ABD, Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya’dan sonra dünyanın en büyük 4. ekonomisi
olan[1] ve
Avrupa Birliği’nin lider ülkesi kabul edilen Almanya, son yıllarda istikrarlı
ekonomisi ve demokratik siyasetiyle dünyada takdir toplamaktadır. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2] eserinden
özetle, Almanya’nın siyasal hayatına yön veren Alman siyasal kültürü
açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan
güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.
Roskin’e göre; İkinci Dünya Savaşı’na kadar Weimar Cumhuriyeti gibi cılız bir demokrasi geleneği ve deneyimi olan Almanya, bu dönem sonrasında da liberal demokrasinin ahlaki gereklerini benimsemek
konusunda zorlanmıştır. Nazi dönemi ise, Almanya’da derin bir ahlaki boşluk
bırakmış ve onu doldurma süreci halen devam etmektedir. Nazi kökenli kimselerin
savaş sonrasında da devlette görev yapmaya devam etmesi, Almanya'da özellikle genç insanlarda
tepkilere neden olmuştur. Müttefik kuvvetler devlet kadrolarını Nazilerden
temizlemeye çalışsalar da, 177 Nazi savaş suçlusu dışında (ki bunların 25’i
idama mahkum edilmiştir) birçok Nazi Latin Amerika’ya kaçmış, birçoğu da
Müttefik devletlere hizmet etmeleri için işe alınmıştır. Roskin’e göre, savaş
sonrasında Nazilerle kesin bir hesaplaşma yapılamamasının nedeni, sıcak savaşın
ardından hemen Soğuk Savaş’ın başlaması ve Nazilerin sahip oldukları bilgi
birikimi nedeniyle Alman devleti ve Müttefik kuvvetlerce (başta ABD) yararlı
olarak görülmeleridir. Zira bu dönemde asıl düşman Sovyetler Birliği ve
komünist yayılmacılıktır ve Washington’a göre Nazilerle hesaplaşmak adına Almanların
daha fazla burunlarını sürtmeye gerek yoktur. Nitekim yeni kurulan Federal
Almanya’da, iki Cumhurbaşkanı-Kayzer (FDP’den Walter Scheel ve CDU’dan Karl
Carstens) ve bir Başbakan-Şansölye (CDU’dan Kurt Kiesinger) eski Nazi Partisi
üyesidirler.
Holokost pişmanlığı, Alman siyasi kültürünü
şekillendiren en önemli olaydır
Alman siyasi kültürü ve kolektif psikolojisine yön veren en önemli olay, hiç kuşkusuz Nazi deneyimidir. Alman ulusu, aslında toplumun tamamını temsil
etmeyen Naziler ve Nazi Partisi nedeniyle uzun yıllar toptan bir utanç ve
dışlanma hissiyle karşılaşmışlar ve vicdan azabı çekmişlerdir. Batı Almanlar bu
süreci Nazi dönemini tarihin derinliklerine gömerek aşmayı, Doğu Almanlar ise
Nazilerin tam zıttı bir ideolojiye dayalı yeni bir devlet kurmayı ve Nazi
dönemini Batı Almanya ile özdeşleştirmeyi deneyerek yaşamışlardır. Nazi dönemi Batı Almanya'da uzun yıllar bir tabu olarak kalmış, ama 1970’ler ve 1980’lerden itibaren
Amerikan televizyon dizileri ve filmleriyle Almanya’da daha çok konuşulur ve
eleştirilir hale gelmiştir. Bu yıllarda Alman ders kitapları değiştirilmiş ve
müfredata Holokost ve Nazi dönemiyle ilgili daha detaylı bilgiler eklenmiştir. Batı
Almanlar, uzun süre Nazi dönemini görmezden gelerek savaş sonrası gelişen ekonomilerine
odaklandılar ve maddi zenginlikle ahlaki ve tarihi boşluklarını doldurmayı
denediler. Ancak materyalizm her Alman’ı tatmin etmeyecekti; bu nedenle zaman
içerisinde kimi aşırı sol ve “Yeşil” siyasete, kimi de Hıristiyan değerlere
yöneldi. İlginçtir ki, son dönemde bu ülkede Nazileri çağrıştıran aşırı sağ
bazı görüşlere de artan bir ilgi söz konusudur ve Almanya İçin Alternatif (AfD)
partisinin artan oy oranı bu durumu tescil etmektedir. Nazi dönemine duyulan
öfke, Almanya’da bir dönem aşırı solun da özellikle gençler arasında kök
bulmasına yol açmıştır. Örneğin, bir döneme damgasını vuran Baader-Meinhof
çetesi, ülke içerisinde yaşanan fakirlik ve yabancılaşmadan ziyade, iyi
eğitimli ve hümanist değerleri benimseyen yeni nesil Almanların -Nazi dönemine
de tepkiyle- radikalleşerek katıldıkları bir aşırı sol terör örgütü olmuştur. Tüm
bu çabalara karşın, Amerikalı yazar William Faulkner’in söylediği gibi, “Geçmiş
hala bizimle birlikte, hatta o geçmiş bile değil”dir ve Almanlar için Nazi
dönemi daima bir utanç ve suçluluk kaynağı olmaya devam edecektir.
1933 Almanya seçimlerinde Nazi Partisi’nin oy
oranı
Almanların yaşadığı ahlaki boşluğa dikkat çekmek isteyen Katolik yazar
Heinrich Böll, 1950’lerde “Vergangenheitsbewaltigung”
(geçmişin hakimiyeti, Almanya’nın Nazi geçmişiyle hesaplaşmaya başlaması)
terimini icat etmiştir. Birçok Alman entelektüel, Nazi geçmişiyle
yüzleşilmesini Alman demokrasisinin yeşermesi ve kök salması için bir
zorunluluk olarak kabul etmiştir. Cumhurbaşkanı Richard von Weizsacker ve solcu
yazar Günter Grass, bu konuda Alman halkını uyarmış ve geçmişle yüzleşmezlerse
yeniden akılsız milliyetçilerin elinde demokrasilerinin çökebileceğine işaret
etmişlerdir. Nazi döneminin mirasını Batı Almanya’ya yıkmaya çalışan Doğu Almanya
(Demokratik Almanya) ise, ilginç bir şekilde bu konuda federal Cumhuriyet’in bile
gerisinde kalmıştır. Sonuçta, bugün ırkçı aşırı sağ hareketlerin Doğu Alman
şehirlerinden yükselmesi şaşılacak bir durum değildir.[3] Üstelik
1933 parlamento seçimlerinin ispatladığı üzere[4], Nazi
döneminde de Doğu Almanya’da Nazilere büyük destek verilmiştir.
Nazi deneyimi, Almanya’da kuşaklar arasında da ciddi bir farklılaşmaya
neden olmuştur. Almanlar söz konusu olduğunda, genç nesiller yaşlılara kıyasla çok
daha Avrupalı, çok daha özgürlükçü ve çok daha demokratiktir. Bu nedenle,
Avrupa Birliği projesine en yüksek destek veren halklardan birisi de Alman
halkıdır. Nazi döneminde “kinder, küche,
kirche” (çocuk, mutfak, Kilise) üçlüsüne hapsedilen Alman kadınları da
artık sosyoekonomik ve siyasal hayata katılmış ve erkeklerle eşit
statüdedirler. Dolayısıyla, günümüzdeki Almanya’nın artık Nazi dönemiyle hiçbir
alakası kalmamış ve demokratik değerlerin diğer Avrupa toplumlarının bile üzerinde
olduğu yeni bir millet yaratılmıştır. Öyle ki, bir dönem saf ırk savunucusu
olan Almanya, günümüzde yüzde 4’ün üzerinde Müslüman ve yüzde 9 civarında Alman
olmayan nüfusa sahip çok etnikli ve çok kültürlü bir devlettir.[5]
Siyasal kültür alanındaki çalışmalarıyla bilinen akademisyen Sidney Verba,
Alman siyasi kültürünü inceledikten sonra şöyle bir analiz yapmıştır; Almanlar,
Amerikalılar ve İngilizler gibi her koşulda demokrat olmasalar da, işler iyi
gittiği sürece demokrattırlar ve özellikle sistemin yarattığı başarılı
sonuçlardan ve ürünlerden (iş, güvenlik, teknoloji, eşya vs.) büyük keyif
alırlar. Ancak bu tespit henüz 1960’larda yapılmıştır ve günümüz Almanları
artık bulutlu havalarda da demokrat olarak kabul edilebilirler. Verba, Gabriel
Almond’la beraber yazdığı ünlü The Civic
Culture çalışmasında[6]
ise, Alman halkının İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasete oy vermenin
ötesinde katılmak istemediklerini ve daha çok sistemin bütünüyle
ilgilendiklerini keşfetmiştir.
Günümüzde, Almanların büyük çoğunluğu Nazi dönemiyle bir alakalarının
kalmadığını ve yeterince bedel ödediklerini düşünmekte ve bu nedenle geçmişe
ilişkin bir suçluluk ve sorumluluk hissetmemektedirler. Bu, Almanya’nın
normalleşmesi adına olumlu bir gelişme olarak görülebilir; lakin Almanya’da ve
diğer Avrupa ülkelerinde son yıllarda giderek artan bir şekilde göçmenlere,
azınlıklara ve diğer milletlere yönelik düşmanca tutumların gelişmeye
başlaması, aşırı sağ tehlikesinin hafife alınmaması gerektiğini göstermektedir.
Ayrıca Almanya’nın İsrail’e yönelik eleştirel tavırları da kolaylıkla Nazizm ve
anti-Semitizm’in yeniden doğuşu olarak yorumlanabilmektedir. Örneğin, 2002 yılında
Hür Demokrat Parti (FDP) Başkan Yardımcısı Jürgen Mölllemann Filistinlileri
koruyan ve İsrail devletini eleştiren sert bir açıklama yapınca, bu, hemen kendisi
ve ülkesi aleyhinde kullanılmıştır. Bu nedenle, İsrail’e yönelik eleştiriler
konusunda Alman siyasetçileri son derece ihtiyatlıdırlar. Ayrıca Almanya’da
genç nesillerin siyaset konusunda ilgisiz olması da bir dönem sıklıkla yazılıp
çizilmiş ve Roskin’in de kitabında dikkat çektiği bir konudur. Siyaset, bu
ülkede halen bile daha çok orta yaşlıların ve yaşlıların bir işi olarak
görülmektedir. Son yıllarda CDU ve SPD gibi iki büyük partinin düşen oy
oranları dikkate alınırsa, bu durumun geçerli ve etkili olduğu görülebilir.
Keza son yıllarda FDP ve Yeşiller gibi partilerin çıkışında da genç adaylara
daha çok yer vermelerinin etkisi olabilir.
Alman dış politikası da günümüzde Soğuk Savaş dönemine kıyasla hayli
değişmiştir. Nitekim ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Berlin Duvarı’nı ziyaret
ederek “Ich bin ein Berliner” dediği
günler artık çok gerilerde kalmış ve ekonomik olarak düzlüğe çıkan ve Avrupa
Birliği projesiyle küresel siyasete meyleden Almanya, artık dış politikasında
Amerikan gölgesinden kurtularak kendi başına hamleler yapmaya başlamıştır.
Özellikle ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali, genç nesil Almanları Amerika konusunda
olumsuz bir düşünceye yönlendirmiş ve ABD’yi savaş karşıtı eleştirilerin odak
noktası haline getirmiştir. Bugüne kadar bu düşünceleri daha çok merkez sol
SPD, aşırı sol Die Linke ve Yeşiller Partisi üstlense de, son yıllarda CDU/CDU
gibi merkez sağ Hıristiyan Demokratlar ve aşırı sağ AfD gibi partilerde de ABD’ye
yönelik eleştirel söylemlerin arttığı gözlemlenmektedir. Ancak Die Linke ve AfD
gibi iki aşırı uçtaki parti dışında, diğer partilerin Washington’a yönelik
muhalefetleri ılımlı ve yapıcıdır. “Ostpolitik” (Doğu siyaseti) ise, Willy
Brandt döneminden başlayarak Alman dış siyasetinin kalıcı bir teması haline
gelmiştir.
Berlin Duvarı’nın yıkılması
Batı Almanya-Doğu Almanya farklılıkları da Alman siyasi kültüründe halen
önemli bir konudur. Duvar yıkıldığında başta büyük bir iyi niyet söz konusu
olsa da, Wessilerle Ossilerin ilişkileri zamanla bozulmaya başladı. Wessiler
(Batı Almanlar), Ossileri (Doğu Almanlar) kendi zenginliklerine ortak olmaya
çalışan yoksul akrabaları olarak görmeye ve Doğu Almanlara özgü klişeler ve
şakalar yaratmaya başladılar. Duvar yıkıldığında görüldü ki, Ruslar, Doğu
Almanya’ya hiçbir yatırım yapmamıştı ve ülkenin ekonomik durumu çok kötüydü. Bu
nedenle, birleşme sonrasında birçok eski tip fabrika kapatıldı ve Doğu Alman
şehirlerinde işsizlik hızla yükseldi. Başta buna olumlu yaklaşan Batı Almanlar,
daha sonraları ise kendilerinden alınan vergilerle Doğu Alman şehirlerinin
fonlanmasına tepki göstermeye başladılar. Günümüzde bakıldığında, Doğu Almanya’da
partizan siyasal aidiyetlerin Batı Almanya’ya kıyasla hala daha zayıf olduğu ve
insanların kolaylıkla bir seçimden diğerine başka bir siyasal partiye yönelebildiği
görülmektedir. Başta komünizme tepki nedeniyle bu bölgede CDU öne çıksa da,
daha sonra SPD birinci parti olmuş, son yıllarda ise “Ostalgie” (Doğu nostaljisi) nedeniyle Sol Parti’ye (Die Linke)
yönelim artmıştır. Son seçimlerde ise, Die Linke dışında AfD de Doğu Alman
şehirlerinde yüksek oy oranlarına ulaşmıştır.[7]
Dolayısıyla, işsizlik ve ekonomik sorunlar nedeniyle bu bölgenin radikal siyasi
akımlara daha açık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Son dönemde Alman
entelektüelleri özellikle ırkçı ve neo-Nazi gruplar konusunda uyarılarda
bulunmaktadırlar. Nitekim Solingen faciası ve “Dönerci Cinayetleri”[8]
gibi olaylar, Almanya’da hala tehlikeli bir ırkçı potansiyel olduğunu
göstermektedir.
Willy Brandt
Okullar bağlamında değerlendirme yapılırsa, Almanya’da ABD, Birleşik
Krallık ya da Fransa gibi ünlü okullardan ve onların siyasete ve iş yaşamına
yoğun etkilerinden söz edilemez. Hatta Alman siyasetinde ön plana çıkan Willy
Brandt gibi bazı liderler üniversite mezunu bile değillerdir. Alman
siyasetçileri genelde Hukuk eğitimi almış kişilerdir. Kuralcı ve sistemsel
düşünceyi ön plana alan bir toplum için, bu seçim, oldukça doğru bir yaklaşımdır.
Ancak yaratıcılık ve toplumsal dönüşümler konusunda Hukuk branşından gelenlerin
diğer alanlardan yetişenlere kıyasla geriden gelmesi ve normatif formasyonları
nedeniyle değişim konusunda direnmeleri, ilerleyen yıllarda bir sorun teşkil
edebilir. Alman siyasetinde hukukçular dışında ekonomistler de üst düzey
görevlere sıklıkla gelebilmişlerdir. Ekonomi odaklı gelişen bir devlet olan
Federal Almanya için, bu da anlaşılır ve gayet makul bir durumdur. Örneğin
Ludwig Erhard’ın Ekonomi alanında doktorası vardır. Helmut Schmidt de SPD’li
bir Şansölye olarak geçmişte çok başarılı olmuş ve Almanya’da işsizlik ve
enflasyonu düşük tutmayı başarmıştır.
Roskin’e göre, Alman kişiliğinde romantizm ile realizm arasında bir
bölünmüşlük söz konusudur. Almanlar, çoğu zamanlar çalışkan, tutumlu, temiz, düzenli,
kuralcı, işbirliğine hazır ve aileye düşkün pragmatik gerçekçidirler. Ancak
zaman zaman romantik bir damarları da ortaya çıkabilmektedir. Volkgeist’tan zevk alan besteci Richard
Wagner, 19. yüzyıl Alman entelektüelleri, 1000 yıllık bir Reich inşa
edeceklerini zanneden Nazi gençliği ve 1970’lerin aşırı solcu idealistleri,
aslında kağıt üzerinde çok farklı siyasal çizgilerde olsalar da, işte hep bu
Alman romantizminden beslenen kişi ve gruplardır. Son Alman romantikleri ise
endüstri ve kirlenmeden uzak bir pastoral kır yaşamını özleyen “Yeşiller”dir. Ancak
bu romantizm yönü dışında, Almanlar için başarı da çok önemli bir konudur. Sıkı
çalışmak, daha fazla üretmek ve bunu başkalarına bildirmek Almanların köklü bir
karakteristiği haline gelmiştir. Alman disiplini ve üretim başarısı, günümüzde
de hem bilimsel çalışmalara, hem de sosyal medya esprilerine konu olan somut
bir gerçekliktir.
Angela Merkel
Bunların dışında, Federal Almanya’da koalisyon hükümetleri kültürünün geçen
yıllar içerisinde çok iyi oturduğunu ve bunun toplumda bir zayıflık olarak
görülmediğini belirtmek gerekir. Otoriter rejimlerinin sakıncalarını çok iyi
bilen Alman halkı, Angela Merkel gibi çok güvendikleri bir lider başta olsa
bile, tüm gücün bir kişide toplanmasına karşıdır, hatta koalisyon
hükümetlerinin daha başarılı sonuçlar üretebileceklerine samimiyetle inanmaktadırlar. Alman
halkı, bu konuda şimdiye kadar yanılmamış ve ülkedeki bazı koalisyon
hükümetleri gayet başarılı performanslar gösterebilmişlerdir. Ayrıca Almanya
deyince bira ve futbol konularını da siyaset bağlamında bile gündeme getirmek
mümkündür. Zira Türkiye’ye benzer şekilde futbolun çok sevildiği bu ülke,
ayrıca dünyada en çok Oktoberfest olarak bilinen bira festivaliyle tanınmakta
ve sempati uyandırmaktadır. Bunlar (bira ve Bundesliga), Almanya'nın son dönemde gelişen en önemli yumuşak güç unsurları olarak da değerlendirilebilir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder