22 Ağustos 2010 Pazar

Neo-liberalizm nasıl doğdu ve gelişti?


Bugün sol çevrelerde sık sık kullanılan ve eleştirilen kavramlar olan küreselleşme onun ideolojisi neo-liberalizm “nasıl doğdu ve gelişti”… Bu yazıda bu sorulara yanıtlar arayacağım. Bunun için Susan George’un “A Short History of Neoliberalism” ve Thomas Ford Brown’ın “Ideological Hegemony and Global Governance” adlı çalışmalarından faydalanacağım.


Neo-liberalizm ideolojisi aslında köklerini klasik liberalizm teorisinden ve 1944 tarihli Bretton Woods anlaşmasından almaktadır. New Hampshire’daki küçük bir bölge olan Bretton Woods’da 1944 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı ardından imzalanan Bretton Woods Anlaşması ve bu anlaşma ile ortaya çıkan Bretton Woods sistemi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ticaretin yeniden başlaması ve Dünya Savaşları döneminin paramparça ettiği uluslararası para sisteminin hızlı bir şekilde yeniden oluşturulması düşüncesini amaçlıyordu. Bu konferans sonucunda oluşan sistemde neo-liberalizmin çok önemli iki ideolojik ve siyasi-ekonomik alanlarda işlevsel aygıtı olan Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF) ve Dünya Bankası (World Bank-WB) gibi kuruluşlar oluşturuluyordu. Ancak neo-liberalizmin ortaya çıktığı bu ilk yıllarda pek çok nedenden ötürü neo-liberal politikalar devletler ve halkların gözünde meşruiyet kazanamıyordu. Öncelikle Sovyetler Birliği’nin savaştan galip çıkması ve Doğu Avrupa ülkelerinin komünist rejimlere dönüşmesi Soğuk Savaş’ın ortaya çıktığı bu dönemde sosyalist-sol ideolojinin prestijli, güçlü bir konumda olmasını sağlıyor ve neo-liberalizmin değerini düşürüyordu. Yalnızca Rusya ve Doğu bloğu ülkelerinde değil Avrupa’da da oldukça etkili olan Marksist teori ve düşünürler Avrupa kamuoyunun kapitalizm ve neo-liberalizme olan inancını zayıf kılıyordu. Dahası İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri nedeniyle sermaye birikimi büyük ölçüde zedelenen Avrupa ülkelerinde -ABD’nin Marshall yardımına rağmen- devletin ekonomide aktif sorumluluk alması gerektiği düşüncesi somut ihtiyaçlara daha iyi cevap verir nitelikteydi. Dekolonizayon dönemi ve yeni oluşan milli devletlerin ithal ikameci, korumacı, devletçi ekonomi programlarını benimsemeleri de dünya genelinde neo-liberalizme uygun bir ortam yaratmıyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın hükümetler üzerinde ciddi bir baskı gücü bulunmaması da bir diğer önemli etkendi.


Neo-liberalizmin yükselişini hazırlayan faktörler ise 1970’lerde gelişmeye başladı. O güne kadar çok başarılı işleyen Keynesçi ekonomi düzeninin dünya petrol fiyatlarının OPEC petrol krizi (1973-1974) sonrası aniden yükselmesi nedeniyle sıkıntıya girmesi neo-liberal saldırıların başlamasındaki en önemli sebepti. Büyük sermayedarlar nihayet sosyal devlet ve işçi hakları uygulamaları nedeniyle yeterince kâr edemedikleri ve mutlu olamadıkları paylaşımcı düzeni, insan emeği sömürüsüne dayalı ancak kendilerine daha çok kâr getirecek bir sistemle değiştirme şansı yakalamışlardı. Bu nedenle küresel sermayenin büyük maddi desteğiyle Chicago Üniversitesi’nde hocalık yapan Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman gibi düşünürlerin (Chicago boys) önderliğinde neo-liberalizmi kılavuz edinmiş yeni enstitüler, araştırma merkezleri, akademik dergiler oluşturuluyordu. Sermayenin milyon dolarlık desteğiyle neo-liberal fikirler kısa sürede akademik dünyada hakim güç haline gelmeye başlıyor, akademik onurunu koruyarak bu duruma itiraz eden profesörler geri kafalı olmakla suçlanıyordu. Bir anlamda Gramsci’nin ifade ettiği gibi neo-liberaller kendi hegemonik söylemlerini oluşturuyor ve halkları manipüle ediyorlardı. Yani kısa sürede Von Hayek ve Friedman gibi sahte peygamberler sayesinde para ve neo-liberalizm dünyanın yeni ve en yaygın din inancı haline geliyordu. 1970’lerin sonlarından başlayarak neo-liberal programlar “başka alternatif yok (there is no alternative)” söylemleriyle uygulamaya konuluyor, 1980’lerde dünya genelinde sol hükümetlerin yerini liberal-sağcı iktidarlar alıyordu. İngiltere’de muhafazakar-liberal “Demir Leydi” Margaret Thatcher’ın, Amerika Birleşik Devletleri’nde milliyetçi-liberal “kovboy” Ronald Reagan’ın ve de ülkemizde 12 Eylül’ün cunta idaresi ve Turgut Özal’ın başa gelmeleriyle dünyada neo-liberalizm mutlak iktidarını ilan etmeye hazırlanıyordu. Neo-liberaller çevre sorunlarını ve sosyal felaketleri hiçe sayarak piyasa dengelerine güvenilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. Neo-liberalizmin bu dönemde ortaya çıkan akademik çalışmalarda da söylendiği üzere üç temel amacı vardı; mal ve hizmetlerin (1) ve sermayenin (2) tüm dünya çapında serbestçe dolaşması ve pazarın genişletilmesi için küresel kapitalizme entegre olmayan yapı ve blokların dağıtılarak yatırım özgürlüğünün (3) tüm dünyada sağlanması.


İlk olarak 1980’lerin sonunda John Williamson’ın (1989) katkısıyla Washington Mutabakatı (Washington Consensus) adıyla anılmaya başlayan neo-liberalizmin Doğu Bloğunun çözülmesiyle beraber vahşice yayılması süreci, Francis Fukuyama’nın (1992) öngördüğü gibi “tarihin sonu”nu getirmeyecek, yalnızca küresel sermayenin tarihsel dönüşüm ve büyüme hareketinin bir durağını teşkil edecekti. Terimin (Washington Mutabakatı) çağrıştırdığı uzlaşı da, sanılabileceği gibi emek, sermaye ve hükümet temsilcilerinin bir araya gelip iktisadi konularda küresel bir anlaşmaya varması şeklinde cereyan etmemiştir. Aksine, sağlanan uzlaşı, Washington’daki merkez binaları birbirine bakan iki uluslararası finansal kurumun, İMF ve Dünya Bankası’nın arasında, gelişmekte olan ülkeler için tasarlanan bir dizi siyasal iktisadi tedbir ve uygulama üzerinedir. Söz konusu tasarı finansal ve ticari serbestleşmeyi öngören bir acil eylem planı şeklinde bu ülkelere telkin edilmiş, Türkiye’nin Ağustos 1989 tarihli IMF anlaşması da bu ilkeler çerçevesinde hayata geçirilmiştir. Neo-liberalizm birbiri ardına yeni zaferler kazanmaktadır ama ne pahasına…


Neo-liberalizm ideolojik hegemonyasını kurdukça tüm dünyada sosyal devletler zayıflıyor ve özelleştirme trendi baş gösteriyordu. Artan işsizlik, çevre felaketleri ve sosyal sorunlara rağmen neo-liberalizm kör inadından vazgeçmiyor ve dünyayı yeni felaketlere doğru sürüklüyordu. Bunda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber sol hareketlerin ve ideolojilerin zayıflamaları başlıca etkenlerdendi. Artık neo-liberaller kendilerini tüm ideolojilerin üstünde “tarihin sonu”nu getiren en üstün ve doğru ideolojinin temsilcileri olarak tanımlıyor ve farklı ideolojiler içerisine sızıyorlardı. Sosyal demokrasi bu noktada mutedil yapısına karşın sosyal adaletçi yönüyle vahşi neo-liberalizm için en büyük tehlikeydi ve Avrupa’dan başlayarak neo-liberalizm tüm sol-sosyal demokrat hareketler içerisine sinsice giriyordu. Doğu-Asya toplumlarında güçlü olan siyasal İslam anlayışını bile neo-liberaller kendileriyle barışık bir çizgiye çekiyor ve Batı karşıtı Türkiye’nin İslamcı hareketi içerisinden Adalet ve Kalkınma Partisi gibi neo-liberal bir parti çıkarabiliyorlardı. Fakirlik ve artan sosyal sorunlar; aslında halkın çok büyük bir bölümünü hiç ilgilendirmeyen borsa başarıları hikayeleri ve gelişen finans-kapital sisteminin halka sağladığı ucuz kredilerle gizlenmek istiyordu. Ancak sorunlar elbet bir gün açığa çıkacaktı…


Büyük sermayedarlar ve onların ideolojik aparatı olarak çalışan sözde entelektüeller tarafından dünyada hegemonyasını kuran neo-liberalizm kendi iç çelişkileri ve başarısızlıkları nedeniyle 1990’ların ortalarından itibaren pek çok ekonomik kriz ve sıkıntıya neden olarak meşruiyetini yavaş yavaş kaybetme trendine girmiştir. Neo-liberalizm Susan George’un da ifade ettiği doğal bir insanlık durumu değildir, insanlara, toplumlara, devletlere zorla ve sinsi bir plan doğrultusunda kabul ettirilmiştir. Thomas Ford Brown’ın belirttiği gibi bu yeni neo-liberal düzen demokrasi karşıtı ve teknokratik oligarşiye dayalı bir yapıdadır. Ülkelerin üst düzey politikacıları, bürokratları, önemli firmaların yönetici ve patronları, bu ideolojik yapıya destek veren sivil toplum kuruluşları liderleri ve akademisyenlerden oluşan bu oligarşik yapı (neo-liberalizmi aslında savunan ancak bu noktada açıklarını ortaya koyan Brown bu yapıya Foucault’dan alıntıladığı “epistemic community” adını vermektedir) elbette dünyamızda demokrasi ve barışın önündeki en büyük engeldir. Neo-liberal sistem sahte özgürlükçü söylemiyle ulus devletleri zayıflatıp bölerek yeni daha küçük ve kontrol edilebilir pazar ülkeler yaratmaya ve küresel kapitalizm ağı dışarısında kalan ülkeleri (ABD’nin haydut devletler-rough states adını verdiği Kuzey Kore, İran, Suriye gibi küresel kapitalist sisteme direnen otoriter rejimler) yıkmaya gayret etmektedir. Neo-liberalizmin demokrasi maskesini düşüren en güzel örnekler; ABD ve Batı ülkelerinin eleştirdikleri kapalı ekonomi uygulayan otoriter devletlerden daha ağır ve baskıcı rejimleri olan Suudi Arabistan ve benzeri ülkeleri küresel kapitalizm ağına dahil oldukları için eleştirmeye yanaşmamalarıdır. Batı’ya göre Suudi Arabistan halkı değil; Irak halkı, İran halkı, küresel planlara direnen Türk halkı özgürleştirilmelidir (!)…


Küresel kapitalizmin bu planları son yaşanan ekonomik krizle beraber ciddi anlamda sekteye uğrarken krize karşı tüm devletlerin ulusal kurtarma ve tedbir planları hazırlama gayretleri dünyada ulus devletlerin hala çok önemli olduklarını ve küresel kapitalizmin vahşi yayılma planlarına direnebileceklerini göstermektedir. Ancak bunun için neo-liberalizmin sinsice içerisine sızdığı sosyal demokrat ve sosyalist hareket ve partilerin kendi özlerine dönmeleri ve neo-liberal eğilimleri yok etmeleri gerekmektedir. Dünya sol-sosyal demokrat hareketinin daima merkezi olmuş Almanya’da SPD’den (Alman Sosyal Demokrat Partisi) kopan Oscar LaFontaine ve arkadaşlarının 2005 yılında Emek ve Toplumsal Adalet Partisi’ni (WASG) kurmaları bu noktada ümit verici bir gelişmedir. Bir diğer olumlu gelişme Güney Amerika ülkelerinde (Venezüella, Şili, Bolivya) milli bağımsızlığı ve anti-kapitalist kalkınma modellerini savunan liderlerin peşi sıra iktidara gelmeleridir. Ülkemiz açısından Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kemal Derviş çizgisinden sıyrılarak, Cumhuriyet Halk Evleri (CHE) projeleriyle tabanda bir hareketlilik sağlaması, Sosyal Güvenlik Reformu’na şiddetli muhalefet etmesi ve Kemal Kılıçdaroğlu-Gürsel Tekin ikilisiyle yeni bir heyecan yakalaması olumlu gelişmeler olarak zikredilebilir.


KAYNAKLAR

- George, Susan, “A Short History of Neoliberalism”, Conference on Economic Sovereignty in a Globalizing World, March 24-26, 1999

- Brown, Thomas Ford, “Ideological Hegemony and Global Governance”, Journal of World-Systems Research



Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Ozan Örmeci


1 yorum:

Boujeloud dedi ki...

Yazınız https://www.academia.edu/5612175/Neo-liberalizm_nedir linkinde atıf yapılmadan kullanışmış.