Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışan Prof. Dr. Nasuh Uslu[1], 2000 yılında henüz Yardımcı Doçent olarak çalışırken Türk-Amerikan ilişkileri hakkında önemli bir kitap yazmıştır.[2] 21. Yüzyıl Yayınları’nın bastığı kitap, aslında çok önemli bir konuda yazılmış olmasına karşın, Türkiye’de daha çok akademik makale düzeyinde çalışılan ve hakkında o kadar fazla kitap bulunmayan Türk-Amerikan ilişkilerini çalışmak isteyen araştırmacıların göz atmak isteyecekleri faydalı bir eserdir. Bu yazıda, bu kitabın giriş bölümündeki teorik kısım özetlenecek ve günümüze uygun bazı tartışma konuları eklenerek konu genişletilecektir.
Prof. Dr. Nasuh Uslu
“Türk-Amerikan İlişkilerinin Teorik Tabanı” adlı kitabın ilk bölümü, Prof. Dr. Nasuh Uslu’nun Türk-Amerikan ilişkilerini Uluslararası İlişkiler disiplini açısından teorik bir zemine oturtmaya çalıştığı kitaptaki en önemli bölümdür. Uslu’ya göre; 1947’de açıklanan Truman Doktrini ile gelişmeye başlayan Türk-Amerikan ilişkileri, iki NATO üyesi ülke arasında Soğuk Savaş döneminde son derece güçlü ve yakın ilişkiler kurulmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda, Uslu’ya göre 6 temel faktör Türk-Amerikan ilişkilerini bu derece önemli bir seviyeye çıkarmıştır. Şimdi bu faktörler açıklanacak, sonra da günümüzdeki gelişmeler tarafımdan bu bilgilere eklenecektir.
- Güvenlik: Ortak bir dış tehdit, uluslararası ilişkilerde ittifak kurmanın en temel gerekçesidir. Özellikle kendisinden daha büyük güçlerin tehdidi altında olan orta ve küçük boy devletler, bu tarz güvenliksiz durumlarda başka bir büyük gücün yanında saf tutmayı sıklıkla uygun görürler. Türkiye, işte Soğuk Savaş döneminde böyle bir psikolojiyle hareket etmiş ve Sovyetler Birliği’nin komünist yayılmacı tehdidine karşı, ABD’yi ve NATO’yu kendisine güvenlik sağlayan partnerler olarak görmüştür. Elbette bu tehdit algılaması bir anda gelişmemiş ve Rusya ile Türkiye’nin 1940’larda bozulmaya başlayan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in talepleri ile doruk noktasına çıkan krizi nedeniyle su yüzüne çıkmıştır. Keza, tüm dış güvenlik stratejisini komünizmi ve Sovyetler Birliği’ni “çevrelemek” üzerine kuran ABD de, Türkiye’yi Orta Doğu ve Avrupa’ya komünizmin yayılmasını engellemek için önemli bir bariyer olarak görmüş ve bu nedenle Türkiye’ye büyük destek vermiştir. Dolayısıyla, Soğuk Savaş dönemi boyunca ilişkilerin en güçlü tetikleyicisi güvenlik faktörü olmuştur. Yazarın görüşlerine ek olarak güncel bir değerlendirme yapılırsa, ABD ile Türkiye’nin küresel terörizm, Rusya’nın yayılmacı politikaları ve radikal İslami hareketler gibi yine ortak güvenlik endişelerinin olduğu ve güvenlik konusunun ikili ilişkilerdeki hala en önemli gündem maddesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak Kürtlerin geleceği konusunda farklı stratejilerinin olması, iki ülkenin güvenlik politikalarındaki en önemli engeldir.
- Yardım ihtiyacı: Türkiye’nin yeni kurulan bir Cumhuriyet olarak ekonomik ve askeri açıdan geri kalmış ve yardıma muhtaç olması da, Soğuk Savaş dönemi boyunca dünyanın iki süpergücünden biri olan ABD ile yakınlaşmak istemesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim neredeyse hiçbir zaman Türk yöneticilerinin istediği miktarlarda olmasa da, Soğuk Savaş boyunca, ABD, Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardımlarda bulunmuş ve bu ülkenin ekonomik gelişiminde olumlu bir rol oynamıştır. Günümüzde Türkiye, güçlü ve bağımsız bir devlet olarak ABD’nin ekonomik ve askeri yardımına o kadar ihtiyaç duymasa da, ABD’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde yaşadığı tıkanıklık ve genel olarak dış politikada yalnızlaştığı dönemlerde Türkiye’ye verdiği/verebileceği diplomatik destek, Türkiye açısından hala çok gerekli bir unsurdur.
- Stratejik nedenler: Zayıf bir devlet, büyük bir devlette ittifak kurma ihtiyacı duyarsa, genellikle coğrafi olarak kendisinden daha uzakta olanı tercih eder. Zira uzakta olan ülke ile ikili ilişkiler veya bölgesel politikalar temelinde sorunlar yaşama olasılığı daha azdır. Ancak bir avantaj olarak görülen büyük devletin uzakta olması hususu, kriz zamanlarında yardım bağlamında daha zorlayıcı bir faktör haline de gelebilir. Ayrıca büyük devletlerin avantajlı konumları nedeniyle sözlerine ve müttefiklik ilişkilerine ne ölçüde sadık kalacakları da bir diğer tartışma konusudur. Nitekim Soğuk Savaş döneminde Türk akademisyenler ve askeri uzmanlar, ABD ve NATO’nun Türkiye bir savaşa girerse kendilerine destek olacağı konusuna daima şüpheyle bakmışlardır. Ancak bu şüpheye rağmen, Türk siyasetçiler, Amerikan askeri üslerinin kendi topraklarında faaliyet göstermesini Rusya’ya karşı bir güvenlik mekanizması olarak görmüşler ve Kıbrıs Sorunu nedeniyle 1975 yılında Amerikan Kongresi Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başladığında bile bu konuyu gündeme getirmemişlerdir. ABD de, Rusya’nın Orta Doğu’ya ulaşması için en önemli engel olan Türkiye’yi kaybetmek istememesi nedeniyle, ikili ilişkilerde zaman zaman yaşanan sorunlara karşın Türkiye’yi gözden çıkarmamıştır. İran’da 1979 yılında gerçekleşen İslami Devrim sonrasında ABD’nin bölgedeki ciddi güç kaybı da göz önünde bulundurulursa, Türkiye, dün de, bugün de, yarın da ABD için en önemli müttefiklerden biri olacaktır denilebilir. Güvenlik konusuna paralel olarak, stratejik nedenlerle de Türk-Amerikan ilişkileri hala gerekli ve önemlidir. Bu, yalnızca iki ülke için değil, bölgenin istikrarı için de zaruri bir konudur. Çünkü Orta Doğu coğrafyasında laik ve demokratik ülkeler İsrail ve Türkiye ile sınırlıdır (tanınmayan KKTC de buraya eklenebilir) ve ABD desteği olmadan, bu ülkelerin istikrarı da kolaylıkla bozulabilir.
- İdeoloji: Ortak veya benzer ideolojiler de farklı ülkeleri ittifak kurmak konusunda teşvik edici faktörlerdir. Güvenlik kadar olmasa da, ideoloji de müttefiklik ilişkilerinde önemli bir parametredir. Nitekim birbirine benzer ideoloji ve kültürleri olan devletlerin kurduğu ittifaklar çok daha dayanıklı ve güçlü olur. Türk siyasi eliti, yakın zamana kadar ülkelerinin laik, Batılı ve demokratik kimliğini sürekli olarak vurgulamış ve Avrupa demokrasileri ile birlikte Amerikan demokrasisinden ilham aldıklarını sıklıkla dile getirmişlerdir. Her ne kadar Amerikan ve Türk toplumları arasında ciddi kültürel farklılıklar olsa da, iki ülkenin demokrasi ve piyasa ekonomisi tercihleri, bu iki ülkeyi ideolojik olarak birbirlerine yakınlaştırmıştır. Örneğin komünist Rusya ile kıyaslandığında, kuşkusuz, ABD, Türkiye’ye daha yakın bir ülke olmuştur. ABD’nin -ateist Sovyetler Birliği’nden farklı olarak- inançlara saygılı bir devlet olması da bu noktada önemli bir husustur. Günümüzde de iki ülkenin ideolojisi liberalizm temelinde birbirlerine yakındır. Ancak radikal İslam’ın ortaya çıkışı ve ABD’de ve Avrupa’da Hıristiyan muhafazakâr hareketlerin de etkisiyle gelişen İslamofobi trendi nedeniyle, gelecekte iki ülke ilişkilerinde din faktörünün bir sorun haline gelmesinden endişe edilmektedir. Bu nedenle, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi için, “Medeniyetler Çatışması” tezinden farklı olarak “Medeniyetler İttifakı” yaklaşımına ve seküler ideolojilerin güçlenmesine ihtiyaç vardır. Türkiye’de İslamcılar yerine laik hükümetlerin işbaşı yapması da kuşkusuz ilişkilerin gelişmesinde önemli bir rol oynayabilir.
- İç politika nedenleri: Güçlü bir devletle ittifak kurmak, bir ülkeye dış politikada güvenlik ve saygınlık getirdiği gibi, iç politikada da istikrar sağlayabilir. Ayrıca patron bir devletin varlığı, gelişmekte olan bu tarz ülkelerde siyasetçilerin ve halkın kolaylıkla suçlayabileceği bir “günah keçisi”nin de bulunması demektir. Bu durum, siyasetçiler için daha rahat bir ortam sağlayabilir. Türk liderleri, ABD ile kurdukları ittifakı Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gelişimi için bir sigorta gibi görmüşler ve bu sayede Türkiye’nin uygar bir Batılı devlet olduğunu tüm dünyaya ispatladıklarını düşünmüşlerdir. Ayrıca işler kötü gittiğinde topu Washington’a atmak ve suçu ABD politikalarında aramak da, Türk siyasal elitinin işini kolaylaştıran ve onları halk nezdinde masum hale getiren bir psikolojik unsur olmuştur. Günümüzde bu unsur neredeyse tamamen ortadan kalkmış ve Türkiye, ABD’nin iç politikasını tanzim edebileceği bir devletin çok üzerinde bir güce ulaşmıştır. Ayrıca Irak Savaşı sonrasında yoğunlaşan bir şekilde, ABD’nin dış politik tercihleri ve Türkiye iç politikasına etkileri Türkiye’de eleştirilen bir konu haline gelmiş ve siyasetçiler açısından da bir avantaj olmaktan çıkmıştır. Buna rağmen, ABD’nin, çok eleştirilmesine karşın Türkiye’de hala saygın bir devlet olduğu söylenebilir.
- Tarafsızlık seçeneğinin riskleri: Mısır’ın efsanevi lideri Cemal Abdülnasır, tarafsız ve üçüncü dünyacı dış politikasını şu sözle savunmuştur: “Büyük ve küçük ölçek devletler arasındaki ittifak, kurt ile kuzunun dostluğu benzer ve sonunda kurdun kuzuyu yemesiyle sonuçlanır”. Ancak Türk liderler, Sovyet tehdidinin büyüklüğü nedeniyle, tarafsız bir dış politikayı hiçbir zaman ciddi bir dış politika tercihi olarak görmemişler ve sorunlara rağmen ABD ile ittifaka devam etmek istemişlerdir. Mısır ve Türkiye arasındaki gelişmişlik farklarına bakılırsa, Türkiye’nin stratejik tercihinin doğru olduğu kolaylıkla görülebilir. Bugün de, ABD ve NATO ittifakı, Türkiye’de genelde olumlu algılanan bir konudur. Rusya’nın son dönemdeki saldırgan politikaları olmasaydı, aslında Türkiye açısından tarafsızlık 2000’lerde ciddi bir seçenek haline gelebilirdi. Ancak Rus lider Vladimir Putin’in takip ettiği hatalı politikalar (Gürcistan ve Ukrayna’ya yönelik saldırılar ve bu ülkelerin toprak bütünlüklerinin zorla bozulması, Rusya’nın Suriye ve Dağlık Karabağ konularında Türkiye aleyhine pozisyon alması), Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşması ve Amerikan müttefikliğine yeniden sarılmasının tetikleyicisi olmuştur.
“Türk Amerikan İlişkileri” kapak
Bu 6 faktör dışında, ikili ilişkileri etkileyen bazı unsurlara da değinen Uslu, öncelikle fayda-maliyet (kâr-zarar) analizi konusuna eğilmektedir. Uslu’ya göre; Soğuk Savaş dönemi boyunca, CHP’li bazı bağımsızlıkçı ve ulusalcı siyasetçiler dışında, Türkiye’deki neredeyse tüm büyük siyasi partiler Türkiye’nin ABD ile ittifakından kazançlı çıktığını düşünmüşlerdir. Aslında bu sözü geçen CHP’liler de, ABD’ye karşı çıkmaktansa, ABD ile kurulan ilişki biçimini eleştirmiş ve Türkiye’nin bu ilişkiden daha iyi fayda sağlayabileceğini iddia etmişlerdir. ABD de, dış politikası ve güvenlik politikası uyarınca bölgede güvenilir müttefik arayışında olduğu için, Türkiye’ye Soğuk Savaş döneminde büyük önem vermiş ve bu ülkeyi kaybetmemek için çeşitli tavizlerde bulunmuştur. Dolayısıyla, fayda-maliyet analizi perspektifinden değerlendirilince, Türk-Amerikan ilişkileri her iki tarafta da olumlu olarak görülmüştür. Güncel bir değerlendirme yapmak gerekirse, ilişkilerin artı yönlerinin eksilere kıyasla hala çok daha ağır bastığı rahatlıkla söylenebilir. Zira şu da bir gerçektir ki, Türkiye, ABD’nin şerrini yaşamış ülkelere bakarak (İran, Suriye, Irak) ve kendi gelişmişliği ile Rus müttefiklerinin gelişmişlik düzeyini kıyaslayarak, kolaylıkla bu ilişkinin faydalı boyutunun farkına varabilir. ABD tarafı ise, Türkiye’siz bir Orta Doğu’da ABD ve İsrail’in ne gibi zorluklarla karşılaşabileceğini hesap ederse, yine kolaylıkla bu ittifakın önemini kavrayabilir.
İkinci önemli konu “amaçlar” şeklinde belirtilebilir. Beklentileri ve çıkarları çok farklı olan devletlerin kurduğu ittifaklar, kuşkusuz uzun soluklu ve başarılı olmayacaktır. Ancak Türkiye ve ABD’nin çıkar ve beklentileri Soğuk Savaş döneminde gayet uyumluydu; her iki ülke de komünizmin ve Sovyet Rusya’nın yayılmasına açıkça karşıydı. Lakin Kıbrıs Sorunu, Yunanistan’la ilişkiler ve başka konularda, bu makro anlayışın dışında sorunlar yaşanabiliyordu. Günümüzde, iki ülkenin birçok meseleye bakışları ortak olmasına karşın, aralarında ciddi nüanslar da görülebilmektedir. Türkiye ve ABD, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, Batıcılık ve küreselleşme konusunda büyük ölçüde benzer görüşlere sahiptirler. Ancak ABD’nin perspektifinde federatif yönetimler ve yerinden yönetim daha önemli ve geçerli yönetim ilkeleriyken, bir ulus-devlet olarak kurulan Türkiye için bu konular hala daha sakıncalı algılanmaktadır. Bu nedenle, iki ülkenin Irak ve Suriye’de yaşanan süreçlere bakışları oldukça farklılaşabilmektedir. Bu bağlamda en kritik konu ise Kürtlerin durumudur. Kendi Kürtlerini asimile ya da sisteme entegre etmeyi 90 yılda başaramayan Türkiye, toprakları dışında cazibe merkezi olabilecek bağımsız ve/veya özerk Kürt bölgelerinden açıkça rahatsızlık duymaktadır. Yine de, iki ülke arasında makro düzeyde çok büyük amaç farklılıkları olduğu bugün de söylenemez; daha ziyade yönetim modeli konusunda anlaşmazlıklar olduğu iddia edilebilir.
Üçüncü önemli konu, ittifakı oluşturan üyelerin gücü ve büyüklükleridir. Küçük olan devlet, ikili ilişkilerde büyük devletin kontrolüne girmek ve adeta “uydu devlet” (satellite state) haline gelmekten rahatsızlık duyar. Büyük devletin kendi iç siyasetini kontrol edebilecek duruma gelmesinden endişe eden küçük devlet, buna karşın dış güvenlik gerekçeleriyle bu ittifaktan vazgeçmeyebilir. Türkiye, tarihi boyunca hiçbir zaman ABD’nin veya başka bir devletin “uydu devlet”i haline gelmemiştir. Birazdan açıklanacağı üzere, bunun temel sebebi Türkiye’nin büyüklüğü ve hızla gelişmesidir. Ayrıca imparatorluk geleneğinden gelen Türkler, kuşkusuz, yönetilmekten ziyade yönetmeye alışmış bir toplumdur. Bu nedenle, ilişkileri “uydu devlet” perspektifi yerine, “kazan-kazan” (win-win) perspektifinden açıklamak daha doğru olur.
Dördüncü önemli konu, “ittifakın sağlamlığı”dır. İttifaklar, kriz zamanlarında test edilir ve güçleri ölçülür. Sağlam ittifaklar, krizleri aşabilen uzun soluklu müttefiklik ilişkileridir. Türk-Amerikan ilişkileri, 70 yıllık ittifak ilişkisinin ispatladığı üzere, birçok krizden başarıyla çıkmış sağlam ilişkilerdir. Ancak elbette ilişkilerin mükemmel ve sorunlardan tamamen uzak olduğu da iddia edilemez.
Prof. Dr. Nasuh Uslu’ya göre; Türk-Amerikan ilişkileri 1950-1975 döneminde patron devlet-uydu devlet modeli doğrultusunda değerlendirilirse, karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
A-) Nüfus: Uydu devletler, nüfus olarak küçük devletlerdir. Oysa Türkiye, 1973 yılında bile 36 milyonun üzerinde nüfusu olan orta ölçek bir devlettir. Bu nedenle, nüfus açısından uydu devlet modeli bir ilişki biçimi kurulmuş olması mantık dışıdır.
B-) Yüzölçümü: Uydu devletler, yüzölçümü olarak da küçük devletlerdir. Ancak 780.000 kilometrekare yüzölçümü olan Türkiye, bu konuda da uydu devlet kategorisinin çok üzerindedir.
C-) Ekonomi: Bu konuda 1980’lere kadar uydu devlete yakın bir görüntü çizmiştir. Zira Türkiye’nin gayrisafi milli hasılası son derece düşük, sanayileşmesi az ve yüksek teknolojik ve stratejik üretimi neredeyse hiç yoktur. Bu bağlamda, Türkiye’nin uydu devlet kategorisinden tamamen çıkması ancak1980’lerden itibaren mümkün olabilmiştir.
D-) Askeri güç: Uydu devletler, silah teknolojisi anlamında büyük devletlere bağlıdırlar. Türkiye, bu konuda da 1960’lar ve 1970’lerde uydu devletin üzerinde, ama gelişmiş bir devletin çok gerisinde yer almıştır. Türkiye’nin avantajı ordusunun büyüklüğü ve savaşma azmiydi ama silah teknolojisi, 1990’lara ve hatta 2000’lere kadar neredeyse tamamen ABD’ye bağımlıydı.
E-) Uluslararası sistem: Uydu devletler, kendi sınır sorunlarıyla meşgul olan ve bölgesel ve küresel inisiyatif almaktan kaçınan yapıdadırlar. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türkiye, daha o yıllarda bile bölgesel güce yakın bir devlet olmayı başarmıştır. Bu bağlamda, Türkiye ile ABD arasında patron devlet-uydu devlet ilişkisinden söz etmek doğru olmaz. Ama ilişkiler, kuşkusuz ABD’nin büyük devlet, Türkiye’nin küçük devlet olduğu eşitliksiz bir zeminde kurulmuştur. Bu bağlamda, günümüzde ilişkileri teorik bir zemine oturtmak için kullanılabilecek doğru yaklaşım, ulusal çıkarlara dayalı Realizm perspektifi doğrultusunda şekillenen “kazan-kazan” (win-win) anlayışıdır.
Sonuç olarak, Prof. Dr. Nasuh Uslu’nun çalışması, bu teorik zemin üzerinde uzun ve kapsamlı bir araştırma sonucunda yazılmış değerli bir eser olarak değerlendirilebilir. Ancak kuşkusuz, makalede yazarın görüşlerine eklenen bazı güncel gelişmeler ışığında bu konuda yeni çalışmalar yapılması gereklidir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://www.asbu.edu.tr/tr-TR/akademik-detay-nasuh-uslu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder