6 Ağustos 2010 Cuma

Tarihimizle Yüzleşmek


Emre Kongar’ın Remzi Kitabevi'nden piyasaya sürülen ve geçtiğimiz yıllarda müthiş bir satış grafiği yakalayan popüler tarih kitabı “Tarihimizle Yüzleşmek”; birçok tartışmalı tarih olayına çok detaya girmeden biraz yüzeysel bir şekilde de olsa resmi tarih tezlerinin dışında açıklamalar getiren ve bu açıklamaları önemli kaynaklara (İslam Ansiklopedisi ve Türk Ansiklopedisi gibi) dayandırarak yapan önemli bir çalışmadır. Prof. Emre Kongar, bir toplumbilimci olmasına karşın tarih alanında “ezber bozuyoruz” diyerek saçmasapan tezlerin peşinde koşan yarı-münevverlerin suratına tokat gibi inen bu değerli çalışmasını, tarihi doğru ve nesnel gerçeklere dayandırmak ve özellikle 12 Eylül sonrası taraflı ve gerçekten uzak bir şekilde yazılan resmi tarihi ve “ezber bozmak” retoriği arkasında gizli emperyal siyasi planlar doğrultusunda hazırlanan ısmarlama tezleri çürütmek için yazdığını ifade ediyor. Ayrıca Kongar, 11 Eylül saldırıları sonrasında Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında hızla yükselen ve yükseltilen siyasete ve tarihe din perspektifinden bakışı ve etnik milliyetçiliği (özellikle ayrılıkçı ırkçılık) şiddetle eleştiriyor ve modernizm düşmanlarının teokrasi veya faşizm bataklığına düşme tehlikelerini göz önüne seriyor. Kanımca tüm eksikliklerine karşın oldukça iyi niyetli ve başarılı bir çalışma. Şimdi kitapta yer alan önemli iddialara göz atalım.
Kongar kitabına resmi tarih yazımına ilişkin üç temel hatayı saptayarak başlıyor. Birinci hata tarihin insanların benimsedikleri ideoloji doğrultusunda saptırılması. Ülkemizde resmi tarihin özellikle 12 Eylül sonrası Aydınlar Ocağı’nın katkılarıyla Türk-İslam sentezi çizgisinde yazılmış ve buna tepki olarak gelişen gayri resmi tarih tezlerinde de din ve milliyetçiliğin Osmanlı Devleti’nin çöküşündeki rolü abartılarak ortaya konulmuştur. Nasıl resmi tarih Osmanli Devleti’ni dünyanın en hoşgörülü, yardımsever devleti gibi takdim ediyorsa, gayri resmi tarih tezlerinde görülen “İslamofobi” ve Osmanlı’nın çöküşünü Türklerin ve İslam’ın geri kalmaya mahkum olmasına bağlamak gibi saçma düşünceler de Kongar için aynı derecede tehlikelidir. Tarih yazımında ikinci temel hata insanların tarihteki olay ve olguları tarih ve dünya bağlamı dışında, dünya konjonktüründen ve tarihsel süreçlerden yalıtarak incelemesidir. Işte bu hata nedeniyle Ermeni sorunu Türk-Rus ilişkilerinden ve Avrupa emperyalizminden bağımsız bir şekilde irdelenmeye çalışılmakta ve tarihsel süreçler görmezden gelinmektedir. Üçüncü temel hata ise geçmişin bugünkü kavramlar ve terimlerle irdelenmesi ve değerlendirilmesi yani anakronizm yapılmasıdır. İşte bu hata nedeniyle Avrupa’da faşizm ve anti-semitizmin dorukta olduğu 1920 ve 1930'larda Kemalist milliyetçiliğin sivil boyutu görmezden gelinmekte, ulus-devlet yaratma süreçleri incelenmemekte ve garip bir şekilde Mustafa Kemal “faşist” ilan edilebilmektedir.
Kitabın başlarındaki ve en çok tartışma yaratan iddia “Türkler Müslümanlığı kılıç zoruyla kabul etti” tezidir. Kongar bu bölümde İslamiyet'i küçümsemek ya da kötülemek gibi bir amaçtan ziyade Türklerin İslamiyet öncesi de bir tarihleri olduğunu ve İslam’a geçişlerinin resmi tarihte anlatıldığı gibi basit bir süreçten oluşmadığını göstermek istiyor. Mesela resmi tarih yazımındaki birinci hatalı nokta Talas Savaşı’nda Türklerin Arapların yanında savaştığı iddiasıdır. Her ne kadar Türklerin önemli bir bölümü Araplarla beraber Çinlilere karşı savaşmış olsalar da, birçok Türk boyu da Çinlilerin yanında savaşa girmiştir. Ayrıca 700'lü yıllarda Horasan'da bir çok Arap komutanı Türkleri kılıçtan geçirmiştir. Kongar'a göre yapısal-tarihsel koşullar incelendiğinde Türklerin İslam’a geçişlerinin kılıç zoruyla olması ne Türkleri, ne de İslam'ı küçültmez ve tarihsel bir koşul ve gerçekliktir. Zira Orta Çağ, dinlerin siyasal parti işlevi gördüğü bir dönemdir ve tek tanrılı dinlerin en belirgin yayılma özelliği savaştır. Bu noktada Kongar'ın iddialarını kanıtlamaya çalışırken kullandığı eserler tartışmalı bir eser Kabul edilen Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman olduk” kitabı ve İslam Ansiklopedis’dir.
Kongar'ın kitabının başlarında yer alan bir diğer önemli iddiası "İslam'da ilk laiklik tohumlarını Türklerin ekmesi" üzerinedir. Kongar önce İslam tarihinde yer alan mezhep ve liderlik savaşlarının aslında bir iktidar kavgası olduğunu göstermeye çalışmakta, daha sonra ise Selçuklular'dan başlayarak Türklere özgü Müslümanlık anlayışında ortaya çıkan dünyevi-uhrevi ayrımına dikkat çekmektedir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Büveyhoğulları'nın zulmünden bıkmış halife Kaaim Biemrillah'a sahip çıkması Kongar'a göre bir anlamda din işlerinin başkanı ve dünya işleri yönetiminin başkanının ayrılmasının Türk Müslümanlığı'ndaki ilk önemli ispatıdır. Laiklik hiçbir semavi dinin özünde yer almamasına karşın gelişen dünya ve değişen koşulların etkisiyle yaygın Türk-İslam geleneği Kongar'a göre daima laikliğe yakın bir çizgide olmuştur. Osmanlı’da şeri hukukun yanısıra örfi hukukun bulunması buna örnek gösterilebilir. Günümüzde Türkiye'nin yüzde 99 oranındaki Müslüman halkıyla beraber laik ve modern bir devlet olarak ayakta durması "Müslümanlık laikliğe uygun değildir" iddialarına en güzel cevaptır. Kısaca Kongar'a göre "Türk Müslümanlığı Arap Müslümanlığından farklıdır". Türkler Müslüman olduktan sonra Ahmet Yesevi'nin, Hacı Bektaşi Veli'nin, Mevlana'nın, Yunus Emre'nin hümanist yaklaşımlarından etkilenmişler ve daha hoşgörülü, daha az dogmatik bir inanç anlayışı benimsemişlerdir. İslam'ın hoşgörüsünü ve eleştiriye dönük yüzünü yansıtan Bektaşilik de, Osmanlı'nın dahice kullandığı ancak Yeniçeri Ocağı'nın yozlaşması sonrası ortadan kaldırılmasıyla yeniden zulme uğramış Türk-İslam geleneğine özgü bir mezhep, inanıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Vahdettin'in Şeyhülislam'ı Dürrizade Abdullah'ın Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öldürülmelerinin meşru ve farz olduğuna dair verdiği fetvaya karşın, Alevi dedesi Cemalettin Çelebi'nin kardeşi Veliyettin Çelebi'nin Kurtuluş Savaşı'na verdiği destek görmezden gelinemez. Günümüzde Türkiye'de Lacan'cı bir yokluk hissi çerçevesinde dogmatik inanışlar ve teokratik bir yönetim peşinde koşanlar siyasal İslam'ın Türkiye'de oldukça yeni bir hareket olduğunu ve Türk Müslümanlığı'nın Arap Müslümanlığı'ndan farklılıklarını anlamalıdırlar.
Kongar'ın bir diğer dikkat çektiği nokta "Türklerin Anadolu'ya girmesinde dördüncü Haçlı Seferi'nin oynadığı rol"dür. Dördüncü Haçlı Seferi sonrası Katolik Latin kökenli Batı Avrupa güçleri Ortodoks Bizans'ı fethetmiş ve Bizans 57 yıl boyunca işgal altında yaşamıştır. Bizans’ın zayıflaması Osmanlı Beyliği'nin yükselmesinde direk bir rol oynamış ve buna da dördüncü Haçlı Seferi neden olmuştur. Yine Kongar'a göre Bizans istemeyerek de olsa Osmanlıların yükselişine en büyük desteği veren devlet olmuştur. Taht kavgalarıyla uğraşan Bizans hükümdarı Kantakuzen'e yardım eden ve karşılığında kızıyla evlenen Orhan Bey, Çimpe Kalesi'ni bu yolla almış ve Osmanlı Beyliği'ne Trakya'da genişleme yolu açılmıştır. Dördüncü Haçlı Seferi sonrası Bizans'ın Vatikan'la yaşadığı mezhep sorunları ve kötü ilişkiler Kongar'a göre "İstanbul'un Fethi’nde de Osmanlı Devleti'ne yardımcı olan en önemli faktördür. Papaz Georgios Scholarios ya da sonraki ismiyle "Gennadius" ünlü "Konstantinopl'da kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim" sözünü o dönemlerde söylemiştir.
Kongar'ın üzerinde durduğu bir diğer çok önemli konu Fatih Sultan Mehmet'in tarihteki rolüdür. Kongar'a göre Fatih Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bir Rönesans figürü ve çağdaşlaşmanın kurumsallaşmasını sağlamış büyük bir ilerici liderdir. Profesör Kongar'ın düşüncesinde Osmanlı-Türk tarihinde üzerinde durulması gereken iki büyük dahi lider Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk'tür. Fatih Sultan Mehmet Kongar'a göre küçük bir beylikten dünyanın ve tarihin akışını değiştirebilen büyük ve güçlü bir imparatorluk yaratmıştır. Fatih bunu başarmak için öncelikle Osmanli İmparatorluğu ve Anadolu'da Osmanlı ailesine rakip olabilecek Müslüman-Türk ailelerinin gücünü sınırlamış ve İstanbul'un Fethi sonrası Ortodoks Hıristiyanları koruması altına almıştır. Bu sayede Fatih Hıristiyanların mezhep kavgalarından yararlanarak Ortodokslarla bir ittifak yaparak imparatorluğu Katolik güçlerden korumayı başarmıştır. Taht kavgalarını önlemek adına şehzade katlini meşrulaştırmış, devlet yapısını kurumsallaştırmış, merkezi yapıyı güçlendirmiş ve getirdiği yeniliklerle adeta bir kültürel devrim yapmıştır. Işte tüm bu nedenlerle Emre Kongar'a göre Türk modernleşmesinin sekteye uğratılmış tarihi Fatih Sultan Mehmet ile başlar.
Kongar'ın tarihimizle yüzleşmek kitabında işlediği bir diğer önemli konu Osmanlı'yı çökerten dış borç sürecinin Kırım Savaşı ile başlaması üzerinedir. 1853-1856 yılları arasında cereyan eden bu savaş, resmi tarihte bir zafer olarak anlatılmasına karşın Kongar'a göre Osmanlı'nın mali, siyasi ve fiili çöküşünü yaratan dış borç mekanizmasını başlatan gerçek bir felakettir. Kırım Savaşı'nın esas sebebi Osmanlı'nın yani "hasta adam"ın paylaşılması olarak da nitelendirilebilecek "doğu sorunu"dur. 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşması ile İngiliz kontrolüne giren Osmanlı üzerinde kendi hakimiyetini kurmak isteyen Rusların Ortodoks tebaanın haklarını savunmak bahanesiyle Eflak ve Boğdan'ı işgal etmesiyle başlayan Kırım Savaşı, Florence Nightingale'in yer aldığı ve ilk kez fotoğraf makinesinin kullanıldığı savaş olarak da hatırlanabilir. 19. yüzyıla kadar dış borç almamayı kendine ilke edinmiş Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı süresince büyük bir dış borç batağına saplanmış ve bu borçlar ancak 1954 yılında Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından tamamıyla ödenebilmiştir. Bu noktada Kongar'ın dikkat çektiği bir diğer önemli konu İsmet İnönü'nün büyük gayretleriyle Lozan'da Osmanlı borçlarının Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan ülkelere de paylaştırılması ancak Yunanistan, Suudi Arabistan ve Arnavutluk gibi ülkelerin bu borçları hiç ödememiş olmalarıdır. Kırım Savaşı'nın Osmanlı'nın yıkılmasındaki rolü büyük de olsa emre Kongar esas yıkılışın 1881 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi'nin kurulmasıyla gerçekleştiğini düşünmektedir. Zira borç batağına giderek saplanan Osmanlı bu gelişmeyle beraber yönetimini de tamamen yabancı finans kaynaklarının denetimine bırakmıştır.

Osmanlı'nın çöküşünü bu ekonomik gelişmelerle anlatan Kongar bir takım saçma tezleri de çürütmektedir. Bu konuda birinci garip iddia imparatorluğun doğal sınırlarına ulaşmış olmasıdır. Ancak Budapeşte ve Viyana'ya kadar uzanan sınırların neden Berlin'den geçmediği açıklanabilir bir olgu değildir. Kongar'a göre İslam'ın dogmatik ve reaksiyoner yapısı üzerinde duran tezler Hıristiyanlığın yapısını görmezden gelmektedir. Unutulmamalıdır ki Galile'yi yargılayan bir engizisyon mahkemesidir. Bir diğer saçma iddia Osmanlı padişahlarının yabancı, gayrimüslim kadınlarla evlenmesi ve Osmanlı soyunun kirlenmesi konusundadır. Kongar'a göre bu saçma iddiaların ötesinde Osmanlı'nın çöküşünü tarihsel diyalektikte Amerika’nın keşfi ve bu sayede Batı’nın başlattığı büyük ilerleme projesine (Aydınlanma, Endüstri Devrimi) Osmanlı'nın ayak uyduramaması neden olmuştur. Osmanlı devlet yapısında bulunan "değişmezlik" de, bireylerin ve sosyal grupların iktidara ortak olmalarını kolaylaştıracak mekanizmaları (mesela toprak mülkiyeti) engellediği için Osmanlı'nın çöküşündeki en önemli etkenlerden biridir. Bu ekonomik nedenlerin sonucunda oluşmuş milliyetçilik akımları da doğal olarak Osmanlı’nın çöküşündeki başlıca aktörlerden birisidir. Yani Kongar'a göre Osmanlı devleti'nin çöküş sebebi tarihin acımasız diyalektiğinin doğal bir sonucudur ve spesifik bir nedene ve tarihsel aktörlere bağlanamaz. 

Kongar'ın kitabında yer verdiği bir diğer önemli konu "Ermeni sorunu"dur. Kongar'ın dünya üzerindeki tüm ciddi tarihçilerin reddettiği "Ermeni soykırımı" tezini hukuki, tarihsel ve siyasi yönlerden çürütmektedir. Konunun tarihsel arka planını anlamak açısından Osmanlı-Rus ilişkileri konusundaki bir kaç noktaya parmak basalım. 1774 Küçük Kaynarca antlaşması Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşmanın yedinci maddesi uyarınca Rusya Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan tebaanın koruyuculuğunu üstleniyordu. Rusya'nın Osmanlı üzerindeki nüfuzunu arttıran bu madde nedeniyle Batılı güçler Kırım Savaşı'nı çıkartıp Osmanlı'ya Rusya karşısında destek vererek 1856 Paris Antlaşması ile Rusya'nın bu imtiyazını kaldırdılar. Böylece Avrupalı güçler Ermeni tebaanın korunması yetkisini de kendi üstlerine almış oldular. Yani Osmanlı Devleti'nin üzerindeki Rus nüfuzu Avrupa devletleri lehine kırılıyor ve Osmanlı'nın yıkıma gidecek kaçınılmaz sonu sahne almaya başlıyordu. Bu senaryoda Ermeni sorunu da Avrupa tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktı. Avrupalı güçler ve Rusya aykırılıkçı Ermeni gruplarını kışkırtmış ve aktif olarak desteklemiş, bu yolla Osmanlı'yı işgal etmek için meşru bir sebep yaratmak istemiş, buna ek olarak Ermeni Devleti'nin kurulması amacıyla 16. yüzyıldan bu yana bir Türk şehri olan Erivan ve çevresinde nüfus yapısını değiştirmeye çalışmışlardır. Erivan'da 1897 yılında nüfusun yüzde 52'si Türk yalnızca yüzde 37'si Ermeni iken, 1932 yılında tüm yaşananlar sonrası Türk nüfusu yüzde 6,3'e düşmüştür. Bunlara ek olarak Ermeni sorununu körükleyen bir de Amerikalı misyonerler olayı vardır. Ermeni çeteleri yalnızca 1895 yılı Eylül ve Aralık ayları arasında Amerikan misyonerlerin yönettiği 24 isyan çıkartmışlardır. Ermeni terörizmi öyle boyutlara ulaşmıştı ki 1896 yılında Galata'da Osmanlı bankası bu çetelerce basılmış, 1905 yılında Sultan II. Abdülhamit'e bombalı suikast düzenlenmişti. Birinci Dünya Savaşı'na umduğundan erken giren Osmanlı devleti üç cephede (batıda İngiliz ve Fransızlar, doğuda Ruslar ve güneyde İngilizler) savaşırken Ermeni çeteleri de Anadolu'da bir çok yerde isyan başlatmış ve Müslüman halkı Türk-Kürt demeden katlediyordu. İşte tehcir kanunu bu koşullar içerisinde çıkarılan ve devletin ayakta kalması için son derece gerekli bir karardı. Zaten daha sonra Malta'ya sürülmüş Osmanlı idarecileri de tehcir kanununun soykırıma yorulabilecek bir yönü bulunmadığı ortaya çıktığı için serbest bırakılmak durumunda kaldılar. Asala terörizmi ile 1980'lerde yeniden ortaya çıkan ve şu an Avrupa parlamentolarında yasalaşma sürecini yaşayan Ermeni soykırımı yalanları Kongar'a göre gayet planlı ve sistematik bir şekilde Türkiye'yi zayıflatmak ve küçültmek için ortaya sürülmektedir. 28 Ocak 2006 tarihinde Taşnaksütyun sözcüsü Giro Manoyan'ın "Türkiye'den ileride toprak talebinde bulunabiliriz" sözü Kongar'a göre her şeyi ortaya koymaktadır. Kongar ayrıca Ermeni yanlısı “Mavi Kitap” ve Henry Morgenthau'nun anılarının sahte ve taraflı kaynaklar olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır. Sonuç olarak Kongar'a göre Ermeni soykırımı iddiası gerek çıkışı, gerekse kullanılışı itibariyle anadolu'nun paylaşılması mücadelesinden bağımsız açıklanamaz ve Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanmış olaylar karşılıklı trajik bir mukatele olayı olarak değerlendirilmelidir. Soykırım iddiaları tamamen politik ve tarihsel gerçekliğe aykırıdır.

Kongar'ın kitabında yer verdiği bir diğer önemli konu ise İkinci Abdülhamit hakkındadır. Kongar'a göre genelde “Ulu Hakan” ya da “Kızıl Sultan” perspektiflerinden anlatılan Abdülhamit aslında ne Kızıl Sultan, ne de Ulu Hakan’dır. Abdülhamit, istibdat rejimini yaratan baskıcı uygulamalarına ve Meşrutiyet’e karşı tavrına karşın, birçok modernleşme projesine de imza atmış bir liderdir. Kongar'a göre Abdülhamit, çökmekte olan bir imparatorluğu yönetmeye çalışan ve dönemsel koşulların etkisiyle başarısız kalmaya mahkum bir padişahtı. Kitapta yer alan en önemli bölümlerden birisi de "Vahdettin hain miydi" tartışmaları üzerinedir. Kongar'a göre Vahdettin İstanbul'dan savaş gemilerine binerek kaçtığı için İngilizler için hain değil bir müttefik, ancak Kurtuluş Savaşı'nı yapanlar ve destekleyenler için bir hain olmak durumundadır. Vahdettin’in böyle bir son istememiş olması onun içine düştüğü koşulları ve durumu değiştirmez. Emre Kongar'a göre Kurtuluş Savaşı öncesi ülkenin içinde bulunduğu umutsuz ve çok sefil durum Vahdettin'i İngiltere'den medet ummaya yönlendirmiş olabilir ancak İngilizlere bütünüyle boyun eğmesi ve Kurtuluş Savaşı'na karşı mücadeleye girişmesini affetmek mümkün değildir. Kongar kitabında belgelerle ve kronolojik olarak Vahdettin'in Milli Mücadele’ye ihanetini gözler önüne sermektedir. 

Kitabın son bölümleri ise Mustafa Kemal'in devrimci kişiliğine ve yalnızlığına ve ülkemizdeki sivil-ordu ilişkilerine ayrılmış. Kongar, kurtuluş savaşı kahramanlarının önemli bir bölümünün hilafetçi olduğunu ortaya koyarken, Kemalist Devrim'in Jakoben yapısını da kabul etmektedir. Ancak bu modernleştirici üstten inmeciliği şiddetle eleştirenler feodal bir yapıda demokratik bir cumhuriyet kurmanın başka türlü imkansız olduğunu görmezden gelmektedir. Osmanlı Devleti'nin 300 yıllık geri kalmışlığının dönemin diğer entellektüelleri gibi farkında olan Mustafa Kemal, genç yaşlarından itibaren yeni bir devlet modeli peşinde olmuştur. Kurtuluş Savaşı sonrası önünde çok uygun hilafet seçeneği ve komünizm ve faşizm gibi seçenekler varken Cumhuriyet rejimini seçmiş olması Kongar'a göre cumhuriyetçilerin gerçek hedeflerinin demokrasi olduğunun bir ispatıdır. Kongar'ın da belirttiği gibi işte Türkiye'de sivil ordu ilişkilerini şekillendiren olay Anadolu'nun bu bir kaç asırlık geri kalmışlığını 20 yılda değiştirmeyi büyük ölçüde başarmış mucizevi Kemalist Devrim'dir. Türkiye'de sosyal sınıflar gelişmediği, Kemalist Devrim tarihin yasalarına uygun şekilde gerçekleşmediği için Cumhuriyet ve demokrasi karşıtı güçler günümüzde olduğu gibi her zaman azımsanmayacak ölçüde var olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri böyle bir ortamda demokrasiyi ve Cumhuriyet’i koruması için görevlendirilmiş ancak 1950’lerde başlayarak ülkenin her alanında olduğu gibi hızlı bir Amerikancılaşma sürecine boyun eğmiştir. Kongar'a göre bu Amerikanlaşma sürecinde Soğuk Savaş’ın etkileri ve Sovyetler'in İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye'ye yönelik düşmanca tavırları gözden kaçırılmamalıdır. Kongar ayrıca bir demokrasi şehidi olarak anılan Adnan Menderes'in (oysa demokrasiyi ülkeye CHP kendi isteği ve yetkisiyle getirmiştir), idam edilmesi çok yanlış bir karar olmasına karşın bu ülkede demokrasiye dair önemli adımlar atmadığını, tam tersine demokrasiyi yok etmek isteyen gerici dinamikleri harekete geçirdiğini ve diktatörlük benzeri despotik bir yönetim kurduğunu delillerle ortaya koymaktadır. Menderes'in anti-demokratik uygulamalarının en bilineni yargının gücünü elinden alan ve anayasal güçler ayrılığı ilkesine aykırı olan tahkikat komisyonlarının kurulması olayıdır.
Kongar'ın düşüncesinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bağımsızlıkçı, ilerici Kemalist yapısı 12 Mart ile beraber anti-komünist dünya koşulları içerisinde erimiş ve 12 Eylül de bu sürecin son noktası olmuştur. 27 Mayıs'ın amacı ülkeyi faşist diktatörlükten kurtarmak ve demokratik bir ülke yaratmaktır. Zaten hazırlanan 1961 anayasası da bunun en güzel ispatıdır. Yani bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en demokratik ve özgürlükçü anayasayı siviller değil, TSK hazırlatmıştır. Ancak 27 Mayıs sonrası orduda hızla güçlenen Amerikancı kanat, liberal sağ iktidarların 1961 anayasasını lüks bulan liderlerinin de gayretleriyle 12 Eylül'de Atatürkçülük adı altında Kenanizm politikalarını uygulamaya koymuşlardır. 12 Mart ve 12 Eylül'ün, 27 Mayıs'ın aksine ABD'nin bilgisi dahilinde gerçeklemiş olması da bu noktada oldukça manidardır. İşte 12 Mart ve 12 Eylül ile demokrasi konusundaki öncü rolünü yitiren TSK, serbest piyasa ekonomisini ve Türk-İslam sentezi görüşünü 12 Eylül sonrası ülkede hakim kılmıştır. Yani bugün ülkede orduya diklenen İslamcılar, liberaller aslında varlıklarını 12 Eylül'e ve tüm Kenanistlere borçludurlar. Ancak ordu güçlenen siyasal İslam tehlikesine karşı 28 Şubat'ta net bir tavır ortaya koymuş, büyük halk ve medya desteği olan susurluk sürecine denk gelen bu müdahale toplumun geneli tarafından sevgiyle karşılanmıştır. Kongar sonuç olarak demokrasilerde ordu müdahalelerine yer olmadığını açıkça belirtirken, yine de birilerinin demokrasinin her türlü özgürlük anlamına gelmediğini öğrenmeleri gerektiğini, özellikle demokrasi için olmazsa olmaz koşullardan olan laiklik ve ulusal egemenlik gibi ilkelerin mutlaka demokrasi düşmanlarından korunmaları gerekliliğini vurguluyor. Kongar'ın son bölümde dikkat çektiği bir diğer nokta ise 1970'ler ve 90'larda yaşanan iki ayrı süreçte Kemalist ve solcu aydınların öldürülüyor olmasıdır.
Emre Kongar'ın önemli bölümlerine değinmeye çalıştığım kitabı “Tarihimizle Yüzleşmek”, tarihte uzmanlaşmamış kişiler için kesinlikle alınması gereken bir kitap. Kitap önemli tarihsel olaylara kısa kısa ve biraz yüzeysel bir bakış sunmasına karşın oldukça bilgilendirici ve akademik bir kitleden ziyade halk için yazılmış. Elbette ki tarihçiler bu kitabı oldukça yetersiz bulacaklardır ama akademik çalışmaya zamanı ve imkanı olmayan sıradan vatandaşlar için Kongar'ın kitabı çok iyi bir temel bilgi içeren bir kaynak ve sanıyorum ileride klasikleşmiş bir eser olacaktır.

Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: