Sosyal demokrasi veya eş anlamıyla demokratik sol (demokratik sosyalizm), devrimci Ortodoks Marksizm’in bazı öngörülerin yanlışlığı ve şiddet metotlarının yarattığı tepkiler sonrasında tarihsel süreç içerisinde bir doğal evrimle oluşmuş ideolojidir. Bir anlamda Marksizm’in liberalizmle barışması ve bu ikisinin sentezi üzerine kuruludur. Sosyal demokrasi, tanım olarak emekçilerle öteki sınıfların çıkarları arasında -demokratik özgürlükler ortamında- siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirerek hakkaniyet dengesi kurmayı amaçlayan siyasal ve ideolojik bir kitle hareketidir. Bu ideoloji, özellikle 20. yüzyıl başlarında Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisinde Eduard Bernstein ve Karl Kautsky’nin yazdıklarıyla oluşmuştur. Ayrıca İsveç Sosyalistleri de sosyal demokrasinin oluşmasında hatırı sayılır katkı yapmışlardır. Sosyal demokrasinin temel ilkeleri şu şekilde özetlenebilir:
1-) Sınıfların çıkarı dengeye gelmelidir. Sosyal demokrasi emekçilerin çıkarını savunurken, öteki sınıfların yaşam hakkını yok saymaz.
2-) Demokratik özgürlükler sınıfsal çıkarlara kurban edilmemelidir. Sosyal demokrasi, sınıflar arası çıkar dengesini en iyi sağlayacak ortamın, siyasal haklarda eşitliğe dayalı demokratik ortam olduğu inancındadır.
3-) Devlet ideolojisiz olmalıdır. Sosyal demokrasi, güçlü sınıfların ya da toplulukların çıkarını gözeten ve ideolojisini savunan yerleşik siyasal ve hukuksal düzene, başka değişle sınıfsal devlet yapılanmasına karşıdır.
4-) Bölüşüm hakça olmalıdır. Sosyal demokrasi, bireysel yeteneğin ve ulusal zenginliğe katkının farklı olduğu inancındadır. O nedenle her bireyin, ulusal üretime yeteneği ölçüsünde yaptığı katkıyla uyumlu bir pay alması gerektiğine inanır.
5-) Ekonomik yapı çoğulcu olmalıdır. Ulusal üretim, soyut bir serbest piyasa ekonomisi tutkusuna kurban edilmemelidir. Özel teşebbüsün yetişemediği pahalı teknolojiyi gerektiren yatırımları devlet yüklenmeli ve bu yoldan ekonomik yapıyı değiştirmelidir.
Sosyal demokrasinin gelişmesine katkıda bulunan en önemli düşünürler şunlardır:
Ferdinand Lasalle (1825-1864): Alman düşünür, insanlık tarihini üç aşamaya ayırmıştır. Feodal düzen, emekçinin hiçbir hakkının olmadığı karanlık bir dönemdi ve bu dönemde insanlar arasında “özgürlüksüz dayanışma” vardı. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra sermayenin kontrolünde ve liberalizm ideolojisi doğrultusunda “dayanışmasız özgürlük” dönemi yaratıldı. 1848 ayaklanmalarından sonra ise, artık dayanışma ve özgürlük uzlaşmalıydı. Devletin amacı sınıfsal çatışmaları azaltmak ve her sınıf mensubuna eşit gelişim hakkı sağlamaktı. Bu anlamda, Lasalle, Marksizm’in devrimci metotlarını ve proleter diktatörlük ilkesini reddederek sosyal demokrasiye yelken açıyordu. Lasalle’e göre, genel oy hakkı işçi sınıfı açısından önemli bir kazanımdı ve demokratik düzen içerisinde daha adil bir sistem kurmak mümkündü.
Eduard Bernstein (1850-1923): Sosyalist revizyonizmin ve çağdaş sosyal demokrasinin en önemli kurucularından biri kabul edilen Eduard Bernstein, 6 Ocak 1850 tarihinde Polonya’dan gelerek Berlin’e yerleşmiş Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Orta gelirli bir ailenin çocuğu olan Bernstein’ın babası demiryolu makinistiydi. Bernstein’ın amcası Aaron Bernstein ise işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi. Bu nedenle, küçük Eduard Bernstein, hem bir makinist ve emekçi olan babası sayesinde çalışma yaşamının zorluklarını yakından gözlemliyor, hem de işçi sınıfına yönelik ideolojik yayınlar yapan amcası sayesinde entelektüel bir çevrede yetişerek teorik birikimini geliştiriyordu. Marksizm’in kurucusu Karl Marks’ın ülkesi olan Prusya’da (Almanya), sosyalizm ciddi bir fikir akımı olarak 19. yüzyıl ortalarından itibaren etkili olmaya başlamıştı. Ancak dağınık bir prenslikler ülkesi olan Prusya, siyasal birliğini ancak 1871’de Kayzer I. Wilhelm ve Şansölye Otto von Bismarck liderliğinde kazanabiliyordu. Bernstein da, bu ortamda Marks’ın eserlerini derinlemesine okuyup araştıran genç bir entelektüeldi. Siyasal birliğin ve ulusal devletin kurulmasını Marksist teorik düzlemde feodalizmden kapitalizme geçiş aşaması şeklinde olumlu olarak yorumlayan birçok Alman sosyalisti ile paralel şekilde düşünüyordu. Bernstein, eğitimi sonrası banka memuru olarak çalışmaya başladı. 1872’de Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’ye üye oldu. Partiye girince, sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı. Almanya’da sosyalist bir devrimin çok uzun olmayan bir vadede gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ancak Şansölye Otto von Bismarck’ın anti-sosyalist yasaları nedeniyle ülkeden sürülünce İsviçre’ye yerleşti. Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürih baskısının editörlüğünü Karl Marks’ın onayıyla yaptı. 1888’de Bismarck’ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınırdışı edilince, derginin yayımını Londra’da sürdürdü. Burada Marks’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’in yakın dostu oldu ve sosyalizmin demokratik düzen içerisinde adım adım gelişeceğini savunan, ılımlı ancak etkili İngiliz Fabian Derneği’nin önderleriyle de yakın ilişkiler geliştirdi. 1891’de Ortodoks Marksizm’den evrimci sosyalizme dönüşen fikirlerini Evrimsel Sosyalizm adlı eserinde duyurdu. Marksizm’in dogmatikleştirilmesini ve eleştirel aklın ortadan kaldırılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiren Bernstein, sosyal demokrasinin temelini oluşturan fikirlerini bu kitapta dile getirdi. 1901’de Almanya’ya dönen Bernstein, işçi hareketinde giderek güçlenen revizyonist eğilimin kuramcısı durumuna geldi. 1902’de SPD milletvekili olarak Reichstag’a seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü. SPD içerisinde Ortodoks Marksizm’in zayıflaması sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi. Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein, sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı. Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, buna karşın 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi. Nazilerin kanlı saldırılarını, “dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları” olarak değerlendirdi. Nasyonal Sosyalizm’in yükselişini çaresizlik içerisinde izledi ve buna karşı aktif bir mücadele stratejisi geliştiremedi. O öldükten birkaç ay sonra, Adolf Hitler kendini Führer ilan edecekti. Aslında çekirdekten yetişme bir Marksist olan Eduard Bernstein’ın fikirlerinin sosyal demokrasiye evrilmesine neden olan üç önemli gelişme yaşanmıştı. Birinci neden, SPD’de siyaset yapan Bernstein’ın, partinin artan işçi sınıfı nüfusuna da paralel olarak giderek halkla bütünleştiğini ve demokratik seçimler yoluyla iktidara gelebileceğini fark etmesiydi. Bu nedenle, devrimci Marksizm’in tehlikeli yollarından ziyade parlamenter sistem içerisinde demokratik mücadele ile işçi sınıfının haklarını arttırmak mümkün olabilirdi. İkinci önemli neden, Almanya ekonomisinin o yıllarda ciddi ekonomik büyüme oranları yakalaması, işsizliğin düşmesi ve maaşların yükselerek işçilerin daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasıydı. Üçüncü olarak, Alman sendikaları ve meslek örgütleri de o dönemde parlamenter sistem içerisinde birçok kazanım yapabileceklerini düşünmeye başlamış ve bu üç önemli nedenle Alman solunda revizyonizm popüler hale gelmişti. Ancak daha katı ve radikal olan Ortodoks Marksistlerin hala sesi daha gür çıkıyordu ve birilerinin artık bu duruma cesaretle karşı çıkabilmesi lazımdı. İşte Bernstein, bir anlamda o ilk taşı atan adam olmuştu. Bernstein, hiç çekinmeden ve gocunmadan Marks’ın diyalektik materyalizmini eleştiriyor ve bunun Marks’ın Hegel’den fazla etkilenmesiyle alakalı olarak ortaya çıkmış sosyal gerçeklerle örtüşmeyen bir yaklaşım olduğunu savunuyordu. Bernstein’a göre, diyalektik materyalizm Marksistleri ampirik dünyadan uzaklaştırıyordu. Örneğin, Ortodoks Marksist teoride kapitalizmin gelişmesiyle orta sınıfın küçülmesi ve ortadan kalkması beklenirken, Almanya’da bunun tersi bir süreç yaşanıyordu. Bu nedenle, Bernstein, Marksistlerin tek bir düşünce ve metoda bağlı kalmadan daha ciddi ve özgün çalışmalar yapmaları ve ekonomik verileri ön plana almaları gerektiğini düşünüyordu. İkinci olarak, Bernstein’ın yaptığı çok önemli bir tercih artık siyasal şiddeti reddetmek ve demokratik mücadele metotlarını benimsemekti. Tarihi iki sınıf (ezen ve ezilen sınıflar) arasındaki mutlak ve değişmez bir mücadele olarak gören Ortodoks Marksistler, bu bakış açıları nedeniyle siyasal şiddeti meşru kabul edebiliyorlardı. Oysa Bernstein’a göre, Marksistler hümanist de olmalıydı. Dahası, tüm insanlık tarihi sınıf savaşlarından ibaret değildi. Sınıflar, ülkeler, toplumlar arası dayanışma ve yardımlaşmanın örnekleri de vardı. Bu sebeple, Bernstein, artık devleti tek bir sınıfın aygıtı olarak görmüyor, farklı sosyal katmanların bu aygıt üzerinde farklı derecede ağırlıkları olabileceğini düşünüyordu. Üçüncü olarak, Bernstein, Ortodoks Marksizm’in tarihsel determinizmi ve kaçınılmazlık anlayışından uzaklaşarak, irade ve ahlakın önemini ortaya koyuyordu. Bernstein’a göre, insanların davranış ve düşünce kalıplarını tek belirleyen sınıfsal pozisyonları ve tarihsel koşullar olamazdı, insan iradesi ve ahlakı da en az onlar kadar önemliydi. Bu da, aslında bireyin değer ve önem kazanması demekti. Dördüncü olarak, Bernstein, tarihsel kaçınılmazlıktan uzaklaştıkça, Alman düşünür Immanuel Kant’ın da etkisiyle şüpheciliğe ve deneyimciliğe daha fazla yer vermeye başlıyor, bu sayede artık Marksist tezler kutsal kabul edilmiyor ve sorgulanabiliyordu. Bernstein, bu yaklaşımları doğrultusunda Alman orta sınıfının büyüdüğüne dikkat çekiyor ve kapitalizmin çökmeyeceğini, tam tersine daha da güçleneceğini iddia ediyordu. Bu fikirleriyle Eduard Bernstein, “dönek” şeklinde küçültücü suçlamalara rağmen, Ortodoks Marksistlerin sesinin çok gür çıktığı bir dönemde aslında herkesin sorgulamaya başladığı bazı tezleri ilk kez yüksek sesle söyleyebilen öncü bir düşünür ve yapıcı bir siyasetçiydi. Ancak sosyal demokrasinin faşizm gibi büyük bir tehlike karşısında zayıf kalması nedeniyle, Bernstein ve onun ılımlı sosyal demokrat fikirleri 1990’lara kadar yeterince iyi anlaşılamadı. Bu nedenle, dünyada sol teoride uzun yıllar boyunca siyasal şiddete dayalı demokrasi dışı yaklaşımlar Bolşevizm’in varlığına da paralel olarak ayakta kaldı.
Karl Kautsky (1854-1938): Eduard Bernstein’la birlikte modern sosyal demokrasinin iki büyük kurucusundan biri kabul edilen Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi düşünür ve siyasetçi Karl Kautsky, Prag’da doğmuş ve Viyana'da felsefe ve tarih öğrenimi görmüştür. Siyasi yaşamına Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nde başlayan Kautsky, zaman içinde Alman sosyal demokratları içinde sivrilmiş ve 1895’te Friedrich Engels’in ölümüyle birlikte hareketin önde gelen otoritesi durumuna gelmiştir. Her ne kadar, Kautsky, Bernstein revizyonizmine daima karşı çıkmış ve kendisini Ortodoks Marksist olarak tanımlamışsa da, yaptıkları, yazdıkları ve SPD içerisinde Rosa Lüksemburg ve diğer Ortodoks Marksistlere karşı mücadelesiyle, aslında sosyal demokrasinin yolunu açan bir düşünür olmuştur. Kendini daima bir Marksist olarak tanımlayan Karl Kautsky’i sosyal demokrasiye yaklaştıran temel tavrı, aslına bakılırsa sosyalizme demokratik metotlar içerisinde ulaşabileceğine inanmasıydı. Sıkı bir Charles Darwin okuru olan Kautsky, evrim düşüncesine inanıyordu. Bu nedenle, sosyalizme de devrimci değil, evrimci metotlarla ulaşılabileceğine kanaat getirmişti. Kautsky, sosyalizmin daha fazla sömürü ve radikalleşmeden değil, daha iyi yaşam koşullarına kavuşma ve normalleşme ile mümkün olacağını savunmaya başladı. Demokratik parlamenter sistem, Kautsky’e göre nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı için harika bir mücadele aracıydı. Bu anlamda, Kautsky, Bernstein gibi hiçbir zaman tam anlamıyla sosyal demokrat olmadı, ancak devrimci sosyalizm yerine parlamenter sistemi kabul eden evrimci sosyalizmi savunması onu demokratik sistem içerisine dâhil etti. Böylelikle sosyal demokrasi teorisi de meşruiyet kazanmış oluyordu. İkinci olarak, Karl Kautsky, hayatı boyunca teorik ve siyasal olarak mücadele ettiği ve kendisini “hain” ve “dönek” olarak nitelendiren Sovyet lideri Vladimir İlyiç Lenin’den farklı olarak, entelektüellerin sosyalizm açısından önemine inanıyor ve onların yerinin anti-entelektüel bir tavırla bürokratlarla doldurulamayacağını düşünüyordu. Kautsky’e göre, Lenin’in kurmak istediği sistem sonuçta bir bürokratik oligarşi doğuracak ve bu yolla sosyalizme asla ulaşılamayacaktı. Ayrıca Kautsky’nin sosyal demokrasiye üçüncü önemli katkısı, üstelik yine Lenin’le ciddi bir polemiğe girmek pahasına, Bolşevizm’in kullandığı şiddet ve terör metotlarını asla kabul etmemesiydi. Kautsky’e göre, şiddet burjuva devrimlerinin metoduydu ve işçi devrimleri demokratik olmalıydı. Bu nedenlerle, Kautsky, kendisi kabul etmemesine karşın Ortodoks Marksizm’den kopmuş ve sosyal demokrasiye yelken açmıştı. Sonuçta, Kautsky, Ortodoks ve devrimci Marksizm’i evrimci ve parlamenter sisteme dayalı bir Marksist yorumla revize ederek sosyal demokrasiye giden yolu açmış önemli bir düşünürdü. Kautsky’nin fikirlerini sosyal demokrasi alanında daha ileri aşamaya taşıyan ise Eduard Bernstein olmuştu.
Jean Jaures (1859-1914): Ünlü Fransız sosyalist fikir adamı ve politikacı Jean Léon Jaures, fikirleri, örnek yaşamı ve trajik ölümüyle 20. yüzyılda dünya solunda önemli izler bırakmış değerli bir isimdir. 3 Eylül 1859’da orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Jaures, amiral olan kardeşi Louis Jaures gibi Castres Koleji’nde burslu okumuş ve henüz küçük yaşlardan itibaren zekâsıyla dikkat çekmiştir. Parlak bir öğrenci olduğu için genel müfettişlerden Mösyö Deltour’un dikkatini çeker ve onun çabalarıyla eğitimine Louis-le-Grand Lisesi’nde devam eder. 1878’de Ecole Normale Superieuer’e hazırlandı ve sınavı birincilikle kazandı. 1881’de felsefe öğretmenliği sınavında üçüncü oldu. İkinci Henri Bergson, birici ise Lesbazeilles olmuştu. 1881’den 1883’e kadar Albi Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yaptı. 1883’ten 1885’e kadar Toulouse Üniversitesi’nde konferanslar verdi. Ayrıca genç yaşından itibaren siyasetle ilgilenmeye başladı ve 1885’te Tarn milletvekili seçildi. Cumhuriyetçi etiketini taşımasına karşın, daha ilk günlerden fikirleriyle sosyalist solun sahiplendiği bir isim haline geldi. Meclis içerisinde hümanist kişiliği ve müthiş hitabet yeteneğiyle dikkat çekti. 1889’da seçimleri kaybetti ve yeniden edebiyat fakültesindeki yerine döndü. Bu sıralar “Duyulan Dünyanın Gerçekliği” ve “Luther, Kant, Fichte ve Hegel’de Sosyalizmin Kökenleri” adlı iki doktora tezi hazırladı. Depeche gazetesinde yazılar yazdı. Toulouse Belediye Meclisine üye seçildi ve Halk Eğitim Dairesi Müdür Yardımcılığı’na getirildi. 1893 yılından başlayarak Sosyalist Parti’ye bağlı olarak yeniden milletvekili seçildi. Yavaş yavaş Fransız siyasetinde önemli bir isim haline geliyordu. 1898 seçimlerinde yenilgiye uğradı ancak mücadeleyi bırakmadı. Özellikle Dreyfus Olayı sonrası Petite Republique’te yazılar yayınladı ve faşistlerle mücadele etti. Humanité dergisindeki yazılarıyla Fransız solunun en sevilen ve en çok okunan şahsı oldu. Bu dönemde, sosyalistler ve cumhuriyetçileri bir arada tutan önemli bir isim haline geldi. 1914 yılında Raove Villain adlı bir tetikçi tarafından Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıkması nedeniyle öldürüldüğü son ana kadar mücadelesine devam etti. Jaures, hümanist kişiliğiyle siyasal rakipleri tarafından da dahi sevilen ve sayılan bir insan olmuştu. İnsanları sevdiği gibi doğayı da severdi. Kendini “kültürlü bir köylü” olarak nitelendirir, kır yaşamını ve tarla işlerini severdi. Keskin bir zekâsının yanında hayattan keyif almayı bilen, yemek yemeyi, şarap içmeyi, okumayı, arkadaşlarıyla sohbet edip kahkahalar atmayı çok seven bir insandır. Lucien Levy Bruhl’e göre, Jaures’in daima zayıfa olana, ezilene karşı sempati besleyen bir yanı vardır ve sosyalist eğilimlerinin temelinde de bu güdü yatmaktadır. Para hesabı yapmayı pek bilmez. Gösterişli giyim kuşamın da onun için pek bir önemi yoktur. Alçak gönüllü bir yaşantısı olmuştur. İnsanoğlunun kötülüğüne inanmak istemez. Kısa boylu, geniş omuzlu pek de çekici sayılmayabilecek bir fiziksel görüntüsü vardır. Ancak Léon Blum, kendisi için “Albert Einstein’ı saymazsam, hayatımda tanıştığım beni en çok etkileyen insandır” demiştir. Jaures, bir Rönesans adamıydı, bilgi dağarcığını sadece sosyalist yapıtlarla değil, her türlü kitap ve eserle daima geliştiriyordu. Bir konferans konuşmasını sonradan gazeteye dikte ettirebilecek kadar gelişmiş bir hafızası vardır. Jaures, Fransız tarihinin en iyi hatiplerinden birisidir ve hatta Léon Blum’e göre Bossuet’den sonra gelen en iyi hatiptir. Konuşmaları sade ancak bilgiyle donatılmış, güzel tasarlanmış etkileyici metinlerdir. Dahası ses tonu ve jest-mimikleriyle izleyenleri adeta hiptonize eden bir tarzı vardır. Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler açısından da özel bir önemi vardır Jaures’in. Jaures, Balkan Savaşları ve sonrasında Türklere reva görülen eziyetleri eleştirmiş ve Türkiye’den bazı İttihatçılar ve İştirakçılarla (Hüseyin Hilmi) temas etmiş ve mektuplaşmıştır. Jaures’in İştirakçı Hilmi’ye yönelik bazı tavsiyeleri de olmuştur. İlk Türk sosyalizm kuramcılarından Şefik Hüsnü Değmer de Jaures'in öğrencisi olmuştur. Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminde, Jaures, Avrupa’nın Türklere yönelik vicdanlı sesi olarak daima sevilmiş ve sayılmıştır. Balkanlar’da Türklere yönelik katliamlarını kınayan Jaures, İkinci Meşrutiyet döneminde Türk aydınlarınca “hürriyet kahramanı” olarak görülmüştür. Hatta 2 Ağustos 1914 günü Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı onun için saygı duruşunda bulunmuştur. Yahya Kemal, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım” adlı anı kitabında Paris’te gençken sosyalistlerin düzenlediği ve Jaures’in konuşmacı olduğu mitinglere katıldığını ve ona büyük hayranlık duyduğunu itiraf eder. Yahya Kemal, “Eski Paris” adlı şirinde ise şöyle yazmıştır; “Eski Paris’te bir ömür geçti; Jaures’in gür sedası devrinde, Tuncu canlandıran ilahtı Rodin, Verlaine absendi Baudelaire afyonuna, Karışan bir sihirli hazdı şiir”. İlk Türk komünistlerden Mustafa Suphi, 1919’da Moskova’da toplanan Birinci Komintern Kongresi’nde Jaures’i saygıyla anar. 60 yıl sonra Ataol Behramoğlu, bu sözleri Mustafa Suphi Destanı’nda şiirleştirmiştir. Büyük usta Attila İlhan ise, yıllar sonra bir yazısında Jaures’e olan sevgisini anlatır ve eserlerinin hala dilimize çevrilmediğinden yakınır. Arslan Başer Kafaoğlu da, “Enternasyonal’in Başarısızlığı” başlıklı yazısında Jaures’in dünya savaşını önleme çabalarını sevgiyle anar. Jaures’in siyasal fikirleri, düşüncelerini derli toplu ortaya koyduğu kapsamlı eserleri olmadığı için genelde az bilinen bir konudur. Jaures’in diğer bazı sosyalistlerden ayrılabilecek en belirgin özellikleri, cumhuriyet rejimine duyduğu büyük sevgi ve büyük dinler konusunda oldukça saygılı tutumudur. Aklı tahttan indiren her türlü harekete karşı çıkmasına karşın, Jaures, büyük dinler konusunda dikkatli ve saygılıdır. Bezirci’ye göre, dinden ziyade bunun siyasal amaçlarla istismar edilmesinden rahatsız olmuştur. Ilımlı ve hümanist kişiliği nedeniyle cumhuriyetle sosyalizmi, devrimle evrimi, ulus ile insanlığı birleştirmek ve uzlaştırmak istemiştir. Birleştirici felsefesi tarih anlayışına da yansır. Marks’ın ekonomik determinizmi ve materyalizmi ile idealizm arasında sentez kurmayı dener. Histoire Socialiste adlı eserinde iyi bir tarihçi olduğunu gösterir. Jaures, yurtseverlik konusunda da sosyalistlere örnek bir isim olmuştur. Jaures’e göre, “yurt bir gerçekliktir” ve enternasyonal bir sosyalist devrimin olabilmesi için öncelikle ulusal düzlemde sosyalist rejimlerin kurulabilmesi gerekir. Bu anlamda, Jaures, yurtseverliği enternasyonalizmi geliştiren bir faktör olarak görmüştür. Vatan savunması ve anti-emperyalizm de Jaures’e göre sosyalizme karşıt değildir. Ancak kolonicilik, emperyalizm ve şoven yayılmacılık Jaures’e göre yurtseverlikle uzaktan yakından alakalı değildir. Bu nedenle, çok sevdiği Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı’nda paylaşım kavgasına girmesini istememiş, savaşa karşı çıkmış ve bunu canıyla ödemiştir. Jaures’e göre, yurttan ancak iki yolla uzaklaşılabilir; her tarihsel topluluğu aralarında hiçbir bağ olmayan küçük gruplara, kümelere bölerek ve bütün yurtları bir ek yurdun egemenliği altına sokarak. Birinci yaklaşımla, Jaures, aslında sınıfsal mücadeleyi zayıflatacak sol sekterliğe, etnik milliyetçilik ve mezhepsel siyasete, ikinci yaklaşımıyla ise ulusal egemenliği yok sayan sosyalist imparatorluk projelerine (hayattayken göremediği SSCB, Stalinizm ve tek ülkede sosyalizm) karşı çıkmıştır. Jaures için yurt ve enternasyonal birbirini perçinlemiştir; “Ulusların bağımsızlığı en yüksek güvenliği Enternasyonal’de bulmaktadır. Öte yandan, Enternasyonal de en güçlü ve en soylu dayanağını bağımsız uluslarda bulmaktadır. Neredeyse insanın şöyle diyesi geliyor: Az yurtseverlik bizi Enternasyonal’den uzaklaştırır, çok yurtseverlik ise ona yaklaştırır. Bu bakımdan sosyalist ve enternasyonalist emekçilerin ulusal savunmanın örgütlerine katılmalarında hiçbir çelişme yoktur. Gerçi burjuvaların aykırı davranışları yüzünden emekçiler bazen Cumhuriyet’ten soğurlar, ama Cumhuriyet’in gerçekten tehdit edildiğini görünce öfkeyle ayağa kalkarlar ve Avrupa’da yeni bir Cumhuriyet’in kurulduğunu görünce sevinçten titrerler. Onlar için yurt da Cumhuriyet gibidir. Burjuvaların ve kapitalistlerin yurt anlayışını protesto etmek için sosyalistler yurt kavramından yüz çevirmezler, tersine ulusun bağımsızlığı tehlikeye girince dört elle sarılırlar ona” diye yazmıştır Jaures. Jaures’e göre; sosyalizm, siyasal Cumhuriyet’i toplumsal Cumhuriyet’e dönüştürecek bir ileri adımdır. Jaures için sosyalizm “uygarlığın başlangıcından bu yana insanlığın yarattığı bütün zenginliklerin, erdemlerin, güzelliklerin doruğu, toplamı, birleşme yeri, miras noktası”dır. Yine Jaures için, sosyalizm, insanlığın seçkin bir topluluk haline gelmesini sağlayacaktır. Sosyalizmin dayanak noktalarını Cumhuriyet fikrinde ve Fransız Devrimi’nde bulur. Jaures, cumhuriyeti savunma politikasını emekçi sınıfın kavgasının bir uğrağı sayar, Karl Kautsky ve Eduard Bernstein arasındaki çatışmada ise Kautsky’e yakın durmuştur. Jaures için, sentez, kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu nedenle, daima uzlaştırıcı ve sentezci bir siyasal çizgisi oldu. Ulusal düzeyde sosyalist mücadeleyi zayıflatan anarşist eğilimleri ve sahte enternasyonalist tavırları sevmedi. Jaures tarihe büyük önem vermiş, ama bazı tarihçilerin muhafazakâr-statükocu eğilimlerinden rahatsız olmuştur. Geçmişi aşırı övenler, ya da şimdiye safça hayranlık besleyip haksızlıkları dile getirmekten korkanları sevmemiştir. Ona göre, geçmişe nesnel bakılmalı ve daha iyi bir gelecek kurmak için şimdi de acımasızca eleştirilebilmelidir. Laikliğin temelde bir egemenlik meselesi (meşruiyet kaynağının ruhban sınıflardan alınarak, ulus ve cumhuriyet anlayışı doğrultusunda halka verilmesi) ve insan aklının özgürleştirilmesi olduğuna inanan Jaures, dini inanca saygısızlık etmemesine karşın laikliğin korunmasına da büyük önem vermiştir. Bunlara ek olarak, Jaures, bireyi yok sayan ve önemsiz gören birçok sosyalist teorisyenin aksine bireye ve özellikle de aklını özgürleştirmiş bireye büyük önem veren bir sosyalizmi savunmuştur. Jaures’e göre; özgür toplumu özgür birey kurabilir, bu nedenle hiçbir şey bireyin üstünde olamaz. Sosyalizm de bireyin kendini istediği alanlarda geliştireceği, istediği kadar çalışabileceği en yüksek özgürlük rejimi olacaktır. Kapitalist sistem, Jaures’e göre sağladığı sahte bireysel özgürlük görüntüsü altında bireyi istemediği alanlarda kendisi için değil, başkaları için (artı değer teorisi) çalışmaya zorlayan acımasız bir sistemdir. Birey, liberal düzende sermayeye ve kâr anlayışına boyun eğmiştir ve asla özgür değildir. Dış politikaya da meraklı olan Jaures, sömürgeciliği kapitalizmin bir sonucu olarak görür. Sosyalist rejimler ulusal düzeyde hâkim olursa, Jaures’e göre emperyalizm ve sömürgecilik de ortadan kalkacaktır. Bu nedenle, sosyalizm dünya barışı da demektir. Sosyalizm ilkeleri Jaures’in düşüncesinde bir sosyalist ahlak yapısının oluşmasına da sebep olmuştur. Jaures’e göre, sosyalist ahlak kutsal dinlerin tam anlamıyla başaramadığı ahlaklı ve dürüst toplumu kurabilecek yegane kaynaktır.
Leon Blum (1872-1950): Fransa’nın ilk sosyalist Başbakanıdır. Faşizm tehlikesi karşı komünistlerle işbirliği yapmıştır. Şiddetin her türlüsünü reddetmiş ve demokrasiyi savunmuştur. Rus devriminin yapısına (terör metotları, azınlık iktidarı) karşıydı. Bolşevizm’in evrensel olmadığını ve Avrupa’ya hiç uygun düşmediğini savunuyordu. Ortak mülkiyete dayalı bir düzen demokrasi içerisinde gerçekleşmeliydi.
Fabian Hareketi: İngiltere’de 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan bir harekettir. Fabian Derneği etrafında oluşmuştur. Anti-Marksist bir sosyalizm anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Amaçları sosyalist devrim değil, sosyalist evrimdir. Bunun için, sosyalist aydınların sistem içerisinde önemli yerlere gelmesi gerektiğine inanıyordu. Muhafazakâr İngiltere’de dönüşümlerin ancak reform yoluyla olabileceğini öngörüyordu. İngiliz İşçi Partisi’nin çizgisine yön vermiştir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKLAR
- Cem, İsmail (1984), Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir... Ve Türkiye’de Olabilirliği, İstanbul: Cem Yayınevi.
- Jaures, Jean (1999), Demokrasi, Barış ve Sosyalizm, çeviren ve derleyen: Asım Bezirci, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
- Kavukçuoğlu, Deniz (2003), Sosyal Demokraside Temel Eğilimler, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
- Kışlalı, Ahmet Taner (2006), Siyasal Sistemler Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, Ankara: İmge Kitabevi.
- Kışlalı, Ahmet Taner (2007), Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Kitabevi.
- Özdalga, Haluk (2001), Sosyal Demokrasinin Kuruluşu, Ankara: İmge Kitabevi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder