30 Eylül 2016 Cuma

Didier Billion'dan 'Türkiye'de Türbülansların Artması'


Kısaca IRIS olarak bilinen Fransız düşünce kuruluşu Institut de Relations Internationales et Stratégiques (Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü)[1] Direktörü ve Türkiye uzmanı bir Fransız akademisyen olan Didier Billion[2]Diplomatie dergisinin 82 nolu Eylül-Ekim 2016 sayısında “Multiplication des turbulences en Turquie” (Türkiye’de Türbülansların Artması) adlı güncel bir makale kaleme almıştır. Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 askeri kalkışması ve diğer önemli siyasi sorunların işlendiği bu makale, Fransız bir uzmanın gözünden Türkiye’de son yıllarda yaşananların anlaşılması açısından faydalı olabilir.

Didier Billion

Billion’a göre; 2002’de iktidara geldiği günden itibaren Türk siyasal hayatında baskın bir görüntü çizen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), İslamcı, ılımlı İslamcı, Müslüman muhafazakâr, İslami demokrat gibi farklı tanımlamalara maruz kalsa da, aslında 2009-2010 yıllarına kadar daima demokratik özlemleri yansıtan bir parti olmayı başarmıştır. Bu, bir anlamda, Batılılaşmış Kemalist ve laik orta sınıflara karşı Anadolu’da ortaya çıkan ve İslami eğilimli yeni orta sınıfların mücadelesini yansıtmaktadır. Bu yıllarda, AK Parti ve lideri Recep Tayyip Erdoğan, Kemalist askeri ve yargı kurumlarına karşı demokrasinin bayraktarlığını yapmıştır. Ancak AK Parti’nin, devlet kadrolarını büyük ölçüde ele geçirdikten sonra, önce laik ve Kemalist, daha sonra da Fethullah Gülen cemaatine yakın muhafazakâr kişilere karşı başlattığı tasfiye operasyonları, Türk siyasal kültüründe devletin siyaset üstü ve tarafsız kalamadığının bir ispatı niteliğindedir. Zaten kurulduğu günden beri, Türkiye Cumhuriyeti, aslında bir “kavga Cumhuriyeti” (république de combat) olmuştur. Türk siyasal elitleri, Sünni Müslüman ve Türk kimliğinde homojen bir toplum yaratmak istedikleri için, devleti daima araçsallaştırmışlardır. AK Parti, kurulduğu dönemde bunlara tepki olarak ortaya çıksa da, kısa sürede eski siyasal geleneği sahiplenmiştir.


Türkiye, bugün de iki farklı kimliğe sahiptir; ilki, kültürel ve siyasal açıdan muhafazakâr ama ekonomide liberal olan Müslüman Türkiye, diğeri ise, modernist ve seçkinci laik Türkiye’dir. Recep Tayyip Erdoğan, bu siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı çok iyi anladığı için, daima tercihlerini daha kalabalık bir grup olan Müslüman Türkiye’den yapmakta ve bu sayede seçim başarısını garanti altına almaktadır. 2010-2011’den itibaren AK Parti ve Erdoğan’ın otoriterleşmesinden bahsedilse de, aslında meseleye devletin araçsallaştırılması ve tarafsızlığını kaybetmesi bağlamında bakıldığında, AK Parti’nin Cumhuriyet tarihi boyunca gözlemlenen devletçi çizgiyi devam ettirdiği iddia edilebilir. 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarından itibaren karşılaştığı toplumsal muhalefet, bu nedenle Erdoğan’ı çok rahatsız etmiş ve Erdoğan, kutuplaşmayı daha da arttıran açıklama ve politikalarla gücünü konsolide etmiştir. Bu, aslında laik otoriter dönemin bir ürünü olan Türk siyasal kültürü ve devlet geleneğinin, İslami şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Bu ortamda, Erdoğan’ın Türk tipi Başkanlık sistemi önerisi daha da önemli hale gelmektedir. 21. yüzyılda devlet yönetimini daha etkin hale getirmek argümanıyla savunulan Başkanlık sistemi, aslında Erdoğan’ın ülke adına en doğru kararları kendisinin vereceğine dair duyduğu sarsılmaz inancı yansıtmaktadır. Bu adım, Türkiye’yi Alan Rouquié’nin “hegemonik demokrasiler” (démocraties hégémoniques) adını verdiği bir sisteme dönüştürür ve azınlıkları hedef gösterildikleri zor bir duruma düşürebilir. Otoriter bir model olan bu tip bir yönetim, buna karşın diktatörlük ya da totaliter bir sistem de değildir. 15 Temmuz darbesi hakkında görüş vermek için henüz çok erken olsa da, Erdoğan’ın bu şoku çok iyi bir fırsata çevirdiği ve tüm muhalefeti devletten tasfiye etmeyi başardığını söylemek mümkündür.

Türkiye’nin dış politikada da ciddi sorunları bulunmaktadır. 2011 yazından itibaren Suriye ile ilişkilerde keskin bir dönüşüm gerçekleştiren Erdoğan ve önce Dış İşleri Bakanı, sonra da Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu, Suriye’deki Esad yönetiminin beklenmedik direnişi ve IŞİD gibi radikal grupların ortaya çıkışı nedeniyle zor duruma düşmüşlerdir. Neticede, 900 kilometrelik ortak sınırı olan bir komşusunun dinamiklerini anlayamayan bir ülkenin dış politikadaki başarısından söz etmek zordur. İsrail ve Rusya ile de bu dönemde siyasal krizler yaşayan Türkiye, 2016 yazından itibarense bu ülkelerle bir normalleşme sürecine girmiştir. Buna karşın, Suriye krizinin tetiklediği Kürt Sorunu da halen bu ülke açısından varoluşsal bir sorun niteliğindedir. 1984’den beri Türk Devleti’ne karşı savaşan PKK, Ankara için 1 numaralı düşman olmaya devam ederken, Suriye Kürtlerinin birleşmesi ve Rojava direnişiyle birlikte özerklikten söz etmeye başlamaları Türkiye’yi tedirgin etmiştir. Türkiye, bu dönemde Suriye sınırında PKK’nın uzantısı PYD ile çevrilmek durumunda kalmıştır. PYD’nin IŞİD’e karşı kazandığı zaferler ise, Türkiye’yi daha zor zor duruma düşürmüş ve bu örgüte yönelik uluslararası desteği arttırmıştır. Buna karşın, Ankara’da antropolojik bir Kürt karşıtlığı yoktur ve Mesut Barzani’nin lideri olduğu Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkiler iyi seviyededir.

Bunlara ek olarak, NATO savunma sisteminin 2011 yılında yerleştirilmesinden sonra -her ne kadar bu füze sistemi savunma amaçlı olsa da- Tahran’la ilişkileri gerilen Ankara, 2015 yılında Rusya ile yaşanan jet krizi sonrasında NATO’yu acil toplantıya çağırmış ve bu isteği hemen kabul edilmiştir. Yazara göre, bu iki somut unsur, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyarak Batı ittifakı içerisinde kalmak istediğinin kanıtı olarak görülebilir. İsrail’le ilişkiler de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bill Clinton döneminde 1996 yılında tesis edilen İsrail-Türkiye askeri işbirliği, George W. Bush döneminde ABD’nin tek taraflı (unilatéraliste) politikaları sonucunda Ankara’nın İsrail ve bu ülkeden uzaklaşmasına neden olmuş, ama 2016 yazından itibaren İsrail’le ilişkiler yeniden düzeltilmiştir.

Avrupa Birliği ile ilişkiler de bir diğer önemli dış politika gündemidir. Her ne kadar Pew Araştırma Şirketi’nin 15 Ekim 2015 tarihinde yayınladığı bir araştırmada Türklerin yüzde 55’inin ülkelerinin AB üyesi olmasını istedikleri (% 32’si karşı çıkıyor, % 12’si ise kararsız) ortaya çıksa da, şu da bir gerçektir ki 1999-2005 yılları arasındaki AB üyeliği heyecanı kaybolmuştur. Dahası, Türkiye’nin AB üyeliği için şu 3 konuda AB’nin perspektifi netleştirilmelidir; AB’nin sınırları, Avrupa değerleri ve Avrupalı kimliği ve uluslararası arenada Avrupa gücünün korunması. Dış politikada, AB, Türkiye ile mi Türkiye’siz mi daha etkili olur? Türkiye’nin entegre olduğu ya da olmadığı bir Avrupa mı daha güçlü olur? Bu sorular da halen gündemde ve cevapsızdır…

Billion’a göre, sonuç olarak, Türkiye pek iyi bir dönemden geçmese ve birçok iç politik ve diplomatik türbülans yaşasa da, bu ülkenin potansiyeli halen gelişmeye açık ve bölgesel güç ve uluslararası arenada saygın bir aktör olmaya uygundur…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; http://www.iris-france.org/.

29 Eylül 2016 Perşembe

Jean Marcou'dan 'Türkiye'de İslamcılık ve Post-İslamcılık'


Sciences Po Grenoble’da[1] ders veren Türkiye uzmanı Fransız akademisyen Jean Marcou, aynı zamanda kısaca OVIPOT olarak bilinen ve IFEA (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) kapsamında kurulmuş olan İstanbul merkezli Fransız Türkiye Çalışmaları Enstitüsü “Türk Siyaseti Gözlem Merkezleri Kaynakları”nda da[2] analizleri yayınlanan önemli bir bilimadamıdır. Marcou, 2004 yılında yayınlamış olduğu « Islamisme et “post-islamisme” en Turquie » adlı makalesinde[3], Türkiye’deki İslamcılık ve post-İslamcılık tartışmalarına değinmiştir. Bu yazıda, Marcou’nun makalesinin özetlenmesi ve makaledeki fikirlerin eleştirilmesi amaçlanmaktadır.

Jean Marcou

Marcou’ya göre, Türkiye, Kemalist dönemden beri Müslüman dünyasının merkezinde laiklik (laïcité) özelliğiyle dikkat çeken bir ülke olmuştur. Ancak 1980’lerde Refah Partisi ve onun lideri Necmettin Erbakan’la başlayan İslamcılığın yükselişi, 1996’da İslamcıları ilk kez iktidara taşımış ve Erbakan Başbakan olmuştur. 28 Şubat süreci nedeniyle kısa süren bu iktidar dönemi, Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve Fazilet Partisi deneyiminin başarısız olması neticesinde Türkiye’deki İslamcıları yeni bir aşamaya getirmiş ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), 2001 yılında böyle bir ortamda kurulmuştur. 2002 yılındaki genel seçimlerde birinci parti olan ve tek başına hükümet kurmayı başaran AK Parti ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’deki İslamcıların önceki başarısız denemelerinin ardından, parlamenter demokratik sistemi benimseyen ve devletin laik niteliğine ilkesel olarak karşı çıkmayan bir çizgide kurulmuştur. Hatta partinin öncelikli hedefleri arasında, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üye yapmak bile vardır. AK Parti hakkında bu dönemden başlayarak 2 ana görüş belirmiştir. Birinci ve bu partiye güvensizlik besleyen görüş, AK Parti’yi Batı dünyası ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin kontrolünde, onları memnun etmek için İslam dünyasına yönelik aktif politikalar geliştiren ve İslamcılıktan sapmış bir parti olarak değerlendiriyordu. İkinci ve daha olumlu görüş ise, AK Parti’yi otoriterlik ve İslamcılık arasına sıkışan Müslüman toplumlarına rehberlik edebilecek ve İslami kitleleri kültürel ve dini kimliklerini koruyarak demokrasiye eklemleyebilecek demokratik bir hareket olarak görüyordu.

Bu giriş bölümünün ardından Türkiye’deki İslamcı hareketin gelişim sürecini incelemeye başlayan Marcou, ilk olarak Kemalist tek-parti dönemine odaklanmaktadır. Kademeli olarak[4] Türkiye’deki İslamcılığı zayıflatmaya ve topluma laikliği benimsetmeye çalışan Mustafa Kemal Atatürk, tek-parti döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da kurarak, dini anlamda topluma bir yeknesaklık kazandırmak istemiştir. Bu yeknesak kimlik, Sünni-Hanefi İslam çizgisinde olmasına karşın, devletin dini birçok alanda kontrol etmesi ve laikliği teşvik etmesiyle nedeniyle radikal bir nitelik kazanmamıştır. Ayrıca Türkiye’de azımsanmayacak sayıda olan Alevi cemaati, bu yeknesaklığa dayalı sistem içerisinde temsil edilememiş, buna karşın radikal İslam korkusu nedeniyle laik Cumhuriyet’e daima destek vermiştir. Bu ilk dönemin ilerleyen on yıllarında, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel gibi merkez sağcı popülist politikacılar, devletin Sünni Müslüman kitleleri birçok noktada kısıtlayan politikalarına tepki gösteren ama Cumhuriyet ideolojisine bağlı kalmaya devam eden İslami politikalar geliştirmişlerdir. Bu sağ liderler de İslam dinine siyasetlerinde yer vermelerine karşın, Türkiye’de siyasal İslam akımını başlatan parti 1969 yılında Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan ve Milli Görüş ekolünü başlatan Milli Nizam Partisi (MNP) olmuştur. 1973 genel seçimlerinde yüzde 12 gibi yüksek bir oya ulaşan -12 Mart muhtırası sonrasında kapatılan- MNP’nin ardılı MSP (Milli Selamet Partisi) ise, Türkiye’de siyasal İslam’ın zirveye giden hikâyesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1970’lerin istikrarsız siyasi tablosunda, MSP lideri Erbakan, diğer partilerle koalisyon pazarlıklarına girerek siyasal hareketini merkez siyasete kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu yıllarda önce Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), daha sonra da sağcı Milliyetçi Cephe hükümetlerinde kritik Bakanlıkları alan parti ve Başbakan Yardımcılığı yapan Erbakan, böylelikle katı laik çizgideki devlete İslamcı çizgiyi kabul ettirmiştir. Bu durum, aslında Türkiye siyasal sisteminin en katı gözüktüğü dönemde bile İslamcı çizginin daima güçlü olduğunun ispatı niteliğindedir. MSP incelendiğinde, bu partinin üyeleri ve seçmenlerinin tamamen inançlı Müslümanlardan -çoğu farklı tarikat ve cemaatlere üye olan- oluştuğu görülmektedir. İsmindeki “milli” ibaresine karşın, bu partinin milliliği laik milliyetçilikten çok farklı bir çizgide ve daha çok Osmanlıcı bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Bu kültürel söylem, ağır sanayiye ağırlık veren kalkınmacı ve devletçi bir ekonomi politikasıyla da desteklenerek, ortaya somut ve özgün bir ideoloji konulmuştur. Aşırı sol ideolojilerin çok güçlü olduğu ve dinin toplumsal yaşamda yerinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemde, bu devletçi-kalkınmacı ve İslamcı ideoloji, devlet tarafından da makbul görülmüştür. Bu yıllarda, Türkiye’deki İslamcı hareket, radikal bazı niteliklerine karşın parlamenter demokrasiye bağlı ve farklı partilerle koalisyona girmekten çekinmeyen bir görüntü çizmeyi başarmıştır.

Türkiye’deki siyasal İslam hareketinin ikinci dönemi, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra gelişmiştir. Nitekim Erbakancıların ve Milli Görüş hareketinin desteklediği Refah Partisi (RP) 1983’te kurulsa da, Erbakan’ın partinin başına geçmesi ancak 1987’de gerçekleşebilmiştir. Bu dönemde, merkez-merkez sağda yer almasına karşın, Başbakan Turgut Özal’ın bireysel dindarlığı ve Arap dünyası ile yakın ilişkiler geliştirmeyi öngören piyasacı ideoloji, Refah’ın yükselmesine engel teşkil etmiş ve İslamcı sağ kitleler büyük ölçüde Özal’a yönelmişlerdir. Ancak Özal’ın sihri kaybolmaya başlayınca, İslamcı Refah Partisi, 1989 yerel seçimleri ve 1991 genel seçimlerinden itibaren hızla yükselmiştir. Bu doğrultuda, Erbakan’ın partisi 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’nın Büyükşehir Belediyelerini kazanmış, 1995 yılındaki genel seçimlerde de yüzde 21 oyla birinci parti olmayı başarmıştır. Refah, bu yıllarda başarılı bir stratejiyle, sağ seçmenlerin ekonomik hoşnutsuzlukları ile devletin laik engellemeleri arasında bir bağ kurmuş ve bu sayede İslamcı seçmenin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. 1996 yılında Erbakan’ın Başbakan olmasıyla zirveye çıkan Milli Görüş, Refahyol hükümetinin (Erbakan’ın Refah Partisi ile Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi’nin koalisyonu) Refah Partisi içerisindeki radikallerin sorumsuz açıklamaları nedeniyle koalisyonun 28 Şubat sürecinde yıkılması ve partinin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması nedeniyle sarsılmıştır. Fazilet Partisi adıyla Milli Görüş’ün yeni bir partisi hemen kurulsa da, bu parti de daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve asla Refah’ın başarısına ulaşamamıştır.

Marcou’ya göre, Türkiye’deki İslamcı hareketin üçüncü dönemi ise, 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla başlamıştır. Refah Partisi’nden 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş olan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, ılımlı İslamcı bir siyasal ideoloji üzerine kurulmuştur. Türkiye’deki seçim sistemi sayesinde sadece yüzde 34 oyla tek başına iktidar olan AK Parti, 1990’ların ekonomik ve siyasal açıdan istikrarsız tablosuna tepki olarak ortaya çıkmış ve kısa sürede çok başarılı bir performans göstermiştir. Özal ve ANAP’ın tek parti iktidarları sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri dönemlerinde yaşanan ekonomik ve siyasal krizler, Türkiye halkında güçlü hükümet isteğini tetiklemiş ve Erdoğan gibi karizmatik ve otoriter eğilimli bir liderin önünü açmıştır. Diyalog ve konsensüs gibi terimleri öğrenen Türkiye’deki İslamcı hareket, AK Parti deneyimiyle beraber artık Türkiye’yi yönetebilir hale gelmiş ve adeta evrim geçirmiştir. Bu dönemde Türkiye’deki laik hareket “derin devlet” ve “yolsuzluk” gibi olumsuz çağrışımlar yaparken, AK Parti ve İslamcı hareket ise iyiyi, güzeli ve temizliği temsil etmeye başlamıştır. Erbakan’ın güçten düşüşünü çok iyi gözlemleyen Erdoğan, sistemle kavga ederek bir yere gelemeyeceğini anlamış ve İslamcı ideolojisini arka plana atarak, güç odaklarıyla iyi geçinmeye gayret etmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıldızı parlayan Erdoğan, aradığı siyasal fırsatı büyük 1999 depremi ve 2001 ekonomik krizi sonrasında çökmüş bir Türkiye sayesinde bulmuştur. Partisini “muhafazakâr demokrat” (conservateurs démocrates) olarak tanımlayan Erdoğan, böylelikle Avrupalı “Hıristiyanlar Demokratlar”a muadil bir görüntü vermeye gayret etmiştir.

Peki, AK Parti ideolojik olarak nasıl değerlendirilmelidir? Jean Marcou’ya göre, Fransız medyası da dünya medyası da bu konuda bir akıl karışıklığı yaşamaktadır. Le Monde gibi bazı gazeteler partiyi “İslami bir parti” olarak tanımlarken, kullanılan diğer ifadeler arasında “ılımlı İslamcı”, “İslamcı demokrat” ve “İslamcılar” gibi terimler vardır. Elbette Türkiye’deki İslamcı hareketinin ana omurgasını teşkil eden bir partiyi kapsamlı sosyolojik ve siyasi analizler yapmadan tanımlamak zordur. Örneğin, gazeteci Ruşen Çakır, AK Parti için “İslamcı demokrat” terimini kabul etmez ve bunun yerine “eski İslamcı” ifadesini daha yerinde bulur. Sosyolog Ferhat Kentel de, Türkiye’deki İslamcı hareketin son 20 yılda çok değiştiğini ve Türkiye’de şeriat hukukuna desteğin yüzde 5 ile yüzde 7 arasında sınırlı olduğunu söyleyerek, AK Parti için kullanılan “İslamcı” etiketini reddetmektedir. Laik ve Avrupa yanlısı Deniz Vardar ise, AK Parti’nin aşırı sağ Milli Görüş geleneğinden gelen popülist radikallerin kurduğu ama Avrupa normları ve demokrasiyi kabul ederek merkez sağ partilere benzeyen bir nitelikte olduğunu söylemiştir. Bu nedenle, Marcou’nun düşüncesinde, AK Parti’yi “Post-İslamcılık” kavramı ve tartışmaları etrafında değerlendirmek daha doğru olabilir.

Post-İslamcılık, siyasal İslam veya İslamcılık’tan farklı olarak, serbest piyasa ekonomisine daha büyük önem veren bir niteliktedir. Buna karşın, İslami değerler, aile kurumunu yücelten ve koruyan politikalar ve milli değerlere gösterilen büyük saygı ile korunmaktadır. Bu bağlamda, partinin ideologlarından olan Yalçın Akdoğan’ın “Muhafazakâr Demokrasi” (La démocratie conservatrice) programı önemli bir veridir. Post-İslamcılık’ın İslamcılık ve onun Türkiye şubesi olan Milli Görüş’ten temel farkları; İslam dünyası yerine Avrupa odaklı olması ve serbest piyasaya daha açık olmasıdır. Bu ve benzeri görüşler, Marcou’nun makalesinin ana fikrini oluşturmaktadır.

Makale, Türkiye’nin AB üyeliği motivasyonuyla hareket ettiği 2000’li yılların başında ve AK Parti’nin ekonomik açıdan Kemal Derviş programını devam ettirerek çok başarılı olduğu bir dönemde yazıldığı için, genel olarak iyimser bir çizgide olduğu söylenebilir. Ancak elbette uzun süren AK Parti iktidarı, 2010’lu yıllardan itibaren bu ilk yıllarındaki başarısını koruyamamıştır. Partinin İslamcı eğilimleri yıllar içerisinde daha baskın hale gelmiş ve parti içerisindeki çok sesli ve çok renkli yapı kaybolmuştur. Merkez sağ, liberal ve hatta Ertuğrul Günay gibi solcu isimler partiden ayrılırken, yerlerine tamamen İslamcı isimler yerleştirilmiş ve AK Parti, Refah Partisi’nin devamı niteliğinde bir parti hüviyeti kazanmıştır. Bu gelişme, Türk dış politikasında izlenen politikalarla da desteklenince, yıllar içerisinde daha tartışılır hale gelen ve uluslararası kamuoyunda eskisi kadar çok destek bulamayan bir siyasal yapı ve lider ortaya çıkmıştır. AK Parti’nin nereye evrileceği ise, kuşkusuz ilerleyen yıllarda cevabı bulunacak bir sorudur…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
[3] Marcou, Jean (2004), « Islamisme et “post-islamisme” en Turquie », Revue internationale de politique comparée, 4/2004, Vol. 11, ss. 587-609. Erişim Tarihi: 29.09.2016, Erişim Adresi: http://www.cairn.info/revue-internationale-de-politique-comparee-2004-4-page-587.htm.
[4] 1922’de Saltanat’ın kaldırılması, 1923’te Cumhuriyet’in ilanı, 1924’te Hilafet’in ilgası ve 1937’de laikliğin anayasaya girmesi.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Bir Türkiye Masalı: Orhan Gencebay Fenomeni


Giriş:
Orhan Gencebay ya da gerçek adıyla Orhan Kencebay (doğum: 4 Ağustos 1944, Samsun), Türkiye müzik tarihinin ticari başarı ve popülarite anlamında en önemli ismi olmayı başarmış çok kıymetli bir Türk besteci, bağlama virtüözü, müzik prodüktörü ve ses sanatçısıdır. Gencebay, 1970’lerden başlayarak Türk müzik endüstrisinin yıldız isimlerinden biri olmuş; dahası, duruşu ve yaşam tarzıyla da toplumun çok sevdiği ve “Orhan Abi” lakabıyla ağabeyi olarak benimsediği yıldız bir sanatçı statüsüne sahip olmuştur. Gencebay, bugün bile o kadar önemli ve sevilen bir sanatçıdır ki, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bile sık sık onunla olan özel dostluğunu kullanarak topluma daha iyi ulaşmayı amaçlamaktadır.[1] Her ne kadar uluslararası alanda büyük başarılar kazanan Türk sanatçı Fazıl Say’la yaşadığı polemik nedeniyle eleştirilse de[2], Gencebay kişiliğiyle de sevilen-sayılan bir isim olmayı başarmıştır. Bu yazıda, sazıyla Samsun’dan yola çıkıp, sanat yaşamı boyunca istisnai bir başarı gösteren Orhan Gencebay’ın bir sanat ikonu olarak yorumlanmasına gayret edilecektir.

Gencebay’ın sembol şarkılarından: Batsın Bu Dünya

Hayatı ve Kariyeri:
Müziğe 6 yaşında, Rus konservatuvarı mezunu ve aslen Kırım göçmeni eski bir opera sanatçısı olan klasik batı müzisyeni Emin Tarakçı’dan keman ve mandolin dersleri alarak başlayan Gencebay, 7 yaşında bağlama ve Türk halk müziği dersleri almaya başladı.[3] 10 yaşında ilk beste çalışması olan “Kara Kaşlı Esmerdi Kim Bilir Kimi Sevdi” isimli eseri yaptı. 13 yaşında Türk Sanat Müziği ve tambur eğitimi almaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında Samsun, Edirne ve İstanbul musiki cemiyetlerinde yaylı tambur, THM cemiyetlerinde ise bağlama çaldı. Samsun ve İstanbul’da halk evlerinin kuruculuğunu yaptı. Kendi açtığı müzik dershanelerinde öğretmenlik yaptı. Çocukluk yıllarında en çok etkilendiği kişi, zamanının bağlama üstadı Bayram Aracı’ydı. Gencebay’a o yıllarda bu nedenle “Küçük Bayram” diyorlardı. İlk profesyonel bestesi “Ruhumda Titreyen Sonsuz Bir Alevsin”i 14 yaşında yaptı. 16 yaşından itibaren caz ve rock müziği ile ilgilenmeye başladı; batı nefesli sazlardan oluşan orkestralarda tenor saksafon çaldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek, Türkiye’nin ilk konservatuarı ve eski adı Dârülelhan olan İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girdi. 1964 yılında TRT Ankara Radyosu sınavına girdi ve sınavı yüksek başarıyla kazandı. Fakat sınavda usulsüzlük olduğu gerekçesiyle sınav iptal edilince, müzik çalışmalarına ara vererek askerlik sebebiyle İstanbul’a gitti. Vatani görevini Heybeliada’da Bahriyeli olarak sürdürdüğü yıllarda, merasim bölüğü bandosunda saksafon çalmaya devam etti. 1966’da TRT İstanbul Radyosu sınavlarına girdi ve sınavı iftiharla kazandı. Aynı yıl, Türkiye çapında yapılan bağlama çalma yarışmasında Arif Sağ ve Cinuçen Tanrıkorur ile birlikte derece aldı. TRT İstanbul Radyosu’nda 10 ay bağlama sanatçılığı yaptı. Kurumun müzikal anlayışının ilerlemeye elverişli ve özgür olmadığı gerekçesiyle 1967 yılında kendi isteği ile ayrıldı. TRT’den ayrıldıktan sonra, Arif Sağ ile birlikte 1966-1968 arası dönemde Muzaffer Akgün, Yıldız Tezcan, Gülden Karaböcek, Ahmet Sezgin, Şükran Ay, Sabahat Akkiraz, Nuri Sesigüzel gibi birçok sanatçıya bağlama çaldı. Bu dönemde Kızılırmak Karakoyun, Ana, Kuyu gibi Türk filmlerinin müzik direktörlüğünü yaptı. İstanbul’daki halk evlerinde Abdullah Nail Bayşu, İsmet Sıral, Burhan Tonguç, Erkin Koray, Ömer Faruk Tekbilek, Vedat Yıldırımbora, Özer Şenay, Neşet Ertaş gibi sanatçılarla sık sık bir araya gelip müzik yaparak gelecekte kendi ortaya koyacağı müziksel sentezin ilk meyvelerini verdi. “Ağlıyorum Yana Yana”, “Gönül Bağları”, “Yıldız Akşamdan Doğarsın”, “Neredesin Leylâ’m” gibi türkü plakları çıkardı. “Sevemedim Karagözlüm”, “Sabır Taşı”, “Goca Dünya” gibi besteleri çeşitli sanatçılar tarafından okunmaya, sanat dünyasında adı besteci ve bağlama virtüözü olarak duyulmaya başlandı. Türkü plâklarından sonra, 1968 yılında ilk serbest çalışmalar plâğı “Sensiz Bahar Geçmiyor/Başa Gelen Çekilirmiş”i çıkardı. Bundan sonra Topkapı Plak ve İstanbul Plak'tan seri olarak plaklar çıkarmaya devam etti. 1969 yılında çıkardığı “Bir Teselli Ver/Yorgun Gözler” 45’liğiyle Türkiye çapında ün yaptı. Bestekâr ve virtüöz kimliğinin yanı sıra, yorumcu kimliği ile ön plana çıkmaya başladı. “Ben Eski Halimle Daha Mesuttum”, “Hor Görme Garibi”, “Severek Ayrılalım”, “Ümit Şarkısı”, “Sevenler Mesut Olmaz” gibi plaklara imza attı. 1971 yılında İstanbul Plak’a ortak oldu. 1972 yılında Yaşar Kekeva ile birlikte Kervan Plak şirketini kurdu, şirketin yöneticisi oldu. Kervan Plak, Türkiye’nin ilk yerli sermayeli plak şirketiydi. Bünyesine Erkin Koray, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Mustafa Sağyaşar, Ahmet Özhan, Kamuran Akkor, Semiha Yankı, Samime Sanay, Neşe Karaböcek, Bedia Akartürk, Nil Burak, Ziya Taşkent, Semiramis Pekkan, Ferdi Özbeğen, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi starları alan Kervan Plak, dönemin plak piyasasının en güçlü şirketlerinden biri oldu.

Ya Evde Yoksan

Orhan Gencebay, bugüne kadar 35 (31 sinema, 4 televizyon) filminde başrol oynadı, 90’a yakın filmde ise müzik direktörlüğü yaptı.[4] 1000’den fazla bestesi bulunan Orhan Gencebay, bunların 300’e yakınını kendisi seslendirdi.[5] Orhan Gencebay’ın yaptığı çalışmalara TRT Denetleme Kurulu’nca “arabesk” dendiyse de, Orhan Gencebay bu değerlendirmeyi “yanlıştır ve eksiktir” diye yorumladı. Yasal olarak 67 milyon civarı plak ve kaset tirajı olan Orhan Gencebay’ın, korsan üretimlerin yasal üretimlerden iki kat fazla olduğu da düşünülürse, 200 milyon civarı tirajı olduğu tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın sayılı tiraj rakamlarındandır ve sanatçıyı dünyanın en çok dinlenen sanatçılarından birisi yapmaktadır. Gencebay’ın şöhreti, büyük ölçüde Türkiye, KKTC ve Azerbaycan gibi Türkçe konuşulan ve Türkiye’ye yakın ülkelerle sınırlı kalsa da, kendisinin önemli bir Türkiye müzik fenomeni olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Arabesk Müzik ve Orhan Gencebay Fenomeni:
Yakın Doğu Üniversitesi öğretim üyesi olan ODTÜ çıkışlı Prof. Dr. Meral Özbek[6], “Arabesk Culture: A Case of Modernization and Popular Identity” isimli kitap içi bölümünde, Türk modernleşmesini arabesk müzik fenomeni etrafında incelemeye çalışmaktadır.[7] Arabesk müziğin Türk modernleşmesini karakterize eden önemli bir kavram olduğuna inanan Özbek, makalesinde milyonlarca insan tarafından büyük bir ilgi ve sevgi gören arabesk müzik yıldızlarını mercek altına almaktadır. Özbek’in bu araştırmada seçtiği birincil figür ise Orhan Gencebay’dır. Arabesk müziğin yalnızca bir müzik olmaktan çıktığı ve geniş kitlelerce benimsenen bir alt kültür olduğuna inanan Özbek’in cevap aradığı soru; arabesk müziğin Türk modernleşmesi sürecinde karşılaşılan bir anomali (aykırılık) mi, yoksa her gelişmekte olan ülkede görülebilecek ve birlikte gelişen modernleşme-demokratikleşme-sanayileşme süreçlerinin etkisiyle oluşan bir çağdaşlaşma sancısı mı olduğudur. Özbek, bu noktada ikinci argümanı desteklemekte ve arabesk kültürü ve müziğinin -eski tabirle- üçüncü dünya ülkelerinde örneklerine rastlanabilecek bir modernleşme sorununun Türkiye ayağı ve yansıması olduğu fikrini savunmaktadır. Özellikle sanayileşme nedeniyle yaşanan köyden kente göç hadisesinin arabesk kültürünün oluşmasında ve yayılmasında oynadığı rol, Özbek’in temel ilgi alanını oluşturmaktadır. Özbek, ortaya çıkan bu tabloyu Türk modernleşmesinin doğal bir sonucu değerlendirmekte ve devlet-halk kopukluğuna dikkat çekmektedir. Özbek’e göre; arabesk müzik, Türk halk ve klasik müziğinin, Batı ve özellikle Mısır müziğiyle karıştırılmasıyla elde edilen melez bir türdür. Arabesk müziğin ortaya çıkışı, Özbek’e göre, Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel-yapısal koşullarla direk olarak alakalıdır. Özbek’in düşüncesinde, Cumhuriyet dönemi resmi kültür politikalarının halka uzak oluşu ve sosyal tabana yayılamaması, güçlenen serbest piyasa belirleyiciliği, ilerleyen teknoloji ve kültür endüstrisi ve köyden kente göç sonucu aniden değişen yaşam koşulları, arabesk müziğin ortaya çıkışını kaçınılmaz kılmıştır.

Meral Özbek’ten “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski”

Özbek, bu çalışması ve sonra yayınladığı kitabı “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski”nde[8], “arabeskin kralı” olarak bilinen Orhan Gencebay’ın yaşamıyla arabesk müziğin popülaritesi arasında paralellikler kurmakta ve bunun, Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm sonucunda köyden kente göç eden milyonlarca insanın yaşam öyküleriyle de kesiştiğine dikkat çekmektedir. Gencebay’ın şarkı sözleriyle, şehirdeki zor yaşam koşulları ve kültürel farklılıklar nedeniyle adeta bir şok geçiren ve yabancılaşan şehirli yoksulların sıkıntıları arasındaki paralellikleri işaret eden Özbek, fikirlerini örneklerle güçlendirmektedir. İşçi sınıfı yaşamının zorluklarına ek olarak, bir de kültürel farklılıklar nedeniyle dışlanan ve hor görülen milyonlarca insanın yaşadıkları alt üst oluş, Özbek’e göre bir alt kültürün doğmasında temel etkendir. Gencebay’ın şarkı sözlerinde görülen ve daha çok sezilen umutsuzluk (Batsın Bu Dünya), ezilmişlik (Hor Görme Garibi), suçluluk (Hatasız Kul Olmaz) ve imkânsız görünen çözüm düşüncesi (Ziyankâr), bu kültürünün ana psikolojik öğelerini oluşturmaktadır. Şehre sağlıklı olarak eklemlenemeyen köy tipi yerleşim yerlerinin, yoksul işçi bloklarının ve gecekondu mahallerinin şehir merkezine ulaşımını sağlayan dolmuşların arabesk müziğin şehre yayılmasında temel araç olduğuna dikkat çeken Özbek, “zonta” ve “maganda” gibi terimlerin de bu dönemde ortaya çıktığının altını çizmiştir. Arabesk kültürünün siyasal arenaya da sıçradığını belirten Özbek, Ahmet Kaya’nın -Can Dündar’ın verdiği isimle- “devrimci arabesk” türü müziğini de bu doğrultuda değerlendirmektedir. Sol düşüncenin fakir gecekondu mahallerinin umudu olduğu, “kurtarılmış bölge”lerin kurulduğu 1970’ler ve 1980’lerin başlarındaki bu eğilime dikkat çeken Özbek, bir yandan da özellikle 12 Eylül sonrası yaşanan depolitizasyon süreciyle arabesk kültürünün siyasal arenadan çekilerek daha kültürel, sosyal bir alana kaydığını ve şehirli yoksulun kimlik oluşturmasında temel rolü oynadığını ifade eder. Köşeyi dönme düşüncesinin ve patron-müşteri (patron-client) tipi siyasetin Turgut Özal ile birlikte yaygınlaşmaya başlamasıyla İbrahim Tatlıses’in hızlı yükselişi ve maganda kültürünün popüler olması arasında bağlantılar kurmaya çalışan Özbek, arabesk kültüründe baskın ataerkil özellikler olduğunu da belirtir.

Hatasız Kul Olmaz

Arabesk müzik alanında pek çok bayan sanatçının da ortaya çıkmasına karşın, bu dalın temelde bir erkek hegemonyası alanı olduğunu söyleyen ve şarkı sözlerindeki ataerkil öğeleri işaret eden Meral Özbek, arabesk müziğin “Dünya Müzik Ansiklopedisi”nde bir “yabancılaşma” müziği olarak belirtildiğini de ifade etmektedir. Meral Özbek, arabesk kültürünü son tahlilde modernleşme eğrisinde bir sapma olarak değil, doğal bir sonuç olarak gördüğünü ve gelişmekte olan ülkelerde buna benzer alt kültürlerin oluştuğuna dikkat çekerken, hümanist bir bakış açısıyla yapısal koşulların şekillendirdiği bu kültürün etkisinde kalmış bireylerin masum olduğunu ifade etmektedir. Başarılı kültür politikaları ve adilce bölüşümün, fırsat eşitliğinin olduğu, düzelen bir sosyo-ekonomik düzende bu sorunların aşılabileceğine inanan Özbek, Orhan Gencebay’ın müzikal evriminin ve sanat yaşamının da buna güzel bir örnek olduğunu dile getirmektedir.

Hor Görme Garibi

Arabesk müzik, Özbek’in de dile getirdiği şekilde Türk modernleşmesini çok güzel yansıtan bir örnektir. Batı’nın yüzyıllar süren bir zaman diliminde ve adım adım gerçekleştirdiği bir süreci (modernleşme, sekülerleşme, uluslaşma, sanayileşme, demokratikleşme) tüm keskinliğiyle yaşamak zorunda kalan Türkiye’nin yaşadığı bu melez kimlik, elbette doğal karşılanmalıdır. Bu, aslında Türkiye’nin 1990’lardan başlayan İslami dönüşümünü ve Tayyip Erdoğan fenomenini de bir temele oturtmaktadır. Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Nedim Karakayalı ise[9], “Doğarken Ölen: Hafif Müzik Ortamında Ciddi Bir Proje Olarak Orhan Gencebay” isimli makalesinde[10], Gencebay’ın Özbek’in yaptığı gibi yapısal analizlerle ve köyden kente göç fenomeni doğrultusunda açıklanamayacağını ileri sürerek, kendisini Cumhuriyet projesinin gündeme getirdiği ve sürekli yeniden ürettiği alaturka-alafranga müzik dikotomisini yıkan başarılı bir sanatsal ve ticari proje olarak ele almıştır. Hakikaten de, Özbek’in yapısal analizlerinin geçerliliği olsa da, geçmiş yıllardaki bir röportajında rock müziğini sevdiğini ve Duman ve Mor ve Ötesi gruplarının hayranı olduğunu belirten ve arabesk müziği geleneksel halk ve sanat müziği dikotomisini yıkan devrimci ve özgürlükçü bir müzik türü olarak gördüğünü belirten Gencebay’ın, çok zeki ve yaptığının bilincinde olan bir sanatçı olduğu söylenmelidir. Zira Gencebay, doğal özellikleri ve yaşamıyla sanatını ve halkın genel eğilimlerini birleştirmiş ve bu hissi dinleyicilerine ve hayranlarına da geçirmeyi başarmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin yaşadığı sosyolojik dönüşüme uygun bir hayat hikâyesi olan ve halkın içinden gelip başarıya ulaşan Gencebay, kariyerinin özellikle ilerleyen yıllarında şarkıları ve filmleriyle bu üstlendiği rolün hakkını veren bir portre de çizmeye gayret etmiş ve bu da, ticari başarısını perçinlenmesine yol açmıştır.

Sonuç:
Orhan Gencebay, Batı dışı gelişen toplumlarda ortaya çıkan sentez kimlikler ve modernleşme sorunlarının yarattığı efsanevi sanatçı modelinin Türkiye örneği olarak akademik araştırmalara da konu olan çok önemli bir isimdir. Gencebay’ın başarısını, sosyolojik olarak sahip olduğu özellikler ve doğal sanat yetenekleri kadar, bir sanatsal projenin başarısı bağlamında da değerlendirmek ve incelemek gerekir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
[3] Gencebay’in biyografisi buradan alınmıştır; https://tr.wikipedia.org/wiki/Orhan_Gencebay.
[5] Sanatçının diskografisi için; http://www.orhangencebay.com.tr/albumler.php.
[7] Bakınız; Özbek, Meral (1997), “Arabesk Culture: A Case of Modernization and Popular Identity”, içinde Rethinking Modernity and National Identity in Turkey, editörler: Sibel Bozdoğan & Reşat Kasaba, ss. 211-231. Okumak için; https://hakanyucelgsu.files.wordpress.com/2012/12/arabesk-culture.pdf.
[8] Özbek, Meral (2003), Popüler Kültür ve Orhan Gencebay, İstanbul: İletişim Yayınları. Satın almak için; http://idefix.com/Kitap/Populer-Kultur-ve-Orhan-Gencebay/Meral-Ozbek/Arastirma-Tarih/Sosyoloji/urunno=0000000061591.  
[10] Karakayalı, Nedim (1995), “Doğarken ölen: Hafif müzik ortamında ciddi bir proje olarak Orhan Gencebay”, Toplum ve Bilim, Sayı: 67, Güz 1995, ss. 136-156.

Made in France: Edith Piaf Efsanesi


Giriş:
Bugün bile Fransa denince akla gelen en önemli ses sanatçısı olan Edith Piaf (1915-1963)[1], 48 yıllık kısa hayatına destansı şarkılar sığdırmış ve muhteşem sesiyle tüm dünyadaki müzikseverlerde kalıcı izler bırakmış çok önemli bir sanat figürüdür. Chanson tarzı Fransız pop müziği ve kabare tarzının gelişmesine 1950’lerde büyük katkıda bulunan Piaf, şarkıları bugün de Hollywood filmlerinde (son örneklerden biri “The Inception” filmi olmuştur) sıklıkla kullanılan, Fransız yapımı ama dünyaya mal olmuş bir sanatçıdır. Piaf’ın aktrisliği ve rol aldığı 8 adet sinema filmi de vardır.[2] Hayatı boyunca alkolizm, hastalıklar, kazalar ve toplumsal ahlak normlarıyla mücadele etmek zorunda kalan Piaf, ağır Fransız aksanlı vokaliyle Fransızların ulusal sembollerinden birisi haline gelmiştir. Her ne kadar sanatçının İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi işgali dönemindeki politik tavrı ve yaşamı tartışmalı olsa da[3], Piaf, Fransızlar için halen çok önemli, sevilen ve hatta gurur vesilesi yapılan bir isim ve adeta “Fransa’nın sesi”dir.[4] Öyle ki, geçtiğimiz yıl sanatçının 100. doğumgünü, Paris’teki terör saldırılarının gölgesinde de olsa kutlanmış[5] ve sanatçı anısına bir sergi de düzenlenmiştir.[6] “La Môme” (Kaldırım Serçesi) lakabıyla bilinen Piaf’ın hayatı, Olivier Dahan’ın 2007 tarihli ve iki Oscar’lı aynı adlı filmine de konu olmuştur.[7] Buna karşın, Piaf hakkındaki akademik çalışmalar şaşırtıcı bir şekilde sayılıdır. Sanatçının en önemli eserleri arasında “La Vie en Rose” (1946), “Non, Je ne Regrette Rien” (1960), “Hymne à L’Amour” (1949), “Milord” (1959), “La Foule” (1957), “L’Accordéoniste” (1955) ve “Padam... Padam...” (1951) sayılabilir.[8]

Piaf’ın buğulu sesinden “Non, Je ne Regrette Rien”

Hayatı:
Edith Piaf, yaşadığı dönemde de Fransa’nın en sevilen sanatçılardan birisiydi. Piaf’ın hayran kitlesi soylu kişilerden işçi ailelerine kadar değişebiliyordu. Bunun nedenleri, Piaf’ın müthiş sesi ve sanatçılığı kadar, acılarla dolu hayat hikâyesinde gizliydi.[9]

Piaf’ın annesi olan Annetta Giovanna Maillard, yarı-İtalyan, yarı-Fas asıllı göçmen bir aileden geliyordu. Babası Louis-Alphonse Gassion (1881-1944) ise, sokaklarda ve sirklerde gösteri yapan Fransız bir cambazdı. Annesi sokakta şarkı söyleyerek yaşamaya çalışmaktaydı, daha sonra babası tarafından bir geneleve kısa süreliğine bakılması için gönderildi. Edith’in küçük yaşta gözleri mikrop kapmış ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu hastalığını yaşarken, bir genelevde oranın patronu ve kadınlarıyla birlikte yaşıyordu. Babası, daha sonra küçük Edith’i genelevden almış ve mesleği olan sokak akrobatlığı aileye geçim için yetmeyince, kızını da sokakta, kafelerde ve sirklerde kendisiyle beraber akrobatlık yapması ve şarkı söylemesi için zorlamıştır. Bunun üzerine, küçük Edith, en iyi bildiği şarkıyı yani Fransa milli marşı La Marseillaise’i babasının yanında sokaklarda söylemeye başlamış ve ailenin geçimini böyle sağlamıştır. Kısa bir süre sonra da, babasından ayrı şekilde kenar mahallelerde şarkı söylemeye başlamıştır. 17 yaşındayken ilk ve tek çocuğunu doğurmuştur. Marcelle adını verdiği bu talihsiz kız çocuğu, 2 yaşında menenjitten ölmüştür.

Piaf, çocukken sokaklarda Marseillaise’i söylerken - La Môme (La Vie en Rose) filminden

O yıllarda Paris sokaklarında şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışan ve “La Môme Piaf” adıyla küçük çaplı bir şöhret kazanan Edith Piaf, kendisini keşfeden Louis Leplée öldürüldükten sonra bunalıma girer. Daha sonra, yeni meşhur olduğu dönemde tanıştığı Raymond Asso’yu araması sayesinde profesyonel müzik hayatına girer; bu alanda profesyonel eğitim alır ve Edith Piaf adıyla ünlenir. Ancak buu yıllardan itibaren aşırı alkol kullanımına başlamıştır. Fransız ortasıklet boks şampiyonu, evli ve üç çocuk babası Marcel Cerdan ile tanışır ve büyük bir aşk yaşamaya başlar. Başka bir kadınla evli olan ünlü boksör Marcel Cerdan, Piaf’la buluşmak üzere Ekim 1949’da Paris'ten New York'a uçarken uçağı düşer ve ölür. Piaf’ın hayatı, hayatının erkeği olarak tanımladığı Marcel Cerdan öldükten sonra tamamen değişir; girdiği bunalım nedeniyle ağrı kesici, alkol ve morfine bağımlı hale gelir. Sonrasında yağmurlu bir günde geçirdiği trafik kazası sebebiyle hayatı boyunca omuriliği iyileşmemiş ve sürekli olarak yarı-kambur bir şekilde yürümek zorunda kalmıştır. Yves Montand başta olmak üzere birçok başka erkekle de aşk yaşayan Piaf[10], başarılı ama sorunlarla geçen bir sanat yaşamının ardından Plascassier’de 10 Ekim 1963’te karaciğer kanserinden ölür. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken, on binlerce hayranı da korteje katılmıştır. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000’i geçmiştir. Piaf, bugün bile Fransa’nın gelmiş geçmiş en önemli sanatçısı kabul edilmektedir.

Piaf’ın cenaze töreninden görüntüler

Bir Pop İkonu Olarak Edith Piaf
Elbette Edith Piaf’ı da, tüm diğer sanatçıları da başarılı kılan temel unsur, kültürel ürünlerinin kalitesi ve halk tarafından benimsenmesidir. Ancak başarılı sanatçılar ile efsaneleşen sanatçılar arasındaki temel fark; efsanelerin, yaşamları, hareketleri, konuşmaları ve tüm diğer özellikleriyle de toplumla bütünleşebilmeleri ve adeta tapılır ölçüde sevilmeleridir. Leeds Üniversitesi’nde Fransız kültürü ve müziği üzerine çalışan akademisyen Isabelle Marc[11]Volume! dergisinin 2015 tarihli bir sayısında[12], Piaf’ı inceleyen Nantes Üniversitesi’nden Sosyoloji Profesörü Joëlle-Andrée Deniot’un Édith Piaf - La voix, le geste, l’icône. Esquisse anthropologique adlı kitabından[13] yola çıkarak, sanatçının bir ikona dönüşmesi hakkında bir inceleme yazısı kaleme almıştır. Buna göre; Piaf, sesi, hayatı, duruşu ve karakteriyle çok başarılı bir kültür endüstrisi projesi olmayı başarmıştır.

La Vie en Rose

Kanımca Piaf’ın sanatsal değerini yücelten temel unsur; acıklı ama “joie de vivre” (yaşama sevinci) hissini kaybetmeyen yaşamı ile kariyeri arasında mükemmel bir bağ kurabilmesi ve bunu dinleyicilerine ve hayranlarına da yansıtmasında gizlidir. Zira aşk şarkılarıyla ünlenen Piaf, aşkta şanslı bir kadın olmamış ve hayatının erkeği Marcel Cerdan’ı bir kazada kaybetmiştir. Hayatı boyunca birçok erkekle beraber olmasına karşın, Cerdan’ı asla unutamamış ve çoğu zaman mutsuz bir kadın olmuştur. Kamburluğu, 1.45 civarı olan kısa boyu ve çekiciliğine rağmen çok güzel bir kadın olmaması da, Piaf’ın hüzünlü duruşunda etkili olmuştur. Dolayısıyla, yıkıcı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendileri de birçok siyasal ve ekonomik sorun yaşayan Fransız halkı, hüzünlü, fakirlik içerisinde başlayan ve sonrasında da zorluklarla geçen bir hayatı olan ufak-tefek ve rahibelere benzer şekilde siyah elbiseler içerisindeki Piaf’la kendini özdeşleştirmiş ve onunla bir duygu bağı kurmayı başarmıştır. Bu bağ, Fransızca’nın güzelliği ve o yıllardaki popülaritesi sayesinde Piaf’ı bir dünya markası haline getirmiştir.

Milord

Piaf’ın ticari ve kültürel bir meta olarak başarısındaki bir diğer önemli unsur, Fransızlığı temsil eden bazı sembol ve değerleri sahiplenmiş olmasıdır. Şehirli, çok dindar sayılmayacak (!) bir yaşantısı olan ve şarkılarında Fransız aksanını özellikle “r” harfini telaffuz ederken yoğun ve hatta abartılı şekilde kullanan Piaf[14], 20. yüzyılın ilk yarısındaki üniter, modern ve laik Fransa’yı çok iyi temsil etmiştir. Piaf’ın hayatında aşkın yoğunluğu da, Fransa ve Fransız halkı açısından olumsuz bir nitelik taşımamıştır. Zira kadın özgürlükleri konusunda öncü bir ülke olan Fransa, kadın-erkek eşitliğini kabul etmiş ve mutlak eşitlik belki de hiçbir zaman mümkün olmasa da, bunu mümkün olduğunca toplumsal yaşama da yansıtmaya gayret etmiştir. Hatta Piaf, “âşık olmadığım zaman şarkı söyleyemiyorum” diyerek bu konudaki özgürlükçü tavrını gözler önüne sermiştir.  

Mon Manège à Moi

Piaf’ı bir popüler kültür ikonu haline getiren üçüncü önemli özellik ise, Fransızca’nın o dönemdeki gücü ve popülaritesidir. Günümüzde artık dünya ortak dili niteliği kazanan İngilizce’nin çok gerisinde kalsa da, Fransızca, 19 ve 20. yüzyıllarda önce imparatorluk ve sonrasında imparatorluk bakiyesi olan Fransa’nın siyasal, ekonomik ve kültürel etki alanı sayesinde bir dünya dili olmayı başarmış, hatta dünya diplomasisi ve kültür alanında lingua franca kabul edilmiştir. Bu nedenle, Piaf’ın başarısı aslında Fransızca’nın ve Fransa’nın da gücünü yansıtır niteliktedir. Piaf’ın melodik şarkıları ve aksanlı ama fonetik açıdan harika sesi de, bu konuda kendisine yardımcı olmuştur.

Sous le Ciel de Paris

Sonuç:
Günümüzde kültürel endüstrisinde ABD ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin çok ağır bastığı da düşünülürse, yalnızca Fransızca şarkılar söyleyerek 1950’ler ve 1960’larda büyük bir yıldız haline gelen ve bugün bile Fransa denilince akla gelen ilk sanatçı olan Edith Piaf, istisnai başarısıyla akademik çalışmalara konu olabilecek çok önemli bir tarihi figürdür. Piaf’ın başarısı ve efsaneleşmesi, hüzünlü hayatı ile eserleri ve sanat yaşamı arasında paralellik kurabilmesinde, dönemin Fransa’sını çok iyi temsil edebilmesinde ve Fransızca’yı mükemmel kullanmasında gizlidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[3] Piaf, halk arasında İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilere karşı olmasıyla bilinir. Ancak Fransız gazeteci Robert Belleret, “Piaf: Un Mythe Français” (Piaf: Bir Fransız Miti) adlı çalışmasında, tarihi belgelerden yola çıkarak sanatçının yaşamı hakkında bilinen bazı gerçeklerin yanlış olduğunu ve Piaf’ın Nazilere karşı direnmediğini iddia etmiştir. Bakınız; http://www.haberturk.com/yasam/haber/873943-efsane-edith-piafin-gercek-hikayesi. Kitap için; https://www.amazon.fr/Piaf-un-mythe-français-Documents-ebook/dp/B00EALBH8Y.
[9] Hayatı hakkında bir BBC programı için; http://www.bbc.co.uk/programmes/p02pcy45.

27 Eylül 2016 Salı

Hamit Bozarslan'dan 'Kemalizm'den Erdoğan Sistemine'


Fransa’daki tanınmış Türk akademisyenlerden olan Hamit Bozarslan[1], 2006 tarihli Histoire de la Turquie Contemporaine (Çağdaş Türkiye Tarihi)[2] adlı kitabında modern Türk siyasal hayatını incelemiştir. Bu kitapta yer alan “Postface / Du kémalisme au système Erdoğan” (Kemalizm’den Erdoğan Sistemine)[3] adlı sonsöz bölümü ise, son döneme dair analizler içermesi açısından okurlara ve öğrencilere faydalı olabilir.

Hamit Bozarslan

Bozarslan, bu bölümde, Türk siyasal hayatına 2002’den beri damgasını vuran Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı mercek altına almakta ve güncel gelişmeleri yorumlamaktadır. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı krizinin ardından genel seçimleri rekor bir oyla kazanan Erdoğan, yakın çalışma arkadaşı Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirmiş ve orduyu kontrol altına almaya başlamıştır. 2008 küresel ekonomik krizine karşın ülke ekonomisini iyi düzeyde tutmayı başaran Erdoğan, böylelikle 2010 anayasa referandumu ve 2011 genel seçimlerini de başarıyla tamamlamıştır. 2014 yılında hem yerel seçimlerde, hem de ilk kez halkoyuyla yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde zafere ulaşan Erdoğan, böylelikle Türkiye’nin ilk halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçmiştir. Bu inanılmaz başarılı grafik, 2015 yılının 7 Haziran tarihinde yapılan genel seçimlerde sarsılmış ve Erdoğan ile Başbakanı Ahmet Davutoğlu liderliğindeki AK Parti, ilk kez tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu kaybetmiştir. Ancak muhalefetle uzlaşmak ve bir koalisyon hükümeti kurmak yerine PKK ve Kürt siyasal hareketiyle zıtlaşarak halkı kutuplaştırmayı seçen Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, sonuçta 1 Kasım 2015’teki genel seçimlerde yeniden yüzde 50 civarında bir oy oranına ulaşmış ve bir kez daha tek parti iktidarını kurmuştur.

Histoire de la Turquie Contemporaine (Çağdaş Türkiye Tarihi)

Bozarslan’a göre, bu kronolojik bilgilerin ötesinde, AK Parti’nin başarısının sırrı, seçimler öncesinde hegemonik bir blok kurmayı başarabilmesindedir. Bu blok; özellikle inşaat sektöründe büyük atılım yapan dindar Anadolu burjuvazisi, 1990’ların istikrarsız siyasal ve ekonomik tablosu ve 2001 ekonomik krizi gibi bir felaketin ardından Erdoğan döneminde nispeten istikrarlı bir ekonomik duruma kavuşan orta sınıf ve -yoksulluklarına karşın- çareyi sosyal devlet veya sol politikalarda değil de, hayır faaliyetlerinde ve AK Parti’nin organize ettiği gıda ve kömür dağıtımı gibi geçici çözüm önerilerinde arayan şehirli yoksullardan ve onları organize eden Hak-İş gibi işçi örgütlenmelerinden oluşmaktadır. AK Parti, bunlara ek olarak, kültürel alanda Türk ve Sünni kimliklerini sahiplenmekte ve ataerkil düzenin ve ailenin korunmasını hedef alan politikalarla da Anadolu ortalamasını çok iyi temsil etmektedir. Kemalizm’den Erdoğan sistemine (bir nevi Erdoğanizm) giden süreç, işte bu siyasal, ekonomik ve toplumsal altyapı üzerine inşa edilmiştir.

Ancak Erdoğanizm’i eleştirmek için pek çok konu halen mevcuttur. Öncelikle, son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzlukları yapılmış ve hatta bunlar, sonradan Fetö terör örgütü üyesi olduğu iddia edilen polisler tarafından video ve ses kayıtlarıyla belgelenmiştir. Toplumsal ortalamaya bakıldığında halen alt-orta gelir düzeyinde bir ülke olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nın yaptırdığı 1000 odalı yeni Başkanlık Sarayı (Ak Saray) ve birkaç yıl önce alınan lüks Cumhurbaşkanlığı jeti de, israf ve lüks tüketim tartışmaları bağlamında değerlendirilebilecek ve eleştirilebilecek olan konulardır. Bunlardan daha önemlisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek adam rejimine dönüşmesinden korkulan Başkanlık sistemi önerisi, kendi partisinin ve seçmen bloğunun içerisinde de çeşitli eleştirilere yol açmıştır.

Partizan bloklaşma, siyasal patronaja (clientélisme) dayalı sistem ve siyasal rakiplerin iç düşman olarak damgalanması halen AK Parti ve Erdoğan’ı güçlü kılsa da, Erdoğan, 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarında olduğu gibi zor durumlara düşme riskiyle her zaman karşı karşıyadır. Erdoğan tarafından bir “darbe girişimi” olarak nitelendirilse de, bu ve benzeri protestolar, aslında Türkiye’de var olan protest sol kültür ve Alevi inancının Erdoğanizm’e yönelik karşı çıkışlarının somut göstergeleridir. Nitekim İstanbul’a inşa edilen üçüncü köprünün adının Yavuz Sultan Selim olarak seçildiğinin ilan edilmesi, o dönemde dış politikada da Sünni İslam çizgisini özellikle Suriye krizinde net olarak ortaya koyan Türkiye’de, sol ve Alevi kitlelere yönelik bir provokasyon olarak da görülebilir. Bunu izleyen süreçte Fethullah Gülen cemaati ile yürütülen yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle sorunlar yaşamaya başlayan Erdoğan, ailesini de kapsayan soruşturmalar kapsamında üç Bakanını feda etmek zorunda kalsa da, Gülencilere karşı bürokraside bir cadı avı başlatarak intikamını almış ve gücünü konsolide etmeyi başarmıştır. Gezi Parkı ve Gülen cemaati ile yaşanan sorunlardan sonra üçüncü önemli kriz, 2014 yılından itibaren Suriye ve Irak’ta güçlenen Kürt varlığından endişe etmeye başlayan Erdoğan’ın, PKK ve onun Suriye’deki uzantısı olan YPG ve PYD’ye yönelik sert politik tavır almaya başladığı süreçle beraber ortaya çıkmıştır. Bu süreçle beraber, Türkiye’de “çözüm süreci” veya “barış süreci” rafa kaldırılmış ve ülkenin güneydoğusundaki askeri operasyonlar kademeli olarak yoğunlaştırılmıştır. Özellikle 2015 yılındaki iki seçim arası dönemde, Türkiye, adeta bir mini-iç savaş tablosuyla karşı karşıya gelmiştir. Suriye ve Irak’taki köktendinci Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün de saldırılarıyla birlikte, Türkiye, güvenlik açısından zor bir döneme girmiştir. Bunlar dışında, çok güncel bir konu olan 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından yaşanan bocalama süreci ve buna tepki olarak başlatılan operasyonlar da, Erdoğan ve partisinin yaşadığı beşinci önemli kriz olarak bunlara eklenebilir.  

Dış politika açısından bakıldığında ise, Ankara’nın yakın dönem stratejisini 2010 yılında Kaddafi Barış Ödülü’nü alan Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler (Nahda) çizgisinde bölgesel bir Sünni koalisyonu kurmak istemesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Ancak Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, Mısır’daki Sisi darbesi ve Tunus’ta Ennahda’nın iktidarı kaybetmesi, Erdoğan ve partisinin büyük dış politika vizyonunu ciddi anlamda zayıflatmış ve bunun bedelini de Başbakanlık koltuğunu kaybeden partinin dış politika mimarı Profesör Ahmet Davutoğlu ödemiştir.

Tüm bu nedenlerle, ilginç bir şekilde laik, üniter ve dış politikada çok ihtiyatlı olan Kemalizm çizgisinin adeta anti-tezi olarak ortaya çıkan Erdoğan sistemi (Erdoğanizm), 10 yıl içerisinde ilginç bir şekilde Kemalizm’in yeni bir yorumuna -yazar açıkça söylemese de- dönüşmüştür. Zira IŞİD’e karşı laiklik, PKK ve Kürt ayrılıkçılarına karşı üniter yapı ve çöken Arap Baharı’nın yarattığı güvenlik risklerine karşı hızla yeniden popüler olan dış politikada ihtiyatlılık, Erdoğanizm’in yeni ana unsurları olmuşlardır. Dolayısıyla, Kemalizm’den Erdoğanizm’e Türkiye’de değişen tek şey, aslında devletin daha İslami bir tona kavuşması olmuştur…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] 1958 Lice doğumlu olan Hamit Bozarslan, tarih ve siyaset bilimi alanlarında doktorasını tamamladıktan sonra 1995-1997 yılları arasında Berlin’de bulunan Centre Marc Bloch’da araştırmacı olarak yer almış, ardından EHESS-École des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) çalışmaya başlamıştır. 2002-2008 yılları arasında, aynı kurum içinde yer alan Institut d’études de l’islam et des sociétés du monde musulman (İslâm ve Müslüman Toplumları Enstitüsü) Başkanlığını da yürütmüştür. Halen EHESS bünyesinde profesör olarak araştırmalarına devam etmektedir. Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konularda çalışmalarıyla tanınmaktadır. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan eserleri arasında Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi (2010), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi (2012) ve Türkiye Tarihi: İmparatorluktan Günümüze (2015) adlı kitapları yer almaktadır. Lüks ve Şiddet, İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş (2016) adlı çalışması, Med 21 Programı İbn Haldun ödülüne layık görülmüştür. Bakınız; http://www.iletisim.com.tr/kisi/hamit-bozarslan/6714#.V-otyoiLTIU.