Soğuk Savaş dönemi, getirdiği birçok olumsuz siyasal faktörünün yanında, yeni bir dünya savaşının oluşmasına izin vermemesi ve ABD ve Sovyet Rusya liderliğinde oluşan iki blok ekseninde kutuplaşan dünyada görece istikrarlı bir ortam yaratması gibi bazı olumlu sonuçlar da üretmiştir. Ayrıca Soğuk Savaş döneminde dünyadaki siyasal ve kültürel hayata çok önemli katkılar yapılmış ve insanoğlunun kolektif birikimi geliştirilmiştir. Bu bağlamda, ünlü Fransız tarihçi ve yazar André Maurois (1885-1967)[1] ile Fransız şair ve romancı Louis Aragon’un (1897-1982) birlikte yazdıkları Amerika Rusya (1917-1960 Paralel Tarih ve Görüşmeler) adlı kitap[2], son derece ilginç, özgün ve dikkat çekici bir girişimdir. Kitapta, Maurois ABD’nin, Aragon ise Sovyet Rusya’nın tarihini anlatmıştır. Galip Üstün’ün çevirisiyle Cem Yayınevi tarafından Türkçe olarak da 1968’de yayımlanan eserde, iki usta Fransız yazar, 1917’den 1960’a kadar Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’nin tarihlerini incelemiş ve karşılaştırmalı olarak iki ülke tarihini birlikte sunmuşlardır. Kitapta, iki önemli yazarın Amerikan ve Sovyet ileri gelenleriyle yaptıkları bazı konuşma ve röportajlara da yer verilmiştir. Bu yazıda, kitapta yer alan André Maurois’nın ABD tarihi ve siyaseti hakkındaki görüşleri ve araştırmaları özetlenerek, bu ülkenin tarihine dair bazı önemli hususlara değinilecektir.
Louis Aragon ve André Maurois
André Maurois’ya göre, 19. yüzyılın sonunda gelişme hastalığından muzdarip olan ABD’de herkes sistemin bir reforma ihtiyaç duyduğunun farkındaydı. Yıllardır Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelerek bu ülkeye yerleşen kişiler, burada yeni bir hayat ve adeta bir tür “Altın Çağ” yaşamak için ABD’ye göç etmişler; ancak birçoğu o dönemde pis mahallelere tıkılmak zorunda kalmışlardır. Ancak göçmenlerin iyimser ruh halleri buna karşın devam ediyordu; zira kendilerinin değilse bile çocuklarının Amerika’da iyi bir hayat kuracaklarına inanıyor ve yeni ülkelerini “it is a great country” (bu, büyük bir ülke) olarak anlatıyorlardı. Hakikaten de, dünyada çok az ülke ABD kadar hızlı bir gelişim göstermişti; 1790’da 4 milyon nüfusu olan ABD, 1840’da 17 milyon nüfusa ulaşmıştır. Bu ilk göçmen kuşağında ağırlık İngilizler, Almanlar, Hollandalılar ve daha az sayıda Fransızlardan (Louisiana yöresinde) oluşuyordu. 1840-1850 döneminde ise, kıtlıktan kaçan İrlandalılar ve politik zulümden kaçan Almanlar yoğun şekilde ABD’ye göç ettiler. Kimseye ait olmayan bu yeni ülkeye göç etmek, kendi ülkelerinde mutsuz olan Avrupalılar için en ideal tercihti. Zira devletlerin güçlü olduğu Avrupa’da, yerleşik sınıflar ve sistem halkı eziyordu. Oysa ABD’de, insanların soylarına göre değil, yeteneklerine göre değerlendirilebilecekleri ve yükselme şanslarının yüksek olduğu yeni bir sistem kuruluyordu. Kimilerinin bir hayal olarak değerlendirdiği “Amerikan Rüyası”, daha o zamanlarda oluşmaya başlamıştı. Amerikalılık üst kimliği ve “özgürlük” fikri insanları öylesine etkiliyordu ki, Amerikan İç Savaşı’nda çarpışan birliklerde henüz doğru düzgün İngilizce bilmeyen ama gururla “Ben Amerikalıyım” diye konuşan gençler bile vardı. ABD nüfusu 1890’da 50 milyonu, 1900’de 75 milyonu, 1910’da ise 91 milyonu buldu. Bu göçlerde ise yoğunluk İtalyanlar, Ruslar ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan geliyordu. Avrupa’da artan anti-Semitizm nedeniyle, özellikle Yahudi göçleri de bu dönemde artmaya başlamıştı. Bu kadar farklı milletin bir araya gelmesiyle oluşturulan Amerikan milleti (günümüzde “melting pot” tabiri kullanılmaktadır), iyimser tahminle ırkların kaynaşmasından oluşacak uyumlu bir toplum olacaktı. Şehirlerde bunlar olurken, Orta Batı’da da farklı bir Amerika kuruluyordu. Tarım, et ve konserveciliğin geliştiği bu şehirlerde, kovboylarla Kızılderililer arasında devam eden toprak mücadelesinin yanında demiryollarının inşası sayesinde ticaret de gelişiyor ve Amerikan ulusu adeta sıfırdan yaratılıyordu.
Amerika Rusya
20. yüzyılda da ABD’nin hızlı gelişimi devam etti. Gelişim ve değişim her alandaydı; bedenlerini örten kıyafetler yerine vücutlarını sergileyen kıyafetlere ağırlık veren kadınlar, şehir yaşamına giren otomobiller, yeni kurulan üniversiteler ve şirketlerle birlikte, ABD, adeta bir süpergüce dönüşme sancılarını yaşıyordu. Bu dönemde sinema da gelişiyordu; Mary Pickford tüm Amerika’nın sevgilisi olurken, sosyalist Charlie Chaplin de “The Tramp” tiplemesiyle yoksul ve mağdur Amerikalıların gözdesi haline geldi. Bu dönemde de Amerikan Rüyası güçlenerek büyümeye devam etti. Ancak liberal esaslara dayalı olarak kurulmasına karşın, ABD’de daha o dönemlerde anti-tröst uygulamaları gelişmeye başlamıştı. Zira devletin halkı köleleştirmesi kötüyse de, devletin birkaç şirket ve kişinin eline düşmesi de iyi bir gelişme değildi. Tröstler, aslında girişimciliği ve piyasa ekonomisinin gelişmesini de engelliyorlardı. Nitekim daha 1890’da ABD’de “Sherman Antitrust Act” adıyla bilinen ve tröst biçimindeki her türlü sözleşmeyi ve ticareti sınırlayan bir kanun çıkarıldı. Ancak anti-tröst uygulamalarının dışında, Amerika’daki iş kültürü hakikaten de çok gelişmişti; Arnold Benett’e göre bir İngiliz işadamı işinden en çabuk nasıl ayrılacağının hesabını yaparken, bir Amerikalı işadamı için işi bir zorunluluktan çok tutkuydu. Amerikalılar, iş yaşamına ve para kazanmaya adeta tutkuyla bağlıydılar. Amerikalı işverenler, çalışanlarının da yaşam koşullarının gelişmesini istiyorlar ve sömürü düşüncesine karşı çıkıyorlardı. Taylorizm sayesinde üretim kalitesi artar ve maliyetler düşerken, işçilerin yaşam standartları da yukarıya çekiliyordu. Ford’un (Fordizm) geliştirdiği zincirleme montaj tekniği sayesinde otomotivde de üretim patlaması yaşanmıştı. Nitekim Ford, bu gelişme üzerine işçi ücretlerine iki katın üzerinde bir zam yaptı. Amerikalılar, böyle hızla gelişen bir ekonomi ortamında, devletten sadece tarafsız bir hakem olmasını ve rekabetin sürdürülebileceği bir piyasa ekonomisini korumasını bekliyorlardı. Bu doğrultuda ise, gerekirse devletin tröstlere müdahale etmesi toplumca olumlu karşılanıyordu.
Aydınlar açısından bakıldığında ise biraz daha farklı eğilimler vardı. Amerikalı entelektüeller, 1860’lara kadar yoğun olarak “Transcendentalisme” (Transandantalizm) akımına rağbet ediyorlardı. Aslında dini temelleri de olan bu akımın kurucusu olan Van Wyck Broock’a göre, iyi düşünmek ve davranmak esastı, ama kötü davranışlara ve düşüncelere de engel olunmamalıydı. Maurois’nın Fransız ütopyacı romantizmi ile Alman mistikliğinin bir karışımı olarak değerlendirdiği bu eğilim, Amerika’nın özgürlükçü devlet esaslarıyla çok iyi örtüşüyordu; bu yeni devlette, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, yasaları çiğnemediği sürece herkese ve herşeye yer vardı. Ancak bu iyimser dönemin ardından, Charles Darwin’in “evrim” düşüncesinin etkisiyle, serbest piyasanın sadece güçlülerin ayakta kaldığı bir sistem olarak değerlendirildiği ve bunun olağan karşılandığı daha karamsar ve acımasız bir ruh hali içerisine girildi. Bu dönemin aydınları ve edebiyatçıları (Jack London, Upton Sinclair, Theodor Dreiser, Frank Norris), yeryüzünün kara ve yırtıcı bir tablosunu çiziyorlardı. Bu geçici karamsar ruh hali, Woodrow Wilson’ın Başkanlığında yeni bir tür İdealizm akımının ortaya çıkmasıyla birlikte sona erdi. Amerikan aydınları, yeniden alışageldik şekilde hürriyet düşüncesinin iyimserliğine kapıldılar. Bireyi her türlü zorbalıktan kurtarmak ve ekonominin bir azınlık grubunun tekeline geçmesine engellemek en temel ve geçerli tezlerdi.
20. yüzyılın ilk yıllarında Amerikan dış politikası da ilginç bir süreçten geçiyordu. Kurulduğundan o güne kadar genelde tarafsızlık politikası takip etmiş olan ABD, Avrupa’nın iç çekişmelerine hiçbir zaman taraf olmamış ve Avrupa’nın Atlantik ötesindeki işlere karışmasına da daima engel olmak istemiştir. Özellikle 1815 sonrasında ABD’nin izolasyonizm (kendini tecrit) politikası netleşti; Monroe Doktrini doğrultusunda, ABD, Avrupa’dan kendisini soyutluyor ama Avrupa’nın Amerika kıtasındaki sömürgeci politikalarına da engel olacağını ilan ediyordu. Aslında ABD’nin bu dönemde denizlere hâkim olan İngilizlerin desteği olmadan bunu sağlayabilecek bir kapasitesi yoktu; ama İngilizler de Monroe Doktrini’ne destek çıkıyor ve Avrupalı sömürgeci rakiplerinin Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da güçlerini azaltmaya çalışıyordu. Amerikan karar alıcılarına Birinci Dünya Savaşı’na doğru gidilirken hem İngiliz, hem de Alman kanadından kur yapılıyordu. ABD, İngilizlere karşı bağımsızlığını kazanmış bir devlet olmasına karşın, İngilizlerin liberal muhafazakâr yaklaşımı Amerikalılara daha yakın geliyordu. Almanlar ise, Maurois’ya göre otokratik rejimleri ve beceriksiz diplomasileriyle Amerikalılara antipatik geliyordu. Buna karşın, tarafsızlık politikasında bir süre daha ısrar edildi. ABD’yi savaşa sokmamayı başarmak propagandasıyla yeniden Başkan seçilen Wilson, müttefiklerle ticareti kesmelerini isteyen Almanya ile ilişkilerin bozulmasına engel olamadı. Almanlar, bu dönemde Meksika ve Japonya’ya yaptıkları önerilerle ABD’ye saldırılmasını isteyecek karar gözlerini karartmışlardı. Almanların hesaplamalarında, oluşum sancıları çeken bir ülke olan Amerika’nın hemen büyük bir ordu hazırlayamayacakları düşüncesi ağır basıyordu. Bu nedenle, Amerikalılara saldırmaları karşılığında Meksikalılara Teksas, Arizona ve Yeni Meksika’yı vaat etmişlerdi. Amerikan halkı ve devleti, hakikaten de bu dönemde savaşa hazır değildi; hem ulus yaratma süreci daha tamamlanmamıştı, hem de güçlü bir orduları yoktu. Böyle bir ortamda, Başkan Wilson meşhur 14 ilkesini (Wilson İlkeleri) açıkladı; ABD, serbest pazardan ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yana taraf oluyordu. Sonuçta, savaş (Birinci Dünya Savaşı) Avrupalı devletleri zayıflatırken, ABD savaştan yıpranmamış şekilde ve güçlenerek çıktı.
Savaş sonrasında ABD Başkanı Wilson’ın durumu sağlam gözüküyordu. Amerikan halkını soylu bir takım ilkeler etrafında toplamayı başarmış ve yeryüzündeki liberallerin umudu haline gelmişti. ABD’nin dünya hâkimiyeti henüz maddi güçten yoksunsa da, manevi olarak kabul görmüş ve Almanya’da bile liberal esaslara dayalı bir Cumhuriyet (Weimar Cumhuriyeti) kurulmuştu. Paris ve Londra’da alkış yağmuruna tutulan Wilson için herşey mükemmel gidiyor gibiydi. Ancak Wilson’ın büyük umutlar bağladığı Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) aynı ölçüde başarılı olamayacaktı; onun umduğunun aksine, bu cemiyet bir dünya polisi olmayı başaramadı ve İngiliz ve Fransız çıkarlarının temsilcisi gibi algılandı. Daha ilginci, Başkan Wilson’ın adını taşıyan anlaşmayı kendi Kongre’sinden geçirememesi olmuştu. Amerikan halkı ve siyasal eliti, Avrupa ve dünya siyasetinin sahnesine çıkmak konusunda hala oldukça ürkeklerdi. Dahası, ülke içerisindeki ekonomik sorunlar ve güçlenen muhalif işçi hareketleriyle yaşanan siyasal ve toplumsal gerginlikler de ABD’nin liberal doğasını bozmaya başlamıştı. Dolayısıyla, ABD açısından yeni bir inziva (isolationism) dönemi başlayacaktı. Amerikan gençleri ve entelektüelleri ise, moda, müzik (caz), alkol ve seks odaklı yeni bir kültürün cazibesine kendilerini kaptırmış ve dünya liderliği hedefinden uzaklaşmışlardı. Bu dönemin küskün ama bir yandan da bireyci ve gerçekçi ruh halini romanlardan takip etmek de mümkündür. Ernest Hemingway’in The Sun Also Rises ve Farewell to Arms ve F. Scott Fitzgerald’ın romanlarında bu ruh hali sezilebilir; bu yazarların düşüncesinde tüm Tanrılar ölmüş, bütün savaşlar lekelenmiş, bütün inançlar sarsılmış ve ortaya yitik ve ahlaki açıdan farklı bir kuşak çıkmıştır. Entelektüel açıdan her türlü sorunun kaynağını cinsel bastırılmışlıkla açıklayan Sigmund Freud’un görüşlerinin popüler olması da bu trendi güçlendiriyordu. Böyle bir ortamda, ABD’de içki yasağı (prohibition) devreye girdi. Yüzde 1’in üzerinde alkol bulunan bütün içecekler, yeni kanuna göre yasaklanıyordu. Bu, kuşkusuz beyhude ve çılgınca bir denemeydi ve ABD’yi daha da zorlu sorunlara itti. Zira halka ucuz maliyetlerle ve kaçak olarak alkol sunan (bootlegging) suç çeteleri ve organize olmuş haliyle mafya, bu dönemde ABD’de hakikaten de meşru ve halkın desteğini kazanan bir yapı haline geldi. Sanayiciler de o dönemde büyük bir hata yaparak içki yasağını desteklediler; çünkü onlar için alkol, iş kazalarını arttırabilen ve işçi verimini düşürebilen bir faktörden ibaretti. İçkili otomobil kullananların yaptıkları kazalar da bu görüşe haklı bir temel kazandırıyordu. Ancak yasak, Amerikan halkının ve Amerikan devletinin temelinde var olan “özgürlük” düşüncesiyle taban tabana zıt bir karardı; nitekim yasak nedeniyle normalde içki içmeyen kişiler bile alkol almaya başladılar. “Hip flask” adı verilen ve pantolonun arka cebinde taşınan yassı şişe, o dönemde yasaklara meydan okumanın sembolü haline gelmişti. Bu yıllarda Amerika’da kitaplıklar gizli içki tezgâhları haline geldi ve kokteyl partileri geleneği başladı. Bir diğer önemli gelişme ise, bu garip ortamda ırkçı Ku Klux Klan’ın yeniden hortlamasıydı. Amerikalılık adına Afrikalı Amerikalılarla, Yahudilerle, Katoliklerle ve sol-liberal görüşlülerle mücadele eden ve yeteneksiz kafaları kendisine çekmeyi başaran bu ırkçı örgüt, bu dönemde 4,5 milyonluk geniş bir tabana yayılmaya başardı. William Joseph Simmons adlı bir albayın kurduğu bu örgüt, kısa sürede mafya ve suç çeteleri gibi yasadışı eylemler yapan tehlikeli bir gruba dönüştü. Abraham Lincoln’un köleliği yasakladığı ve Wilson’ın prensipleriyle dünyada liberalizmin bayraktarlığını üstlendiğini ABD’den, çok kısa bir süre içerisinde bambaşka bir Amerika’ya dönüş yaşandı.
1920 seçimlerini Warren G. Harding’in kazanması da ABD’nin izolasyonist politikasını hızlandırdı. Harding, göreve başlar başlamaz ülkesinin dünyanın mukadderatı konusunda rol almak istemediğini bildirdi. Cemiyet-i Akvam’ın dışında kalmak için çabaladı ve her türlü uluslararası işbirliğine karşı durdu. Ekonomide de iyi bir performans gösteremedi; bu dönemde ani fiyat düşmeleri yaşandı ve işsizlik oranları arttı. Buna karşın kesinlikle kötü biri değildi; hatta sosyalist lider Eugene V. Debs’i özgürlüğüne o kavuşturdu. “Komünizm tehlikesi” yani “kızıl tehlike” de ilk kez bu dönemde Amerika’da yaygın şekilde konuşulur oldu. Hatta National Society League gibi oluşumlar da kuruldu. Başkan Harding, 1923’te 57 yaşında kalp krizinden vefat etti.
Sonraki Başkan Calvin Coolidge ise, Allen White’a göre “Babil kulesinde bir Protestan softası” idi. Ahlak kurallarının dibe vurduğu bir dönemde Başkan olan Coolidge, hakikaten de erdemli ve dindar özellikleri olan ilginç bir kişiydi. Dürüst ama aynı zamanda biraz acımasız bir kişiydi; işsiz kalanların kusurlarının kendilerinde olduğuna inanıyor ve bu konuda bir sorumluluk hissetmiyordu. Bu yıllarda Amerika’da din, iş dünyasında bile çok etkili olmuştu. Hatta Bruce Barton, The Man Nobody Knows kitabında Hz. İsa’nın büyük bir iş yöneticisi olduğunu anlatarak best-seller olmuştu. Dış politikada da çelişkili ruh hali devam ediyordu; bir yanda savaştan ve dış siyasetten nefret ediliyor, ama diğer yanda da Wilson tarafından belirlenen ilkelere sahip çıkamamanın verdiği huzursuzluk hissediliyordu.
Coolidge’in Başkanlığı bir mali kasırga ile son buldu. 1929 Büyük Buhranı sonrasında başa Herbert Hoover geçiyordu. 1929 yılının 24 Ekim’inde Kara Perşembe olarak anılan günde Wall Street çöktü. Bir ayda kayıplar 30 milyar doları bulmuştu. Piyasanın yıkılması yeni seçilen Hoover’ın suçu değildi kuşkusuz; ancak Amerika’nın üzerine kurulu olduğu liberal değerler doğrultusunda piyasaya müdahale etmeme düşüncesi, bu kriz döneminde ülkesine pek de yardımcı olmuyordu. Kısa sürede Amerika’nın krizi küresel bir krize dönüştü ve tüm dünyaya yayıldı. Almanya’da Hitler iktidara geldi ve İkinci Dünya Savaşı koşulları oluşmaya başladı. İnsanlar, satamadıkları ürünleri artık yakar hale gelmişlerdi; Kanada’da buğday, Brezilya’daysa kahve yakılıyordu. ABD’de şehir çeperlerinde “Hooverville” adı verilen gecekondu mahalleleri de kurulmaya başlamıştı. Sefaletin hayır işleriyle (charity) önlenebileceği düşünen Amerikan sağcıları için, bu, tartışmasız bir yenilgiydi. Hoover ekonomiye müdahaleyi reddettikçe, kriz daha da derinleşiyordu. 4 milyon geçimi olmayan aile olduğu halde, Başkan Hoover durumun iyi olduğunu söyleyebiliyordu. Sosyalizm ve devletçilik fobisi nedeniyle, Başkan Hoover krizi çözmekte başarısız oldu. Ancak en sonunda o da pes etti ve kısmi devlet tedbirlerine başvurdu. Reconstruction Finance Corporation’ın kurulması, büyük yapım işlerine başlanması ve ucuz konut yapımı gibi politikalara yöneldi. Buna karşın, işsizlere doğrudan yardımı reddetmekte ısrar ediyordu. Dış politikada çekingenlik de devam ediyordu. Hatta Japonya’nın Mançurya’yı işgali bile Amerikan dış politikasını değiştirememişti.
Franklin Delano Roosevelt
1932’de başa geçen Franklin D. Roosevelt (FDR) ise, “New Deal” (Yeni Düzen) politikasıyla ABD tarihini değiştiren bir lider oldu. Birinci Dünya Savaşı gazisi parlak bir Bahriyeli olan Roosevelt, New York Valiliği de yapmış olan yakışıklı bir atletti. Sonradan çocuk felci nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Ancak insanüstü bir gayretle yeniden ayaklanmayı başardı; sakatlığı onu durdurmak bir yana, Roosevelt’i daha da çalışkan ve azimli hale getirmişti. Bu sayede Amerikan toplumuna da zor bir dönemde çok başarılı bir rol model olmayı başardı. Amerikan halkına korkulacak tek şeyin korkmak olduğunu salık veren Roosevelt, New Deal politikalarıyla (1933-1938) “3 R” şeklinde özetlenebilecek şu amaçları kendisine hedef koymuştu: Recovery (rahatlama), Recovery (iyileşme) ve Reform (reform). Yani somut olarak belirtmek gerekirse; işsiz ve yoksullar için yeni ve küçük işler yaratılarak durumlarında rahatlama yaratılması, çöküşün ardından ekonomi ve borsanın normal seviyelere getirilerek genel ekonomik tablonun iyileştirilmesi ve tekrar çöküşü önlemek için finansal sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştır. New Deal, istikrarlı bir şekilde başarılı oldu ve ABD’de işsizlik oranları hızla düştü. Sosyal gerginlikler azaldığı gibi, halkın kendine güveni de yerine geldi. Bu başarıda Columbia Üniversitesi’nden gelen genç ekip ve daha sonraları Felix Frankfurter’in Harvard’dan getirdiği ekibin rolü büyüktü. Daha sonraları Tom Corcoran ve Benjamin Cohen gibi kişiler de ekibe dâhil oldular. Bu kişilerin ortak özelliği; çok uzun vadeli planlardan ziyade, somut sorunlara yönelik etkili çözümler geliştirmeyi tercih etmeleriydi. Keynesçi iktisadın yeniden değer kazandığı bu dönemde, ABD’de ekonomik alanda birçok reform yapıldı. Bu reformlar arasında özellikle 1935 tarihli Sosyal Güvenlik Kanunu ABD açısından son derece önemlidir. Roosevelt, bu kanunla 200 yıllık aşırı bireyci sisteme bir son veriyor ve emekli sandığı, işsizlik sigortası ve yaşlı ve engellilere destek gibi sosyal devlet politikalarını işler hale getiriyordu. Sonuç itibariyle, New Deal, korkulduğu gibi ABD’yi sosyalist bir devlet yapmadı ve ekonomiyi toparladı. Yaratılan sistem tam bir piyasa ekonomisi değilse bile, denetimli ve halk yararına işleyen bir tür kapitalizmdi. Sosyal gelişme canlandı ve 1939 yılında nüfus 130 milyona yükseldi. Nüfus artışı bir önceki 10 yıla göre daha azdı; çünkü hem göç kısıtlanmış, hem de ekonomik kriz nedeniyle çocuk yapan aile sayısı azalmıştı. Ancak Hitler’den kaçan çok önemli Avrupalı (daha çok Alman) bilimadamları ve meslek sahipleri de bu dönemde ABD’ye getirildi (Albert Einstein da bunlardan birisidir) ve sonraki dönemde sağlanan bilimsel ilerlemelerin temeli atıldı. Ayrıca sinema, radyo ve eğitimde çok büyük ilerlemeler kaydedildi.
İstisnai bir şekilde 4 dönem ve 12 yıl süren Roosevelt dönemi, dış politika açısından da çok önemli gelişmelere sahne oldu. En önemli konu hiç kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı idi. Roosevelt, başta dışarıdan savaşı önlemek için bazı naif girişimlerde bulundu. Tüm bu çabalara ve İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in yatıştırma politikasına rağmen Hitler Polonya’yı işgal edince, Roosevelt, tarafsız dış politika çizgisinden caymak zorunda kaldı. Robert Sherwood’a göre, Büyük Buhran’ı bile atlatmayı başaran FDR, ilk kez bu kriz karşısında korkunç ve anlamsız bir boşluk devresine girdi. Hitler’in orduları “Blitzkrieg” taktiğiyle Avrupa’nın dört bir yanını zapturapt altına alırken, ABD hareketsiz kalmaya devam ediyordu. Avrupa’da özgür Fransa’yı savunan Charles de Gaulle İngiltere’ye kaçmış, İngilizler ise Almanlar karşısında Amerikan desteği olmadan savaşı kazanabilecekleri konusunda çok karamsar bir ruh haline bürünmüşlerdi. Roosevelt, büyük bir ikilemle karşı karşıyaydı; ya tüm gücünü ABD’nin iç meselelerine odaklayacak ve Avrupa’yı kendi kaderine terk edecek, ya da Churchill ve diğer müttefiklere destek vererek dünyayı Nazilerden kurtarmayı deneyecekti. Roosevelt, tercihini Avrupa’yı kurtarmaktan yana yaptı. Başta İngilizlere silah desteğiyle başlayan yardım, daha sonra ABD’yi büyük bir savaşa sokmaya ve Nazileri yok etmeye kadar gidecekti. Dürüst bir adam olan Roosevelt, Hitler’i adeta bir “şeytan” gibi görüyor ve America First Committee’nin üyeleri tarafından kendisine yapılan çirkin saldırılara rağmen Avrupa’yı kurtarmak için mücadele etmekten vazgeçmiyordu. Committee to Defend America by Aiding the Allies gibi gruplarsa Başkan’ı destekliyorlardı. Bu komitenin Başkanı, ABD’nin en iyi gazetecilerinden olan William Allen White’dı. 1940 yılında üçüncü kez seçilen Roosevelt, artık demokrasi ordusunu kurmaya girişebilirdi. ABD, bu dönemde hızla savunma sanayiinde atılım hamlesine girişti. Harry Hopkins’in yardımıyla bu politikasını izah etmek için ilginç bir deyim de bulmuştu; “Demokrasinin donatım ambarı olacağız”. Amerikalılar ve İngilizlerin işini kolaylaştıran ise Hitler’in Rusya’ya saldırması oldu. 1941 sonunda Pearl Harbor’daki Amerikan üssüne Japonların yaptığı beklenmedik saldırı sonrasında ise, ABD, artık resmen İkinci Dünya Savaşı’na giriyordu. Savaş döneminde Amerikan üretimi mucizeler yarattı; kaynakları sınırsız genç ve dinamik bir toplum olan Amerikalılar, zaferden hiçbir zaman endişe etmemiş, ancak büyük kayıplar verme konusunda çekinceli davranmışlardır. En önemli hamle ise hiç kuşkusuz filmlere de konu olan Normandiya Çıkarması’dır. Amerikalılar, dikkatli bir planlama sonrasında Nazilere saldırılacak noktayı Le Havre ve Cherbourg arasındaki Normandiya kıyısı olarak seçmiş ve Calais’den (Dover Boğazı) bir çıkarma bekleyen Almanları şaşırtmışlardır. “Ike” olarak bilinen Dwight D. Eisenhower’ın yaptığı bu plan, hakikaten de zorlu ama başarılı bir operasyona sahne olmuş ve VII. Alman Ordusu’nun kıstırılmasına sebebiyet vermiştir. Normandiya Çıkarması sonrasında Fransa hızlı bir şekilde ve sihirli bir el dokunmuş gibi kurtarılmıştır. 1944’te dördüncü kez seçilen Roosevelt ise, artık dünya savaşını kazanmaya doğru giden büyük bir kahraman durumundadır. Ancak kısa süre sonra vefat eder ve yerine Başkan Yardımcısı Harry Truman geçer.
Harry Truman
Truman, Başkan olana kadar atom bombası çalışmalarından haberdar değildir. Bu konuda çok zor bir karar vermesi gerekecekti; ancak karar alma konusunda o kadar da zorlanmadı. Zira ABD ile Japonya arasında savaşın devam etmesi durumunda toplam 1 milyon kişinin daha öleceğinin belirtilmesi üzerine, atom bombasını Japon şehirleri üzerinde test etmenin daha az can kaybına yol açacağı görüşüne kolayca ulaştı. Roosevelt de daima bu görüşte olmuştu; atom bombası (Manhattan Projesi), ABD’ye savaşı kazandırmak için gizlice yürütülmüştü ve zamanı geldiğinde uygulanacaktı. Ancak 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasının etkileri yine de korkutucu oldu; toplam 100.000’e yakın insan hayatını kaybetmişti. Buna rağmen Japon Ordusu savaşmaya devam ediyordu. Bunun üzerine, 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye ikinci bomba atıldı ve ertesi gün 10 Ağustos’ta Japon İmparatoru barışı kabul etmek zorunda kaldı. Truman, Japonlara özgürlüklerini vereceklerini söyleyerek barışı kabul etmelerini kolaylaştırdı. Savaşın kazanılması ABD’de çok olumlu bir ruh hali yarattı; savaştan sonra kurulan düzen de ABD’yi bir süpergüce dönüştürdü. Başkan Truman, Truman Doktrini ve Marshall Yardımı ile ABD’nin süpergüç olacağı yeni dönemin dış politik ve ekonomik altyapısını hazırladı. Batı Avrupa, Japonya ve diğer müttefikler bu süreçte kalkındırılacak ve komünist yayılmacılık karşısında özgür dünyanın liderliği üstlenilecekti. 1945’te Roosevelt’in ölümüyle Başkan olan Truman, 1948’de seçimi kazanarak gerçekten Başkan oldu. Marshall Planı çok başarılı olduğu için, Truman, rahat bir zafer kazanmıştı. Başarısını borçlu olduğu General George Marshall ise Dış İşleri’nden ayrılmak zorunda kalmış ve yerine Dean Acheson geçmişti. Acheson, kültürlü ve uyanık, yani örnek bir Dış İşleri Bakanı idi. Ancak savaş sonrasındaki istikrar, Çin’deki gelişmelerle çok geçmeden bozuldu ve Soğuk Savaş koşulları oluşmaya başladı. Kısa süre içerisinde NATO kuruldu ve Kore Savaşı başladı. Truman dönemi başarıyla sona ererken, yeni ve daha zorlu bir dönem başlamak üzereydi.
Dwight D. Eisenhower
Cumhuriyetçiler, 12 yıllık Roosevelt ve 8 yıllık Truman iktidarları sonrasında tam 20 yıl iktidardan uzak kalmış ve bu süreçte çok bilenmişlerdi. Nitekim Eisenhower gibi iyi bir aday çıkararak seçimi kazandılar. Eisenhower, kendisini Kore Savaşı ve Stalin’in ölümü gibi önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Başkan olarak buldu. Eisenhower, Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles ile birlikte bu dönemde Amerikan dış politikasına yön vermiştir. Başlarda amaçları barışçıl bir dış politika oluşturmak ve herkesle iyi geçinmek olan bu ikili, Soğuk Savaş koşulları içerisinde birçok defa sert politika unsurlarını da kullanmak zorunda kalmışlardır. Başkan Yardımcısı Richard Nixon da etkili bir figürdür. Bu dönemde özellikle Mısır ve Orta Doğu merkezli gelişmeler ABD dış politikasında ve dünya gündeminde etkili olmaya başlamıştır. Mısır’da milliyetçi rüzgârlar estiren Cemal Abdülnasır karşısında İngiliz ve Fransızların tepkilerini kontrol etmek ve İsrail’in güvenliği meselesi, bu dönemde giderek artan ölçüde Amerikan dış politikasına yön veren konular haline gelmiş ve Asya’daki yoğunluk biraz olsun azalmıştır. Süveyş Kanalı krizi başarıyla çözümlenirken, iç politikada da Afrikalı Amerikalılar açısından önemli olan sivil haklar konusunda ilerlemeler kaydedilmiştir. Hatta “segregation” yasağı sonrasında okullarına zenci öğrencileri almamaya çalışan gruplara karşı (Little Rock Nine olayı), Başkan Eisenhower, buraya 1000 paraşütçü göndermek zorunda bile kalmıştır. 1961’e kadar iki dönem Başkanlık yapan "Ike", Eisenhower Doktrini ile Amerikan dış politikasını Orta Doğu’ya yönlendirmeyi başarmış önemli bir tarihsel figürdür.
Kennedy ve Nixon
Amerikan tarihinin en ilginç Başkanlık seçimi ise, 8 Kasım 1960 tarihinde Cumhuriyetçi aday ve dönemin mevcut Başkan Yardımcısı Richard Nixon ile Demokrat aday ve Massachusetts Senatörü olan İrlanda asıllı John F. Kennedy arasında gerçekleşmiş ve sonuçta Kennedy Başkan seçilmiştir. Çok sevilen Eisenhower’ın Nixon'a desteğine rağmen, Kennedy, genç ve karizmatik bir aday olarak beklenmedik bir zafer kazanmıştı. Kennedy’nin ilk ve tek Katolik ABD Başkanı olması da ilginç bir bilgidir. Nitekim Kennedy’nin seçilmesinde Katoliklerin desteği çok etkili olmuştur. Kennedy’nin güneyli Lyndon Johnson’ı Başkan Yardımcısı olarak ilan etmesi de stratejik bir hamledir ve seçim sonuçlarında etkili olmuştur. Televizyondan yayınlanan ve milyonlara ulaşan Başkanlık tartışması ise ABD’de büyük heyecan yaratmıştır. Kennedy, az bir farkla Başkan seçilmiş ve Amerikan tarihinin en ilginç ve karizmatik Başkanlarından biri olmayı başarmıştır. Genç, yakışıklı ve güzel eşi (Jacqueline Kennedy Onassis) ve renkli özel hayatıyla da dikkat çeken Kennedy, Küba Füze Krizi’nde gösterdiği başarıdan sonra hala tam olarak aydınlatılamayan ilginç bir suikasta kurban gitmiştir.
Kitapta bu şekilde yakın dönem Amerikan tarihini ve ABD Başkanlarını inceleyen André Maurois, daha sonra Amerikan devleti ve toplumuna dair bazı genel gözlem ve saptamalarda bulunmaktadır. Yazara göre, Amerikan toplumunun en önemli özelliği hareketliliktir. ABD’ye göç halen devam etmektedir ve göç olgusu o tarihe kadar (1960) ABD’yi güçlendiren bir faktör olmuştur. Maurois, Amerikalıların aynı zamanda yardımsever bir millet olduğunu düşünmektedir. Elbette Amerika’da da açgözlü ve sert kişiler vardır; ancak toplumun geneli iyi niyetli ve yardımseverdir. Amerikalıların hürriyet veya özgürlük kavramına çok düşkün olmaları da yazarın bir diğer gözlemidir. Modern demokrasilerde eşitlik ve özgürlük dengesinin iyi bir sonuç yaratacağı düşünülmesine karşın, ABD özelinde -çok net bir şekilde- “özgürlük”, “eşitlik” olgusuna kıyasla daha önemli bir kavram durumundadır. Yazar, ayrıca ABD’nin Sovyet Rusya’yı yok etmek istemediğini ve birlikte barış içerisinde yaşamayı savunduğunu da söylemektedir. Ancak farklı coğrafyalarda bu ülke ile bir nevi köşe kapmaca, yani Soğuk Savaş'ın yaşandığının da farkındadır. Amerikan ekonomisi ise yazara göre ABD’nin en güçlü yönlerinden birisidir. Amerikan ekonomisi, tam bir piyasa ekonomisinden ziyade karma ekonomi özelliği gösterir. Amerika’da devletin üretici ya da denetçi olduğu sektörler hayli çoktur. Ülkedeki yüzde 4-5’lik işsizlik oranı ise doğaldır. Bu anlamda, Maurois, Amerikan ekonomisini Galbraith’ten alıntıyla “bolluk ekonomisi” olarak değerlendirmektedir. Ayrıca ABD’de şaşılacak şekilde işçi sendikaları da oldukça güçlüdür. Ancak büyük sermayenin etkisi de haliyle çok fazladır. Savunma Bakanlığına Ford’dan Robert McNamara’nın getirilmesi bunun ispatı olsa gerek. Eğitim de Amerikan sisteminin temelinde yer alan bir olgudur. Ruslarla yaşanan rekabet, Amerikalı gençleri daha fazla çalışmak için motive etmektedir. Yüksek öğrenim yapanların oranı yüzde 38 gibi o dönem için yüksek bir orandır. Edebiyat ve kültür endüstrisi de bu ülkede oldukça gelişmiştir; polisiye romanlardan bilimsel eserlere, cinsel içerikli romanlardan pahalı ve süslü kitaplara kadar çok geniş bir yelpazede kitap çeşitleri Amerika'da sürekli üretilmekte ve satılmaktadır. Bunun dışında, bu kadar hızlı değişen ve özgürlükçü bir toplum olmasına karşın, Püriten ahlakı dış politikada halen etkilidir. Ayrıca az gelişmiş ülkelere yardım edilmesi ve onların Amerikan modeli doğrultusunda geliştirilmesi de Amerikan dış politikasında çok etkili bir vizyondur. Bu bağlamda, ABD, her yönüyle büyük bir güçtür.
Sonuç olarak, André Maurois’nın ABD tarihini yorumladığı ve gözlemlerini aktardığı bu eseri, hakikaten de bu ülke tarihini ve gelişimini anlamak açısından faydalıdır. Ancak yazarın fazla eleştirel bir tarz benimsemediği ve bu ülkeye yönelik olarak oldukça iyimser yaklaştığı da bu noktada belirtilmelidir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/André_Maurois.
[2] Kitabı buradan bulabilirsiniz; https://www.nadirkitap.com/amerika-rusya-1917-1960-andre-maurois-aragon-kitap6321410.html.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder