Dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan[1] ve yakında ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi beklenen Çin Halk Cumhuriyeti, kültürel olarak da kendine özgü ve farklı bir devlettir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür eserinden[2] özetle, Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasetine de bazı açılardan yön veren Çin siyasal kültürü çözümlenmeye çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.
Çin kültürüne dair Roskin’in kitapta üzerinde durduğu ilk olgu, yüzlerce yıllık Konfüçyüsçülük inancının etkisiyle, Çinlilerin nazik ve saygılı insanlar olmalarıdır. Çin Komünist Devrimi’nin lideri ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mao Zedong, Çinlilerin fakir ve boş olduklarını ve doğru değerlerle adeta bir “tabula rasa” (boş levha) gibi sıfırdan doldurulabileceklerini iddia etse de, Konfüçyüs öğretisinin sonucu olan bazı değerler Çinlilere fazlasıyla nüfuz etmiş ve bugün bile varlığını korumaktadır. Çin kültürüne dair bir diğer ilginç olgu ise başkent Pekin’le ilgilidir. Komünistler, 1949’da iktidarı ele geçirince Pekin’i tekrar başkent yapmış ve başkenti milliyetçilerin seçtiği Nanjing’den olması gereken yere getirerek, eski bir sembolü yerine koymuşlardır. Zira Çin tarihi açısından Pekin her zaman ayrıcalıklı bir yer olmuş ve Tiananmen Meydanı (Tanrısal Barış Kapısı) ve Yasak Şehir gibi özel yerler -aynı Moskova’daki Kızıl Meydan gibi- Pekin’de kurulmuştur.
Çin siyasi kültürüne dair bir diğer çok önemli konu ise bölünmeye yönelik korkulardır. Çin tarihi boyunca birlik ve asla bölünmeme düşüncesi çok etkili olmuş ve yönetici hanedan ve kişileri derinden etkilemiştir. Nitekim Qing (Mançu) hanedanı döneminde ve ancak 1683’te Tayvan’ı Çin’e katmalarına karşın, Çin halkı açısından Tayvan bölünmez bir parçalarıdır ve bu uğurda güç kullanılması fikrine halk tepki göstermemektedir. Bugün Çin’in Tibet ve Doğu Türkistan politikaları incelenirse, temelde bir etnik ya da dini inanca düşmanlıktan ziyade, yine aynı tip bölünme korkularının etkili olduğu görülecektir. Bunun dışında, Roskin’e göre, Çinlilerde kendilerini bilge ve lider olarak görme eğilimi de hayli yüksektir. Bu nedenle, Çin tarihinde, Komünist Parti iktidarında bile yaşlı ve bilge liderlere güven yüksektir. Öyle ki, 70’li yaşlarında Çin’deki başarılı reform sürecini başlatan Deng Xiaoping, 90’lı yaşlarında sağır ve güçsüzken bile Çin siyasetine belli ölçülerde yön verebilmiştir. Ancak bu durum zaman zaman gerontokrasiye (yaşlıların gençleri ezmesi) sistemine de dönüşebildiği için, Çin Komünist Partisi son yıllarda partinin yönetici kadrolarını gençleştirmeye çalışmaktadır.
Çin siyasal kültürü açısından kuşkusuz en baskın faktörlerden biri de -rejim komünist olmasına karşın- Çinlilerin son derece milliyetçi olmalarıdır. Çin milliyetçiliği, 100 yılı aşkın bir süredir ülkede ve toplumda çok etkili olan ve Batılı ülkeler karşısında küçük düşürülmüş bir ulusun[3] savunmacı refleksi olarak düşünebilecek bir milliyetçilik türüdür. 1899 Boxer Ayaklanması’ndan beri, Çin halkında Batı karşıtlığı ve anti-emperyalizm güçlü bir eğilimdir. Günümüzde bile, Çinliler, sömürgeci uluslara yönelik olarak eleştirel ve katı bir bakış açısına sahiptirler. Çinlilerin uzay çalışmalarında ileri gitmeleri, dünyanın en büyük ekonomisi olmaları için yoğun şekilde çalışmaları, Yeni İpek Yolu gibi çok büyük ve stratejik bir ticaret projesi geliştirmeleri ve 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nda görüldüğü gibi uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapmak istemeleri, işte bu milliyetçi eğilimlerinin dışavurumu olarak da görülebilir. Çinli milliyetçiler, geçmişte -Japon milliyetçilere de benzer şekilde- Batılıların teknolojilerini alarak ve kendi öz kültürlerini koruyarak onları geçmeye ant içmişlerdir. Japonların daha 1868’de Meiji Restorasyonu ile başlattığı bu sürece, Çin, ancak son birkaç on yılda dâhil olabilmiştir. Dolayısıyla, Çin milliyetçiliğinin ana teması Batı’ya yetişme ve onları geçme güdüsüdür. Komünist rejim de milliyetçiliği belli ölçülerde topluma empoze etmektedir. Çinliler açısından eşitlik ve bağımsızlık son derece önemli bir konudur; bu nedenle zaman zaman yabancı düşmanlığı ve komplo teorilerine varan Batı karşıtı fikirlere kapılabilirler. 1999’da Belgrad’da ABD jetlerinin Çin Büyükelçiliğini bombalaması ya da 2001’de ABD gözetleme uçağının Çin hava sahasında Çin jetiyle çarpışması gibi kazalara dayalı olaylar da bu tip düşünceleri güçlendirmektedir. Ancak Çinliler açısından Japonya’ya yönelik öfke ve olumsuz düşünceler, ABD ve Batı’ya yönelik öfkeden bile daha öndedir. Çinliler, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Japonların yaptıkları katliamları unutmamış ve özellikle “Nanjing tecavüzleri” gibi simgesel olaylar nedeniyle bu millete derinden bir öfke beslemeye devam etmişlerdir. Her ne kadar 2005’te Japon İmparatoru Akihito ve bazı Japon Başbakanları Çinlilerden geçmişte yaşanan olaylar nedeniyle özgür dileseler de, bu öfke tam anlamıyla yatışmamıştır. Örneğin, yakın geçmişte, 26 Aralık 2013 tarihinde Japonya’nın Başbakanı Şinzo Abe’nin Tokyo’da Yasukuni Tapınağı’nı ziyaret etmesi, iki ülke arasında yeni bir diplomatik kriz yaratmıştır.[4] Ancak Çin Komünist Partisi, Batı ve Japonya karşıtı milliyetçiliği bir ölçüde teşvik ederken, kitlesel sokak gösterileri ve protesto yürüyüşlerinin 1989 Tiananmen Olayları gibi kendisine yönelik bir eyleme dönüşmesinden de korktuğu için, genelde milliyetçiliğe belli ölçütlerde izin vermektedir.
Çin siyasal kültürü söz konusu olunca, kuşkusuz Maoizm etkisinden de söz etmek gerekir. Maoizm, günümüzde eski etkisini kaybetse de, Çinlilerin düşünce sistematiğine hala belli ölçülerde etki yapan Marksizm varyantı bir ideolojidir. Maoizm, daha çok Mao’nun gerilla savaşı stratejilerinden ve Marksizm’in Çin’in köylü toplumuna uygun yorumundan oluşur. Ancak Sovyet tipi bir Marksizm’den uzak durmak isteyen Mao, 1960’lardan itibaren bürokrasiyi yok etme, Kültür Devrimi ve sosyalist yenilenme gibi fikirlere kapılınca, az kalsın kendi kurduğu devleti yok olma noktasına getirmiştir. Bu nedenle, Mao, Deng döneminden başlayarak Çin’de daha çok bir kurucu lider olarak anlatılmaya ve aşırıcı düşünceleri törpülenmeye çalışılmıştır. Günümüzde ise, Çin’de, Devlet Başkanı Şi Cinping’in anayasaya da yazılan yeni bir düşünce sistematiği kabul edilmiş durumdadır. Bu nedenle, Mao, artık bir düşünce kaynağından ziyade Çin’in birliğini temsil eden bir sembol haline gelmiştir.
Çinlilerde bir ütopya ve hayal peşinde koşma eğilimi de oldukça yaygındır. Fakir bir toplumu çalışmaya teşvik etmek açısından, bu gibi eğilimler faydalı olarak görülebilir. Başlarda bu ütopyalar emperyal güçleri ve Japonları topraklarından atmak şeklindeyken, daha sonra Mao döneminde komünist ve eşitlikçi bir toplum yaratmak halini almıştır. Deng Xiaoping zengin ve yarı-kapitalist bir ülke hayalini halka başarıyla satarken, 1989 Haziran’ında Tiananmen Meydanı olayları sonrasında birçok Çinli umutsuzluğa kapılmıştır. Ancak Çin’in son yıllardaki hızlı ekonomik büyümesi ve Şi Cinping’in liderliğinde süpergüç haline gelecekleri inancı sayesinde, son dönemde Çinlilerde yeniden bir umutlanma süreci başlamıştır. Konfüçyüs değerlerinin büyük ölçüde silindiği ve Maocu değerlerin ıskartaya çıktığı bir dönemde, Çinlileri motive eden unsurlar artık bireysel açıdan zengin olma ve iyi yaşama ve ülkelerini süpergüç yapma hayalleridir.
Batı toplumlarına kıyasla Çin’de hiç gelişmemiş bir olgu ise sivil toplumdur. Birçok Batılı düşünüre göre, demokrasinin altyapısını oluşturan kilise, sendika, firma ve gönüllü gruplar gibi sivil toplum oluşumları, Çin’de neredeyse hiç var olmamış, dahası devlet tarafından daima tehlikeli olarak görülmüştür. Nitekim son yıllarda tek örgütlü grup olan dini Falun Gong (Budist Kanun) hareketi, Çin rejimi tarafından yasaklanmış ve çok sert tedbirlerle yayılmasının önüne geçilmiştir.[5] Bu hareketin kısa sürede yakaladığı büyük başarı ve popülarite, Çinlilerin manevi değerlere aç olduğunu da göstermektedir. Bu nedenle, son yıllarda Çin’de Hıristiyanlık inancı da yayılmaktadır. Ancak devlet, bu tip hareketler karşısında hala fazlasıyla otoriter ve şüphecidir. Keza iş dünyasında sivrilen ve zenginleşen gruplar da devlet otoritesi tarafından kolaylıkla tüm güçlerinden edilebilmektedir. Çin siyasal kültürü açısından bir diğer önemli konu da başta ABD olmak üzere yurtdışına eğitime giden Çinli öğrencilerdir. Bu giden kişilerden birçoğu yeni gittikleri ülkelere yerleşmekte ve geri dönmemektedirler. Bu nedenle, rejim tarafından zaman zaman sınırlamalar yapılabilmektedir. Ancak geri dönüp Çin’in gelişimine katkıda bulunan öğrenciler de çoktur ve Çin’in son yıllardaki ekonomik kalkınmasında yurtdışında eğitim alanların pozitif etkisinden de söz edilebilir. Ayrıca topluma bir rol model olarak sunulan Çinli lider Şi Cinping de bir dönem ABD’de bulunmuş ve eğitim almıştır.
Çinlilerin siyasal kültürlerinde bir de “nei jin, wai song”, yani “dış görünüşte sükûnet ve içindekini saklı tutmak” anlayışı vardır. Rejim tarafından izlendiklerini bilen Çinliler, bu nedenle kendilerini daima sakin davranmak zorunda hissederler. Örneğin, yabancılarla temaslarında siyasi konulara girmemeye özen gösterir ve kişisel görüşlerini açık etmekten hoşlanmazlar. Lakin bu durum, bazı bireylerin içlerinde büyük bir öfke biriktirmesine de neden olabilmektedir. Öyle ki, Çin’de internet bile denetim altındadır ve Çin halkı, devletin baskıcı uygulamalarına yönelik olarak internet üzerinde zaman zaman alaycı şakalar yapmaktadırlar. Giderek zenginleşen, şehirleşen ve orta sınıflaşan Çin’de, kuşkusuz bireysel özgürlük talepleri giderek artacaktır. Komünist Parti’nin bu süreci nasıl yöneteceği ise 21. yüzyılda Çin açısından en kritik konu olacaktır.
Çin kültürüne dair Roskin’in kitapta üzerinde durduğu ilk olgu, yüzlerce yıllık Konfüçyüsçülük inancının etkisiyle, Çinlilerin nazik ve saygılı insanlar olmalarıdır. Çin Komünist Devrimi’nin lideri ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mao Zedong, Çinlilerin fakir ve boş olduklarını ve doğru değerlerle adeta bir “tabula rasa” (boş levha) gibi sıfırdan doldurulabileceklerini iddia etse de, Konfüçyüs öğretisinin sonucu olan bazı değerler Çinlilere fazlasıyla nüfuz etmiş ve bugün bile varlığını korumaktadır. Çin kültürüne dair bir diğer ilginç olgu ise başkent Pekin’le ilgilidir. Komünistler, 1949’da iktidarı ele geçirince Pekin’i tekrar başkent yapmış ve başkenti milliyetçilerin seçtiği Nanjing’den olması gereken yere getirerek, eski bir sembolü yerine koymuşlardır. Zira Çin tarihi açısından Pekin her zaman ayrıcalıklı bir yer olmuş ve Tiananmen Meydanı (Tanrısal Barış Kapısı) ve Yasak Şehir gibi özel yerler -aynı Moskova’daki Kızıl Meydan gibi- Pekin’de kurulmuştur.
Yasak Şehir
1899 Boxer Ayaklanması
Mao Zedong
1989 Tiananmen Olayları
Falun Gong
Şi Cinping
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[2] Kitabı almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/cagdas-devlet-sistemleri-amp-siyaset-cografya-kultur/128754.html.
[3] Çinliler, 1839-1949 yıllarını kapsayan ve Çin’in emperyalistler tarafından kontrol altına alındığı döneme “Küçük Düşme Yüzyılı” adını verirler.
[4] Bu konuda bir yazı için bakınız; http://politikaakademisi.org/2014/02/05/diplomasinin-tapinak-dugumu/.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder