Michael Hardt ve Antonio Negri
tarafından 1990’ların sonlarında yazılan ve kimi Marksist çevreler ve
düşünürlerce 21. yüzyılın Komünist Manifesto’su olarak kabul edilen İmparatorluk (Empire) isimli kitap[1], Abdullah Yılmaz’ın
çevirisiyle 2001 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan piyasaya sürülmüştür.[2] Kitap, zengin teorik
içeriğiyle dünyadaki tüm Marksistleri ve muhalif görüşlüleri heyecanlandırmış
ve sol duyusu gelişmiş entelektüel çevrelerde önemli izler bırakmıştır. Ancak
küreselleşmenin etkilerini çarpıcı bir şekilde göstermesi bakımından son derece
önemli olan bu kitap, sosyalist mücadeleyi de ulus devleti aşan küresel bir
düzlemde yürütmek gerektiğinin altını kalınca çizerek liberal küreselleşmeye
zımni destek verdiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştır. Michel Foucault ve
post-yapısalcı akımdan da fazlasıyla etkilendikleri açık olan Hardt ve
Negri’nin bu önemli eseri, bu nedenle, özellikle ulusalcı perspektiften
bakıldığında, kuşkusuz birçok noktada eleştiriye açıktır. Ancak eleştirilere
geçmeden önce, bu yazarların ne dediklerini iyice anlayalım.
Negri ve Hardt
Kitabın “Önsöz” bölümünde, demokrasi ve
özgürlüğü yaymak amacıyla son derece iddialı ve eleştiriye fazlasıyla açık bir
işe giriştiklerini itiraf eden Hardt ve Negri’nin teorik perspektifini
oluşturan iki temel kavram “çokluk (multitude)”
ve “İmparatorluk”tur. İmparatorluk terimi, kitapta klasik anlamından ziyade,
günümüzün küreselleşen serbest piyasa ekonomisi tabanlı dünyasında ulus
devletleri aşan ve birbiriyle bağlantılı birçok daha küçük parçadan oluşan
devasa bir baskı mekanizmasını anlatmak için kullanılıyor. Hardt ve Negri’ye
göre; aynı üç farklı pozitif yönetim biçiminin (monarşi, aristokrasi ve
demokrasi) iç içe geçtiği Roma İmparatorluğu gibi, günümüzün hâkim ve tek
İmparatorluğu da, “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere
ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom
farklı tipte yapılar ve örgütler” sayesinde var olan bütünlüklü bir küresel
kuruluş özelliği taşımaktadır (Hardt & Negri, 2001: 14). Ancak klasik
İmparatorlukların aksine, günümüzde İmparatorluk’un bir Roma’sı yani merkezi
yoktur. Bunun yerine, değişik zamanlarda ve değişik çapta etkileri bulunan
farklı büyüklüklerde birçok Roma yeni dünya düzenini belirleyen merkezlerdir.
Yani Washington’ın, Brüksel’in, Pekin’in, Moskova’nın, Birleşmiş Milletler’in
ve Bilderberg’in olduğu kadar, Afganistan’da Tora-Bora Dağları’nda saklanan
sakallı radikal İslamcı bir liderin (Usama Bin Ladin) ya da New York’ta bayan
hayranlarından kalan zamanında pahalı şaraplar içerek yeni kitabını yazmaya
koyulan anarşist ruhlu bir yazarın da (Chuck Palahniuk) dünya siyasetinde
farklı ölçeklerde ağırlıkları bulunmaktadır. Yani İmparatorluk, herşeyi
içerisinde barındıran ve birbirini destekleyen daha küçük çarklar sayesinde
işlev gören inanılmaz büyüklükte bir makinedir. Bu noktada, yazarların
Foucault’nun dışarısına çıkılamayan ancak yalnızca sınırları belirlenebilen “discourse” (söylem) fikrinden
esinlendikleri ortadadır. Bu inanılmaz büyüklükteki düşmanın zayıf noktası ise,
yarattığı düzen içerisindeki “çokluk”tur. Hardt ve Negri’nin kendilerinin de
itiraf ettiği gibi, çokluk kavramı kitapta çokça işlenmesine rağmen, yazarlar
bu kavramı açıklarken soyut ve “poetik-şiirsel” düzeyi aşmakta oldukça
zorlanmaktadırlar. Yazarların ifadesiyle, çokluk kavramı, birlik oluşturan
“halk” kavramıyla ya da edilgenlik özelliği bulunan “güruh, kalabalık ve kitle”
kavramlarıyla karıştırılmamalıdır (Hardt & Negri, 2001: 15). Kendilerini
“otonomist Marksist” olarak nitelendiren Michael Hardt ve Antonio Negri,
“halk”ın aksine, yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve
kitle” gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk”un otonomi ve
demokrasiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip olduğunu düşünmektedirler.
Ancak biçim, içerik, nihai hedef, izlenen strateji gibi konularda birbirinden
çok farklı olan ve zaman zaman birbirleriyle karşı karşıya kalan bu “çokluk”
öğelerinin, İmparatorluk’u yıkmak için nasıl birlikte hareket edebilecekleri
bir muammadır ve yazarların temel hedefi de bu ideolojik tavrı belirleyebilmektir.
Açık örnek vermek gerekirse, küresel kapitalizme ve ulus devlet yapılanmasına
karşı olan Marksist, anarşist ve radikal İslamcı gruplar, Hardt ve Negri’ye
göre bu noktada işbirliği yapabilmek için ortak bir strateji geliştirmek
zorundadırlar.
İmparatorluk
İmparatorluk’un ayakta kalmasını
sağlayan güçler; fabrikalar, bombalar, yarattığı dayanılmaz korku ve sanrılar
ve tabii ki tüm bunları birbirine bağlayan ve politik süreçleri etkileyen
küresel kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisi ağıdır. Hardt ve Negri, bu küresel
hâkimiyet düzeninin sembolünün de New York’taki “Twin Towers” (İkiz Kuleler) olduğunu ifade etmişlerdir. 11 Eylül (9/11)
saldırısı sonrası bu yazarları kâhin mi ilan etmeliyiz bilemiyorum; ancak
sömürü düzenini küresel ölçekte yaygınlaştıran ve kontrol altında tutan
mekanizma elbette sadece İkiz Kuleler’le sınırlı değildir. Düzenin devamını
sağlayan hayal, korku ve sanrıları sağlayacak olan, ünlü muhalif düşünür Noam
Chomsky’nin de sık sık belirttiği gibi, medya kuruluşları ve büyük bütçeli
Hollywood filmleridir. Tabii bir de işler çığırından çıkmaya başladığında, yani
kültürel, ideolojik ve ekonomik hegemonya yetersiz kaldığında devreye giren
askeri birlikler, tanklar-toplar-uçaklar-bombalar vardır. Post-modern dönemin
bir hediyesi olan “enformatikleşme” ve “maddi olmayan emek” (Hardt & Negri,
2001: 297-303), İmparatorluk’un sömürü düzeninin devamını çeşitlendirerek
gizlemeye çalışırken, bu düzeni yıkmak için gerekli olan da bir
“karşı-İmparatorluk” yani tek ve büyük bir sendikadır. Yazarlara göre,
İmparatorluk’la baş edebilmenin tek yolu, “çokluk”un yardımıyla “onun dünya
piyasasına meydan okuma ve direnme amacına yönelik olan aynı şekilde küresel
düzeyde bir alternatif” yaratmaktan geçmektedir (Hardt & Negri, 2001: 219-220).
Bu noktada, yazarlar, Deleuze ve Guattari’ye katılarak sermayenin
küreselleşmesine engel olmak yerine, süreci hızlandırmak gerektiğini ifade
etmektedirler. Hardt ve Negri; bunun için Saint Augustine’in Roma
İmparatorluğu’nu yıkma amaçlı, bütün insan topluluklarını ve bütün dilleri tek
bir yolculukta birleştiren Katolik cemaatine benzer bir şekilde, 20. yüzyılın
ilk yarısında sınırlı derecede de olsa etkili olmuş Dünya Endüstri İşçileri
(IWW) benzeri büyük bir sendikanın kurulmasını savunmaktadırlar (Hardt &
Negri, 2001: 221). Yazarlara göre, “bu karşı güçler, bir yanda insani
koşullarının yerel ve tikel sınırlandırmalarından kaçarken, öte yandan da yeni
bir organizma ve yeni bir hayat kurmak için sürekli mücadele etmelidirler” (Hardt
& Negri, 2001: 228). Walter Benjamin’in deyimiyle, bu, “yeni ve olumlu bir
barbarlık türüdür”. Devrimci barbar unsurlar, ortak stratejik hedefleri
doğrultusunda enternasyonal projelerini gerçekleştirmek için öncelikle ulus
devlet mekanizmalarını yok etmeye yönelmelidirler.
İmparatorluk, kuşkusuz ciddi bir
teorik birikim gerektiren ve bu kısa yazıyla açıklanamayacak derinlikte olan
bir kitaptır. Ancak Negri ve Hardt’ı liberal küreselleşmeye destek verir
çizgiye yönlendiren unsurları kanımca bu noktada tartışmaya açabiliriz.
Yazarların temel argümanlarından biri, ulus devlet çağının kapanmakta olduğu ve
uluslararası (international),
uluslarüstü (supranational) ve yerel
kurumların günümüz dünyasında daha ön planda yer aldığı ve giderek de daha
önemli hale gelecekleri şeklindedir. Elbette son birkaç on yılda küreselleşme
ve uluslararasılaşmanın tüm dünyada derinleştiği su götürmez bir gerçek. Ancak
bu, dünyadaki karar alma mekanizmalarının ulus devletlerin tekelinden çıkacağı
anlamına geliyor mu, henüz bunu söylemek için son derece erken… Hatta son
dönemde milliyetçilik ve devletçilik (korumacılık) gibi değerlerin ABD’den
başlayarak yeniden yükselişine şahit olmaya başladığımız bir döneme girdiğimiz
bile iddia edilebilir. Lakin küreselleşmenin engellenmesi çok zor bir süreç
olduğu da ortada; zira tüm ekonomik sorunlara karşın, insanlar, küreselleşmenin
sanatsal, kültürel ve eğlenceli boyutlarını tüm dünyada benimsediler. Bu
nedenle, Hardt ve Negri’nin de yaptığı gibi, sol görüşlülerin akıntıya karşı
kürek çekmek yerine, küreselleşmenin ajandasını değiştirmeye yönelik muhalefete
yönelmeleri belki de daha doğru bir strateji olabilir. Öte yandan, liberal
kesimlerin yere göğe sığdıramadıkları küreselleşmenin daha fazla çatışma ve
daha fazla tekelleşme gibi sorunlara yol açtığı ve çalışan kesimin haklarının
tüm dünyada geriye gittiği de yadsınamayacak bir gelişme. Bu bağlamda,
küreselleşmenin halen devam etmekte olan bir süreç olduğu ve bu yöndeki
tartışmaların sol siyasette henüz neticelenmediğini belirtmek gerekir. Daha önemlisi ise, Hardt ve Negri'nin radikal İslamcıları da devrimci barbar unsurlar olarak iktidar alternatifi muhalif gruba dahil eden yaklaşımının aksine, radikal İslam gibi bir tehdit karşısında, uygar dünyanın önceliklerini küreselleşme karşıtlığı şeklinde değil, barbarlıkla mücadele şeklinde değiştirmesi gerekir. Zira radikal İslam, modernizmin tüm birikimi yok etmekte ve tüm ideolojileri dönüştürerek siyasal alanda tekelini kurmaktadır. Böyle bir dünyada ise, kölelik ve eşitsizlik her alana yayılacak ve nihayetinde, kapitalist küreselleşmeden bile daha kötü bir sistem dünyaya egemen olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKLAR
Ø
Hardt M. & Negri A., “İmparatorluk”, 2001,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[1] Kitabı buradan alabilirsiniz; http://www.idefix.com/Kitap/Imparatorluk/Antonio-Negri/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Politika/urunno=0000000107893.
[2] Kitap hakkında bazı bilgiler ve
tartışmalar için; https://en.wikipedia.org/wiki/Empire_(Hardt_and_Negri_book).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder