Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim görevlisi ve ORSAM analisti olan Bilkent Üniversitesi çıkışlı genç Türk akademisyen Volkan İpek[1], Dr. Pınar Gözen Ercan editörlüğünde hazırlanan “Turkish Foreign Policy: International Relations, Legality and Global Reach” adlı kitapta “Turkey’s Foreign Policy towards Sub-Saharan Africa” başlıklı önemli bir makale kaleme almıştır.[2] Bu yazıda, İpek’in bu çalışması Türkçe’ye çevrilecek ve özetlenecektir.
Volkan İpek
İpek, makalesinde temel olarak, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında Sahra-altı Afrika’sına açılmasının Türk Dış Politikası’nda bir zindelik yarattığını, zira bölgesinde birçok ülke ile sorunlu ilişkileri olan Türkiye’nin bu bölgede takip ettiği politikanın çatışmadan ve külfetten uzak olduğunu iddia etmektedir. Yazarın düşüncesinde, Afrika açılımı, Türkiye’ye uluslararası kamuoyunda prestij de kazandırmıştır. Bu anlamda, İpek’e göre, Türk Dış Politikası’nın Sahra-altı Afrika’sına açılması tercihi doğru bir stratejik tercihtir. Bu değişimin 1998 yılı sonrasında yaşanan belirgin ilişki yoğunlaşması sayesinde olduğuna dikkat çeken İpek, ilk olarak Osmanlı döneminin sonlarından başlayarak 1998 yılına kadar olan süreci incelemekte, daha sonra da 1998 yılı sonrasında yaşanan hızlı dönüşümü analiz etmektedir.
Sahra-altı Afrika’sının Osmanlı (Türk) dış politikasında gündem oluşturmaya başlaması 1800’lü yıllara kadar uzanmaktadır. Ancak 1820’lere kadar, Afrika, büyük ölçüde durağan ve önemsizdir. Buna karşın, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1820 yılında bölgeye yaptığı seferin ardından Eritre, Somali, Cibuti ve Etiyopya gibi bölgelerde Osmanlı hâkimiyeti kurulmuştur. Bu sefer sırasında, Osmanlı Devleti, Mogadişu, Mobasa, Zanzibar ve Komoros gibi bölgelerin halklarıyla da yakınlık kurmuştur. 1800’lü yılların sonlarında, Osmanlı’nın Afrika’daki nüfuz alanı Etiyopya, Nijer, Çad, Nijerya, Mali, Tanzanya ve Etiyopya’ya kadar genişlemiştir. 1861 yılında Güney Afrika Müslümanlarının Britanya Valisi’nden İslam dinini öğrenmek amacıyla bir imam talep etmeleri nedeniyle Güney Afrika ile de yazışmalar başlamıştır. 1863 yılında, Osmanlı Devleti, bu ülkedeki Cape Town şehrine Ebubekir ve Ahmed Ataullah isminde iki görevli imam yollamıştır. Ancak Berlin Konferansı’nda Avrupalı devletlerin Prusyalı devlet adamı Otto von Bismarck önderliğinde “Scramble for Africa” sürecini başlatmasıyla beraber, Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki etkisi giderek azalmıştır. Bu süreç, zaten İmparatorluğun çöküş sürecine de tekabül ettiği için, bu dönemde Afrika’daki Türk izleri yok olmaya yüz tutmuştur.
1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Afrika’ya yönelik politikalarda kısmi bir canlanma yaşanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün anti-emperyalist bir ulusal mücadele sonucunda kurduğu Cumhuriyet, bu dönemde Afrika’daki birçok ülkeye ve lidere ilham kaynağı olmuştur. Bu ülkelere örnek olarak Cezayir, Tunus, Fas, Nijerya, Mali, Sudan ve Mısır verilebilir. Ancak Osmanlı borçlarının ödendiği ve hem Müttefik, hem de Mihver devletlerinden kendilerinin yanında savaşa girilmesi için baskı yapıldığı bir ortamda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika’daki etkisi oldukça sınırlı düzeyde kalmıştır. 1926 yılında Etiyopya’da Addis Ababa kentinde Büyükelçilik açılması ve 1945 yılında Madagaskar’a yönelik veba karşıtı önlemler uygulanması bu dönemin önemli etkinlikleridir.
İkinci Dünya Savaşı ardından 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi ve 1952 yılında NATO üyesi olan Türkiye, artık Batı ailesinin bir parçası olarak Afrika’ya yönelik yeni kanallar bulmayı başarmıştır. Ancak ilişkiler, bu dönemde iki önemli krize tanıklık etmiştir. İlk olarak, Türkiye, 1955 Bandung Konferansı ve 1956 Süveyş Krizi sırasında Birleşik Krallık’ın safında yer almış ve Afrika devletlerinden tepki çekmiştir. İkincisi, 1956 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de Fransa lehine Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkması, Türkiye’yi Afrika ulusları nezdinde kötü bir duruma düşürmüştür. 1956 yılında Nijerya’da açılan Başkonsolosluk ve 1957 yılında Gana’da açılan Büyükelçilik bu dönemin olumlu gelişmeleri olurken, ayrıca 1958 yılındaki Sahel bölgesine yönelik ekonomik yardım programına destek olunması da bu iki krizin etkisini kısmen silmiştir.
1960’lar ve 1970’lerde Kıbrıs Sorunu nedeniyle ABD ile ilişkilerinin gerilmesi nedeniyle, Türkiye, bu yıllardan itibaren Orta Doğu ve Afrika’da yeni arayışlara yönelmeye başlamıştır. Dekolonizasyon dönemiyle eşzamanlı olarak yaşanan bu süreçte, Türkiye, 1950’lerin aksine Afrika ülkelerinin bağımsızlığına destek vermiştir. Bu dönemde Lagos, Nigeria (1960), Dakar, Senegal (1962) ve Nairobi, Kenya’da (1968) yeni Büyükelçilikler açılmıştır. Ayrıca bu dönemde ilk diplomatik ziyaretler de yaşanmış; Kenya İmparatoru Haile Selasiye Mart 1967’de Türkiye’ye, Türkiye Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da Aralık 1969’da Etiyopya’ya bir ziyaret gerçekleştirmişlerdir. Yükselen anti-Amerikancı dalganın da etkisiyle, 1970’lerde Türkiye’nin farklı coğrafyalarda yeni dış politik maceralara atılma isteği artmıştır. 1971 yılında Selasiye’nin Türkiye’ye ikinci ziyaretinin ardından, Türk Dış İşleri Bakanlığı, ABD’ye bağımlı olunmadan çok boyutlu bir dış politika yürütebilmek amacıyla bir eylem planı hazırlamıştır. Bu plana göre, Bakanlık çalışanları dünyadaki farklı kıta ve bölgelere odaklanarak çalışmaları için yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu bölgelerden birisi de Sahra-altı Afrika bölgesi olmuştur. Ayrıca yine 1970’lerde, Türkiye, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde Kinşasa’da bir Büyükelçilik açmış (1976), Zimbabve’ye tıbbi yardım malzemeleri ulaştırmış (1978) ve Sierra Leone ile ekonomik ve teknik yardımlaşma anlaşması imzalamıştır (1979). Ancak uzman yönetici eksikliğinin de etkisiyle, Bakanlığın eylem planı ileri bir aşamaya ulaştırılamamıştır.
1980’lerin başında askeri darbe yönetiminde olan Türkiye, 1981 yılında ekonomik sorunlar nedeniyle Gana’daki Akra (Accra) Büyükelçiliğini kapatmak zorunda kalmıştır. Ancak Sudan Devlet Başkanı Muhammed Numeyri’nin 1982 yılındaki ziyareti vesilesiyle Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde Afrika Çalışmaları alanındaki ilk lisansüstü eğitim programı açılmıştır. Aynı yıl içerisinde Somali ile bir anlaşma da yapılmıştır. 1983 yılında sivil yönetime dönülmesiyle birlikte, Başbakan Turgut Özal’ın ekonomi ve siyasetteki liberalleşme programı uygulamaya sokulmuştur. Bu bağlamda, Devlet Planlama Teşkilatı ve Hazine Müsteşarlığı, Türk Dış Politikası’nın uygulanmasında yeni önemli aktörler haline gelmiştir. Bu dönemde, Türkiye, birçok Afrika ülkesine toplam 10 milyon dolarlık ekonomik yardımda bulunmuştur. Ayrıca Uganda ve Nijerya ile çeşitli anlaşmalar da imzalanmıştır. 1989-1990 yıllarında, benzeri anlaşmalar Çad, Cibuti, Gambiya, Zambiya ve Botsvana ile de imzalanmıştır.
Soğuk Savaş’ın 1990’ların başında sona ermesinin ardından, Türkiye, alternatif politikalara yönelebileceği uygun bir ortam yakalamıştır. Bu doğrultuda, dış politika yapıcıları, Türkiye’nin Batı ile daha güçlü ve iyi ilişkiler kurabilmesi için, diğer bölgelerde de daha etkili olması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Tam da bu nedenle, Özal hükümetleri, uzakta bulunan ülkelerle tüm diğer hükümetlerden daha fazla sayıda dış anlaşmaya imza atmıştır. 1991 ve 1992 yıllarında Sudan’la ve 1993 yılında Etiyopya ile sağlık, güvenlik ve kültür alanlarında imzalanan anlaşmaların yanı sıra, 1994 yılında Güney Afrika’da Pretoria’da Türk Büyükelçiliği açılmış ve Kamerun Dış İşleri Bakanı Jacques Roger Booh (1991) ve Kenya Devlet Başkanı Daniel Arap Moi (1993) gibi önemli ziyaretler yaşanmıştır. 1997’de Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının Lüksemburg Zirvesi’nde reddedilmesinin ardından, Türkiye’nin bu çok boyutlu ve çok yönlü dış politika arayışı daha da hız kazanmıştır. Gana ve Gine ile yapılan anlaşmaları müteakiben, 1998 yılında İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı döneminde Afrika Eylem Planı hazırlanmıştır. Plan; Türkiye’nin Afrika’da daha iyi temsil edilmesi, ikili ilişkilerin her alanda geliştirilmesi, siyasi danışma mekanizmalarının kurulması ve Afrika ülkelerine insani yardım sağlanması gibi amaçlar üzerine inşa edilmiştir. Ancak Sahra-altı Afrika’sı ülkeleri ile Türkiye arasında o döneme kadar ciddi ilişkiler kurulamadığı için, planın etkisi de ilk başta sınırlı kalmıştır.
Bu planın uygulamaya sokulmasının ardından, Türkiye’nin Sahra-altı Afrika’sı ile ilişkilerinde hızla büyük bir ilerleme kaydedilmiştir. Ekonomik krizin etkilerine karşın, bu yönde sürekli ivmeli bir trend yakalanmıştır. Bu trend, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükümetlerinde de artarak devam etmiştir. Bu bağlamda, AK Parti, 1998 Eylem Planı’nı 4 düzeyde uygulamaya çalışmıştır.
- Diplomatik Düzey: Diplomatik düzeyde 3 temel amaç belirlenmiştir: Türkiye’nin bölgedeki temsilinin arttırılması, Türk Büyükelçiliklerinin altyapı hizmetlerinin geliştirilmesi ve daha fazla sayıda Türk Fahri Konsolos atanması. Bu kapsamda bölgede 19 yeni Büyükelçilik açılmış ve bölge ülkelerinin Türkiye’deki Büyükelçilik sayısı da 2008’de 5 iken, 2015’de 32’ye çıkarılmıştır. Ayrıca birçok ülkede Fahri Konsolosluklar açılmış ve Büyükelçiliklerin hizmet kalitesi ve altyapı düzeyleri geliştirilmiştir.
- Siyasi Düzey: Siyasi düzeyde de 3 temel amaç belirlenmiştir: Afrika ülkeleri ile Türkiye arasındaki resmi ziyaretleri arttırmak, siyasi danışma mekanizmaları oluşturmak ve Türkiye’yi insani yardım programları ve uluslararası barışgücü misyonlarında aktif kılmak. Bu doğrultuda, 2000’li yıllarda Afrika ülkelerinin liderlerinin Türkiye ziyaretleri ciddi anlamda artmış ve sıklaşmış, keza Türkiye devlet adamlarının Afrika ülkelerine ziyaretleri de yoğunlaşmıştır. Hatta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2007 yılında Afrika Birliği’ne hitap eden ilk Türk lider olmuştur. Ayrıca dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2011 yılındaki Gana ziyaretiyle Sahra-altı Afrika ülkelerinde bir parlamentoya hitap eden ilk Türk siyasetçi unvanını kazanmıştır. 2003-2016 dönemi incelenirse; Türkiye-Sahra-altı Afrika ülkeleri arasında 23 Başkanlık düzeyinde, 9 Başbakanlık düzeyinde ve 28 Dış İşleri Bakanı düzeyinde ziyaret gerçekleştiği görülecektir. Ayrıca yine bu dönemde Türkiye, Eylem Planı’na uygun olarak Afrika ülkelerine yönelik barışgücü görevleri ve yardım programlarında çok daha aktif bir rol üstlenmeye başlamıştır.
- Ekonomik Düzey: Ekonomik düzeyde 9 hedef belirlenmiştir: Sahra-altı Afrika ülkeleri ile ekonomik ilişkileri geliştirmek, TET anlaşmaları imzalamak, Afrikalı Bakanları Türkiye’ye daha yoğun olarak getirmek, farklı alanlarda bu ülkelere yönelik eğitim programları düzenlemek, bu ülkelere teknik destek sağlamak, Türkiye’yi Afrika Kalkınma Bankası’na paydaş yapmak, Afrika ülkeleri ile ortak iş konseyleri ve odalar kurmak, bölgeye yönelik iletişim ve ulaşım imkânlarını geliştirmek ve Türk işadamlarının bölgedeki yatırımlarını arttırmak. Bu hedeflerde 1998’den 2015’e önemli aşama kat edilmiştir. Nitekim 1998’de 581 milyon dolar olan ticaret hacmi, 2002’de 998 milyon dolara, 2015’te ise 5 milyar 84 milyon dolara yükselmiştir. Aynı dönemde TİKA’nın girişimleriyle bölge ülkelerinde birçok başarılı proje yürütülmüş ve TUSKON aracılığıyla ekonomik ilişkiler yoğunlaştırılmıştır.
- Kültürel Düzey: 1998 Eylem Planı’nın bir boyutu da kültürel ilişkiler olmuştur. Bu bağlamda Sahra-altı Afrika ülkeleri ile kültürel anlaşmalar imzalanmış, Afrikalı öğrencilere Türkiye’de burslar dağıtılmış, Afrikalı akademisyenler Türkiye’ye davet edilmiş, Türkiye üniversitelerinde Afrika Çalışmaları programları (örneğin Ankara Üniversitesi’nde AÇAUM programı) kurulmuş ve Afrika adıyla yeni bir akademik bir dergi yayın hayatına başlamıştır. Kültürel ilişkilerin geliştirilmesi son derece faydalı olmuştur; zira “Turist Ömer Yamyamlar Arasında” (1970) gibi bazı popüler Türk filmlerinde de görüldüğü üzere, Türkiye’deki Afrika ülkeleri algısı, yakın zamana kadar “yamyamlık” temelinde var olmuştur.
Volkan İpek’in bu çalışmasında somut verilerle ortaya koyduğu bir gerçek, Türk Dış Politikası’nın en başarılı ve gelişmekte olduğu alanlardan birisinin de Afrika ve özellikle Sahra-altı Afrika’sı olduğudur. Bu durum, anti-emperyalist bir ideoloji ve “mazlum milletler” edebiyatıyla kurulan bir ülke için son derece doğal bir yönelimin sonucudur. Ancak unutulmamalıdır ki, Türkiye, Afrika ülkeleri için bir model (örnek) ülke olmalı ve aynı zamanda çağdaş uygarlığın olduğu Batı medeniyetinden de kopmamalıdır. Zira gelişmekte olan Afrika ülkeleri için demokrasi ve özgürlük birincil meseleler olmasa da, demokrasiyi özümsemiş bir ülke olan Türkiye için, Batı tipi demokrasi, çok önceden yapılmış bir stratejik tercih ve bir zorunluluktur.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] ORSAM analizleri için; http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/author/1222?s=orsam%7Cturkish.
[2] Kitabı buradan satın alabilirsiniz; https://www.amazon.com/Turkish-Foreign-Policy-International-Relations/dp/3319504509.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder