6 Kasım 2017 Pazartesi

Henry Kissinger’dan ‘Yeni Dünya Düzeninin Değerlendirilmesi’


Henry Alfred Kissinger (1923-)[1], Almanya doğumlu ve Yahudi asıllı Amerikalı ünlü bir diplomat, siyaset bilimci ve devlet adamıdır. 1938 yılında Nazi zulmünden kaçarak ailesiyle birlikte New York’a yerleşen Kissinger, ABD’de entelektüel yetenekleriyle önce akademide, daha sonra da siyaset sahnesinde çok iyi konuma yükselebilmiş istisnai bir isimdir. Gençliğinde Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaparak dikkatleri çeken Kissinger, ilerleyen dönemde 1969-1975 yılları arasında ABD Başkanı’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı, 1973-1977 yıllarında ise ABD’nin 56. Dış İşleri Bakanı olarak görev yapmıştır. Amerikan tarihinin en etkili Dış İşleri Bakanlarından biri kabul edilen Kissinger, yoğun çabalarıyla ABD ve Sovyet Rusya arasındaki yumuşama (detant) sürecinin mimarı olmuş ve bu sayede iki ülke arasında 1972 yılında SALT-I antlaşması imzalanmıştır. Aynı yıl ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ilk resmi ilişkiler de büyük ölçüde Kissinger’ın kişisel çabaları sayesinde kurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1969-1970 yılarında Kamboçya’yı bombalamasını desteklemesine karşın, Vietnam Sorunu’nu çözüme götürmedeki üstün katkılarından dolayı (Vietnamization Policy), Kissinger, 1973 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür. Kissinger, ayrıca ünlü “mekik diplomasisi” yöntemiyle (o dönemde resmi bir görevi olmasa dahi), 1979 yılında İsrail ile Mısır arasında da diplomatik ilişki kurulmasına da büyük katkıda bulunmuştur. Henry Kissinger, uluslararası politikada daha çok bir pratisyen olarak bilinse de, aslında yaptıklarının entelektüel açıdan değerlendirildiği bazı eserlerin de yazarıdır. Bu eserlerden en ünlüsü, ilk kez 1994 yılında basımı yapılan Diplomacy[2] (Diplomasi[3]) adlı kitaptır. Modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi sisteminin Kissinger’ın perspektifinden anlatımı olarak özetlenebilecek olan kitap, ‘Yeni Dünya Düzeninin Değerlendirilmesi’ adlı Kissinger’ın gelecek vizyonunu ortaya koyan bir son bölüme de sahiptir. Her ne kadar Kissinger, daha sonra yazdığı World Order (Dünya Düzeni) adlı kitabında[4] görüşlerini çeşitlendirse de, Diplomasi kitabının sonunda yer alan bu bölümü incelemek, onun gelecek vizyonunu anlamak açısından oldukça önemlidir. Kitap 1990’ların başında yazıldığı için, haliyle eserde bazı güncel bilgi eksiklikleri mevcuttur. Bunlar, tarafımdan gerekli yerlerde eklenecektir.

Diplomasi

Henry Kissinger’a göre, 20. yüzyılın son on yılının başında (1990’lar), ABD Başkanı Woodrow Wilson’la özdeşleşen Wilsonculuk akımının zafer kazandığı kesin gibi görünüyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından Amerikan tipi liberalizm ve demokrasinin zaferi ilan edilmiş ve moral üstünlük Batı dünyası tarafından ele geçirilmişti. Komünizme yönelik ahlaki karşı duruş, Batı dünyasında Sovyet yayılmacılığına karşı direnmenin jeopolitik gerekçeleriyle de birleşmiş ve Başkan George Bush (baba Bush) döneminde, ABD, tek kutuplu yeni dünya düzeni ümidini ilan etmişti. Cumhuriyetçi Bush’un halefi olan Demokrat Başkan Bill Clinton döneminde ise, Washington, demokrasiyi yaygınlaştırma hedefini açıklamıştı. Böylelikle, Wilson İlkeleri ve İkinci Dünya Savaşı sonunda ilan edilen Bretton-Woods sisteminden sonra, ABD, geçen yüzyıl içerisinde üçüncü defa kendi değerlerini (demokrasi, piyasa ekonomisi, liberalizm) dünya düzeninin temel parametreleri olarak ilan ediyordu. Soğuk Savaş’ın ardından dünyada tek süpergüç olarak kalan ABD, temel bir ideolojik ve stratejik tehdidin yokluğunda, ulusların kendi aralarında artan menfaat rekabetlerini yönetmeye ve geriye kalan birkaç aşırıcı rejimle mücadele etmeye girişti. Ancak Kissinger’e göre, Bush ve Clinton’ın marketten alınabilecek bir ürün gibi söz ettikleri yeni dünya düzeni, aslında henüz doğum sancıları yaşamaktaydı ve halen doğumdan önceki cenin düzeyindeydi. Bu bağlamda, Kissinger’ın düşüncesinde, yeni bir düzenden söz edebilmek için, öncelikle bu düzenin temel birimlerinin, etkileşim araçlarının ve amaçlarının belirlenmesi gerekmektedir. Oysa yeni dünya düzeni için, bu sorular, ancak 21. yüzyıl içerisinde cevap bulabilecektir. Zira diplomaside yeni düzenler yavaş yavaş oluşur ve uzun süreler boyunca etkili olurlar. Örneğin, Vestfalya Barışı en az 150 yıllık bir düzen getirmiştir. Viyana Kongresi’nin etkileri ise yaklaşık bir asır sürmüştür. Soğuk Savaş ise yaklaşık 50 yıl boyunca dünya siyasetinin temel paradigması olmuştur. Bu bağlamda, içerisinden geçtiğimiz dönüşüm sürecinin akıbeti henüz belirsizdir. Kissinger’ın önemli bir gözlemi, bazı devletlerde uluslaşma sancılarının halen devam etmesidir. Örneğin, Asya ve Afrika’da yeni bağımsızlığını kazanan bazı devletler ve Yugoslavya veya Sovyetler Birliği gibi çok uluslu imparatorluklar, bu süreçte etnik rekabetlerin yükselmesi nedeniyle çeşitli çatışmalara sahne olmuşlardır. Avrupa devletleri ise, yeni dönemde ulusçuluk değil, kıtasal entegrasyon temelinde yeniden dizayn edilmiş ve bu sayede dünya siyasetinde Avrupa Birliği çatısı altında iddialarını koruyabilmişlerdir.

Peki, etkileşimin tarihte hiç olmadığı kadar arttığı bir çağda yeni dünya düzeni hangi prensipler üzerine kurulabilir? Kissinger, bu noktada, yeni dönemde de ABD’nin temel parametre olarak benimsemeye can attığı demokrasi ihracı ve müdahalecilik eğilimlerinin Soğuk Savaş sürecinde bazı açılardan başarılı, bazı açılardansa başarısız olduğuna dikkat çekmektedir. Marshall Planı, komünizmin yayılmasının engellenmesi, Batı Avrupa’nın özgürleştirilmesi ve Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan Birleşmiş Milletler, örneğin başarı hanesine yazılabilecek olan unsurlardır. Lakin Wilson idealizmi üzerine inşa edilen Briand-Kellogg Paktı ve Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti deneyimleri de, gerçekçilikten uzak liberal yaklaşımın başarısızlığı açısından somut örnekler oluşturdu. Bu bağlamda, Kissinger’a göre, diplomaside dolu bir tabanca, hukuki bilgiden hep daha güçlü olmuştur. Ayrıca Kissinger, ABD’nin kapasitesini de bu bağlamda sorgulamaktadır. ABD, elbette Sovyetler Birliği’nin olmadığı tek kutuplu bir dünyada daha güçlüdür; ancak dünyanın geri kalan kısmına şekil verme yeteneği, Soğuk Savaş’ın olmadığı bir dünyada daha zordur.[5] Bunun yanında, ABD, ekonomik açıdan da Soğuk Savaş sonrası dönemde daha büyük bir rekabetle karşılaşacaktır. Kissinger, ABD’nin yüzyılın sonuna kadar ekonomik üstünlüğünü koruyabileceğini ifade etse de, günümüzde Çin’in hızlı yükselişi, bunun pekâlâ mümkün olamayabileceğini göstermektedir. Kissinger’a göre, Amerikan askeri gücü ise daha uzun süre rakipsiz olacak gibidir; ancak Washington, Bosna, Somali ve Haiti gibi küçük çapta çatışmaların yaşandığı bölgelerde sorunsuz olarak kullandığı askeri gücünü örneğin Irak’ta kullanınca, hem kendisi, hem bölge (Orta Doğu), hem de yeni dünya düzeni açısından büyük tahribata neden olmuştur. Ayrıca yine Henry Kissinger’a göre, ABD, böyle bir düzende primus inter pares (eşitler arasında birinci) olsa bile, sonuçta diğerleri gibi bir devlettir. Bu bağlamda, Wilson İlkeleri’ne yön veren Amerikan istisnacılığı (American exceptionalism) görüşü, yeni yüzyılda etkisini giderek kaybedecektir. Ancak Amerikalılar bu durumu kesinlikle bir acizlik ya da gerileme olarak da görmemelidirler. Sonuçta, ABD, zaten tarihin çok yeni ve küçük bir zaman diliminde bir süpergüç olmuştur. Bu nedenle, diğer ulusların yükselişi ABD’yi rahatsız etmemelidir; zira diğer toplumların ABD ile uyumlu şekilde gelişmesi ve modernleşmesi, bir piyasa devleti olan ABD için yararlıdır. Zaten Amerikalılar, doğaları gereği de Richelieu vari bir “raison d’état” (hikmet-i hükümet, devlet aklı, ulusal çıkar) yaklaşımına yabancı olmuş ve kendi bencil çıkarlarını empoze etmekten daima imtina etmişlerdir. Onlar, dünya savaşına girerken ya da dış politikada müdahaleciliğe yönelirken, daima belirli ilkeler doğrultusunda ve uluslararası sistemi ayakta tutmak adına kararlar almışlardır. Bu nedenle, ABD’nin küresel sistemi korumak adına çeşitli ortaklıklar içerisine girmesi gerekmektedir; ancak Kissinger’a göre bu ortaklar seçilirken sadece moral görüşler dikkate alınamaz. Zira ABD siyasal geleneği diğer milletlerden farklıdır; Amerika’da devlet toplumdan sonra oluşmuş ve bu nedenle bireysel özgürlükler ve devlet baskısından korunma ihtiyacı hep daha önde olmuştur. Ancak diğer devletlerin çoğunda, devlet “ulus”u yaratmış ve bu nedenle devlet çıkarı, bireysel özgürlükler ve sosyal haklardan önde gelmiştir. Böyle bir tarihsel konjonktürde, ABD’nin sadece değerler üzerinden dünyada ittifaklar kurması, kolaylıkla dünya düzenine yön verememesi anlamına da gelebilir. Ancak bu, demokratik ve özgürlükçü değerleri benimseyen ülkelere daha farklı ve olumlu yaklaşılması gerekliliğini de ortadan kaldırmamalıdır. Dolayısıyla, ABD, dış politikasını belirlerken moral ve stratejik değerleri harmanlamalı ve koşullara koşut olarak bir denge oluşturmalıdır. Bu bağlamda, Kissinger’a göre, Amerikan dış politikasına yön verebilecek tarihsel yaklaşımlardan Monroe Doktrini çok kısıtlayıcı, Wilsonculuk ise hem belirsiz, hem de fazlasıyla hukukidir. Amerika’nın yeni dönemde çizgiyi nereden çekmesi gerektiği, bu nedenle ulusal liderliğin karşı karşıya olduğu en önemli sorundur.

Jeopolitik olarak bakıldığında, Amerika kıtası, kaynakları ve nüfusu ABD’den çok daha büyük olan bir adadır. Kissinger’a göre, Avrupa veya Asya gibi dünyanın diğer iki büyük kıtasında tek bir hegemon gücün ortaya çıkmaması, ABD açısından en önemli stratejik ilkelerden birisidir. Bu nedenle, Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin Rusya’ya karşı çıkışı, komünizme yönelik ilkesel reddiyenin yanında, kıtasal büyük bir imparatorluğun oluşmamasına yönelik somut bir jeostratejik tercihin sonucudur. Zira Rusya, bugün de Halford Mackinder’in jeopolitik merkez dediği topraklar üzerinde kurulu olan ve dünyanın en güçlü emperyal geleneklerinden birisine sahip olan güçlü bir devlettir. Rusya’nın ABD’nin beklediği şekilde demokratik bir dönüşüm geçirmesi ise kolay değildir. Reformcu Boris Yeltsin döneminde bile Rus ordularının başka ülkelerde bulunmaya devam etmesi, bunun somut bir kanıtıdır. Ayrıca Vladimir Putin döneminde Rusya daha da atak bir ülke haline gelmiş ve “yakın çevre” adını verdiği kendi jeopolitik alanında hâkimiyet kurmaya yönelik bazı adımlar atmıştır (2008 Rusya-Gürcistan Savaşı, 2014 Ukrayna gerginliği). Kissinger’a göre, Rusya, Amerikalıların istediği bir tarza dönüşemez; zira Rusya’nın tarih boyunca bağımsız bir kilisesi olmamış, bu ülkede Reform, Aydınlanma, Keşifler Çağı gibi dönemler yaşanmamış, demokratik rejim neredeyse hiç denenmemiş ve modern piyasa ekonomi hiçbir zaman var olmamıştır. Ayrıca merkezi planlamadan pazar ekonomisine geçiş de son derece zorlu bir süreçtir ve birçok ülkede olumsuz sonuçlara neden olmuştur. Bu nedenle, Rus milliyetçiliği, reformcular açısından bile yeni dönemde temel bir parametre haline gelebilir. Üstelik Rus milliyetçiliği, emperyal geleneğe yatkın bir akımdır. Bu nedenle, Kissinger, Rusya’nın yeni dönemde dış politikada iyi karşılanması gerektiğini düşünmekte ve ABD’nin bu ülke ile ekonomik, kültürel ve politik işbirliğini arttırmasını savunmaktadır. Ancak bu durum, Rusların geleneksel imparatorluk heveslerine engel olacak düzeyde yapılmalıdır.

NATO, Kissinger’a göre yeni dönemde de ABD açısından kritik bir kurum olacaktır. NATO, Amerika’nın moral ve jeopolitik hedefleriyle birebir uyumlu bir kurumdur. Sovyet yayılmacılığı ve komünizme karşı olarak kurulan kurum, yeni dönemde de Avrupa’da yabancı bir gücün hegemonya kurma girişimlerine karşı duruşun ifadesi olacaktır. Bu bağlamda, yeniden canlanma eğilimleri gösteren Rus yayılmacılığı, yeni dönemde de Avrupa güvenliği için bu kuruma ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Bu, Almanya’nın birleşmesi ve hızlı yükselişi nedeniyle Amerikan varlığını Avrupa’da isteyen diğer bazı Avrupalı devletler açısından da hala bir güvencedir. Zira Doğu Avrupa’da yer alan bu ülkeler, geçmişte devletlerinin Almanlar ve Ruslar arasında paylaştırılmasına tanıklık etmişlerdir. Bu nedenle, zaman zaman Avrupa ile ABD arasında yaşanan kavgalar, bir nevi aile içi kavga özelliği gösterir. NATO ise, Avrupa ile ABD’yi bağlayan başlıca kurumsal yapıdır. NATO, yeni dönemde 3 temel mesele ile karşı karşıyadır: (1) geleneksel ittifak yapısı içerisindeki ilişkiler, (2) Atlantik devletlerinin Doğu Avrupa’daki eski Sovyet uydularıyla ilişkileri ve (3) Sovyetlerin yerine geçen başta Rusya Federasyonu olmak üzere devletlerin NATO ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri. İlk mesele etrafında, ABD ile Fransa arasındaki sorunlar (son dönemde ABD-Almanya rekabeti de buna eklenmiştir) en göze batandır. Daha bağımsız bir Avrupa isteyen Fransa, Avrupa tarzı diplomasi geleneğinin en önemli temsilcisidir ve NATO üzerinden ABD hâkimiyetini Richelieu tarzı bir refleksle kabul etmemektedir. Nitekim son dönemde AB’nin lideri haline gelen Almanya’da da benzer bir eğilim baş göstermiş ve Avrupa Ordusu düşüncesi yayılmaya başlamıştır. Ancak bunlar, daha önce de belirtildiği gibi aile içi sorunlar olarak düşünülmeli ve büyütülmemelidir. İkinci meseleye gelindiğinde, Doğu Avrupa’daki eski Sovyet uydularının güvenlik açısından NATO’ya, ekonomik-siyasi gelişim açısından da AB’ye ihtiyaçları vardır. Bugüne kadar bu dönüşüm süreci büyük ölçüde başarılmıştır; ancak Belarus (Beyaz Rusya), Ukrayna ve eski Yugoslavya ülkelerinin durumu halen belirsizdir. Ayrıca Finlandiya gibi NATO üyesi olmayan AB üyesi ülkeler ya da Norveç gibi AB üyesi olmayan NATO üyeleri de vardır. Üçüncü mesele ise en zorlayıcı olandır; Clinton dönemindeki bazı girişimlere rağmen, eski Sovyet ülkeleriyle ilkelerde uzlaşılabilen bir ilişki biçimi henüz kurulamamıştır. Nitekim bu ülkelerin ağabeyi görünümündeki Rusya, giderek artan ölçüde Batı ve ABD hâkimiyetine ve Batılı değerlere meydan okumaktadır. Zira Rusya, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak, sıradan bir bölgesel gücün çok ötesinde reflekslere sahiptir; bırakın Avrasya’yı, Güney Amerika, Orta Doğu ve Avrupa’da bile istikrar bozma potansiyeli vardır. Hatta şimdilerde, ABD’nin son Başkanlık seçimlerinde bile Rusya’nın etkili olduğu iddia edilmektedir. 21. yüzyılda ABD ve NATO açısından en temel jeopolitik tehdidin Rusya mı, Çin mi, yoksa radikal İslam mı olacağını söylemek için henüz erkendir. Ancak Rusya’nın daima ciddi bir tehlike olacağı açıktır.

Asya politikalarına bakıldığında, ABD’nin Wilson ilkelerinin bu kıtada pek rağbet görmediği kolaylıkla anlaşılabilir. Demokratik rejim sayısı bu kıtada azdır ve denge ile ulusal çıkar gibi kavramlar daha önemlidir. Çin, ekonomik hâkimiyeti sayesinde artık bir süpergüce dönüşmeye başlamıştır. Diğer Asya ülkeleri, başta Japonya olmak üzere, Çin’i bundan sonra dengelemeye çalışacaklardır. Bu nedenle, ASEAN, ABD’nin bölgeye ilgisinin sürmesini istemektedir. Kissinger’a göre, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin korumasını kabul eden Japonya, yeni dönemde ise ABD ile ayrışma riski yaşayabilir. Zira bir bölge ülkesi olan Japonya, her konuya ABD kadar rahat yaklaşmamaktadır. Kuzey Kore, bu açıdan en önemli meseledir. Daha 1992 yılında, Japonya Başbakanı Kiichi Miyazawa, Japonya’nın asla nükleer bir Kuzey Kore’yi kabul edemeyeceğini söylemiştir. Dolayısıyla, Japonya, böyle bir durumda kendi nükleer kapasitesini geliştirmeye yönelecektir. Ancak Kissinger’ın yaklaşımına karşın, şu ana kadar ABD-Japonya ilişkileri sorunsuz gelişmiş ve ABD de Japonya’nın kendisini koruma hakkını savunmuştur. ABD, Japonya, Çin, Kuzey Kore ve Güney Kore gibi ülkelerin bölgedeki çatışmalarını ılımlılaştırmak açısından yeni dönemde de önemli roller üstlenebilir.

Kissinger, son bölümde ise özetle ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında dünyadaki her türlü tehditle tek başına müdahale edemeyeceğini ve bu nedenle müttefiklere ihtiyaç duyduğunu, ancak müttefiklerini seçerken de bazı kriterler belirlemesi gerektiğini ifade etmektedir. Amerikan liderleri, Kissinger’a göre bugüne kadar genellikle yapı yerine motivasyon üzerinde durmuş ve rakiplerinin hesaplarından çok, onların tutumlarını etkilemeye çalışmışlardır. Ayrıca Amerika’nın -bir göçmen toplumu olmasının da etkisiyle- ulusal değerlerden çok küresel değerler üzerine kurulu olması nedeniyle, tarihi reddetme ve evrensel kural ve gerçeklere uygun olarak yaşayan evrensel bir insan yaratma imajı bu ülkede övülür. Dolayısıyla, Amerika gibi idealist bir geleneği olan bir devlet, asla sadece güç dengesi kriterlerine göre bir dış politika belirleyemez. Bu kadar belirsiz ve çok seçenekli bir dünyada ise, dünya halkları adına ABD’nin alacağı kararlar çok kritik olacaktır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ





[5] Bu noktada, Kissinger, kanımca Aron Paradigması’nı (Raymond Aron) vurgulamakta ve Soğuk Savaş döneminde orta ve küçük boy devletlerin süpergüçle hizalanma ihtiyacı nedeniyle onların iç politikalarına daha rahat çekidüzen verilebildiğini ima etmektedir. 

Hiç yorum yok: