Henry Alfred Kissinger (1923-)[1],
Almanya doğumlu ve Yahudi asıllı Amerikalı ünlü bir diplomat, siyaset bilimci
ve devlet adamıdır. 1938 yılında Nazi zulmünden kaçarak ailesiyle birlikte New
York’a yerleşen Kissinger, ABD’de entelektüel yetenekleriyle önce akademide,
daha sonra da siyaset sahnesinde çok iyi konuma yükselebilmiş istisnai bir
isimdir. Gençliğinde Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaparak
dikkatleri çeken Kissinger, ilerleyen dönemde 1969-1975 yılları arasında ABD Başkanı’nın
Ulusal Güvenlik Danışmanı, 1973-1977 yıllarında ise ABD’nin 56. Dış İşleri Bakanı
olarak görev yapmıştır. Amerikan tarihinin en etkili Dış İşleri Bakanlarından
biri kabul edilen Kissinger, yoğun çabalarıyla ABD ve Sovyet Rusya arasındaki
yumuşama (detant) sürecinin mimarı olmuş ve bu sayede iki ülke arasında 1972
yılında SALT-I antlaşması imzalanmıştır. Aynı yıl ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti
arasındaki ilk resmi ilişkiler de büyük ölçüde Kissinger’ın kişisel çabaları
sayesinde kurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1969-1970 yılarında
Kamboçya’yı bombalamasını desteklemesine karşın, Vietnam Sorunu’nu çözüme
götürmedeki üstün katkılarından dolayı (Vietnamization
Policy), Kissinger, 1973 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür. Kissinger,
ayrıca ünlü “mekik diplomasisi” yöntemiyle (o dönemde resmi bir görevi olmasa
dahi), 1979 yılında İsrail ile Mısır arasında da diplomatik ilişki kurulmasına da
büyük katkıda bulunmuştur. Henry Kissinger, uluslararası politikada daha çok
bir pratisyen olarak bilinse de, aslında yaptıklarının entelektüel açıdan değerlendirildiği
bazı eserlerin de yazarıdır. Bu eserlerden en ünlüsü, ilk kez 1994 yılında
basımı yapılan Diplomacy[2] (Diplomasi[3])
adlı kitaptır. Modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi sisteminin Kissinger’ın
perspektifinden anlatımı olarak özetlenebilecek olan kitap, ‘Yeni Dünya
Düzeninin Değerlendirilmesi’ adlı Kissinger’ın gelecek vizyonunu ortaya koyan
bir son bölüme de sahiptir. Her ne kadar Kissinger, daha sonra yazdığı World Order (Dünya Düzeni) adlı
kitabında[4]
görüşlerini çeşitlendirse de, Diplomasi
kitabının sonunda yer alan bu bölümü incelemek, onun gelecek vizyonunu anlamak
açısından oldukça önemlidir. Kitap 1990’ların başında yazıldığı için, haliyle eserde
bazı güncel bilgi eksiklikleri mevcuttur. Bunlar, tarafımdan gerekli yerlerde
eklenecektir.
Diplomasi
Henry Kissinger’a göre, 20. yüzyılın son on yılının başında (1990’lar),
ABD Başkanı Woodrow Wilson’la özdeşleşen Wilsonculuk akımının zafer kazandığı
kesin gibi görünüyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından Amerikan tipi
liberalizm ve demokrasinin zaferi ilan edilmiş ve moral üstünlük Batı dünyası
tarafından ele geçirilmişti. Komünizme yönelik ahlaki karşı duruş, Batı
dünyasında Sovyet yayılmacılığına karşı direnmenin jeopolitik gerekçeleriyle de
birleşmiş ve Başkan George Bush (baba Bush) döneminde, ABD, tek kutuplu yeni dünya
düzeni ümidini ilan etmişti. Cumhuriyetçi Bush’un halefi olan Demokrat Başkan
Bill Clinton döneminde ise, Washington, demokrasiyi yaygınlaştırma hedefini
açıklamıştı. Böylelikle, Wilson İlkeleri ve İkinci Dünya Savaşı sonunda ilan
edilen Bretton-Woods sisteminden sonra, ABD, geçen yüzyıl içerisinde üçüncü
defa kendi değerlerini (demokrasi, piyasa ekonomisi, liberalizm) dünya
düzeninin temel parametreleri olarak ilan ediyordu. Soğuk Savaş’ın ardından dünyada
tek süpergüç olarak kalan ABD, temel bir ideolojik ve stratejik tehdidin
yokluğunda, ulusların kendi aralarında artan menfaat rekabetlerini yönetmeye ve
geriye kalan birkaç aşırıcı rejimle mücadele etmeye girişti. Ancak Kissinger’e
göre, Bush ve Clinton’ın marketten alınabilecek bir ürün gibi söz ettikleri yeni
dünya düzeni, aslında henüz doğum sancıları yaşamaktaydı ve halen doğumdan
önceki cenin düzeyindeydi. Bu bağlamda, Kissinger’ın düşüncesinde, yeni bir
düzenden söz edebilmek için, öncelikle bu düzenin temel birimlerinin, etkileşim
araçlarının ve amaçlarının belirlenmesi gerekmektedir. Oysa yeni dünya düzeni
için, bu sorular, ancak 21. yüzyıl içerisinde cevap bulabilecektir. Zira
diplomaside yeni düzenler yavaş yavaş oluşur ve uzun süreler boyunca etkili
olurlar. Örneğin, Vestfalya Barışı en az 150 yıllık bir düzen getirmiştir.
Viyana Kongresi’nin etkileri ise yaklaşık bir asır sürmüştür. Soğuk Savaş ise
yaklaşık 50 yıl boyunca dünya siyasetinin temel paradigması olmuştur. Bu
bağlamda, içerisinden geçtiğimiz dönüşüm sürecinin akıbeti henüz belirsizdir. Kissinger’ın
önemli bir gözlemi, bazı devletlerde uluslaşma sancılarının halen devam
etmesidir. Örneğin, Asya ve Afrika’da yeni bağımsızlığını kazanan bazı
devletler ve Yugoslavya veya Sovyetler Birliği gibi çok uluslu imparatorluklar,
bu süreçte etnik rekabetlerin yükselmesi nedeniyle çeşitli çatışmalara sahne
olmuşlardır. Avrupa devletleri ise, yeni dönemde ulusçuluk değil, kıtasal entegrasyon
temelinde yeniden dizayn edilmiş ve bu sayede dünya siyasetinde Avrupa Birliği
çatısı altında iddialarını koruyabilmişlerdir.
Peki, etkileşimin tarihte hiç olmadığı kadar arttığı bir çağda yeni
dünya düzeni hangi prensipler üzerine kurulabilir? Kissinger, bu noktada, yeni
dönemde de ABD’nin temel parametre olarak benimsemeye can attığı demokrasi
ihracı ve müdahalecilik eğilimlerinin Soğuk Savaş sürecinde bazı açılardan
başarılı, bazı açılardansa başarısız olduğuna dikkat çekmektedir. Marshall
Planı, komünizmin yayılmasının engellenmesi, Batı Avrupa’nın özgürleştirilmesi
ve Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan Birleşmiş Milletler, örneğin başarı
hanesine yazılabilecek olan unsurlardır. Lakin Wilson idealizmi üzerine inşa
edilen Briand-Kellogg Paktı ve Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti deneyimleri de, gerçekçilikten
uzak liberal yaklaşımın başarısızlığı açısından somut örnekler oluşturdu. Bu
bağlamda, Kissinger’a göre, diplomaside dolu bir tabanca, hukuki bilgiden hep
daha güçlü olmuştur. Ayrıca Kissinger, ABD’nin kapasitesini de bu bağlamda
sorgulamaktadır. ABD, elbette Sovyetler Birliği’nin olmadığı tek kutuplu bir
dünyada daha güçlüdür; ancak dünyanın geri kalan kısmına şekil verme yeteneği,
Soğuk Savaş’ın olmadığı bir dünyada daha zordur.[5] Bunun
yanında, ABD, ekonomik açıdan da Soğuk Savaş sonrası dönemde daha büyük bir
rekabetle karşılaşacaktır. Kissinger, ABD’nin yüzyılın sonuna kadar ekonomik
üstünlüğünü koruyabileceğini ifade etse de, günümüzde Çin’in hızlı yükselişi,
bunun pekâlâ mümkün olamayabileceğini göstermektedir. Kissinger’a göre, Amerikan
askeri gücü ise daha uzun süre rakipsiz olacak gibidir; ancak Washington,
Bosna, Somali ve Haiti gibi küçük çapta çatışmaların yaşandığı bölgelerde
sorunsuz olarak kullandığı askeri gücünü örneğin Irak’ta kullanınca, hem
kendisi, hem bölge (Orta Doğu), hem de yeni dünya düzeni açısından büyük
tahribata neden olmuştur. Ayrıca yine Henry Kissinger’a göre, ABD, böyle bir
düzende primus inter pares (eşitler
arasında birinci) olsa bile, sonuçta diğerleri gibi bir devlettir. Bu bağlamda,
Wilson İlkeleri’ne yön veren Amerikan istisnacılığı (American exceptionalism) görüşü, yeni yüzyılda etkisini giderek
kaybedecektir. Ancak Amerikalılar bu durumu kesinlikle bir acizlik ya da gerileme
olarak da görmemelidirler. Sonuçta, ABD, zaten tarihin çok yeni ve küçük bir
zaman diliminde bir süpergüç olmuştur. Bu nedenle, diğer ulusların yükselişi
ABD’yi rahatsız etmemelidir; zira diğer toplumların ABD ile uyumlu şekilde
gelişmesi ve modernleşmesi, bir piyasa devleti olan ABD için yararlıdır. Zaten
Amerikalılar, doğaları gereği de Richelieu vari bir “raison d’état” (hikmet-i hükümet, devlet aklı, ulusal çıkar)
yaklaşımına yabancı olmuş ve kendi bencil çıkarlarını empoze etmekten daima
imtina etmişlerdir. Onlar, dünya savaşına girerken ya da dış politikada
müdahaleciliğe yönelirken, daima belirli ilkeler doğrultusunda ve uluslararası
sistemi ayakta tutmak adına kararlar almışlardır. Bu nedenle, ABD’nin küresel
sistemi korumak adına çeşitli ortaklıklar içerisine girmesi gerekmektedir;
ancak Kissinger’a göre bu ortaklar seçilirken sadece moral görüşler dikkate
alınamaz. Zira ABD siyasal geleneği diğer milletlerden farklıdır; Amerika’da
devlet toplumdan sonra oluşmuş ve bu nedenle bireysel özgürlükler ve devlet
baskısından korunma ihtiyacı hep daha önde olmuştur. Ancak diğer devletlerin
çoğunda, devlet “ulus”u yaratmış ve bu nedenle devlet çıkarı, bireysel
özgürlükler ve sosyal haklardan önde gelmiştir. Böyle bir tarihsel konjonktürde,
ABD’nin sadece değerler üzerinden dünyada ittifaklar kurması, kolaylıkla dünya
düzenine yön verememesi anlamına da gelebilir. Ancak bu, demokratik ve
özgürlükçü değerleri benimseyen ülkelere daha farklı ve olumlu yaklaşılması
gerekliliğini de ortadan kaldırmamalıdır. Dolayısıyla, ABD, dış politikasını
belirlerken moral ve stratejik değerleri harmanlamalı ve koşullara koşut olarak
bir denge oluşturmalıdır. Bu bağlamda, Kissinger’a göre, Amerikan dış
politikasına yön verebilecek tarihsel yaklaşımlardan Monroe Doktrini çok
kısıtlayıcı, Wilsonculuk ise hem belirsiz, hem de fazlasıyla hukukidir. Amerika’nın
yeni dönemde çizgiyi nereden çekmesi gerektiği, bu nedenle ulusal liderliğin
karşı karşıya olduğu en önemli sorundur.
Jeopolitik olarak bakıldığında, Amerika kıtası, kaynakları ve nüfusu ABD’den
çok daha büyük olan bir adadır. Kissinger’a göre, Avrupa veya Asya gibi
dünyanın diğer iki büyük kıtasında tek bir hegemon gücün ortaya çıkmaması, ABD
açısından en önemli stratejik ilkelerden birisidir. Bu nedenle, Soğuk Savaş
dönemi boyunca ABD’nin Rusya’ya karşı çıkışı, komünizme yönelik ilkesel reddiyenin
yanında, kıtasal büyük bir imparatorluğun oluşmamasına yönelik somut bir
jeostratejik tercihin sonucudur. Zira Rusya, bugün de Halford Mackinder’in jeopolitik
merkez dediği topraklar üzerinde kurulu olan ve dünyanın en güçlü emperyal
geleneklerinden birisine sahip olan güçlü bir devlettir. Rusya’nın ABD’nin
beklediği şekilde demokratik bir dönüşüm geçirmesi ise kolay değildir. Reformcu
Boris Yeltsin döneminde bile Rus ordularının başka ülkelerde bulunmaya devam
etmesi, bunun somut bir kanıtıdır. Ayrıca Vladimir Putin döneminde Rusya daha
da atak bir ülke haline gelmiş ve “yakın çevre” adını verdiği kendi jeopolitik
alanında hâkimiyet kurmaya yönelik bazı adımlar atmıştır (2008 Rusya-Gürcistan
Savaşı, 2014 Ukrayna gerginliği). Kissinger’a göre, Rusya, Amerikalıların
istediği bir tarza dönüşemez; zira Rusya’nın tarih boyunca bağımsız bir
kilisesi olmamış, bu ülkede Reform, Aydınlanma, Keşifler Çağı gibi dönemler
yaşanmamış, demokratik rejim neredeyse hiç denenmemiş ve modern piyasa ekonomi
hiçbir zaman var olmamıştır. Ayrıca merkezi planlamadan pazar ekonomisine geçiş
de son derece zorlu bir süreçtir ve birçok ülkede olumsuz sonuçlara neden
olmuştur. Bu nedenle, Rus milliyetçiliği, reformcular açısından bile yeni
dönemde temel bir parametre haline gelebilir. Üstelik Rus milliyetçiliği,
emperyal geleneğe yatkın bir akımdır. Bu nedenle, Kissinger, Rusya’nın yeni
dönemde dış politikada iyi karşılanması gerektiğini düşünmekte ve ABD’nin bu
ülke ile ekonomik, kültürel ve politik işbirliğini arttırmasını savunmaktadır. Ancak
bu durum, Rusların geleneksel imparatorluk heveslerine engel olacak düzeyde
yapılmalıdır.
NATO, Kissinger’a göre yeni dönemde de ABD açısından kritik bir kurum
olacaktır. NATO, Amerika’nın moral ve jeopolitik hedefleriyle birebir uyumlu
bir kurumdur. Sovyet yayılmacılığı ve komünizme karşı olarak kurulan kurum,
yeni dönemde de Avrupa’da yabancı bir gücün hegemonya kurma girişimlerine karşı
duruşun ifadesi olacaktır. Bu bağlamda, yeniden canlanma eğilimleri gösteren
Rus yayılmacılığı, yeni dönemde de Avrupa güvenliği için bu kuruma ihtiyaç duyulduğunu
göstermektedir. Bu, Almanya’nın birleşmesi ve hızlı yükselişi nedeniyle
Amerikan varlığını Avrupa’da isteyen diğer bazı Avrupalı devletler açısından da
hala bir güvencedir. Zira Doğu Avrupa’da yer alan bu ülkeler, geçmişte
devletlerinin Almanlar ve Ruslar arasında paylaştırılmasına tanıklık
etmişlerdir. Bu nedenle, zaman zaman Avrupa ile ABD arasında yaşanan kavgalar,
bir nevi aile içi kavga özelliği gösterir. NATO ise, Avrupa ile ABD’yi bağlayan
başlıca kurumsal yapıdır. NATO, yeni dönemde 3 temel mesele ile karşı
karşıyadır: (1) geleneksel ittifak yapısı içerisindeki ilişkiler, (2) Atlantik
devletlerinin Doğu Avrupa’daki eski Sovyet uydularıyla ilişkileri ve (3)
Sovyetlerin yerine geçen başta Rusya Federasyonu olmak üzere devletlerin NATO
ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri. İlk mesele etrafında, ABD ile Fransa
arasındaki sorunlar (son dönemde ABD-Almanya rekabeti de buna eklenmiştir) en
göze batandır. Daha bağımsız bir Avrupa isteyen Fransa, Avrupa tarzı diplomasi
geleneğinin en önemli temsilcisidir ve NATO üzerinden ABD hâkimiyetini
Richelieu tarzı bir refleksle kabul etmemektedir. Nitekim son dönemde AB’nin
lideri haline gelen Almanya’da da benzer bir eğilim baş göstermiş ve Avrupa
Ordusu düşüncesi yayılmaya başlamıştır. Ancak bunlar, daha önce de belirtildiği
gibi aile içi sorunlar olarak düşünülmeli ve büyütülmemelidir. İkinci meseleye
gelindiğinde, Doğu Avrupa’daki eski Sovyet uydularının güvenlik açısından NATO’ya,
ekonomik-siyasi gelişim açısından da AB’ye ihtiyaçları vardır. Bugüne kadar bu
dönüşüm süreci büyük ölçüde başarılmıştır; ancak Belarus (Beyaz Rusya), Ukrayna
ve eski Yugoslavya ülkelerinin durumu halen belirsizdir. Ayrıca Finlandiya gibi
NATO üyesi olmayan AB üyesi ülkeler ya da Norveç gibi AB üyesi olmayan NATO
üyeleri de vardır. Üçüncü mesele ise en zorlayıcı olandır; Clinton dönemindeki
bazı girişimlere rağmen, eski Sovyet ülkeleriyle ilkelerde uzlaşılabilen bir
ilişki biçimi henüz kurulamamıştır. Nitekim bu ülkelerin ağabeyi görünümündeki Rusya,
giderek artan ölçüde Batı ve ABD hâkimiyetine ve Batılı değerlere meydan
okumaktadır. Zira Rusya, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak, sıradan bir
bölgesel gücün çok ötesinde reflekslere sahiptir; bırakın Avrasya’yı, Güney
Amerika, Orta Doğu ve Avrupa’da bile istikrar bozma potansiyeli vardır. Hatta şimdilerde,
ABD’nin son Başkanlık seçimlerinde bile Rusya’nın etkili olduğu iddia
edilmektedir. 21. yüzyılda ABD ve NATO açısından en temel jeopolitik tehdidin
Rusya mı, Çin mi, yoksa radikal İslam mı olacağını söylemek için henüz
erkendir. Ancak Rusya’nın daima ciddi bir tehlike olacağı açıktır.
Asya politikalarına bakıldığında, ABD’nin Wilson ilkelerinin bu kıtada
pek rağbet görmediği kolaylıkla anlaşılabilir. Demokratik rejim sayısı bu
kıtada azdır ve denge ile ulusal çıkar gibi kavramlar daha önemlidir. Çin,
ekonomik hâkimiyeti sayesinde artık bir süpergüce dönüşmeye başlamıştır. Diğer
Asya ülkeleri, başta Japonya olmak üzere, Çin’i bundan sonra dengelemeye
çalışacaklardır. Bu nedenle, ASEAN, ABD’nin bölgeye ilgisinin sürmesini
istemektedir. Kissinger’a göre, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin korumasını kabul
eden Japonya, yeni dönemde ise ABD ile ayrışma riski yaşayabilir. Zira bir
bölge ülkesi olan Japonya, her konuya ABD kadar rahat yaklaşmamaktadır. Kuzey
Kore, bu açıdan en önemli meseledir. Daha 1992 yılında, Japonya Başbakanı
Kiichi Miyazawa, Japonya’nın asla nükleer bir Kuzey Kore’yi kabul edemeyeceğini
söylemiştir. Dolayısıyla, Japonya, böyle bir durumda kendi nükleer kapasitesini
geliştirmeye yönelecektir. Ancak Kissinger’ın yaklaşımına karşın, şu ana kadar
ABD-Japonya ilişkileri sorunsuz gelişmiş ve ABD de Japonya’nın kendisini koruma
hakkını savunmuştur. ABD, Japonya, Çin, Kuzey Kore ve Güney Kore gibi ülkelerin
bölgedeki çatışmalarını ılımlılaştırmak açısından yeni dönemde de önemli roller
üstlenebilir.
Kissinger, son bölümde ise özetle ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında
dünyadaki her türlü tehditle tek başına müdahale edemeyeceğini ve bu nedenle müttefiklere
ihtiyaç duyduğunu, ancak müttefiklerini seçerken de bazı kriterler belirlemesi
gerektiğini ifade etmektedir. Amerikan liderleri, Kissinger’a göre bugüne kadar
genellikle yapı yerine motivasyon üzerinde durmuş ve rakiplerinin hesaplarından
çok, onların tutumlarını etkilemeye çalışmışlardır. Ayrıca Amerika’nın -bir
göçmen toplumu olmasının da etkisiyle- ulusal değerlerden çok küresel değerler üzerine
kurulu olması nedeniyle, tarihi reddetme ve evrensel kural ve gerçeklere uygun
olarak yaşayan evrensel bir insan yaratma imajı bu ülkede övülür. Dolayısıyla, Amerika
gibi idealist bir geleneği olan bir devlet, asla sadece güç dengesi kriterlerine
göre bir dış politika belirleyemez. Bu kadar belirsiz ve çok seçenekli bir
dünyada ise, dünya halkları adına ABD’nin alacağı kararlar çok kritik
olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Henry_Kissinger.
[2] Orijinal kitap buradan alınabilir;
https://www.amazon.com/Diplomacy-Touchstone-Book-Henry-Kissinger/dp/0671510991.
[3] Türkçe çevirisi için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/diplomasi/30258.html.
[4] Kitap hakkında bir inceleme için; http://politikaakademisi.org/2014/10/12/henry-kissingerin-yeni-kitabi-kuresel-jeosiyasetin-cevapsiz-sorulari/.
[5] Bu noktada, Kissinger, kanımca
Aron Paradigması’nı (Raymond Aron) vurgulamakta ve Soğuk Savaş döneminde orta
ve küçük boy devletlerin süpergüçle hizalanma ihtiyacı nedeniyle onların iç
politikalarına daha rahat çekidüzen verilebildiğini ima etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder