31 Mart 2017 Cuma

CFR Oturumu: 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri


Yakında gerçekleşecek olan 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dünya medyası ve küresel vizyon sahibi düşünce kuruluşları büyük ilgi gösteriyor ve bu konuda çeşitli oturum, panel ve tartışmalar düzenliyorlar. ABD merkezli ünlü düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (CFR) da, geçtiğimiz günlerde David A. Andelman’ın moderatörlüğünde ve William Drozdiak, Jane Hartley ve Dominique Moisi’nin katılımıyla böyle bir panel düzenledi.[1] Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar ana hatlarıyla özetlenecektir.

Panel kaydı

Öncelikle panelistlerin kimliklerini açıklamakta fayda var. William Drozdiak[2], ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’nün Avrupa ve ABD Merkezi uzman kadrosunda yer alan ve özellikle Almanya politikası hakkında bilgi sahibi bir kişidir. Jane Hartley[3], ülkesi ABD’nin Monaco ve Fransa Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş üst düzey bir kadın diplomattır. Dominique Moisi[4] ise, Paris merkezli IFRI’de çalışan ve Harvard ve College of Europe gibi yükseköğretim kurumlarında ders veren ünlü bir Fransız Siyaset Bilimcidir.

Panelin başında, moderatör Andelman’ın sorusu üzerine, panelistler, kısaca seçimlerde ne olabileceği konusunda görüşlerini açıklamaktadırlar. William Drozdiak, Marine Le Pen’in seçimin ilk turunu birinci tamamlayacağını, ancak ikinci turda Emmanuel Macron’a kaybedeceğini düşünmektedir. Jane Hartley, ilk turda Le Pen ve Macron’un eşit oranda oy alacaklarını, ancak ikinci turda Macron’un yüzde 28 gibi açık bir farkla seçimi kazanabileceğini öngörmektedir. Dominique Moisi ise, bir Fransız vatandaşı olarak Emmanuel Macron’un kazanmasını istediğini ve bunun olabileceğini, ama Fransa tarihinde ilk defa aşırı sağcı Marine Le Pen gibi bir adayın Cumhurbaşkanı olmak konusunda ciddi şansının olduğunu belirtmektedir.

Bu girişin ardından, ilk olarak Jane Hartley, seçimlerin anlamını yorumlamaktadır. Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iki turlu olduğunu hatırlatan Hartley, sosyalist aday Benoit Hamon’la birlikte Emmanuel Macron, Marine Le Pen ve François Fillon’un seçimde yarışan iddialı adaylar olduğunu ve tüm bu adayların farklı ölçülerde “değişim” kavramından bahsettiklerine vurgu yapmaktadır. Ancak Hartley’e göre, bu seçimde “değişim” vaat eden en güçlü aday Emmanuel Macron’dur. Zira François Hollande döneminde Ekonomi Bakanı olarak atanan Macron, bu defa seçime bağımsız ve partisiz bir aday olarak girmiş ve kendi partisi PS (Fransız Sosyalist Partisi) de olmak üzere tüm diğer partilere, yani sisteme meydan okuyan bir aday durumundadır. Macron, ekonomide daha esneklik ve serbestlik yanlısı olduğu ve Paris’i bir finans merkezi haline getirmek istediği için partisiyle uyuşamamış ve yarışa bağımsız olarak girmiştir. Merkez sağ Cumhuriyetçiler’in (LR) adayı François Fillon, parti içi yarışta Alain Juppé’yi sürpriz bir şekilde geride bırakmış ve yeni ekonomik programıyla değişim vaat eden bir diğer adaydır. Marine Le Pen ise, aşırı sağcı, AB ve göçmen karşıtı fikirleriyle, Fransa'da kökten ve büyük bir değişim öneren bir adaydır. İlk turda, seçmenler, bu değişim programlardan en beğendiklerine oy vereceklerdir. Ancak ikinci turda, asıl mesele Marine Le Pen’in durdurulması haline gelecektir. Bu nedenle, hem Macron, hem de Fillon ikinci turda Le Pen’i 20-30 puan gibi bir farkla ve rahatlıkla mağlup edebilir. Ancak Hartley'e göre, burada şunu da söylemekte fayda var; Fransız seçmenleri, bu seçim öncesinde son derece akışkan bir halde ve kaygan bir zemindedir. Le Pen seçmenlerinin yüzde 75’i liderlerine sıkı sıkıya bağlıyken, bu oran Fillon için yüzde 60, Macron içinse yalnızca yüzde 40’tır. Bu nedenle, Le Pen dışındaki iki favori adayın seçmenleri ikinci turda daha kolay farklı kararlar alabilirler.

William Drozdiak, Marine Le Pen seçmenlerinin gençlerden oluştuğuna vurgu yaparak analizine başlamakta ve sistemden memnun olmayan yüzde 40 civarında 18-24 yaş arası gencin Le Pen’e destek verdiğine dikkat çekmektedir. Babası tarafından Fransa’nın ilk kadın Cumhurbaşkanı olması için özel olarak yetiştirilen Marine Le Pen, babası Jean-Marie Le Pen’in aksine partiyi gençlere açmış ve popüler bir hale getirmiştir. Geçtiğimiz gün Moskova’da Rus lider Vladimir Putin’le görüşerek diplomasideki gücünü de gösteren Le Pen, göçmen karşıtlığı ile sağ kesime, Macron’un kısmak istediği sosyal güvenceler konusunda yaptığı popülist vaatlerle de sol seçmene göz kırpmakta ve çok başarılı bir kampanya yürütmektedir. Bu, Drozdiak’a göre, Danimarka Halk Partisi’nin (Dansk Folkeparti) son dönemde yaptığına benzer popülist ve tesirli bir siyaset yöntemidir.

Dominique Moisi ise, Fransa seçimleriyle Brexit referandumu ve ABD’deki Başkanlık seçimleri arasında bazı paralellikler olduğuna dikkat çekmekte ve tüm bu seçimlerde de 3 önemli anahtar kelimenin; (1) sisteme yönelik öfke, (2) göçmenlere yönelik endişeler ve (3) ötekilere yönelik korkular olduğuna vurgu yapmaktadır. Hatta bunlara bir de geçmişe yönelik nostalji olgusu eklenebilir. Ancak ABD seçiminden farklı olarak, Moisi’ye göre, nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağı bilinmeyen Emmanuel Macron, iyi bir Başkan olma ihtimaline karşın iyi bir aday olmayan Hillary Clinton’a kıyasla çok daha iyi bir adaydır ve bu nedenle seçimi kazanma ihtimali yüksektir.

İkinci turda, Jane Hartley, Fransa seçimlerinin iki turlu olmasının avantajını açıklamakta ve Le Pen’in partisi Ulusal Cephe’nin (FN) Fransa’daki diğer seçimlerde de ilk turlarda başarılı, ikinci turlarda başarısız olduğuna dikkat çekmektedir. Hartley, bunu, Fransız seçmeninin ilk turda sisteme yönelik öfkelerini göstermesi, ikinci turda ise seçim yapması şeklinde açıklamaktadır. Ancak Brexit referandumu ve Donald Trump’ın Başkan seçilmesinde böyle bir durum yaşanmamış ve tek turlu seçimin doğal sonucu olarak, herşey bir anda olup bitmiştir.

William Drozdiak, ikinci turdaki konuşmasında Marine Le Pen’in nostaljik duygularla seçmeni nasıl etkilediğini açıklamakta ve 35 saatlik çalışma sürelerini düşürmeyi vaat etmesinin de çok etkili olduğunu söylemektedir. Devleti küçültmek ve yatırımları arttırarak özel sektörü güçlendirmek isteyen Macron’dan farklı olarak, Le Pen, devleti büyütmek ve yeniden eski ihtişamlı Fransa’yı canlandırmak istemekte ve seçmene bu hayali pazarlamaktadır. Ancak seçimi kim kazanırsa kazansın, yasama meclisinde çoğunluğu oluşturma ihtimali olmadığı için, Fransa’yı yakın gelecekte zor günler beklemektedir.

İkinci turun son konuşmacısı olan Dominique Moisi, Fillon’un seçilmesi durumunda mecliste çoğunluğu elde edeceğini, zira sağın kendisini destekleyeceğini belirtmektedir. Moisi, Macron’un da mecliste çoğunluk sağlayabileceğini, çünkü Fransızların seçtikleri Cumhurbaşkanı’na mecliste de çoğunluk vermek isteyeceklerini söylemektedir. Ayrıca Macron, Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda estireceği rüzgârla ülke siyasetinde yeni bir dinamizm yaratabilir. Sosyalist sol ise, Moisi’ye göre, Hollande’ın Başbakanı Manuel Valls’ın Macron’a destek açıkladığı gün çökmüştür. Ayrıca ikinci tura merkez sol PS (Benoit Hamon) ve merkez sağ LR’nin (François Fillon) adayları değil de, Macron ve Le Pen gibi iki sistem-dışı aday kalırsa, Fransa siyasal sisteminde önemli değişiklikler yaşanabilir. Macron’un seçimi kazanması durumunda, merkez sol, merkez sağ ve merkez seçmen bir araya gelerek Macron’un arkasında yeni bir siyasi hareket ve parti başlatabilirler. Le Pen’in kazanması durumunda ise, merkez sağın koyu seçmenleri Le Pen’in cazibesine kapılarak, aşırı sağda (FN) yeni bir yoğunlaşmaya neden olabilirler.

Üçüncü turda, seçimlerin dış politika açısından anlamı sorgulanmaktadır. William Drozdiak, bu seçimlerin AB ve özellikle de Almanya açısından çok önemli olduğunu belirtmekte ve şu an Berlin’de çok gergin bir bekleyişin olduğunu vurgulamaktadır. Şansölye Angela Merkel’e göre, Fransa’nın güçsüz olması Almanya için de bir problemdir. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın en büyük başarı hikâyesi, başta Fransa olmak üzere komşularıyla iyi ilişkiler kurması ve ekonomik açıdan gelişmesidir. Ancak Berlin, şimdi baktığında, Avrupa’nın her yanında sıkıntılar görmektedir. Fransa’da, Le Pen veya Macron, seçimi kim kazanırsa kazansın, istikrar ortamı kolay oluşmayabilir. Polonya ise, son dönemde hızla Almanya ve AB karşıtı bir çizgiye doğru kaymaktadır. Ayrıca Almanya’nın ABD’deki Trump yönetimi ile de ilişkileri hiç de iyi başlamamıştır. Yunanistan’ın ekonomik krizinin etkileri de henüz tamamen atlatılmış değildir. Dolayısıyla, Drozdiak’a göre, Macron’un seçilmesi durumunda bile, ki Almanya’da da Merkel (CDU) veya Martin Schulz (SPD) gibi her halükarda AB yanlısı liderler başta olacaktır, AB’yi önümüzdeki dönemde zor zamanlar beklemektedir.

Jane Hartley, bu turda, seçimleri ile Rusya ile ilişkiler bağlamında değerlendirmektedir. Hartley’e göre, Macron, dış politikada François Hollande yönetiminden çok da farklı bir çizgi önermemekte ve Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların devamını savunmaktadır. Hatta Hartley, Macron’un çizgisini ve kampanya tarzını Barack Obama’dan çok Bill Clinton’ın 1992’deki kampanyasına benzetmektedir. Merkez sağ François Fillon, Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılmasını önererek, bu noktada bir farklılık yaratmıştır. Marine Le Pen ise, Rusya’daki bir bankadan maddi destek de alarak, adeta Rusya’nın adayı konumundadır.

Bu turda, Dominique Moisi ise, Fransa’da anti-Amerikanizm ve Rus hayranlığının (Rusofili-Slavofili) bir ölçüde var olduğunu kabul etmekte ve Le Pen’in ve Fillon’un Rusya yanlısı tavrını bu bağlamda yorumlamaktadır. Moisi’ye göre, Macron için Fransa’nın en iyi müttefiki Almanya, Le Pen içinse Rusya’dır. Ayrıca nasıl Rusya Le Pen’e açıkça destek veriyorsa, Almanya da Macron’u desteklemektedir. Aslında Merkel, çok iyi anlaşamadığı Nicolas Sarkozy ve François Hollande’dan sonra kendisine Alain Juppé’yi partner olarak istiyordu; ama o elenince, Macron en iyi alternatif haline geldi.

Bu faydalı tartışmada eksik kalan bazı konular da şöyle eklenebilir. Fransa’da seçmenlerin oy vermelerinde etkili olan unsurları 3 ana başlıkta toplamak mümkündür. Birincisi, etnik, dini ve kültürel kimliklerdir. Bu açıdan bakınca, Fillon Katolik dindar Fransızların, Le Pen ise aşırı milliyetçi ve beyaz Fransızların temsilcisidir. Macron ise bu konuda daha avantajlıdır; zira sosyal demokrat ve liberal orta sınıf Fransızlar dışında, Müslüman, Afrika kökenli ve Asyalı Fransızlar da Macron’un liberal ve özgürlükçü programını daha çok benimseyebilirler. İkinci önemli konu ise ekonomik oy vermedir. Bu noktada, Le Pen en şanslı adaydır. Çünkü aşırı sağcı programına karşın, sosyal haklar konusunda en bonkör aday Le Pen’dir. Fillon ve Macron ise, kemer sıkma tedbirlerinin devamını önermekte ve bu konuda popülizme kaçmayarak oy kaybetmektedirler. Üçüncü önemli unsur ise, popülerlik ve medyada esen rüzgârlardır. Bu konuda Macron ön planda gözükmesine karşın, Le Pen’in orta yaşlı hoş ve sarışın bir bayan -aynı zamanda yarıştaki tek kadın aday- olarak, ideolojisiz seçmen açısından popüler olma ihtimali hayli yüksektir. Zira günümüzde ekonomik sorunların yaşamsal boyutlara ulaşmadığı Avrupa ülkelerinde, birçok genç ve bilinçsiz seçmen, program veya somut vaatlerden ziyade, güvendiği ve beğendiği lidere oy verebilmektedir. İdeolojilerin zayıflaması ve liberalizmin zaferi, gelişmiş ülkelerde bazı kesimler açısından böyle bir sonuca yol açmıştır. Sonuçta, tüm faktörler dikkate alındığında, Emmanuel Macron’un yarışta çok iddialı bir hale geldiği ve seçimi kazanması durumunda, destekçilerinin merkez çizgide yeni bir siyasi parti kurabileceği veya Sosyalist Parti’nin merkeze açılarak Macron’un çizgisine uygun bir hale geleceği öngörülebilir. Şu bir gerçektir ki, küreselleşmenin yarattığı sert rekabet ortamında, ülkeler, ekonomik olarak ayakta kalabilmek adına popülizmden uzak durmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunun halkların yaşam kalitelerini çok düşürmemesi adına da, nüfusun korunması ve yasadışı göçle mücadele edilmesi şarttır. Bunların sağlanması için en önemli konu ise, savaşların durdurulması ve büyük göç hareketlerinin önüne set çekilmesidir. Bunun içinse, Suriye ve Libya’daki durumların düzeltilmesi en öncelikli meselelerdir. Macron, işte bu dengeleri bildiği için liberal çizgide siyaset yapmaktadır. Ancak Macron’un anlaması gereken konu da, bu dengenin kurulabilmesi için Rusya’nın çok gerekli ve önemli bir aktör olduğudur. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok: