3 Ağustos 2010 Salı

Marksizm ve İdeoloji


-->
İdeoloji sözlük anlamıyla “siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, moral, estetik düşünceler bütünü” olarak nitelendirilebilir. Sosyal bilimlerde başlı başına bir ekol oluşturan ve dünya siyasal hayatının akışına yaklaşık bir buçuk asırdır çok önemli katkılar –etkiler yapan Marksist düşüncenin de kendine özgü bir ideoloji tanımı vardır. Ancak Marksizm’e ve özellikle Karl Marks’ın kendi yazdıklarına bakıldığında Marksist literatürde ideolojinin tek ve net bir tanımının olmadığı ve çeşitli farklı anlam çıkarımlarının yapılabildiği dikkat çekmektedir. Michele Barrett’in “Ideology: The Politics of a Concept” kitabı ışığında bu yazıda Marksist literatürde ortaya çıkan farklı ideoloji tanımları üzerinde durmak istiyorum.
Marksizm deyince doğal olarak işe Karl Marks ile başlamak gerekiyor. Marksizm’in kurucusu olan Karl Marks’a baktığımızda, şaşılacak şekilde yapıtlarında farklı ideoloji tanımlarıyla karşılaşıyoruz. Michele Barrett’e göre bunun nedeni Marks’ın zaman içerisinde yaşadığı düşünce gelişimi etkisiyle ideolojisini daha sonraları netleştirmesi ve daha önemlisi “ideoloji” terimini daha çok ilk yapıtlarında, henüz Hegel etkisindeyken kullanmış olmasıdır. Ayrıca bir diğer dikkat çekici özellik Marks’ın ideolojiyi genelde bir tamlayanın arkasından kullanmış olmasıdır (“Alman İdeolojisi” ya da “Burjuva ideolojisi” şeklinde). Aslında Marks’ın ideolojiyi hiçbir zaman net bir biçimde tanımlamaya çalışmadığı dikkatimizden kaçmamalıdır. Marksist literatürde karşımıza çıkan ilk ideoloji tanımını “Alman İdeolojisi” kitabında görmekteyiz. Bu kitapta Marks’ın kullandığı şu cümle oldukça enteresandır: “If in all ideology men and their circumstances appear upside-down as in a camera obscura, this phenomenon arises just as much from their historical life-process as the inversion of objects on the retina from their physical life-process”. Marks bu cümle ile ideolojiyi insanların tarihsel-yapısal olarak oluşmuş yaşam koşullarının ve düşüncelerinin karanlık fotoğraf kutusuna (camera obscura) benzer ve ters görüntü yansıtan bir kavram olarak tanımlamaktadır. Yani ideoloji, ekonomik determinizm sonucu ulaşılabilecek evrensel yasalardan insanları uzak tutmaya yarayan bir nevi aldatmaca ve yanlış görüntülemedir. Bu anlamıyla ideoloji Marks’a göre yanlış bilinç (false consciousness) oluşturan bir ilüzyondur ve insanları gerçek bilgiye dayalı sınıf bilincinden uzak tutmayı amaçlamaktadır. Yanlış bilinç terimi Marksist literatürde sıkça kullanılmasına karşın bu sözün yaratıcısı sanılanın aksine Marks değil, ortağı ve yakın arkadaşı Friedrich Engels’dir. Engels’in ilk olarak 1893 yılında Franz Mehring’e yazdığı bir mektupta yer alan yanlış bilinç terimi sonraları Marks’a mal edilmiştir. Ancak gerçekte Marks’ın bu terimi hiç kullanmadığını ve önceki alıntıda gördüğümüz üzere ideolojiyi gerçeklikten farklı bir aldatmaca olarak tanımladığını söyleyebiliriz.
Marks’ın yine Alman İdeolojisi eserinde karşımıza çıkan bir diğer ideoloji tanımına göre, ideoloji doğa üstü olaylara, bilgilere dayalı bir afyon türüdür. Bu noktada Marks’ın ideoloji ve din arasında bir bağlantı kurmaya çalıştığı göze çarpmaktadır. Şöyle demektedir Marks: “In direct contrast to German philosophy which descends from heaven to earth, here we ascend from earth to heaven. We set out real, active men, and on the basis of their real life-process we demonstrate the development of the ideological reflexes and echoes of this life-process. The phantoms formed in the human brain are also, necessarily, sublimates of their material life-process, which is empirically verifiable and bound to material premises. Morality, religion, metaphysics, all the rest of ideology and their corresponding forms of consciousness, thus no longer retain the semblance of independence”. Bu alıntıda da Marks, ideolojiyi din, metafizik, ahlak gibi değerlerin etkisinde gelişen bir bilinç olarak tanımlamakta ve bilimsel doğrulara ancak temelden yukarıya bakarak, tarihsel-yapısal koşullardan yola çıkarak ulaşılabileceğini iddia etmektedir. Ona göre cennetten dünyaya bakmanın dünyayı anlamak konusunda bize bir faydası olmayacaktır. İnsanları bu şekilde düşünmeye iten koşullar da Marks’a göre tarihsel bir sürecin sonucudur ve ampirik olarak temelleri ortaya koyulabilmektedir. Bu anlamıyla ideoloji Marks’a göre birinci tanımına benzese de, daha çok dinle alakalı ve gerçek üstü bir düşünme biçimidir.
Yine Alman İdeolojisi eserinde karşımıza çıkan bir diğer ideoloji tanıma göre ise, ideoloji egemen sınıfların şekillendirdiği ve onların çıkarları doğrultusunda gelişen düşünce sistemleridir. Marks bu düşünceyi şu şekilde açıklar: “The ideas of the ruling class are in every epoch the ruling ideas, i.e. the class which is the ruling material force of society, is at the same time its ruling intellectual force. The class which has the means of material production at its disposal, has control at the same time over the means of mental production, so that thereby, generally speaking, the ideas of those who lack the means of mental production are subject to it”. The ruling ideas are nothing more than the ideal expression of the dominant material relationship”. Yani üretim araçlarını kontrol eden sınıflar tarih boyunca entelektüel üretimi ve eğilimi de kontrol etmiş ve tarihsel kaçınılmazlık sürecine girilene kadar, zihinleri kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda düşünmeye sevk etmiştir. Bu nedenle üretim araçlarının kontrolünden yoksun olanlar, entelektüel üretimin de öznesi değil ancak nesnesi olabilirler. Frankfurt Okulu ve özellikle Theodor Adorno daha sonraları Marks’ın bu düşüncesinden yola çıkarak popüler kültür üzerine derin teorik analizlere girişmiş ve egemen sınıflar ve popüler kültür arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışmışlardır. Özellikle medyanın rolü ve popüler kültürün yaratılması bu boyutuyla yeni bir anlam kazanmış ve Marks’ın sosyal bilimlere bir diğer büyük katkısı ortaya çıkmıştır. 1970’lerden başlayarak güçlenen post-yapısalcı akımlar da, Marks’ın bu düşüncesinden hareketle, popüler kültür ve medya ürünlerinde çeşitli sosyal grupları dışlayıcı ve egemen grupların hakimiyetine meşruiyet kazandıran görüşlere dikkat çekmişlerdir. Bu noktada post-yapısalcılar Marks’ın aksine sınıfsal farklılıklarla sınırlı kalmamış ve çeşitli etnik, dini, mezhepsel, cinsiyete dayalı farklılıkların nasıl popüler kültür yaratılırken egemen sosyal sınıfların lehine kullanıldığını ortaya koymuşlardır.
Marks’ın Alman İdeolojisi eserinde yer bulan bir diğer ideoloji tanımı çıkarımı da şu satırlardan ilham alarak yapılabilir: “With the change of the economic foundation the entire immense superstructure is more or less rapidly transformed. In considering such transformations a distinction should always be made between the material transformation of the economic conditions of production, which can be determined with the precision of natural science, and the legal, political, religious, aesthetic or philosophic – in short, ideological forms in which men become conscious of this conflict and fight it out. Just as our opinion of an individual is not based on what he thinks of himself, so can we not judge of such a period of transformation by its own consciousness; on the contrary, this consciousness must be explained rather from the contradictions of material life”. Bu tanıma göre Marks, tarihsel-yapısal koşullar sonucu oluşmuş ve üretim ilişkilerinin şekillendiği altyapıyı, fikirlerin ve yaşantıların yer aldığı üst yapıyı etkileyen temel güç olarak tanımlamış ve zaman içerisinde üst yapıdaki fikirlerin değişerek altyapıda başlayan değişime ayak uyduracağını ifade etmiştir. Yani kapitalist üretim çelişkileri sıklaştıkça, daha çok işçi sınıf bilincine ulaşacak ve kapitalizm tarihsel sahnedeki yerini gün geçtikçe sosyalizme bırakacaktır. Bu nedenle, Marks’ın bu dördüncü ideoloji tanımında yapısal koşullara yani bilime dayalı bir düşünce sistemi olarak pozitif bir anlam kazanmaktadır. Zira sınıf bilinci neticesinde ve ideolojinin toparlayıcı yapısıyla tarihsel sıçrayış daha erken gerçekleşecektir.
Marks’ın bu karışık ve kimi zaman birbirleriyle çelişen ancak zaman içerisinde netleştiği unutulmaması gereken ideoloji tanımlarını toplayıp daha sistematik bir hale getirmek Lenin’in yaptığı en önemli işlerden biri olsa gerek. Politikayı sınıfları kastederek “Who could do what to whom (Kim kime ne yapabilir)” olarak tanımlayan Lenin, ideolojiyi sınıflara özgü düşünce sistemleri olarak tanımlamış ve tarihsel-yapısal koşullara göre ilerici ve gerici olarak ikiye ayırmıştır. Marksist öğreti doğrultusunda bir sonraki tarihsel sıçramanın gerçekleşmesi için kapitalist sistem koşullarında işçi sınıfına özgü sosyalizm düşüncesi ileri iken, bir önceki tarihsel sıçramayı gerçekleştirmiş ve feodalizmden kapitalizme geçişi sağlamış burjuva sınıfına özgü kapitalist (liberal) düşünce sistemi gerici olmaktadır. György Lukacs da bu noktada Lenin’e paralel bir şekilde düşünmekte ve ideolojiyi işçi sınıfını sınıf bilincine ulaştıracak pozitif bir kavram olarak kullanmaktadır. Yine Lenin ve Lukacs’a göre Ortodoks Marksizm’in en önemli unsuru olan ekonomik determinizmin önemi asla küçülmemesine karşın, emperyalizm sonucu kendi işçi sınıflarını bastırabilecek ve sosyal devleti inşa edebilecek artı kaynaklara ulaşmış ve ideolojik kanalları egemen sınıflara göre düzenlemiş gelişmiş kapitalist ülkeler devrim için uygun hedef olamazken, güçlü bir ideolojik yapılanma sonucu öncü bir kadro sayesinde sosyal tabana yayılan ve doğru yönetilen bir devrim anlayışı, kapitalist zincirin en zayıf halkası (weakest link in the chain) olan gelişmekte olan ülkelerde başarıya ulaşabilecektir.
Lenin ve Lukacs’ın bu düşüncelerinin daha sistematik halini, üst yapıyı da alt yapı kadar önemli gören Antonio Gramsci’de görebilmekteyiz. Marksizm’in bir anlamda kültürel versiyonunu formüle eden Gramsci, kapitalizmin egemen sınıflarının üst yapıda oluşturdukları kültürel ve ideolojik hegemonya sayesinde tarihsel kaçınılmazlığın üstesinde gelebildiklerini ve bu nedenle katı ekonomik determinizme dayalı doğal süreçte gelişen devrim anlayışının rafa kaldırılması gerektiğini ileri sürer. Ortodoks Marksizm’e şiddetle karşı çıkan Gramsci, her ne kadar yapısal tarihsel koşulların çatışmaları ortaya çıkardığını kabul etmesine karşın, kültürel, entelektüel ve ahlaki anlamda sivil toplumda kendi hegemonyasını kuramayan bir anlayışın asla bir önceki sistemi yıkamayacağının altını çizer. Yani sosyalizm kendiliğinden kapitalizmin yerine geçemeyecektir. Zira devlet ve onun eğitim, popüler kültür, gelenekler, yasalar, teamüller vs. gibi baskı araçları devrimci sınıflar üzerinde bir hegemonya kurmakta ve onların bilince ulaşmalarına engel olmaktadır. Bu nedenle emekçi sınıfların kendi entelektüellerini, yaşam tarzlarını, alternatif kalkınma modellerini geliştirmeleri ve bunlara sivil toplumda meşruiyet kazandırmaları gerekmektedir. Her ne kadar bir Lenin hayranı olarak bilinse de öncü parti düşüncesini demokratik kitle partisiyle değiştirmesi bakımından Gramsci bir “Avrupa Komünisti (eurocommunist)”dir. Gramsci hegemoni (hegemonya) düşüncesini yaratırken muhakkak ki İtalyan Faşist Partisi’nin örgütlenme sisteminden etkilenmiş ve komünist partilerin başarılı olamama nedeni olarak tarihsel ekonomik çelişkilere ve yalnızca emekçi sınıflara önem vermelerini görmüştür. Oysa işçi sınıfıyla takılı kalıp, öncü parti önderliğinde bir devrim yapmak Gramsci’ye göre ancak sivil toplumun gelişmemiş olduğu Doğu toplumlarında mesela Rusya’da başarılı olabilir. Oysa çok gelişmiş demokratik kültür ve sivil toplum yapıları olan Batı toplumlarında gerekli olan işçi sınıfının isteklerini tüm ulusun faydasına olacak şekilde dile getiren bir kitle partisidir. Bu nedenle ideoloji ve bunu yaratan ve uygulayan siyasal partiler Batı toplumlarında devrimi gerçekleştirecek olan kurumlardır ve pozitif bir rolleri vardır.
Üst yapının alt yapı üzerindeki etkisine bir diğer dikkat çeken Marksist düşünür ise Louis Althusser’dir. “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” isimli eserinde devletin okul, medya, Kilise, aile ve benzeri bir çok kanal vasıtasıyla kültürel alanda bir üstünlük kurarak altyapıda oluşan değişime karşı direndiğini belirten Althusser, bu nedenle ideolojinin bilimsel gerçekliğe ve evrensel yasaların akışına ulaşmak yolunda kullanılabilecek ancak gerçekten bağımsız olarak oluşturulmuş bir kavram olarak görmüştür. Marksist literatürde karşımıza çıkan ideoloji tanımları kısaca bu şekilde özetlenebilir…
KAYNAKLAR
- Barrett, Michele, “Ideology: The Politics of a Concept”, 1989, Polity Pr.
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

1 yorum:

Murat AYGEN dedi ki...

Japonya/G.Kore modelini, bir Batılı burjuva iktisatçısı kadar olsun eleştirmediği gibi, satır aralarından savunan hocaların Marksizm otoritesi sayıldıkları bu ülkede; kimsenin “ya bana ‘faşist’ derlerse” endişesi olmamalıdır. Anglo-Amerikan işçi sınıfına hesap verebiliyorsan, Türkiye'de varsın sana ‘faşist’ desinler.