30 Mart 2011 Çarşamba

RTV Medya'daki Arap Devrimleri konulu söyleşim


18 Mart 2011 tarihinde Uşak Üniversitesi Radyo Televizyon Programcılığı bölümü öğrencileri ve öğretim üyelerinin kurduğu RTV Medya adlı internet televizyonunda İsmail Oskay'ın hazırlayıp sunduğu "Oskay'ın Ocağında Taşra Sohbetleri" adlı bir programa katıldım. Programın konusu Arap Devrimleri ve Orta Doğu coğrafyasında son dönem yaşanan olaylardı. NATO'nun Libya'ya müdahalesi ve Türkiye ile Fransa'nın Orta Doğu'daki rekabeti başta olmak üzere birçok konuda Türk televizyonlarından önce doğru değerlendirmelerin yapılması açısından programın faydalı olduğu inancındayım. Programı izlemek için buraya tıklayınız.

Ozan Örmeci

13 Mart 2011 Pazar

Sağ-Sol Kavramları ve Yenilikçilik Üzerine



Geçtiğimiz günlerde kaynak sormak için bana e-mail gönderen bir öğrenci vasıtasıyla elime New York Üniversitesi Psikiyatri bölümünden John T. Jost’un[1] “Elective Affinities: On the Psychological Bases of Left-Right Differences” adlı makalesi geçti. Makalede öne sürülen bazı hipotezler ve ortaya konulan pozitif korelasyonlar doğrultusunda Türkiye’deki sağ ve sol kavramlarını ve yenilikçilik ile değişim olgularını bu yazıda tartışmaya açmak istiyorum. Zira ülkemizde son yıllarda özellikle de sosyal demokrat ve Kemalist çevrelerde Altı Ok’un Devrimcilik (İnkılâpçılık) okunu hiçe sayacak ölçüde bir statükoculuk ve değişim karşıtlığı göze çarpmakta ve bu durum da ülkedeki tüm ciddi sorunlara rağmen iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni birçok alanda rakipsiz kılmaktadır.

Jost makalesine öncelikle klasik sağ ve sol kavramlarının nereden kaynaklandığını açıklayarak başlamaktadır. Sağ ve sol kavramlarının siyasal alanda ilk kez ortaya çıkışı, her ne kadar sosyalist düşünce ve yazının temelleri bazı Antik Yunan düşünürlerine ve Thomas More’a kadar dayandırılabilse de, daha çok 1789 Fransız Devrimi sonrasında Kurucu Meclis’in yapısından kaynaklanmaktadır. Bu mecliste Kral 16. Louis’in meclis kararlarını veto hakkını savunan ve eski rejime destek olan üyeler oturum başkanı Mounier’nin sağında, bu imtiyazı reddederek kayıtsız şartsız millet egemenliğini savunan ve yeni rejime sempati duyanlar ise solunda yer almışlar ve siyaset literatürüne sağ ve sol kavramları ilk kez bu dönemde girmiştir. Olaydan da anlaşılabileceği üzere sol daha keskin değişim yanlısı özgürlükçü bir akım olarak ortaya çıkarken, sağ ideoloji eski yapıyı daha fazla sahiplenen muhafazakâr hatta tutucu bir çizgidedir. Bu anlamda değişim, hiyerarşi karşıtlığı (eşitlik) ve yenilikçilik sol için vazgeçilmez unsurlar olarak ortaya çıkarken, sağ kesim için geçmişe özlem (nostalji), ani değişimlerden duyulan rahatsızlık ve hiyerarşik ilişkilerin meşrulaştırılması daha temel meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakikaten de 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarından itibaren önce kentsoylu burjuvazi, daha sonra da emekçi proletarya Avrupa ülkelerinde değişimin öncüsü olmuşlar ve tutucu aristokrasi ile monarşi yanlısı çevrelere karşı büyük siyasal mücadeleler yürütmüşlerdir. 1850’lerden itibaren Karl Marks’ın fikirlerinin ve Marksizm ideolojisinin ortaya çıkması ve popüler olmasıyla beraber proletaryanın yürüttüğü mücadele daha doktriner ve radikal bir nitelik kazanmış ve siyasal şiddet eylemleri tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Zaman içerisinde Ortodoks Marksizm’in şiddete meyleden yorumlarının etkisi azalmış ve burjuvazinin de kendi ayrıcalıklı haklarını tabana yaymayı işçi sınıfı muhalefetinden ürkerek kabul etmesi (eşit oy hakkı, sosyal devlet vs.) sonucunda bugün bildiğimiz anlamda Batılı demokrasiler ortaya çıkmıştır.

Jost makalesinin geri kalan bölümlerinde ise sağ ve sol ideolojilerin benimsenmesi üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nde kendisinin ve diğer başka bazı bilim adamlarının yaptığı deneyler üzerinde durmaktadır. Elbette bu deneylerde ortaya çıkan doğru veya ters orantılar bir neden-sonuç ilişkisi biçiminde yorumlanabilecek nitelikten uzak olmasına karşın, Jost’a göre yine de bu kavramlar sağ ve sol kavramlarının tarihsel niteliklerinin ve günümüzdeki karşılıklarının anlaşılması açısından son derece faydalıdır. Örneğin Jost, Nosek ve Gosling’in binlerce denek üzerinde yapılan 2008 tarihli araştırmasında -her ne kadar hemen hemen her insanın düzeni kargaşaya (kaos), uyum sağlamayı da isyankârlığa tercih ettiği bu araştırmada ortaya çıkmasına rağmen- sağ ideolojiyi benimsemiş kimselerde düzen (istikrar) ve konformizm (uyum sağlama) arayışlarının sol ideolojiyi benimsemiş kimselere göre çok daha yüksek düzeylerde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu elbette bir nedensellik ilişkisi değildir, ancak arada çok güçlü bir pozitif korelasyon olduğu göze çarpmaktadır. Aynı araştırmada sol ideolojiyi benimsemiş kesimlerin toplumsal olarak dezavantajlı gruplara karşı (eşcinseller, Afrikalı Amerikalılar, Müslümanlar, Araplar vs.) daha hoşgörülü oldukları ve onların eşitlik mücadelelerine daha sempatik baktıkları ortaya çıkmıştır. Sağ ve sol kavramlarını açıklamak için yapılan bir diğer deney ise çocukluk dönemi üzerine yoğunlaşmaktadır. J. Block ve J. H. Block tarafından yapılan uzun süreli bir araştırma (longitudinal study) çocukluk dönemindeki bazı bulgulardan yola çıkılarak 20 yıl sonra bu kişilerin siyasal görüşlerinin sağ veya sol olması konusunda ciddi tespitler yapılabileceğini göstermektedir. Buna göre okul öncesi çocuklar arasında öğretmenleri tarafından kendilerine daha fazla güvenen, enerjik (atak), dışa dönük ve dürtüsel hareket etmeye meyilli olarak gözlemlenenler 20 yıl sonra 20’li yaşlarının ortalarında daha özgürlükçü (liberal) ve sola yakın kişiler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Daha kapalı, katı, içe dönük, kolay incinen çocuklar ise tam tersine sağ ideolojilere daha yatkın ve özgürlükler konusunda çok daha şüpheci yetişkinler olmaktadırlar. Elbette geçen 20 yıllık süre içerisinde bu araştırmaya dâhil edilemeyen yüzlerce belki de binlerce değişken bulunmaktadır ancak çok ciddi oranda bir doğru orantının bulunduğunun ortaya konulması bu araştırmanın ciddiye alınması gerektiğini göstermektedir.

Bu alanda yapılan araştırmaları incelemeye devam eden Jost, 2003 yılında kendi yaptığı bir araştırmadan yola çıkarak gelişmeye açık olmayan kapalı dünya görüşleri ve dogmatizm ile otoriterlik ve sağ ideolojilere meyletme konusunda da bir doğru orantı olduğunu iddia etmektedir. Buna göre daha dogmatik ve ideolojik yaklaşımları yüksek dozda olan insanlar otoriter eğilimlere daha yatkın bir görüntü çizmektedirler. Bu araştırmanın bulgularına göre; aşırı sağ eğilimliler merkez sağa, aşırı sol eğilimliler merkez sola, merkez eğilimliler ise hem sağ, hem de sol eğilimlilere kıyasla daha az otoriter ve daha özgürlükçü konumdadırlar. Yine aynı araştırmada aşırı sağ eğilimli kimselerin aşırı sola, merkez sağ eğilimli kimselerin de merkez sola kıyasla daha otoriterliğe yatkın olduğu iddia edilmektedir. Bu anlamda yenilik karşıtlığı ve değişime direnmenin temelinde yine sağ eğilimlerin ve genel olarak dogmatik düşüncenin yattığı söylenebilir. Jost’un üzerinde durduğu çok önemli bir diğer konu ise dindarlıkla sağ eğilimler arasındaki ilişkidir. 2000 yılı Dünya Değerler Araştırması bulgularına değinen Jost, bu araştırmada Kuzey Amerika ülkelerinde sağ eğilimle dindarlık arasında çok güçlü bir korelasyon olduğuna dikkat çekmektedir. Jost aynı verilerde benzer durumun daha az olmakla beraber Güney Amerika ülkelerinde (buradaki güçlü özgürlükçü teolojik akımlar nedeniyle daha az düzeyde seyretmektedir), Doğu ve Batı Avrupa’da da görüldüğüne dikkat çekerek, dindarlıkla sağ ve otoriterlik, sekülarizm ile sol ve özgürlükçülük konularında güçlü doğru orantılar olduğunu iddia etmektedir.

Aslında çok daha uzun bir şekilde incelenebilecek olan bu makaleden yola çıkarak şimdi Türkiye’deki sağ ve sol kavramları ve yenilikçilik (değişim) ve statükoculuk (muhafazakârlık) üzerinde düşünmeye başlayalım. Hakikaten Osmanlı’nın son döneminde aydın bürokrat kadrolar tarafından oluşturulan, dinsel dogmatizme karşı daha pozitivist düşünceli, Padişah despotizmine eleştirel yaklaşan, modern Batı dünyasını daha iyi tanıyan ve anayasacılığa (meşruti monarşi) dayalı göreceli olarak daha özgür ve eşit bir düzeni savunan Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi hareketler bu şablonda değişim yanlısı görüşleriyle sola daha yakın bir konumlandırmayı hak etmektedirler. Keza Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar ve belki de onlar arasında en radikali olarak yorumlanabilecek Mustafa Kemal Atatürk’ün de, köhnemiş eski düzenin gerekirse bazı noktalarda yukarıdan aşağıya gerçekleşecek devrimlerle değiştirilmesi, yenilikçilik ve modernleşmenin her alanda hâkim olması gibi düşünceleriyle 31 Mart Vakası ve Menemen Olayı gibi olaylarda görülebileceği üzere Osmanlı’ya özlem duyan muhafazakâr kitlelere ve gruplara karşı çok daha solda yer aldığı iddia edilebilir. Bu durumun yansımalarını Atatürk’ün kendisinden sonra gelen nesillere bir dogma bırakmadığını hayattayken kendi ağzından açıklaması ve Altı Ok içerisine Devrimcilik ya da İnkılâpçılık maddesinin eklenmesinde de görebiliriz. Peki Atatürk mirasını sahiplenen ve bunun üzerine 1960’larda “ortanın solu”, 1970’lerde “demokratik sol”, 1990’larda “üçüncü yol” açılımlarını ekleyen sosyal demokrat çevreler bugün değişim ve yenilikçiliğe ne kadar yakın, ya da statükoculuk ve tutuculuktan ne kadar uzaktalar?

Ne yazık ki son aylarda yaşanan değişim sürecinde esen rüzgârlar haricinde sosyal demokrat çevrelerde yaklaşık 20 yıldır fazlasıyla geçmiş özlemine dayalı (bu durum 1920’ler ve 1930’lardaki Kemalist devlete ya da 1960 ve 1970’lerdeki güçlü sol hareketlere özlem şeklinde iki düzeyde yaşanabiliyor) ve statükocu bir anlayışın egemen olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu durumun bir sonucu olarak da Atatürk mirası ülkemizde giderek zayıflıyor ve Adalet ve Kalkınma Partisi birçok noktada belki halkın istediği düzeyde ve şekilde olmasa da yeni şeyler söylediği ve ürettiği için haksız rekabet ortamında siyasette kolay seçim zaferleri elde edebiliyor. Bu nedenle Türkiye’deki sol çevrelerin “sol” terminolojisinin hakkını verebilmek ve daha önemlisi sandıkta AKP’ye alternatif bir sol seçenek oluşturmak adına sadece geçmiş özlemine dayalı nostaljik siyaset yapmaktan vazgeçerek, bir an önce oluşmakta olan yeni Türkiye’ye uygun somut projeler ortaya koymaları gerekmektedir. CHP’nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve örgütten sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’in bu doğrultuda son dönemde yaptıkları bazı atılımlar son derece sınırlı ölçekte gerçekleşmesine rağmen, tabanda bir heyecan yaratmayı başarmıştır. CHP’nin bir an önce aile sigortası, kısa dönem askerlik gibi yeni söylem ve projelerinin sayısını arttırması ve değişime ayak diremenin partiyi asla zafere götüremeyeceğini fark etmesi gerekmektedir. Bu sayede Türkiye’de sağ ve sol dengesinin sağlandığı sağlıklı bir siyasal yapı oluşabilecektir.


[1] John T. Jost hakkında bilgi edinmek için http://www.psych.nyu.edu/jost/ adresine bakabilirsiniz.
Ozan Örmeci

12 Mart 2011 Cumartesi

Türkiye'nin Demokrasi Sorunları


Geçtiğimiz Cumartesi günü Cumhuriyet Halk Evleri (CHE) Denizli Şubesi’nin davetlisi olarak Denizli’de “Türkiye’nin Demokrasi Sorunları” konulu bir konferans verdim. Denizli’de beni en iyi şekilde ağırlayan başta Sayın Serdar Ekiz olmak üzere tüm CHE Denizli şubesi yöneticilerine ve konferansa ilgi gösteren Denizli halkına teşekkür ediyorum. Türkiye’nin demokratikleşmesi adına küçük de olsa katkılar yapabilmek ve halkımıza ülkemizin sorunlarını anlatmak aslında okuyan-yazan herkesin bir görevi olmalı. Bu doğrultuda konferanstan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
1. Sivil-Ordu İlişkileri
Türk siyasal hayatında sivil-ordu ilişkileri oldukça tartışmalı bir konudur. Bunun temel nedeni geçmişte 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, 12 Mart 1971 muhtırası, 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ve 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi bilinen birçok askeri müdahalenin yaşanmış olmasıdır. Bu olaylar dışında Türk siyasal tarihinde başarıya ulaşamamış birçok askeri müdahale denemesi yaşanmıştır. Demokratikleşme ve sivil alanın genişlemesiyle beraber geçmiş askeri darbeler sorgulanmaya ve askerin siyasetteki yeri eleştirilmeye başlanmıştır. Türk Devrimi’nin askeri-bürokratik öncü kadrolar tarafından gerçekleştirilmiş bir toplumsal dönüşüm projesi olması ve sivil ayağının eksik kalması Türkiye’de sivil-ordu ilişkilerinin sorunlu temelini oluşturan en önemli faktördür. Profesör Metin Heper’e göre Türk devletlerinde “güçlü devlet geleneği” ve orduların özel bir konumu bulunmaktadır. Eric Nordlinger’e göre ordular siyasetle ilişkileri bakımından 4 temel kategoride incelenebilir;
1-) Profesyonel ordular; siyasete uzak ve sadece mesleğinde uzmanlaşmayı ilke eden apolitik paralı askerlerdir.
2-) Moderatör tipi ordular; tarafsız hakem niteliğinde ve sadece iç ve dış güvenlik meseleleriyle ilgilenen yapıdadır.
3-) Bekçi (Guardian) tipi ordular; rejimin iç ve dış güvenlik meseleleri dışında temel bazı niteliklerini (anayasanın değiştirilemeyen maddeleri) korumayı kendine ilke edinmiş ve özellikle Soğuk Savaş döneminde anti-komünist mücadelede ön plana çıkmış askeri yapılardır.
4-) Yönetici (Ruler) tipi ordular; isminden anlaşılabildiği gibi yönetimi bizzat eline alan ve sivil siyaseti kendisi tanzim eden, Soğuk Savaş döneminde özellikle Latin Amerika’da yükselen sol hareketlere karşı ABD desteğiyle darbe yoluyla iktidarı ele geçiren ordulardır.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK); Soğuk Savaş döneminde, 27 Mayıs ve 12 Eylül gibi askeri müdahaleler sürecinde yönetici (ruler) tipi ordulara uygun bir görüntü çizerken, genel itibariyle bekçi (guardian) modeline uygun bir yapıdadır. Zira Latin Amerika ordularının aksine TSK; Soğuk Savaş döneminde dahi devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesinin ardından yönetimi kendi inisiyatifiyle sivillere bırakmış ve kısa süre iktidarda kalmıştır (1960-1961, 1980-1983). Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından son yıllarda yapılan reformlarla TSK’nin bekçi tipinden moderatör tipine doğru evrildiği iddia edilebilir. Ancak Profesör Ergun Özbudun ve birçokları TSK’nin sivil yönetime geçilmesinin ardından da çeşitli şekillerde sivil siyasette ağırlığını korumaya çalıştığını iddia etmişlerdir. Özbudun’a göre ordular bunu 5 şekilde gerçekleştirmektedir;
1-) Himayeci yetkiler: Anayasada değişmez maddeler olarak vurgulanan bazı devlet niteliklerinin korunması konusunda orduların bekçi rolü üstlenmesi.
2-) Mahfuz alanlar: Milli Güvenlik Kurulu ve benzeri mekanizmalarla orduların sivil siyasete yön verebilme imkânının bulunması.
3-) Seçimlerin manipüle edilmesi ve seçim hileleri.
4-) Geri dönüşü olmayan maddelerin anayasaya eklenmesi (1982 anayasasındaki geçici 15. madde buna örnek olarak gösterilebilir).
5-) İşlenen askeri suçlar için af ilan edilmesi.
Bu 5 enstrüman yoluyla ordular sivil siyasette etkinliklerini sürdürebilmektedir. Türkiye için geçmişte özellikle himayeci yetkiler ve mahfuz alanların TSK tarafından kullanıldığı iddia edilebilir. Ancak son yıllarda 27 Nisan e-muhtırası sayılmazsa normalleşme yaşandığı söylenebilir.


2. Kürt Sorunu
Kürt sorununun temelleri Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar götürülebilir. Ancak Kürt sorununun Türkiye’nin siyaset gündemine ciddi şekilde girmesi 1984 yılından başlayarak giderek yoğunlaşan PKK terörizmi nedeniyle olmuştur. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Andrew Mango’nun da belirttiği gibi Türk ve Kürtleri “ırk kardeş” olarak nitelendirmiş ve iki halk arasındaki uzun yüzyıllar bir arada yaşamaktan kaynaklanan kültür benzerliklerine dikkat çekmiştir. Zaten Misak-ı Milli sınırları etnografik açıdan bakılırsa Türkler ve Kürtlerin birlikteliği olarak yorumlanabilir. Etnik değil, sivil-kültürel bir milliyetçilik türü olan Atatürk Milliyetçiliği uyarınca Kürtler, Cumhuriyet’in asli unsuru ve birinci sınıf vatandaşları kabul edilmişler ve Türk milletinin bir parçası sayılmışlardır. Mustafa Kemal Milli Mücadele’ye desteklerinin sağlanması yolunda Kürtlerin ve diğer etnik unsurların kimliklerini de çekinmeden belirtmiştir. Atatürk’ün 1 Mayıs 1920 günü TBMM’de yaptığı konuşma da, kendisinin bu konudaki duyarlılığını çok iyi ifade etmektedir. “Burada maksut olan ve Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir”. İlk meclis oturumlarında Atatürk gayet özenli bir şekilde “Türk halkı” yerine “Türkiye halkı” terimini kullanmış ve Milli Mücadele’yi sekteye uğratmak istememiştir. Ancak önemli bir entelektüel ve devlet adamı olan Mustafa Kemal ulus-devletler ve milliyetçilikler çağında çok etnikli ve millet bütünlüğünü sağlayamamış bir yapının ayakta kalamayacağını öngörerek, Anadolu’da en büyük etnik unsur olan Türkler ve en yaygın konuşulan dil olan Türkçenin de etkisiyle tüm etnik unsurları Türk milleti adı altında toplamış (Ne Mutlu Türküm Diyene) ve hepsine eşit vatandaşlık hakları sunmuştur. Prof. Dr. Metin Heper’e göre Türkiye Cumhuriyeti genel anlamda Kürt kimliğini ikincil bir kimlik olarak kabul etmiş ve ancak bunun birincil kimliğe dönüşme riski taşıdığı dönemlerde buna karşı mücadele etme stratejisi belirlemiştir. Ancak Kürt isyanlarının devleti yıkılma-bölünme noktasına götürmesi nedeniyle 1925 yılındaki Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan başlayarak devlet bu konuda daha baskıcı bir tutum belirlemek durumunda kalmıştır. Kürtçenin konuşulması konusunda devlet yaşanan isyanlara da tepki olarak sorun çıkarmaya başlamış ve Lozan Antlaşması’nın bütün yükümlülüklerini (39. maddedeki mahkemede etnik diliyle kendini savunabilme hakkı ve 40. maddedeki kendi eğitim kurumlarını masraflarını kendileri karşılamak üzere kurabilmek hakkı) yerine getirmemiştir. Yine de Prof. Dr. Ergun Özbudun’a göre 1930’ların faşist atmosferinde bu tavır şaşırtıcı olmamalıdır. “Üstelik, 1930’lu yıllar gibi Avrupa’nın çok büyük bölümüne otoriter, ırkçı milliyetçilik anlayışının egemen olduğu bir dönemde, bunun bizce tali bazı yönlerinin Türkiye’de görülmesi değil, bu etkinin bu kadar sınırlı kalmış olması hayret edilecek bir husustur”.

Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Batı’nın sınır karakolu olarak görev yaptığı için Türkiye’nin Kürt meselesi güvenlik sorunları öncelikli olan Batı dünyası için hiçbir önem teşkil etmemiş ve Kürt sorunu konusundaki duyarlılık ve beraberindeki kışkırtma ve propaganda faaliyetleri daha çok SSCB ve sosyalist bloktan gelmiştir. Türkiye’de de 1960’larda başlayan sol muhalefet Kürt meselesine sahip çıkmış ancak solun radikalleştiği döneme kadar buna bölücü hedeflerle değil, birleştirici, barışçıl emellerle ilgi göstermiştir. Kürt meselesinin adının konmasında Yön dergisinin başyazarı Doğan Avcıoğlu ve Türkiye İşçi Partisi’nin büyük çabaları olmuştur. Avcıoğlu ve TİP üyeleri Kürt meselesine daha çok bir feodalizm sorunu olarak bakmış ve Atatürk’ün çok istediği toprak reformunun yapılamaması nedeniyle bölgede aşiret düzeninin devam ettiğini ve dolayısıyla Kürt-Türk kaynaşmasının yaşanamadığını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca yine 1960’lardan başlayarak İsmail Beşikçi, Kemal Burkay gibi daha radikal sol düşünürler de Kürt ayrılıkçı hareketinin temellerini atan fikirlerini ortaya koymaya başlamışlardır. 1970’lerde Kürt Solu Türk Solu’ndan fikri olarak ve kalben ayrılmış ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan kopan Abdullah Öcalan liderliğindeki ve Apocular olarak bilinen bir grup daha sonraları Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kürdistan - PKK) adıyla ayrılıkçı bir terör örgütü kurmuştur. Dolayısıyla Kürt hareketi 1925-1938 arasında İslamiyet temelli ve İngiltere desteğiyle yükselirken, 1960-1990 arasında daha çok sosyalizm temelli ve SSCB desteği üzerinden güçlenmiştir. Bugün ülkemizin yaşadığı en önemli sıkıntılardan biri PKK terörizmi ve Kürt sorunu meselelerinin iç içe geçmiş olmasıdır. Günümüzde Kürt sorunu dediğimiz zaman esas itibariyle farklı bir etnik kökenden gelen ancak Türk milletinin bir parçası ve devletin birinci sınıf vatandaşları olan Kürtlerin şu talep ve sorunları akla gelmelidir.
1-) Bazı vatandaş ve devlet görevlilerinde görülen Kürt kökenli yurttaşlarımıza yönelik ayrımcı-ırkçı hareketler.
2-) Büyük şehirlerdeki gettolaşma-mahalleleşme nedeniyle Kürt-Türk bütünleşmesinin tam anlamıyla sağlanamaması.
3-) Güneydoğu Anadolu bölgesindeki fakirlik, eğitimsizlik, kültürel gerilik (töre cinayetleri, akraba evlilikleri vs.) ve işsizlik gibi çok ciddi sosyal sorunlara yol açan sıkıntılar.
4-) Kürt kökenli yurttaşlarımızın kendi kültür ve dillerini milli birlik ve bütünlük içerisinde yaşatmaya yönelik taleplerinin yerine getirilmesi (devletin çok kültürlülük politikasını dikkatli bir şekilde belirlemesi).
5-) Terörizmin özellikle Güney Doğu Anadolu bölgesindeki gücü nedeniyle vatandaşların can ve mal güvenliğinin olmaması, sağlıklı demokratik seçimlerin silahlar gölgesinde gerçekleştirilememesi.
6-) Kürtlerin Cumhuriyet ve devlete olan aidiyetlerinin son yıllarda azalması, bu konuda devletin etkin bir politika geliştirememesi.
7-) Kürt kökenli yurttaşlarımızın taleplerini demokratik sınırlar içerisinde savunabilecek ve terörizmi reddeden bir siyasal kurumun bulunmayışı.
8-) Bazı yabancı ülkelerin bu konuyu kendi çıkarları için kullanmaları nedeniyle meselenin bir iç politika, demokrasi olayından çıkıp uluslararası kriz haline gelmesi ve Kürt kökenli siyasetçilerin buna alet olmaları.


3. Laiklik Tartışmaları
Türk siyasal hayatındaki bir diğer önemli tartışma konusu ve toplumdaki fay hattı siyasal İslam ve laiklikle alakalıdır. Osmanlı’dan devralınan merkez-çevre kopukluğu nedeniyle öncü bürokratik kadrolar tarafından gerçekleştirilen Kemalist Devrim; Osmanlı’nın gerilemesine ve çökmesine neden olarak -birçok diğer sebebin yanında- dinin siyasal emellere alet edilmesini ve bilim ve aklın gelişmesine engel olarak kullanılmasını görmüştü. Bu sebeple Cumhuriyet Devrimi sonrası seküler yaşam ve devlet yönetimini sağlamak adına önemli adımlar atıldı. Hilafet ve saltanatın kaldırılması, eğitim birliğinin (Tevhid-i Tedrisat) sağlanması, Batılı seküler eğitim sisteminin kabul edilmesi, yozlaşmış tekke ve zaviyelerin kapatılması, kılık-kıyafet reformu bunlara örnek gösterilebilir. Bunun yanı sıra Kemalizm’in özünü oluşturan Altı Ok’un önemli bir öğesi olan Laiklik, 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti anayasasına eklenmiştir. Ayrıca 1924 anayasasında yer alan ve modern demokratik bir devlete uymayan “Devletin dini İslam’dır” ibaresi daha sonra kaldırılmıştır. Birçoklarına göre İslam coğrafyasında modernleşebilen ve demokratikleşebilen tek ülke olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin laiklik anlayışı Avrupa ülkelerinden farklı olarak Bizantinizm’den esinlenmiştir. Bizantinizm din ve devlet işlerinin ayrı olmasından öte, dinin toplumsal-siyasal yaşamda istismar edilmemesi için devlet tarafından kontrol edilmesi anlamındadır. Baskın Oran’a gore Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye’de bunun uygulandığı iddia edilebilir. Ancak Türkiye’nin laiklik ve demokrasiyi yaşatabilen tek İslam ülkesi olduğu da hesaba katılmalıdır.

Cumhuriyet’in henüz ilk yıllarından başlayarak laiklik ve modernleşme reformlarına yönelik çeşitli isyanlar ve tepki hareketleri yaşanmıştır. Şeyh Said İsyanı’nın ve bazı Kürt isyanlarının İslami yönü de olduğu bilinmektedir. Bunun yanında 1930 tarihli Menemen Olayı bu konuda yaşanan en somut ve trajik olaylardandır. Çok partili siyasal hayata geçilmesinin ardından da dini referansları daha yoğun olan merkez sağ partiler genelde sandıkta ön plana çıkmıştır. 1960’ların sonlarında Milli Nizam Partisi ile başlayan Siyasal İslam hareketi ise 1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’nin en güçlü siyasal akımı olarak iktidara gelmiş ve laiklik konusunda hassas kesimlerde tedirginlik yaratmıştır. Milli Nizam Partisi 12 Mart sonrası kapatılmış ancak yerine Milli Selamet Partisi kurulmuş ve Milli Görüş’ün doğal lideri Necmettin Erbakan 1970’lerde birçok koalisyonda önemli roller üstlenmiştir. Bu dönemde siyasal İslamcı kadrolar devlet kademelerinde yükselmeye başlamıştır. 12 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi geçmişte sol partilerin kucakladığı varoşlarda hızla güçlenmiş ve 1994’te İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri kazanılmıştır. Bu dönemde soldaki bölünmüşlük (3 parti) İ. Melih Gökçek ve Recep Tayyip Erdoğan gibi İslamcı kökten gelen genç siyasal liderlerin büyükşehir belediyelerini kazanmasında kritik rol oynamıştır. Refah Partisi 1995 seçimlerinde de birinci parti olarak Tansu Çiller’li DYP ile Refahyol koalisyonunu kurmuştur. Refahyol koalisyonu döneminde yaşanan çeşitli skandallar sonrası 28 Şubat süreci ile Refah Partisi kapatılmış (daha sonra bu karar AİHM tarafından onaylanmıştır) ve Necmettin Erbakan’a 5 yıl süreyle siyasal yasak getirilmiştir. Bu dönemde Refah’ı izleyen Fazilet Partisi de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve sonrasında siyasal İslamcı hareket içerisinde ortaya çıkan Yenilikçi-Gelenekçi tartışmasından 2 siyasal parti doğmuştur; Saadet Partisi (gelenekçi kanat), Adalet ve Kalkınma Partisi (yenilikçi kanat). Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi genç ve karizmatik liderler etrafında kurulan AKP, 2002 (%34) ve 2007 (%47) seçimlerinde üstün başarı göstererek tek parti hükümeti kurma şansı yakalamıştır. Ayrıca 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde de AKP siyasal rakiplerine fark atarak uzak ara birinci parti olmayı başarmıştır.

AKP kendisini muhafazakâr demokrat ve liberal bir parti olarak tanımlamasına karşın halen bazı yabancı ve yerli gözlemciler tarafından “takiyye” yapmakla suçlanmakta ve AKP’nin dinin sosyal yaşam ve devlet yönetimindeki rolünü arttıran bazı uygulamaları medya ve toplumda tartışma yaratmaktadır. Dış politikada Türkiye’nin 1990’ların sonlarından başlayarak çok boyutlu bir perspektif benimsemesi ve AKP döneminde Batı dünyası kadar İslam dünyasıyla da yakın ilişkiler geliştirmesi (Hamas ve Sudan’da El Beşir’e verilen destek) bu noktada kimi yabancı gözlemcileri kaygılandırmaktadır. Bunun yanında son yıllarda alkollü restoran sayılarındaki azalma, medyada ve devlet yaşamında artan muhafazakâr söylem, kadınlara yönelik artan şiddet eylemleri, örgütsel şeffaflığı olmayan dini cemaat ve tarikatların çok güçlü hale gelmesi ve benzeri bazı konular nedeniyle hükümete tepki duyan kesimler bulunmaktadır. Daniel Brumberg’e göre İslamcı partiler üç kategoride incelenebilir;
1-) Radikal ve militan İslamcı partiler, demokrasi karşıtı siyasal İslamcı devrim yapmak amacında olan ve siyasal şiddeti sıklıkla kullanan tehlikeli partilerdir. Geçmişte Refah Partisi’nin bazı uygulama ve söylemleri bu tip partileri andırmıştır (“kanlı mı olacak, kansız mı”).
2-) Reformist İslamcı partiler, ulaşmak istedikleri demokrasi dışı İslami düzene anayasal yollar ve demokrasiyle ulaşmayı deneyen İslamcı hareketlerdir. Refah Partisi daha çok bu kategoriye girmektedir. Bazı gözlemcilere göre AKP de buraya dâhil edilmelidir.
3-) Liberal İslamcı partiler ise, İslamcı söylem ve hedeflerini demokrasi ile sınırlayan demokratik partilerdir. Çoğu gözlemciler AKP’yi bu kategoriye sokmaktadır.
Ayrıca Türkiye’de siyasal İslam ve laiklik tartışmalarıyla alakalı olarak türban meselesi, İmam Hatip Liseleri konusu ve bazı diğer tartışmalı konular bulunmaktadır.


4. Siyasal Kültür
Ülkemiz açısından en önemli demokrasi sorunlarından biri de demokratik kültürün Türkiye’de düşük seviyelerde olmasıdır. Ülkemizde hane içinden, eğitim kurumlarına, iş yerlerinden siyasal partilere ve sivil toplum kuruluşlarına kadar kendi içerisinde demokratik uygulamalar yapabilen kurumlar son derece sınırlıdır. Bu nedenle demokratik kültür gelişememekte ve güce tapma eğilimleri artmaktadır. Biat kültürünü yaygınlaştıran ve kadın-erkek eşitliğini hiçe sayan çeşitli dini örgütlenmeler de İslam dininin özünü anlamaktan uzak hurafelere dayalı yaklaşımlarıyla ülkemizdeki otoriter ve ataerkil kültürü güçlendirmektedirler. Bunların yanında şiddet kültürünü teşvik eden militarist söylemler, çeşitli yasadışı örgütler ve yasal ve yasadışı siyasal partiler de demokratik pekişmenin önündeki ciddi engellerdendir.

Ülkemizde demokratik kitle gösterilerine iktidarların olumsuz yaklaşımları ve bu doğrultuda kolluk kuvvetlerini öğrenciler ya da gösterici gruplara yönelik sert metotlar kullanmaya teşvik etmeleri, bunun yanında hak aramanın ve gösteri yapmanın da yaygın olarak iktidardan aldıkları emirler doğrultusunda yalnızca görevlerini yapmakta olan emekçi güvenlik güçlerine düşmanlık şeklinde algılanması ciddi siyasal kültür sorunları olarak sayılabilir. Sivil-ordu ilişkilerinde geçmişte yaşanan olumsuzluklar da Türkiye’de demokratik siyasal kültürün gelişmesi konusunda olumsuz bir durumdur. Türkiye açısından sağlıklı bir demokrasiye ulaşmak için en önemli adımlardan birisi de eğitim kurumlarından başlayarak demokrasinin faziletlerinin uygulamayla yeni nesillere öğretilmesidir. Şu unutulmamalıdır ki, demokratik kültür gelişmeden en iyi ve en demokratik yasalarla bile bir demokrasi kurulamaz ve gelişemez.


5. Ekonomi
Son dönemde ülkemizin içerisinde bulunduğu ekonomik durum incelendiğinde, ülke ekonomisinde etkili olan gelişmelerin büyük çoğunluğunun dış kaynaklı olduğunu söylemek mümkündür. Bunda küreselleşme olgusunun, gün geçtikçe küresel yapıya daha fazla entegre hale gelmiş olan ülkemiz üzerinde yarattığı etkileri rol oynamaktadır. Özellikle 2000’li yılların başında ülkemizde ortaya çıkan ekonomik krizlerin ardından yaşanan olumlu ekonomik gelişmelerin kaynağının dışarıda bulunduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Dolayısıyla bu dönemde ekonomide yaşanan nispi iyileşme, gerçekte dünyanın içerisinde bulunduğu sakin ve olumlu ekonomik durumdan kaynaklanmıştır. Ülkemizdeki mevcut ekonomi yönetiminin, son yıllardaki dış kaynaklı olumlu havadan yararlanarak, ekonominin kontrol altında olduğu imajını yaratması, özellikle dış dünyanın ve küresel sermaye gücünün beklentilerini tatmin edecek “yüksek faiz, düşük kur” politikasına sıkı sıkıya bağlı kalması ile mümkün olmuştur. Böylece sıcak para olarak adlandırılan gücü arkasına alan ekonomi yönetimi, tüm dünyadan takdir toplamıştır. Ülkemizde 2000’li yılların başında karşı karşıya kalınan krizlerin ardından uygulamaya konan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile gelen düzenlemeler ve Merkez Bankası’nın tedbiri elden bırakmayan ekonomi yönetimi, yine aynı dönemde ülkedeki olumlu ekonomik gelişmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ekonominin bugünkü durumuna gelindiğinde ise Merkez Bankası’nın Aralık ayında uygulamaya koyduğu ülkemizin sıcak para akımı cazibesini azaltmayı amaçlayan yeni para politikası çerçevesinde, faizlerin yüzde 6,25’e indirildiği görülmektedir. Merkez Bankası aynı zamanda ekonomide bir gevşemeye yol açmamak için zorunlu karşılıkları arttırma yoluna gitmiştir. Ancak buradaki temel problematik, ülkenin sıcak paranın hâkimiyetine kapılmış durumda olmasıdır. Ülke ekonomisinin sıcak para hâkimiyetinde olmasının en büyük nedeni, 2010 yılında bir önceki yıla göre %247,1 oranında artış gösteren 48.557 milyon dolara ulaşan cari açıktır. 1980’li yılların sonlarında sıcak para ile tanışan ülke ekonomisi, sıcak parayı cari açığın finansman kaynağı olarak görmeye başlamış ve bugüne gelinene dek, yaşanan her ekonomik krizde sıcak para çıkışı ile yüzleşmiş, pek çok ekonomik dalgalanmada da sıcak para çıkışı tedirginliği ile baş başa kalmıştır. Bugün çok ciddi bir miktara ulaşmış olan cari açık, ülke ekonomisini tehdit etmektedir. Yakın geçmişte kamunun sahip olduğu borç yükünün bir benzerinin bugün özel sektör tarafından üstlenilmesi, reel ekonomi üzerinde kriz ve şoklara karşı kırılganlığı arttırıcı ve esnekliği azaltıcı bir etkiye yol açmaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde özellikle dış borç açısından özel sektör borcunun takip edilmesi ve belirli ölçüde düzenlenmesi gerekebilecektir.

Açıklanan son verilere göre, GSYİH’daki yıllık artış, sanayi üretimi artışı gibi göstergelerdeki olumlu gelişmeler, özellikle 2009 yılında küresel ekonomik krizin etkisi altında olan ekonominin yeniden normale dönmesi nedeniyle ortaya çıkarken, ithalattaki artış durmaksızın büyümekte ve ihracatın ithalata bağımlı olmasına rağmen ciddi bir artış gösterememesi, döviz kurları ile ilişkilendirilmektedir. Ekonomideki %11,6’lık mevsimsel düzeltilmiş işsizlik oranı ve yaratılan katma değerin düşüklüğü yapısal nedenlere dayanmaktadır ve ekonomi yönetiminin başarısızlığı olarak değerlendirilmelidir. Bugün ülke ekonomisinde sürdürülemez durumda olan milli gelirin büyümesi, bütçe açığının küçülmesi, kamu borçlarının milli gelire oranının düşmesi gibi göstergelerin yanında kronik hale gelmiş işsizlik, ekonomideki yapısal zafiyetin işaretidir. Merkez Bankası’nın yeni politikası, 2011 yılında TL’nin değer kaybetmesi ile milli gelir artışının yavaşlaması, enflasyonda yükselme, faiz artışları, bütçe açığı büyümesi, işsizlik artışı, kamu borcunun milli gelire oranının artması, harcanabilir gelirin azalması ve iç piyasada daralma ile azalan bankacılık sektörü kârları sonuçlarını yaratabilecektir.

Resmi rakamlarda dahi yüzde 10’ların üzerinde seyreden yüksek işsizlik oranı nedeniyle ülkemiz ekonominin kötü yönetiminin sonucu olarak çeşitli sosyal sorunlara da sahne olmaktadır. Özellikle üniversite mezunu gençlerde işsizlik oranının yüzde 25’lerde olması anarşi, terör, madde bağımlılığı, siyasal radikalleşme, yüksek suç oranı, milli değerlere ve devlete düşmanlık gibi pek çok sorunu tetiklemektedir. Bunlara ek olarak çalışan kesimin haklarının giderek azalması, esnek emek uygulamaları ve taşeronlaştırma faaliyetlerinin yaygınlaştırılması çok ciddi ekonomik sorunlardandır. Demokrasi herşeyden önce müreffeh ülkelerin ve yüksek eğitimli toplumların uygulayabildiği zor bir siyasal rejimdir. Bu nedenle ekonomik gelişmenin tabana yayılması demokrasinin de gelişimini sağlayacaktır. Fakirliği çözmek adına uygulanan ve belediyeler ve çeşitli kamu kurumları tarafından yapılan sosyal yardımların işsizlik ve fakirliği gerçekte çözmeyen geçici yollar olduğu ortadadır. Bu nedenle Türkiye’nin işsizlik ve fakirliği çözmek adına çok ciddi sosyoekonomik projeler geliştirmesi gerekmektedir. İşsizlik ve sosyal sorunların çok daha yüksek seviyede olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde ise bu projeler daha da yoğun uygulanmalı ve gerekirse devlet eliyle tarım, hayvancılık ve sanayi desteklenerek bölge halkının hayata tutunabilmesi sağlanmalıdır. Piyasacı ya da devletçi saplantılara takılmadan toplumsal ihtiyaçlara göre bir ekonomi politikası belirlenmelidir.


6. Dış Politika
Türkiye kendi iç meselelerini henüz çözememesine karşın büyük potansiyeli nedeniyle 1990’ların sonlarından bu yana uluslararası kamuoyunda bir bölgesel güç olarak görülmektedir. Türkiye 1999 Helsinki Zirvesi ile elde ettiği Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için aday ülke statüsünü 2000’li yıllarda müzakerelerin başlaması ile bir üst seviyeye taşımıştır. Ancak AKP iktidarında başlatılan müzakere sürecinde henüz açılan başlıklardan hiçbiri tamamlanamamış ve birçok başlığın açılması da AB ülkelerince engellenmiştir. Türkiye’nin AB vizyonunun kaybolması Orta Doğu, Avrasya ve içe kapanma gibi diğer seçenekleri ön plana çıkarmakta ve Türk dış politikasında belirsizlik ve istikrarsızlık yaratmaktadır. Türkiye-ABD ilişkileri 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmesi ve sonrasındaki çuval olayı nedeniyle inanılmaz gerilmiştir. Sonuçta Türkiye son yıllarda birçok araştırmada anti-Amerikanizm’in en yüksek olduğu ülke olarak görülmektedir. ABD kaynaklı “ılımlı İslam” ve “Kürdistan” tartışmaları Türk kamuoyunda büyük tepki yaratmaktadır. ABD’nin de son dönemde dış politikada ciddi anlamda güç kaybettiği ve Rusya ve Çin gibi yeni yükselen ülkeler karşısında eski konumunu koruyamadığı birçok otorite tarafından dile getirilmektedir. Ancak halen dünyanın süper gücü olan ABD ile Türkiye’nin ilişkilerini istikrarlı bir hale getirmeden dış politikada önünü görmesi pek mümkün değildir. Türkiye-İsrail ilişkileri de son yıllarda inanılmaz ölçüde tahrip edilmiştir. Bu durumun oluşmasında “one minute” krizi ve Mavi Marmara olayı etkili olmuştur. Her iki ülkede de sağ ve aşırı sağ unsurların iktidarda olması ve İsrail’in Filistin’e yönelik acımasız politikaları bu iki ülke arasındaki istikrarı bozmuştur.

Bunların yanında Türkiye son yıllarda Orta Doğu ve İslam dünyasında aktif bir politika izlemektedir. Ancak Türkiye bunu yaparken seçici davranmakta ve ülkelerin resmi makamlarından ziyade bazı gruplarla (Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler vs.) ilişkiler kurmayı tercih etmektedir. Bu durumun bazı faydaları olduğu gibi ciddi riskler taşıdığı da bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin dâhil olduğu Füze Kalkanı Projesi ile komşusu İran ile ilişkilerinin orta vadede ciddi şekilde gerilebilecek olduğu görülmektedir. İran’daki anti-demokratik rejimin nükleer güce ulaşması Türkiye açısından da tehlikelidir. Ancak bunu önlemek için çıkması muhtemel bir savaşın da Türkiye’ye çok ciddi ekonomik, toplumsal ve siyasal maliyetleri olabilir. Bu anlamda Türk dış politikasını önümüzdeki yıllarda karmaşık denklemler ve zor tercihler beklemektedir. Türkiye’nin dış politikadaki ciddi bir diğer sıkıntısı Ermeni soykırımı iddialarının Ermeni tehcirinin 100. yılında yani 2015’te yoğunlaşacak olmasıdır. Bugüne kadar bu konuda Türk devletinin somut bir çalışma yapmaması göze çarpmaktadır. Son yıllarda sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı hızla artmaktadır ve İsrail’le gerilen ilişkiler nedeniyle Yahudi lobisinin Amerika’daki Türkiye’ye desteğini çekmesi muhtemeldir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin durumu ve Türkiye ile ilişkileri de son yıllarda son derece olumsuz seyretmektedir. Türkiye yaptığı tüm Orta Doğu açılımlarına rağmen KKTC’yi dünyaya tanıtmayı başaramamıştır. Barış ve birleşme yolunda attığı adımlara rağmen adada çözüme ulaşamamış ve bir sıkışmışlık durumundadır. Türkiye’nin dış politikadaki bir diğer çok ciddi meselesi terörle mücadelesindeki haklılığı dış dünyaya anlatmakta zayıf kalması ve hakkını savunamamasıdır. On binlerce vatandaşını teröre kurban etmiş Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda haklılığını kabul ettirememesi kendisine yönelik önyargılar kadar Türkiye’nin de başarısızlığını göstermektedir. Türkiye’nin küreselleşme çağında kendi devlet politikalarını dışarıya daha iyi anlatabilecek bilgi ve beceri düzeyine sahip kadrolar yetiştirmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Türkiye’nin dış politikada şovlardan ziyade somut başarılara ihtiyacı bulunmaktadır. Buna karşın İsmail Cem döneminden beri Türkiye’nin aktif ve dinamik bir dış politika izlemesi Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir.


7. Sonuç
Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacağı 2023 yaklaşırken Türkiye’nin önünde çok ciddi demokrasi sorunları bulunmaktadır. 2023’te Cumhuriyet’in tam demokrasi ile taçlanabilmesi için bu sorunların çözümünde somut adımlar gecikmeden atılmaya başlanmalıdır.

1-) Sivil-ordu ilişkilerinde demokratik standartlara gelme yolunda hızla ilerlenmektedir. Bu nedenle pekişmiş demokrasiye yumuşak bir geçiş yapmak için sağduyulu ve ölçülü bir şekilde hareket edilmeli, demokrasi ve devletin kurumları aynı ölçüde özenle korunmalıdır.

2-) Kürt sorunu konusunda terörün farklı enstrümanlar kullanılarak bitirilmesi ve ulusal bütünlüğü bozmadan Kürtler ya da diğer etnik gruplara kültürel haklar sunulması makul bir çözüm olacaktır. Güneydoğu Anadolu bölgesinin kalkındırılması ve bir sürgün yeri olmaktan kurtarılması gerekmektedir. Kürtlerin Cumhuriyet’e bağlılıklarının yükseltilmesi ise en önemli amaç olmalıdır.

3-) İslam-laiklik tartışmaları konusunda devlet yönetiminde yasalar ve akılcılığın ön planda kalması ve dini değerlerin kamusal alanda belirleyici faktör haline gelmesinin engellenmesi, ancak bireysel inanç özgürlükleri konusunda devletin daha esnek ve özgürlükçü bir tutum alması hızla artan kutuplaşma ortamında bir zorunluluk haline gelmiştir. Bunlar yapılmadığı takdirde, Türkiye fikren ve kalben iki büyük kutuba ayrılacak ve ortak bir yaşam inşa etmek giderek zorlaşacaktır.

4-) Siyasal kültür alanında demokrasinin faziletleri anaokulundan başlayarak tüm eğitim kurumlarında ve düzeylerinde genç nesillere aktarılmalı, demokrasiye ciddi engeller ortaya koyan geleneksel ataerkil aile yapısı ve militarist anlayışlar milli değerler erozyona uğratılmadan sorgulanmalı ve eleştirilmeli, tüm kurum ve kuruluşlarda demokrasiye uygun bir iç işleyiş mekanizması kurularak demokratik kültür teşvik edilmelidir.

5-) Ekonomi alanında işsizlik ve özellikle genç işsizliğiyle mücadele konusunda seferberlik ilan edilmeli, nüfus artışına paralel bir ekonomik büyüme hedeflenmelidir. Daha dengeli bir gelir dağılımının sağlanması ve fakirlikle mücadele için vergilendirme politikası gözden geçirilmeli, taşeronlaştırma ve esnek emek uygulamalarına karşı mücadele edilmeli, aile sigortası ve benzeri uygulamalar partizan olmayan bir devlet politikası şeklinde uygulamaya sokulmalıdır. Ancak küreselleşme çağında kapalı ekonomi özlemlerinin önüne de set çekilmelidir.

6-) Dış politika alanında Türkiye’nin AB tam üyelik hedefi yeniden canlandırılmalı ancak çok boyutlu dış politika arayışına uygun dinamik ve aktif politikalar da sürdürülmelidir. İdeolojik-kültürel eğilimlerden ziyade demokrasi temelli ancak ulusal çıkara dayalı bir dış politika takip edilmelidir. AB çıpasının Türkiye demokrasisi açısından önemi mutlaka hatırlanmalı, bazı AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik önyargılarının kırılması için aktif çaba gösterilmelidir.

Bunları yapabilecek güçlü ve gerçekten sosyal demokrat bir partiye fazlasıyla ihtiyaç vardır aksi takdirde bu ciddi sorunlarla mücadele edemeyen Türkiye’de otoriter bir yönetimin kurulması kaçınılmaz olacaktır.


Ozan Örmeci

6 Mart 2011 Pazar

"Türkiye'nin Demokrasi Sorunları" konulu konferansım


5 Mart 2011 Cumartesi günü Cumhuriyet Halk Evleri (CHE) Denizli şubesinin daveti üzerine Denizli Cumhuriyet Halk Evleri binasında "Türkiye'nin Demokrasi Sorunları" konulu bir konferans verdim. Son derece güzel bir atmosferde gerçekleşen konferansın görüntü ve videolarına, ayrıca konferansta yaptığım sunuma ulaşmak için lütfen buraya tıklayınız. Konferansın gerçekleşmesini sağlayan başta sayın Serdar Ekiz olmak üzere tüm CHE yöneticilerine teşekkür ediyorum.

Ozan Örmeci