İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu (1949-)[1], yıllardır
İsrail siyasetine damgasını vurmuş olan çok önemli bir siyasetçidir. “Bibi”
lakaplı Netanyahu, İsrail sağının son yıllardaki tartışmasız lideri ve Likud
Partisi Genel Başkanı’dır. Ülkesinde yapılan genel seçimleri üç dönemdir
üstüste kazanan ve toplamda 4. defa Başbakan seçilen Netanyahu, merkez sağcı
bir politikacı olmasına karşın, Filistin politikasındaki sert duruşu nedeniyle
ülkesinde ve dünyada özellikle sol çevrelerde sıklıkla eleştirilmektedir.
Benyamin Netanyahu, geçtiğimiz gün İngiltere’nin ünlü Chatham House düşünce
kuruluşunda bir sunum gerçekleştirmiştir. Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıldönümü
olan 2017 yılı içerisinde gerçekleşen “Israel’s Foreign Policy Priorities”
(İsrail’in Dış Politika Öncelikleri) başlıklı bu sunum, bu nedenle dikkatle
incelenmeyi hak etmektedir. Bu yazıda, bu konuşmadan bazı önemli bölümler
özetlenecektir.
Yazıya kaynaklık eden konuşma
Benyamin Netanyahu, konuşmasına Amitai Etzioni’nin yazdığı “Security
First: For a Muscular, Moral Foreign Policy” adlı kitaba[2]
referans yaparak başlamakta ve yazardan alıntılayarak, demokratikleşmenin ampirik
olarak güvenlik açısından her zaman olumlu sonuçlar üretmediğine vurgu
yapmaktadır. Demokrasinin yerleştiği ülkelerde daha fazla demokratikleşmenin
genelde olumlu sonuçlar ürettiğini, ama bunun böyle olmadığı yerlerde çoğu
zaman demokratikleşmenin istikrarsızlığa yol açtığını iddia eden Netanyahu,
bunun sonucunda birçok insanın hayatını kaybettiğini ve siyasi çalkantıların
yaşandığını belirtmektedir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında yaşanmaya
başlayan Arap Baharı sürecini bu perspektiften yorumlayan İsrail Başbakanı, bu
bölgelerde önceden var olan ve olumlu-olumsuz özellikleriyle istikrar sağlayan
geleneksel otoriter yapıların bu süreçte çözülmesinin ardından, iyimserlerin
beklediği şekilde “Google çocukları”nın, yani internet ve teknolojiyle
ilgilenen ve özgürlükçü demokrasi isteyen gençlerin yönetimlerin başına
geçemediğini söylemektedir. Bunun nedeninin Orta Doğu’da var olan ve mezhepsel,
etnik ve kabile kimliklerinin Batı tipi bir siyasal sisteme uygun olmaması
olduğunu açıklayan Netanyahu, bu bağlamda Orta Doğu coğrafyasında Modernistler (Modernists) ile Orta Çağcılar (Mediavelists) arasında bir mücadele
yaşandığına dikkat çekmektedir. İran destekli radikal Şii fanatizmi ile El
Kaide ve IŞİD destekli radikal Sünni fanatizminin Orta Çağcı akımı temsil
ettiğini belirten Netanyahu, bu iki grubun kendi aralarında da rekabet
yaşadığını ve diğer gruplara yaşama hakkı tanımadığını belirtmektedir. Bu coğrafyadaki
modernist akımların doğal olarak Lüksemburg’taki siyasi akımlar gibi olmayacağını
da belirten Netanyahu, bu nedenle, önlerindeki seçimin radikal İslam ile daha
ılımlı ve laik bir İslam anlayışına dayalı otoriter rejimler arasında olduğunu
belirtmekte ve kendisini ikinci akıma yakın bir kişi olarak takdim etmektedir. Daha
sonra bir iyi, bir de kötü haber vereceğini açıklayan Netanyahu, kötü haberin,
son dönemde Orta Çağcılar olarak lanse ettiği grup içerisinde İran’ın
desteklediği Şii akımın büyük güç kazanması ve bu ülkenin Şii grupları ve
örgütleri (Hizbullah) kullanarak Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan’da modernistleri
güçsüz düşürmesi olduğunu söylemektedir. Netanyahu, iyi haberin ise, İsrail ile
Sünni dünyadaki ılımlı İslam grupları arasında (Suudi Arabistan ve Körfez
ülkeleri) son dönemde İran karşıtı bir yakınlaşma gerçekleşmesi olduğunu
açıklamaktadır. Bu doğrultuda, Netanyahu, Orta Doğu’da yaşanan güncel süreci
İslamcı radikaller (başta İran olmak üzere Sünni radikal gruplar ve terör
örgütleri) ile modernistlerin açık mücadelesi olarak yorumlamakta ve ülkesi
İsrail’in ılımlı Sünni devletlerle aynı safta olduğunun altını çizmektedir.
Konuşmanın sonraki bölümünde, moderatör Robin Niblett tarafından İran
gibi köklü bir devlet geleneği olan ve uluslararası politikada etkili Realist bir
aktörü olarak neden Orta Çağcı radikal gruplar arasında saydığının sorulması
üzerine ise, İsrail Başbakanı, ABD’nin efsanevi Dış İşleri Bakanı Henry
Kissinger’ın ünlü sözüne[3]
referansla, İran’ın katı ideolojik yapıda bir devlet ve tehlikeli bir aktör olduğunu
vurgulamaktadır. Bu bağlamda, İran gibi militan İslamcı bir rejimin nükleer
silah kapasitesine ulaşmasının Kosta Rika’nın nükleer güç sahibi olmasıyla
kıyaslanamayacağını belirten Netanyahu, nükleer silah kapasitesi ile militan
İslamcı bir ideolojinin aynı devlet çatısı altında buluşmasının dünya barışı
için en büyük tehlike olacağını söylemektedir. Netanyahu, İran’la 2015 yılında yapılan
nükleer anlaşmanın (JCPOA-Joint Comprehensive Plan of Action) iyi bir anlaşma
olmadığını iddia etmekte ve İran lehine olan bu anlaşmanın İran’a gelecekte
nükleer silahlara ulaşabilmek için zaman kazandırdığını iddia etmektedir. Bu noktada,
Netanyahu, 1994 yılında Kuzey Kore ile yapılan anlaşmayı hatırlatmakta ve
fanatik ideolojik temeller üzerine kurulu olan rejimlere taviz verilmemesi
gerektiğini vurgulamaktadır. İsrail Başbakanı, bu anlaşmanın iyileştirilmesi
gerektiğini söylemekte ve bu noktada kişisel önerisini şöyle açıklamaktadır; ilk
olarak İran’a balistik füzeler konusunda büyük baskı yapılmalı ve ayrıca anlaşmaya
dâhil olmayan İran askeri tesislerinin de denetlenmesine izin verilmelidir.
Netanyahu, İran’a baskı yapmayı kesmeleri halinde bu rejimin nükleer silahlara
ulaşacağını ve bunun kendileri ve dünya için büyük bir risk oluşturacağını
(Kuzey Kore tehlikesinden çok daha ciddi bir tehlike) sözlerine eklemektedir. İran’ın
Tahran’dan Tarsus’a uzanan büyük bir imparatorluk kurmak istediğini de iddia
eden Netanyahu, Rusya’nın bu ülke ile yakın ilişkilerinin ve yeni enerji
anlaşmalarının ise Moskova’nın yararına olmayacağını söylemektedir.
Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde ise, Netanyahu, Filistin Sorunu’na
odaklanmakta ve bu konuda barışı en çok kendilerinin istediğini söylemektedir. İsrail’e
yönelik tepkilerin İran’dan uzaklaştıkça yumuşamaya başladığına dikkat çeken
Netanyahu, Arap devletlerinin artık İran’a karşı İsrail’i bir müttefik gibi
görmeye başladıklarını iddia etmekte ve Filistin Sorunu’nun tarihi hakkında önemli
bilgiler vermektedir. İsrail’in demokrasi açısından tüm bölge ülkelerinden daha
iyi durumda olduğuna da dikkat çeken Netanyahu, ülkesinde Arap Bakanların ve
milletvekillerinin olduğunu hatırlatmakta ve Arap vatandaşlarının Yahudi
vatandaşlarla eşit haklara ve ifade özgürlüğüne sahip olduğunu söylemektedir. Filistin
Sorunu’nun temelinde Balfour Deklarasyonu’nun yani bir İsrail devletinin varlığının
Filistinli liderler tarafından reddiyesi olduğunu iddia eden Netanyahu, bu
durum düzeltilmeden asla bir çözüme ulaşılamayacağını belirtmektedir. İsrail’in
haklı mücadelesi sayesinde Filistin’de radikal İslamcıların güç kaybettiğine
dikkat çeken Netanyahu, bu konuda Batı ülkelerinden daha fazla destek
beklediklerini ima etmektedir. Filistinlilerin her türlü özgürlük ve haklarını
desteklediklerini belirten İsrail Başbakanı, buna karşın İsrail’in tehdit
edilmesine izin vermeyeceklerini belirtmektedir.
Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Netanyahu’nun -İsrail’in
Başbakanı olarak- elbette tamamen tarafsız bir bilimadamı ya da uluslararası
gözlemci gibi konuşmadığı, ancak İran konusu dışında gayet olumlu ve ılımlı mesajlar
verdiği görülmektedir. Özellikle Netanyahu’nun Arap devletlerini İsrail’in
müttefiki olarak değerlendirmesi, gelecek adına umut verici bir gelişmedir.
Lakin İran nükleer programı konusu tüm sıcaklığıyla ortada durmaktadır ve
Netanyahu’nun o konudaki duruşu gayet serttir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Binyamin_Netanyahu.
[2] Kitap buradan alınabilir; https://www.amazon.com/Security-First-Muscular-Foreign-Policy/dp/0300108575.
[3] Bu söz şöyledir; “Iran is a cause,
not a country”, yani “İran bir devlet değildir, bir ülküdür”. Bakınız; http://www.latimes.com/opinion/op-ed/la-oe-0124-mcmanus-iran-symbolism-20160124-column.html.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder