı üzere Netanyahu hükümetince engellenmiştir. 2010 yılına geldiğimizde ise, İsrail’in Washington Büyükelçisi Michael Oren, ülkesi ile ABD arasındaki ilişkilerin “son 35 yıl içindeki en ciddi krizle karşı karşıya olduğu”nu söylemiştir.[3] ABD’nin o dönemdeki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yu arayarak, İsrail’in Doğu Kudüs’te Ramat Şlomo’da yapımı öngörülen 1600 konutluk yeni bir projeye onay vermesinden dolayı şiddetli eleştirilerde bulunmasının ardından patlak veren bu kriz; birçoklarına göre 1975 yılında dönemin Başbakanı İzak Rabin ile ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger arasında Sina Yarımadası’ndan kısmen çekilmeye yönelik ABD talepleri sırasında patlak veren uzlaşmazlıktan bu yana ikili ilişkilerde yaşanan en ciddi krizdir.[4] İki ülke arasındaki güvensizlik o dönem öyle ciddi boyutlara ulaşmıştır ki, eski bir CIA çalışanı ve tanınmış bir siyasal analist olan Michael Scheuer, İsrail’in ABD’de yoğun istihbarat faaliyetleri yürüttüğünü ve Amerikan teknolojisini çaldığını iddia etmiştir.[5]
İsrail-Filistin sorunu ve İsrail’in Arap ülkeleriyle ilişkileri açısından yaşanan bu krize eklemlenen bir diğer halka ise, her iki ülkenin de tehlikeli olarak gördüğü, ancak buna yönelik geliştirilmesi gereken stratejiler konusunda henüz mutlak bir uyuma ulaşamadıkları anlaşılan İran nükleer programı olmuştur. Obama yönetimi, bugüne kadar bu meselenin diplomatik yollarla çözülmesini istediğini defalarca belli etmiş ve sürekli İran’ı vurmakla tehdit eden Netanyahu yönetimine karşı durmuştur. Amerikan Başkanlık seçimlerinde Netanyahu hükümetinin çok açık bir şekilde Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney’e destek çıkması da, ikili ilişkileri Obama’nın yeniden seçilmesinin ardından germiştir.[6] Gerginliğin bir diğer boyutu ise; 2012 yılında İsrailli bir milletvekili heyetinin, Washington yönetiminin bu grupta yer alan bir İsrail milletvekiline vize vermemesi üzerine ABD seyahatini iptal etmesi olmuştur. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, amacı Arapları İsrail’den kovmak olan ve 1990 yılında öldürülen Meir Kahane’nin öğretisine bağlı olduğu belirtilen Ulusal Birlik Partisi (Haihud Haleumi) milletvekili Michael Ben-Ari’ye vize vermemesiyle başlayan bu kriz de, ikili ilişkilerin geldiği olumsuz noktanın görülmesi açısından manidar olmuştur.[7] İran’ın nükleer programıyla ilgili, tüm çalışmalara rağmen bugün de iki ülke kamuoylarında bazı farklılıklar olduğu Pew Research’ün son araştırması ile ortaya çıkmıştır. Bu araştırmaya göre; Amerika’da İran hakkında oldukça olumsuz fikir sahibi olanlar yalnızca yüzde 42 iken, İsrail’de bu oran yüzde 75 dolaylarındadır.[8] Ancak İran’ın nükleer güce ulaşmasına karşı çıkanların oranına baktığımızda, yüzde 93 (ABD) ve yüzde 96 (İsrail) gibi oldukça yakın oranlar söz konusudur. Son olarak, İsrail’de İran’ın nükleer güce ulaşmasını engellemek için bu ülkeye askeri müdahale yapılmasını destekleyenlerin oranı yüzde 68 iken, ABD’de de yine yüzde 64 gibi yüksek bir orandadır.[9] Bu da, İran’a temel bakışta bazı farklılıklar olmasına karşın, bu ülkenin nükleer silaha ulaşması konusunda iki ülke kamuoyları arasında halen ortak bir algılama olduğunu göstermektedir. İran’la Cenevre’de yapılan görüşmelerin tüm umutlara rağmen sonuçsuz kalması[10] ise, ABD’de sertlik yanlısı çevrelerin önümüzdeki dönemde yeniden güçlenebileceği izlenimini yaratmaktadır.
Son olarak, ABD-İsrail ilişkilerinin bir lider ya da partinin etkisi ile kolay kolay değişmeyecek ölçekte hayati olduğunu, ancak ABD’nin Irak Savaşı sonrası oluşan kötü imajı nedeniyle son yıllarda dış politikada daha temkinli ve sorumlu davranması gerektiği olgusuna, İsrail’in sağ çevrelerinin henüz yeterince adapte olamadığını belirtmek gerekir. En ilginç olan ise; İran’ın nükleer programı konusundaki anlamsız inadı nedeniyle, bu durumun yeniden eski çizgisine dönmesinin yakın gelecekte yüksek olasılıklı gözükmesidir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı

[2] Detaylar için; Deniz Tansi (2013), “İsrail’de Yeni Dönem ve Obama’nın Ziyareti”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/israilde-yeni-donem-ve-obamanin-ziyareti/.
[3] “İsrail-ABD arasında 35 yılın en ciddi krizi”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25069541/.
[4] “İsrail-ABD arasında 35 yılın en ciddi krizi”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25069541/.
[5] Konuşmayı izlemek için; “Michael Scheuer – Israel Is Spying On The U.S., Stealing Technology”, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.youtube.com/watch?v=y1-_mpskz0A&feature=related.
[6] “Reality bites for Benjamin Netanyahu after he threw his solid support behind Mitt Romney”, The Independent, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.independent.co.uk/news/world/middle-east/reality-bites-for-benjamin-netanyahu-after-he-threw-his-solid-support-behind-mitt-romney-8294432.html.
[7] “İsrailli vekillerin ABD ziyareti iptal!”, CNN Türk, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.cnnturk.com/2012/dunya/03/13/israilli.vekillerin.abd.ziyareti.iptal/652935.0/index.html.
[8] “American-Israeli friction on Iran is evident in public opinion”, Pew Research Center, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.pewresearch.org/fact-tank/2013/11/20/american-israeli-friction-on-iran-is-evident-in-public-opinion/.
[9] “American-Israeli friction on Iran is evident in public opinion”, Pew Research Center, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.pewresearch.org/fact-tank/2013/11/20/american-israeli-friction-on-iran-is-evident-in-public-opinion/.
[10] “İran’ın nükleer programı: Cenevre’deki görüşmeler sonuçsuz kaldı”, Zaman, Erişim Tarihi: 21.11.2013, Erişim Adresi: http://www.zaman.com.tr/dunya_iranin-nukleer-programi-cenevredeki-gorusmeler-sonucsuz-kaldi_2165104.html.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Şili'de Başkanlık İçin İbre Michelle Bachelet'den Yana


Sahip olduğu zengin bakır madeni yatakları[1] sayesinde Güney Amerika’nın en hızlı gelişen ülkelerinden biri olan Şili’de dün (17 Kasım 2013) yapılan Başkanlık seçimleri ilk turu sonucunda, çocukluk yıllarından arkadaş olan iki kadın siyasetçi Michelle Bachelet ve Evelyn Matthei, diğer Başkan adayı olan rakiplerinin önünde yer alarak ikinci tura kalmayı başardılar. Ancak ilk turdaki oy oranlarında rakibine büyük fark atan Bachelet, ikinci tur öncesinde seçimlerin mutlak favorisi olarak gösteriliyor. Bu yazıda Şili’deki seçimleri mercek altına alacağım.

Şili halkı ülkeyi dört yıl boyunca yönetecek devlet başkanını belirlemek için dün sandık başına gitti. 9 adayın devlet başkanlığı için yarıştığı genel seçimlerde, aynı zamanda ülkede yerleri boşalan 20 senatör ve alt meclisin 120 yeni üyesi de beli oldu.[2]Ülkenin ilk kadın Başkanı olan Michelle Bachelet, üyesi olduğu ve efsanevi lider Salvador Allende’nin partisi olan Şili Sosyalist Partisi’nin başını çektiği Nueva Mayoria (Yeni Çoğunluk) adlı seçim ittifakı ile merkez solun adayı olarak girdiği seçimlerin ilk turunda oyların yüzde 46,67’sini toplayarak büyük bir zafer elde etti.[3] 15 Aralık 2013 tarihinde yapılacak ikinci tur öncesinde moral depolayan Bachelet, seçim sonrasında “Adayların sayısını dikkate aldığımızda, büyük çaba harcadık ve ilk turda kazanmaya çok yakındık. Bu gece kazandık ve Aralık ayında büyük bir zafer elde etmek için daha çok çalışacağız” şeklinde konuştu.[4] Bachelet’in ardından ise ikinci sırayı alarak ikinci turda yarışmaya hak kazanan aday, Bağımsız Demokratik Birlik Partisi – UDI’nin başını çektiği Alianza (Şili İttifakı) koalisyonunun desteklediği merkez sağ çizgideki Evelyn Matthei oldu. Yüzde 25 destek bulan muhafazakar aday, sonuçları değerlendirdiği konuşmasında ikinci tur için seçmenin desteğini istedi: “Şili için ikinci turlar iyidir; çünkü siyasete ılımlılık getirir ve daha odaklı konuşmalar yapılır. Bizim de ülkemiz için istediğimiz bu”.[5] Uzmanlar ikinci tur öncesinde sosyal demokrat Bachelet’in seçilmesine kesin gözüyle bakıyorlar.[6] Ancak kazananı büyük ölçüde önceden belli olan bu yarışın arka planında çok ilginç bir hikaye yatıyor.

BBC News’den Gideon Long’un kaleme aldığı haberde anlatılan hikaye, uzun yıllar öncesine 1958 yılına dayanıyor. Her ikisinin babası da Şili Ordusu’nda Hava Kuvvetleri’nde görev olan 1951 doğumlu Bachelet ve 1953 doğumlu Matthei, babalarının beraber görev yaptığı 1958 yılında Atacama Çölü’ndeki askeri üsten başlayarak çocukluklarında uzun süre beraber zaman geçirmişlerdir.[7] Aynı mahallede yaşayan ikili, aralarındaki 2 yaş farkına rağmen birlikte oynamışlar, beraber bisiklete binmişler ve aileleri arasındaki siyasal görüş farklılıklarına rağmen yakın arkadaş olmuşlardır. Aslına bakılırsa iki çocuğun babaları olan Alberto Bachelet ve Fernando Matthei de o dönemde iki yakın arkadaştır. Edebiyat ve müzik gibi ortak zevkleri paylaşan Michelle Bachelet ve Evelyn Matthei’nin kaderleri, 1973’ün kanlı Şili darbesi sonrası değişecektir. General Augusto Pinochet’nin ABD destekli bir darbe ile seçilmiş sosyalist Cumhurbaşkanı Salvador Allende’yi Başkanlık Sarayı içerisinde katletmesi, o yıllarda Türkiye solu da başta olmak üzere birçok solcuyu derinden yaralayan bir olay olmuş, Bachelet ve Matthei’nin hayatlarını da birbirinden koparmıştır. Bu dönemde solcu Alberto Bachelet tutuklanıp işkence görürken (en sonunda gördüğü işkencelere dayanamayarak kalp krizinden vefat etmiştir), sağcı Fernando Matthei ise Londra’da askeri ataşe olarak rahat bir hayat sürmektedir.[8] Her ne kadar Michelle Bachelet babasının durumu nedeniyle Matthei ailesini suçlamasa da, yakın arkadaşının başına gelenlere engel olamamak Fernando Matthei’yi de suçluluk psikolojisine sürüklemiş ve iki genç kadın arasındaki ilişkileri de baltalamıştır.

Yıllar sonra bu ikilinin yolları bir kez daha Başkanlık seçimleri için kesişmiştir. Daha önce 2010-2013 tarihleri arasında ülkenin ilk kadın Başkanı olarak görev yapan Bachelet ve sağ siyasette yıllar içerisinde yükselen Matthei’nin bu arkaplandaki hikaye ile renklenen yarışmalarının sonucu 15 Aralık’ta belli olacaktır. Bachelet’nin seçimlerde mutlak favori olduğu tekrar vurgulanmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı






[1] Bu konuda bir analiz için; Kıvanç Sağır (2013), “Bakır Madenleri Şili’yi Latin Amerika’nın Parlayan Yıldızı Yapıyor”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/bakir-madenleri-siliyi-latin-amerikanin-parlayan-yildizi-yapiyor/.
[2] “Şili’de genel seçim başladı”, Euronews, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2013/11/17/sili-de-genel-secim-basladi/.
[3] “Chilean presidential election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Chilean_presidential_election,_2013.
[4] “Şili’de devlet başkanı seçimi ikinci tura kaldı”, Euronews, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2013/11/18/sili-de-devlet-baskani-secimi-ikinci-tura-kaldi/.
[5] “Şili’de devlet başkanı seçimi ikinci tura kaldı”, Euronews, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2013/11/18/sili-de-devlet-baskani-secimi-ikinci-tura-kaldi/.
[6] “Michelle Bachelet favored to win Chilean presidency”, Unasur Outlook, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://unasuroutlook.org/index.php/michelle-bachelet-favored-to-win-chilean-presidency/.
[7] Gideon Long (2013), “Chile’s election: A tale of two daughters”, BBC News, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-latin-america-24938253.
[8] Gideon Long (2013), “Chile’s election: A tale of two daughters”, BBC News, Erişim Tarihi: 18.11.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-latin-america-24938253.

14 Kasım 2013 Perşembe

Tunus Gözlemleri


10-13 Kasım 2013 tarihleri arasında Friedrich Ebert Stiftung’un düzenlediği Young Leaders adlı bir program nedeniyle üç gün süreyle Tunus’un başkenti Tunis’te bulundum. MENA adı verilen Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkesindeki 10 civarındaki ülkeden gelen sosyal demokrat, sosyalist ve liberal siyasal veya sivil toplumcu genç aktivistlerle bir araya geldiğim bu organizasyonda ben de “Gezi Parkı Olayları: Türk Modelinin Süresi Doldu Mu?” konulu İngilizce bir sunum yaptım. Bu yazıda Tunus gözlemlerimi mizahi bir dille sizinle paylaşmak istiyorum.

İlk gözlem; 10 Kasım öğleden sonra vardığım Tunus’un başkenti Tunus ya da Tunis şehrini doğup-büyüdüğüm İzmir’e benzetiyorum. Havaalanı çıkışı şehre ilerlerken, sanki yıllar evvel ailemle İzmir’de havaalanından ya da otobüs garından eve dönerken geçtiğimiz yolda gibiyim… Anlaşılıyor ki ünlü Fransız tarihçi Fernand Braudel’in altını çizdiği Akdeniz Dünyası yahut Akdeniz Medeniyeti kavramı öyle boş bir söz değil… Tunus ve Türkiye arasında daha birçok benzerlik gözüme çarpacak. Ramada Hotel adlı bir otelde kalıyoruz. Güzel, sakin bir otel… Yıllar sonra tekrar Fransızca konuşmak hoşuma gidiyor. Başta biraz zorlanıyorum ama konuştukça açılıyorum. Tunus’ta herkes Fransızca biliyor. Türkiye’de Fransızca bilmek bir elit kimlik sağlarken, Tunus’ta anlıyorum ki o kadar da önemli değil. Tunus’ta Fransız etkisini hissetmemek elde değil… Zaten bu etkinin de sayesinde bu güzel ülkede demokrasinin yaşayabileceğine inanmak istiyorum. İlk gün katılımcılar ve organizatörlerle tanışarak geçiyor. Türkiye’den daha önce tanıştığım Cumhuriyet Halk Partisi üyesi iki genç sosyal demokrat Anıl ve Selda ile hemen “ne olacak bu Türkiye’nin hali” konulu sohbetlerimize başlıyoruz. Ancak Türkçe sohbetleri abartınca hemen diğer arkadaşlar itiraz ediyorlar; uluslararası platformlarda kavimciliğe yer yok, olmamalı da…  

İkinci gün program başlıyor… Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi ve sonrasındaki gelişmelerle ilgili sunumları dinliyoruz. Yasemin Devrimi sonrası yapılan seçimlerde ön plana çıkan İslamcı Ennahda Partisi’nin artan İslamcılık dozuyla ilgili yükselen endişelerin son dönemde Demokrat Yurtseverler Partisi Genel Sekreteri Şükrü Beliyd’in öldürülmesiyle tavana vurmasına karşın, Tunus’ta yeni anayasanın yürürlüğe girmesinin ardından demokrasinin burada yaşayabileceğine inanmak istiyorum. Sorunlar elbette var ve aslına bakılırsa oldukça da ciddi… Ancak MENA bölgesinde Türkiye ile beraber ayakta kalacak bir demokrasinin daha olması elbette tüm demokratların ortak isteği… Bu noktada Ennahda’nın Selefilerin baskısına yenik düşmemesi ve daha sorumlu davranması gerekiyor. Dinlediğimiz ve konuştuğumuz kişiler de Tunus’ta demokrasinin yaşayabileceğine inanıyorlar. Mısır’da çöken demokrasi Tunus için iyi bir ders olmalı.

2. gün sıra benim sunumumda… Gezi Parkı olaylarını anlatıyorum. Türkiye’deki demokrat muhalefetin varlığını göstermek açısından müthiş faydalı olmuş bir olay. Başbakan Erdoğan bunun farkında değil ama Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamaları bu gerçeği fark ettiğini gösteriyor. Bu gibi olaylar Türkiye’de demokrasinin cidden kökleşmeye başladığını gösteren olumlu adımlar. Keşke kolluk kuvvetinden gelen şiddet de olmasa ve gösteriler hep barışçıl devam edebilseydi… Yine de Türkiye siyasi tarihine geçecek bir olaydır. Bu olayların Türkiye modelinin revize edilmesi gerektiğini gösterdiğini söylüyorum. Daha az otoriter, daha özgürlükçü, gücü dağıtan yeni bir sisteme ihtiyacımız var. Alevi ve Kürt sorunlarını bir takım formüller geliştirerek çözmeliyiz. Ancak bu şekilde MENA ülkelerine iyi bir model olabiliriz. Yoksa tek adama dayalı yönetimler zaten bu ülkelerin yakın geçmişte kurtuldukları yönetim şekilleriydi. Bu görüşlerim gördüğüm kadarıyla diğer ülkelerden gelen katılımcılardan da destek görüyor. Özellikle Cumhurbaşkanı Gül’e yönelik bir sempati var. Muhalefetten de artık daha yüksek oy almaları ve güçlenmeleri bekleniyor. Başbakan Erdoğan’a yönelik eski sempati ise maalesef kalmamış… Ancak televizyon dizilerimizin de etkisiyle ülkemize yönelik bir ilgi olduğunu görebiliyorum.

MENA ülkelerinden gelen gençler arasında da bizde olduğu gibi laikliği savunan, sosyal demokrat değerlerle yoğrulmuş arkadaşlar var. Küreselleşme ve teknoloji artık hayatları dünyanın her yerinde birbirine yakın hale getiriyor. Öyle ki gittiğimiz gece kulübünde çalan şarkılar bile Türkiye’deki ve Kıbrıs’taki gece kulüpleriyle aynı. Kılık-kıyafetler birbirine benzemiş, konuşmalardaki konular bile artık aynı; Messi’nin sol ayağı, Ronaldo’nun jöleli saçları, Angelina Jolie’nin dudakları, Sarkozy-Bruni aşkı, Rihanna’nın başörtülü seksi pozları vs… Konuşmamda da söylediğim gibi elbette Türkiye Avrupa Birliği’ni hedeflemeli ve bu yönde adımlar atmalı. Ancak bu demek değildir ki Akdeniz gibi ortak bir kültürü paylaştığımız ülkelerle ilişkilerimizi geliştirip yeni ortaklıklar kurmayalım. Ama iktidarın tercihi bu bölgeden ziyade Körfez ülkeleri gibi gözüküyor…

Arap gençlere hangi Türkleri tanıdıklarını soruyorum. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ü herkes biliyor. İslam İşbirliği Teşkilatı Başkanı Profesör Ekmeleddin İhsanoğlu’nu duyanlar da var. Yazarlarımızdan Elif Şafak’ı okuyanlar olmuş; sanırım Fransızcası’ndan okumuşlar. Şarkıcılarımızdan Tarkan çok iyi biliniyor. Aktörlerimizden de Kıvanç Tatlıtuğ. Öyle ki Türk modeli sunumumda Kıvanç Tatlıtuğ’un resmini gösterince herkes gülmeye başlıyor. Erdoğan’ın bıyığı değilse bile Tatlıtuğ’un sarı saçları Arap dünyasında sempati toplamaya devam ediyor… Umarım siyaset arenasında ve popülarite yarışında kendisine hiçbir rakip istemeyen Başbakan Erdoğan, bu genç oyuncumuza da kıskançlıkla bir fenalık yapmaya kalkmaz.

3. günün ardından Tunus’a veda ediyorum. İnsan ya okuyarak ya da gezerek öğrenir derler. Ben zamanında çok okudum ve şimdi biraz yoruldum. Biraz da gezmek gerek… Kıbrıs’tan sevgilerimle…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

13 Kasım 2013 Çarşamba

Tunus'taki “Gezi Protests: Turkish Model Expired?” konulu konferansım


12 Kasım 2013 tarihinde Tunus Ramada Hotel'de FES'in düzenlediği Young Leaders programı kapsamında bir oturuma katıldım ve "Gezi Protests: Turkish Model Expired?" adlı bir sunum gerçekleştirdim. Bu sunumla ilgili tüm detaylara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz. Sevgilerimle.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

1 Kasım 2013 Cuma

Rusya Geri Dönüyor Mu?


Geçtiğimiz günlerde yapılan Gürcistan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Rusya destekli ve esasen çok zengin bir işadamı olan Başbakan Bidzina İvanişvili’nin desteklediği Georgi Margvelaşvili’nin açık ara farkla kazanması[1], kuşkusuz 2003 yılında yaşanan Gül Devrimi[2] sonrasında Eduard Şevardnadze’nin Mihail Saakaşvili ile yer değiştirmesi neticesinde Batı lehine bir güç kaymasının yaşandığı Gürcistan’da dengelerin yeniden Rusya lehine eski çizgisine döndüğünü ispatlıyordu. Aslına bakılırsa Vladimir Putin’in Devlet Başkanlığı görevini üstlendiği 2000 yılından itibaren eski Sovyet coğrafyasında yeniden atağa kalkan Rusya Federasyonu’nun geri dönüşü bu olayla da sınırlı tutulamaz. Bu yazıda Rusya’nın dönüşünü kısaca size özetlemeye çalışacağım.

Amerika Birleşik Devletleri’nin muazzam askeri kapasitesini kullanarak Afganistan ve Irak işgali ve Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan “renkli devrimler” süreciyle Cumhuriyetçiler (George W. Bush) döneminde başlayan jeopolitik yayılması, 2008 yılında Rus tanklarının Gürcistan’a girip 5 gün içerisinde ülkede kontrolü sağlamasıyla sonuçlanan Güney Osetya Savaşı (2008 Rusya-Gürcistan Savaşı) ile dengelenmişti. Turuncu devrim[3] sonrasında bir diğer Batı yanlısı iktidarın kurulduğu Ukrayna’da da, doğal gaz kartını kullanarak Viktor Yuşçenko yerine Viktor Yanukoviç’i göreve getiren Rusya, yakın coğrafyasında NATO müttefiki bir ülke istemediğini ve Amerikan yayılmasına Karadeniz’de izin vermeyeceğini kesin olarak gösteriyordu. 2011 yılında başlayan Arap Baharı süreci ise, Amerikan jeopolitik yayılma stratejisinin Başkan Obama döneminde de Orta Doğu merkezli olarak devam ettiğini gösteriyordu. Rusya’nın bu süreci dengelemesi de fazla uzun sürmedi. 2011 yılından başlayarak önce Tunus, sonra Mısır, daha sonra Libya’da yaşanan iktidar değişimleri Rusya için alarm zillerinin yeniden çalmasına neden oldu. Libya’da NATO bombardımanı ile yaşanan ve Kaddafi’nin korkunç ölümüyle sonuçlanan gelişmelerden sonra sıranın İran’a geleceğini öngören Rusya, bu nedenle olayların bir sonraki durağı olan Suriye’de ön alma stratejisini benimsedi. Nitekim Rusya Federasyonu, İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah’ın devreye girmesiyle savaşı kaybetme noktasına gelen Suriye’deki Beşar Esad yönetimi, bir anda yeniden güç ve moral depolayarak atağa kalktı ve Özgür Suriye Ordusu’nun ve El Nusra Cephesi gibi radikal İslamcı grupların gücünü dengeledi. Bugün Suriye’de yaşanan durumu askeri uzmanlar satrançtaki “pat” durumuna benzetiyorlar. Nitekim Rusya’nın gösterdiği bu direnç neticesinde, Suriye yönetimine alerjik Amerika Birleşik Devletleri’nin de -Türkiye’nin yoğun ısrarlarına karşın- Suriye’de kimyasal silahların yok edilmesi karşılığında barışçıl bir geçiş formülüne sıcak bakacağı ve Esad yönetimini tolere edeceği anlaşılıyor. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde ABD Dış İşleri Bakanı John Kerry kimyasal silahların yok edilmesi konusunda uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapan Esad yönetimine teşekkür dahi etti.[4]

Hayatını ülkesine adamış bir lider olduğu söylenen Vladimir Putin’in bu süreçte geliştirdiği dengeleme stratejisi, önceki renkli devrimler sürecinde geliştirilen dengeleme stratejisinden farklı olarak ilk kez “yumuşak güç” boyutunu da taşıyor. Genelde askeri güç yanlısı olan ya da doğal gaz kartı ile komşu ülkeleri hizaya getiren Rusya, Putin sayesinde bu defa SSCB’den yıllar sonra ilk kez yumuşak güç kullanmayı ve dünya siyasetinde neredeyse bir “süper güç” konumu kazanmayı başardı. Amerikan New York Times gazetesine yazdığı “A Plea for Caution From Russia” makalesinde[5] dile getirdiği düşüncelerle Amerikan istisnacılığına karşı haklı argümanlar geliştirmeyi başaran Putin, böylelikle bu ülkenin politikalarından hoşnutsuz olan tüm ülkelerin sözcüsü haline gelerek, ülkesi adına müthiş bir geri dönüşü başarıyla gerçekleştirdi. Öyle ki Putin bu olayın ardından Uluslararası Dünya Halklarının Manevi Birliği Kurumu tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi[6] ve Forbes dergisinin dünyanın en güçlü liderleri sıralamasında ilk sırayı ABD Başkanı Barack Obama’nın elinden alarak birinci sıraya oturdu.[7] Rusya’nın son atağı ise Gürcistan’da parlamento seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de desteklediği adayın seçilmesi oldu. Bir diğer önemli hadise, Avrupa ve ABD ile de yakın bağlar geliştirmeye çalışan Ermenistan’ın Rusya’nın yönlendirmesiyle Rusya’nın Gümrük Birliği’ne katılması oldu.[8] Yakın coğrafyasındaki bir diğer önemli ülke olan Azerbaycan’da dengeleri kendi lehine değiştirmese de, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in görevde kalmasıyla[9] durumunu koruyan Rusya’nın bundan sonraki stratejisi ekonomik olarak çöküş yaşayan Avrupa’da gücünü yeniden arttırmak olacaktır. 

 

Elbette Rusya Federasyonu’nun bu tarihi geri dönüşüne imkân veren bazı önemli etkenler bulunuyor. Jonathan Adelman’a göre bunlar arasında Obama yönetiminin Orta Doğu’da askeri güç uygulama stratejisini rafa kaldırması, Avrupa Birliği’nin ekonomik krizde olması, Japonya’nın düşüşü, Hindistan’ın ekonomik sorunları ve Çin’in iç meselelerine odaklanması gibi faktörler başı çekiyor.[10] Ancak Adelman ve yine birçoklarına göre Rusya’nın bu durumu sürdürmesi kolay değil, zira boru hatları diplomasisindeki tüm gayretlerine ve akıllı adımlarına karşın Rusya ekonomisi geçmişteki Sovyet ekonomisi ve günümüz Amerikan ekonomisine kıyasla minyatür bir görüntü sergiliyor. Ülkedeki yaygın yolsuzluk, otoriter rejime yönelik tepkiler ve Batı ülkelerinden 10 yıl daha kısa olan ortalama yaşam süresi[11] gibi faktörler Rusya’nın bu adımlarını iç politikasında da atacağı bazı adımlarla desteklemesi gerektiğini gösteriyor. Şu da bir gerçek ki, artık Rusya’nın geçmişte cazibe merkezi olmasını sağlayan komünizm gibi bir ideal yok. Bu durumda Rusya’nın ve diğer alternatif güç merkezlerinin cazibesi sadece ABD ile sorun yaşayan ülkelere sunacakları fırsatlardan ileri geliyor. Veyahut Putin’in son makalesinde ifade ettiği hususları bir yeni ideolojik formata çevirip dünya kamuoyuna sunması gerek. Ancak kendi içerisinde de ciddi demokrasi sorunları olan Rusya’nın bunu başarabilmesi de kolay gözükmüyor.

 

Son olarak şu da bir gerçektir ki, Rusya’dan artık yeni bir Dostoyevski, Tolstoy ya da Çaykovski çıkmıyor. Bunlar da kadim Rus medeniyetinin internet ve post-modernizm çağında yeni bir atılıma ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Bu nedenle Rusya’nın geri dönüşü konusunda iddialı yorumlar yapmak için henüz acele etmemek gerekiyor.

 

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı



[1] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Gürcistan’da Saakaşvili Dönemi Resmen Sona Erdi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/gurcistanda-saakasvili-donemi-resmen-sona-erdi/.
[2]  Gürcistan’da, 2003 yılında Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’nin görevini bırakmak zorunda kalmasıyla sonuçlanan barışçıl halk hareketi.
[3] Turuncu Devrim Ukrayna’daki 21 Kasım 2004 Cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde, Kasım 2004’ten Ocak 2005’e kadar yaşanan politik olaylara verilen genel addır. Turuncu denilmesinin sebebi başkan adaylarından olan ve seçimlere hile karıştığını iddia eden Viktor Yuşçenko'nun seçim kampanyası dönemince bu rengi kullanmasıdır. Olaylar sonucunda Batı yanlısı Viktor Yuşçenko 23 Ocak 2005 tarihinde yemin ederek Cumhurbaşkanlığı görevine başlamıştır. Yuşçenko’nun bu dönemde zehirlenmesi hadisesi de akıllarda yer etmiştir.
[4]ABD ve Rusya Suriye’yi görüştü, Kerry Esad’a teşekkür etti”, Meltem Haber, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.meltemhaber.com/?haber,10048.
[5] Putin, Vladimir V. (2013), “A Plea for Caution From Russia”, The New York Times, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2013/09/12/opinion/putin-plea-for-caution-from-russia-on-syria.html?smid=tw-share&_r=1&.
[6]Putin Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi” , CNN Türk, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.cnnturk.com/2013/dunya/10/03/putin.nobel.baris.odulune.aday.gosterildi/725723.0/.
[7] “Forbes reveals World's Most Powerful People 2013 - with Vladimir Putin taking top spot”, The Independent, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.independent.co.uk/news/world/politics/forbes-reveals-worlds-most-powerful-people-2013--with-vladimir-putin-taking-top-spot-8913265.html.
[8] “AB, Ermenistan'ı Rusya'nın Gümrük Birliği'ne kaptırdı”, EurActiv, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.euractiv.com.tr/ticaret-ve-sanayi/article/ab-ermenistan-rusyanin-gumruk-birligine-kaptirdi-028327.
[9] “Azerbaycan’da İlham Aliyev Yeniden Cumhurbaşkanı Seçildi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/azerbaycanda-ilham-aliyev-yeniden-cumhurbaskani-secildi/.
[10] Adelman, Jonathan (2013), “Russia is Back”, Huffington Post, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://www.huffingtonpost.com/jonathan-adelman/russia-is-back_b_4087429.html.
[11] Vladimir Putin’in ülkesinde uygulamaya soktuğu yakın tarihli alkol kısıtlamalarının önemli bir sebebi de Rusya’da alkol bağımlılığı nedeniyle ortalama insan yaşamı özellikle de ortalama erkek yaşamı ömrünün Batı ülkelerine kıyasla çok daha kısa olmasıdır. (“List of countries by life expectancy”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 02.11.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_life_expectancy.)