31 Ekim 2013 Perşembe

Çek Cumhuriyeti'nde Sosyal Demokratların Zaferi


Çek Cumhuriyeti’nde geçtiğimiz Cumartesi günü yapılan seçimler sosyal demokratların zaferi ile sonuçlandı. 2010 Mayıs’ında seçilen Petr Nečas Başbakanlığındaki merkez sağ Sivil Demokratik Parti (ODP) iktidarının, ülkede patlak veren rüşvet skandalı sonrasında 17 Haziran 2013’te dağılması neticesinde gidilen erken seçimlerde en büyük çıkışı merkez çizgideki liberal Memnuniyetsiz Vatandaşlar Hareketi (ANO) yaparken, oy oranını koruyan Çek Sosyal Demokrat Partisi (CSSD) seçimlerde zafere ulaştı.

1971 doğumlu genç sosyal demokrat siyasetçi ve eski Maliye Bakanı Bohuslav Sobotka liderliğindeki Çek Sosyal Demokrat Partisi (CSSD), seçim sonucunda % 20,45 oya ulaşırken, ikinci sırayı henüz 2011 yılında kurulmuş ve liderliğini 1954 doğumlu Slovak asıllı girişimci Andrej Babiš’in yaptığı Memnuniyetsiz Vatandaşlar Hareketi (ANO) % 18,65 oyla aldı.[1] Çek Cumhuriyeti’nin en zengin ikinci işadamı olduğu söylenen ve Agrofert gıda şirketinin sahibi olan Babiš, böylelikle ülkenin kısa demokratik tarihindeki en büyük sürprizlerden birine imza attı.[2] Seçimlerde üçüncü sırayı % 14,91 oyla Vojtěch Filip liderliğindeki sosyalist Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSCM) alırken, dördüncü sırayı % 11, 99 oyla Karel Schwarzenberg liderliğindeki merkez sağ-Hıristiyan Demokrat çizgideki Gelenek Zenginlik Sorumluluk 09 Partisi (TOP 09), beşinci sırayı % 7, 72 oyla seçim öncesinde yaşanan skandal sonucu yüzde 12’nin üzerinde oy kaybeden merkez sağ çizgideki ve kadın politikacı Miroslava Němcová liderliğindeki Sivil Demokratik Parti (ODP), altıncı sırayı % 6,88 oyla aynı ANO gibi ilk kez seçime giren ve radikal demokrasi talepleriyle dikkat çeken Japon asıllı Çek işadamı Tomio Okamura liderliğindeki Doğrudan Demokrasi Şafağı Partisi (UPD), yedinci sırayı ise % 6,78 oyla Pavel Bělobrádek liderliğindeki ve merkez sağ çizgideki Hıristiyan Demokrat Birlik – Çekoslovak Halk Partisi (KDU-CSL) aldı.[3] Seçimleri kazanan Çek Sosyal Demokrat Partisi’nin genel merkezinde kutlamalar yapılırken, parti lideri Bohuslav Sobotka koalisyon görüşmelerine hazır oldukları mesajını şu sözlerle verdi; “Önümüzdeki günlerde diğer siyasi partilerle bir araya gelip istikrarlı bir hükümet kurmak için kendi parti programlarımızı ve siyasi önceliklerimizi karşılaştırmayı planlıyoruz”.[4] İkinci sırada gelmesi beklenen sosyalist çizgideki Bohemya ve Moravya Komünist Partisi’nin üçüncü olması, iktidarda bir sol koalisyon hükümetinin olacağına yönelik tüm hesapları altüst ederken, ANO ve UPD gibi yeni partilerin yüzde 5 barajını aşarak parlamentoya girmeleri, ülkeyi ilerleyen aylarda zor günlerin beklediğini ispatlar nitelikteydi.
Çek Cumhuriyeti’nde koalisyon hükümeti önümüzdeki günlerde belli olacak.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı



[1] “Czech legislative election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 31.10.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Czech_legislative_election,_2013.

[2] “Andraj Babiš”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 31.10.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Andrej_Babiš.

[3] “Czech legislative election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 31.10.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Czech_legislative_election,_2013.
[4] “Çekler sol partilere yöneldi”, Euronews, Erişim Tarihi: 31.10.2013, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2013/10/26/cekler-sol-partilere-yoneldi/

30 Ekim 2013 Çarşamba

Tunus'ta Uluslararası Konferansa Katılıyorum


10-13 Kasım 2013 tarihleri arasında Friedrich Ebert Stiftung'un organize ettiği ve Tunus'ta düzenlenecek olan "Young Leaders' Regional Thematic Network" programına katılacak ve 12 Kasım'da "Gezi Parkı olayları ve Türk modeli" konulu bir konuşma yapacağım. Programla ilgili görüntü ve videoları ilerleyen günlerde web sitem ve blogumdan takip edebilirsiniz. Saygılarımla...

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

29 Ekim 2013 Salı

Marmaray Açılış Töreni


Bugün Cumhuriyet tarihinin en büyük projelerinden olan Marmaray görkemli bir törenle açıldı. Törene Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kabine üyesi bakanlarının yanı sıra Japonya Başbakanı Shinzo Abe, Somali Cumhurbaşkanı  Hasan Şeyh Mahmud, Romanya Başbakanı Viktor Ponta ve 8 ülkeden 9 Bakan katıldı. Törende yaşanan olaylar ise ayrı bir analizi hak eder nitelikteydi.

Öncelikle farklı şekilde yansıtılmaya çalışılsa da, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir projesi olan Marmaray’ı hayata geçiren herkesi kutluyorum. Osmanlı Sultanı Abdülmecid’in 150 yıllık rüyasını gerçekleştiren bu proje ile umuyorum, önemli bir metropol olmasına karşın trafik sorunu nedeniyle birçok kimsenin asla yaşamayı düşünmediği İstanbul kentinin trafik sorunu biraz olsun hafifler. Törende ilk dikkatimi çeken konu törenin tarihiydi. 29 Ekim’de milyonlarca vatandaşımız Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutlarken, buna rakip bir kutlama ya da nazire yapar gibi Marmaray açılışını bu tarihe denk getirmek bence son derece bilinçli ve kötü niyetli bir siyasal hamledir. Bu yaklaşımın demokrasi ile de uzaktan yakından alakası yoktur ve bu girişimin ardında kutuplaştırıcı anti-demokratik bir mantık bulunmaktadır. İkinci dikkatimi çeken husus, törende sahneye çıkan Bakan Binali Yıldırım’ın son birkaç haftadır yapmaya çalıştığı şekilde yine coşkulu ve kitleye yönelik bir konuşma yapmış olmasıdır. Bunları Binali Bey’in meydan siyasetine alışma gayretleri olarak görüyor ve bu çabaların ardından İzmir Büyükşehir Belediyesi adaylığının geleceğini öngörüyorum. Törendeki komik bir kare Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin toplu dua merasimi sırasında ellerini iki yana açarak Başbakan Erdoğan ve diğer gruba eşlik etme gayretleriydi. Anlaşılan Japonya Başbakanı Türkiye’den ihaleleri aldıkça daha da fazla imana gelecek…

Törende dikkatimi çeken ve beni oldukça üzen bir diğer konu ise Başbakan Erdoğan’ın artık alıştığımız, eğitimsiz halkımızın çok sevdiği ve bir Kral ya da Sultan’ı da aratmayacak şekilde verdiği bir talimatla Marmaray seferlerini 15 gün süreyle ücretsiz yapması oldu. Elbette Başbakan’ın bu jesti halkımız için hoş bir olaydır ancak olaya demokratik ve daha derin bir açıdan yaklaşırsak, bir ülke yönetiminin yönetici kişinin tamamen kişisel zevk ve tercihlerine göre ayaküstü olarak yapılması, dünyada o ülkenin idare zaafiyeti olduğu algısını yaratmakta ve o ülkenin saygınlığına gölge düşürmektedir. Eğer durumumuz gerçekten bu ise umuyorum ilerleyen günlerde Başbakan Erdoğan kararlar alırken duygularına yenik düşmez. Düşünün ki sinirli bir anında bir dış politika meselesi konusunda karar alması gerekse… Aman yarabbi, iyi ki bu kabineyle savaşa girmemişiz…

Son konu ise ilk bahsettiğim husus ile ilgili. Kıbrıs’tan bakınca genel görüntü şöyledir; Bir yanda Cumhuriyet sevincini yansıtan ve sokaklara sığmayan milyonlar, diğer yandan halkın vergileri ile yapılan önemli bir projeyi kendi ikballeri ve hesapları doğrultusunda bir şov unsuru haline getirenler... Cumhuriyet bayramının ruhunu hangisi yansıtıyor sizce?

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci

28 Ekim 2013 Pazartesi

Körfez Ülkelerinin Silah Alımları Artıyor


Son iki yıldır yaşanan Arap Baharı sürecinde bazı olumlu gelişmelere sahne olan, ancak aynı zamanda bu gelişmeler neticesinde yeni bir istikrarsızlık dönemine de giren Orta Doğu coğrafyasında birçok ülkenin silahlanmaya ayırdığı bütçeler artıyor. Yeni silah alımları konusunda en çok dikkat çeken ülkeler ise, kısaca Körfez ülkeleri olarak bilinen ve Basra Körfezi kıyısında bulunan Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman (Oman) gibi ülkeler. Bu yazıda son dönemde bu ülkelerde yapılan bazı silah alımlarını ve bu silah alımlarının jeopolitik anlamını yorumlamaya çalışacağım.
Geçtiğimiz haftalarda Körfez ülkeleri Amerika Birleşik Devletleri’nden toplam 123 milyar dolar değerinde yeni silah satın alarak barış zamanlarında tarihlerinin en büyük silah anlaşmalarına imza attılar. ABD Kongresi’nin onayına sunulan anlaşmalarda Suudi Arabistan başı çekerken, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman ve Kuveyt de benzeri anlaşmalar imzaladılar. Anlaşmalar gereği dört yıl içinde BAE 35,6, Umman 12,3 ve Kuveyt 7,1 milyar dolarlık Amerikan silahı alacak.[1] Katar ise topraklarındaki ABD askeri varlığına güvenerek şimdilik silahlanma yarışına katılmamayı seçti. Bu anlaşmalarla ABD Körfez ülkelerine savaş jetleri, helikopter, insansız hava araçları, radar ve füze savunma sistemleri sağlayacak. Krizde olan Amerikan ekonomisini rahatlatan bu gelişmelerden Başkan Obama ve muhalefetin de memnun olduğu kaydediliyor.
Körfez ülkelerinin silah alımları ABD ile de sınırlı değil. Körfez ülkelerinin Avrupa’dan silah alımları da büyük bir hızla yükselişe geçti. Alman hükümeti sözcüsü Georg Streiter daha önce yaptığı açıklamada, Katar’ın kendilerinden 200 Leopard II tankı almak istediğini belirtmiş, Alman basın-yayın organları da geçen yıl Suudi Arabistan’la Leopard tankları satışı konusunda anlaşmaya vardıklarını duyurmuştu.[2] Bunlara ek olarak Suudi Arabistan, Mayıs ayında da 72 Eurofighter Typhoon savaş uçağı satın almak için İngiltere ile 3 milyar dolarlık anlaşma imzalamıştı.[3] Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü – SIPRI’ye göre kısa bir süre önce Çin Halk Cumhuriyeti’ne geçilerek dünyanın en büyük 5. silah üreticisi ülke konumunu kaybeden İngiltere’de[4], muhafazakar Başbakan David Cameron’ın Körfez ülkelerine yapılan silah satışlarının tamamen “meşru” olduğunu belirttiği ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni Fransız Mirage uçaklarını Eurofighter Thyphoons’la değiştirmeleri için çalıştığı ifade ediliyor.[5] Ancak bu duruma tepki gösteren Avrupalılar da var. Örneğin Alman Sol Partisi-Die Linke’den Jan van Aken, insan hakları sicili bozuk ülkelere yönelik bu silah satışları nedeniyle Alman Şansölyesi Angela Merkel’i ciddi şekilde eleştiriyor.[6]
Bu yoğun silahlanmayı anlamak içinse Körfez ülkelerini güvenlik korkusu içerisine iten siyasal sebepler üzerinde durmak gerekiyor. Elbette birinci neden Körfez ülkeleri ile geleneksel olarak rekabet halindeki İran İslam Cumhuriyeti’nin yürüttüğü nükleer programın kritik bir safhaya girmesi nedeniyle İsrail’den bu ülkeye yönelen tehditler. Olası bir savaş durumunda İran’ın İsrail’e misilleme olarak Hürmüz Boğazı’ndaki petrol akışını engellemeye çalışması ve Körfez’deki stratejik noktalara hava saldırısı yapması mümkün gözüküyor. Bu nedenle Körfez ülkeleri İran’a karşı caydırıcı güçlerini arttırmak için özellikle hava savunma sistemleri konusunda atılım yapmak istiyorlar. Örneğin Riyad’ın satın aldığı 85 yeni F-15 jetinin bu tür hava saldırılarına karşı caydırıcılık amaçlı olduğu belirtiliyor.[7] Bazı uzmanlarca bu son silah alımlarında Körfez ülkelerinin İran’ın füze programına tepki olarak ilk kez ofansif silahları tercih ettiği ifade ediliyor. İkinci önemli neden ise Körfez ülkelerinin geçtiğimiz iki yılda yaşanan Arap Baharı sürecinde demokrasi dışı yönetimlerin kendi halklarının öfkesine nasıl kurban olduklarını görmelerinden kaynaklanıyor. Batı müttefiki olan Bin Ali ve Mübarek’in de Kaddafi ile aynı sona uğraması kuşkusuz Batı müttefiki Körfez ülkelerinin otokratlarını endişelendiriyor ve kendilerini Batı açısından daha yararlı kılma arayışına sürüklüyor. Bu durum da birkaç senedir ciddi ekonomik sorunlarla boğuşan Washington ve Avrupa ülkelerini rahatlatıyor.
Bu ve benzeri silah alımları krizdeki ABD ve Avrupa ekonomilerini ve onların desteklediği ülkelere karşıt olan diğer ülkelere silah satışı yapan Rusya Federasyonu ve benzeri ülkeleri rahatlatırken, barış yanlısı grupların cesaretini kırıyor. Doğal olarak ve ister-istemez insanın aklına ünlü Rus yazar Anton Çehov’un sözü geliyor; “Eğer oyunun birinci sahnesinde duvarda asılı bir silah varsa, o silah ilerleyen sahnelerde mutlaka patlar”…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı


[1] “Körfez’deki Arap ülkeleri İran’a karşı silahlanıyor”, Radikal, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi:http://www.radikal.com.tr/yorum/korfezdeki_arap_ulkeleri_irana_karsi_silahlaniyor-1020168.
[2] “Körfez Ülkelerinin Silah Alımı Arttı”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi:http://www.ntvmsnbc.com/id/25370709/.
[3] “Körfez Ülkelerinin Silah Alımı Arttı”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi:http://www.ntvmsnbc.com/id/25370709/.
[4] “18 Mar. 2013: China replaces UK as world’s fifth largest arms exporter, says SIPRI”, SIPRI, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi: http://www.sipri.org/media/pressreleases/2013/ATlaunch.
[5] “David Cameron: UK arms sales to Gulf countries ‘legitimate’”, The Guardian, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/politics/2012/nov/05/david-cameron-arms-sales-gulf.
[6] “Germany boosts arms exports to Qatar”, Deutsche Welle, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi:http://www.dw.de/germany-boosts-arms-exports-to-qatar/a-17004637.
[7] “Körfez’deki Arap ülkeleri İran’a karşı silahlanıyor”, Radikal, Erişim Tarihi: 28.10.2013, Erişim Adresi:http://www.radikal.com.tr/yorum/korfezdeki_arap_ulkeleri_irana_karsi_silahlaniyor-1020168.

24 Ekim 2013 Perşembe

Bölüm Başkanlığı


Ekim 2013 itibariyle Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü başkanlığına atanmış bulunmaktayım. Bölümün oluşmasında ve gelişiminde emeği geçen tüm öğretim üyelerine ve beni bu makama layık görenlere teşekkür ederim. Saygılarımla.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

22 Ekim 2013 Salı

Umman'da Veraset Belirsizliği


Şu sıralar Arap yarımadasının güneydoğusunda yer alan Umman ya da İngilizce bilinen adıyla Oman’da, babası Seyid İbn Tamur’u tahtan indirdiği 1970 yılından beri ülkeyi yöneten 1940 doğumlu Sultan Kâbus bin Seyd El Ebu Seyd’in yaşlanması ve çocuğunun olmaması nedeniyle ülkeyi ilerleyen yıllarda büyük bir belirsizliğin beklediği konuşulmaktadır. Bu yazıda ülkemizde son derece az tanınan bu ülke ve burada yaşanan veraset belirsizliğine dikkat çekmeye çalışacağım.
Mutlak monarşi ile yönetilen dünyadaki az sayıdaki ülkelerden biri olan Umman’da, Sultan Kâbus bin Seyd[1] iktidara geldiği 1970 yılından beri genel itibariyle istikrarlı bir yönetim kurmayı başarmıştır. İran-Irak Savaşı boyunca tarafsızlığını koruyan Kâbus bin Seyd, Batı ve Amerika ile ilişkilerinde de sıkı ekonomik ve siyasi bağlar kurmuş ve bu sayede Suudi Arabistan ve İran arasında başarılı bir denge politikası izlemeyi başarmıştır. 1992 yılında Yemen ile sınır problemini çözen Sultan’ı son dönemde zorlayan olay ise Arap Baharı sürecinde ülkesinde de çeşitli hak taleplerinin ortaya çıkması olmuştur. 2011 yılında Tunus ve Mısır’dan sonra Umman’a sıçrayan olaylar neticesinde Sultan Kâbus bin Seyd bir dizi reformlar yapmayı taahhüt etmiş ve meşruti monarşiye geçiş yolunda bazı adımlar atmıştır. Örneğin, 1991 yılında kurulmasına izin verdiği seçilmişlerden oluşan ancak bugüne kadar daha çok sembolik düzeyde yetkileri olan Meclis-i Şura’nın yasa yapmasına izin verilmiştir.[2] Oysa yakın tarihe kadar yasa yapma tekeli sadece Sultan ve hükümetin elinde bulunuyordu. Buna ek olarak Sultan olaylar nedeniyle halka yeni iş imkânları vaat etmiş ve sosyal güvenlik sistemini iyileştireceğinin sözünü vermiştir.[3] Elbette Sultan’ın elini kuvvetli yapan esas konu Batı demokrasileri karşısında son derece komik kalan bu küçük adımlar değil, ülkesine iktidarda bulunduğu 40 yıl içerisinde altyapı ve ekonomik refah seviyesi anlamında çağ atlatmış olmasıdır.[4] Dış politikada da ABD ve Batı yanlısı bir çizgide siyaset izleyen, ancak İran’la da ilişkilerini bozmayan Kâbus bin Seyd[5], bu sayede fazla bir dirençle karşılaşmadan bugüne kadar gücünü korumayı başarmıştır. Ancak kendisi ve ülkesi şimdi bambaşka bir sorunla karşı karşıyadır…
Umman’ın yakın gelecekte karşılaşması muhtemel siyasal sorunun temel sebebi; Sultan Kâbus bin Seyd’in çocuğunun ya da erkek kardeşinin olmaması ve bu nedenle ülkenin monarşik sisteminde yerine kimin geçeceğinin net biçimde belli olmamasıdır. Ülke anayasasının 6. maddesine göre; Sultan’ın erkek varisinin olmaması durumunda ölümünden sonra üç gün içerisinde kraliyet ailesinin bir isimde uzlaşması gerekmektedir.[6] Kraliyet ailesinin de bir isim üzerinde uzlaşamaması durumunda ikinci alternatif ise Sultan’ın mirasında belirttiği kişinin yeni hükümdar olmasıdır. Ancak bugüne kadar öne çıkmış bir siyasi figürün olmaması ve Sultan’ın bir mirasçıda karar kılıp-kılmadığının bilinmemesi, kendisinin ardından yaşanabilecekler konusunda büyük bir muamma oluşturmaktadır. Bazı uluslararası gözlemcilerin yaptıkları analizlerde Sultan Kâbus sonrasına dair üç kişinin adı ön plana çıkmaktadır; bunlar Sultan’ın kuzenleri Assad bin Tariq al-Said, Shibab bin Tariq ve Haitham bin Tariq’dir.[7] Ordu desteğine sahip olan Assad bin Tariq al-Said’in bu konuda favori aday olduğu söylenmektedir. Bu üç favori aday dışında bir diğer isim ise iş çevrelerinin desteğini aldığı söylenen ve Sorbonne’da eğitim alması ile eşinin Fransız olması nedeniyle bu ülke ile bağlantıları olan Fahd bin Mahmood al-Said’dir.
Umman’da ilerleyen yıllarda iktidar gelecek yeni Sultan kim olursa olsun, bugüne kadar Suudi Arabistan ve İran arasında hassas bir denge politikası uygulamayı başarmış Umman’da yeni bir Sultan’ın nasıl bir yol izleyeceği, özellikle de ülkesinde ABD ve İngiltere’ye bir askeri üs kurulmasına izin verip vermeyeceği merak konusudur. İran nükleer programına yönelik Batı kamuoyunda endişeler artarken, Umman da bu gelişecek olan yeni süreçte İran’ı çevreleme politikasının bir ayağı olarak yeni bir rol üstlenebilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı


[1] “Qaboos bin Said al Said”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Qaboos_of_Oman.
[2] “Oman’s Sultan Granting Lawmaking Powers to Councils”, Voice of America, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi: http://www.voanews.com/content/omans-sultan-shifts-lawmaking-powers-amid-unrest–117895309/136407.html.
[3] “Oman’s Sultan Granting Lawmaking Powers to Councils”, Voice of America, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi: http://www.voanews.com/content/omans-sultan-shifts-lawmaking-powers-amid-unrest–117895309/136407.html.
[4] “Succession question fuels uncertainty in Oman”, Reuters, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi:http://www.reuters.com/article/2012/05/24/us-oman-succession-idUSBRE84N0K420120524.
[5] Umman 1979 yılında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın İsrail’le yaptığı barış antlaşmasını tanıyan tek Arap ülkesi olmuştur. (“Oman’s Renaissance Man”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi: http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/03/01/omans_renaissance_man)
[7] “Succession question fuels uncertainty in Oman”, Reuters, Erişim Tarihi: 22.10.2013, Erişim Adresi:http://www.reuters.com/article/2012/05/24/us-oman-succession-idUSBRE84N0K420120524.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Fransa'da Sarkozy Geri Mi Dönüyor?


Dünyanın önemli demokrasilerinden olan Fransa’da şu sıralar gündem; Bettencourt skandalı olarak bilinen davadan aklanan önceki Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin siyasete dönüp dönmeyeceği üzerine yoğunlaşıyor. Bu yazıda size Fransa gündemini aktarmaya çalışacağım.
Fransız mahkemesi; Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde gündeme gelen Bettencourt skandalı nedeniyle Nisan 2012’deki seçimlerin hemen ardından koltuğunu kaybeden Cumhurbaşkanı Sarkozy hakkında, kozmetik devi L’Oreal’in sahibi Lilliane Bettancourt’un “yaşlılığını suiistimal ederek çıkar sağlamak suçundan” dava açmıştı.[1] Dava Sarkozy’e kaybedilen seçimlerin ardından ikinci darbe olarak yorumlanmış ve siyasi kariyerinin bittiği iddia edilmişti. Davada Sarkozy, bir önceki seçim kampanyası için L’Oreal’in sahibinden usulsüz şekilde mali yardım almakla suçlanıyordu. Oysa şimdi mahkemenin takipsizlik kararının kesinleşmesinin ardından Sarkozy’nin siyaset için yolunun açık olduğu vurgulanıyor.[2] Fransız radyo ve televizyon kanalları gelişmeyi birinci haber olarak duyururken, genel kanı bu kararla Sarkozy’nin siyasete dönmesinin önündeki en büyük engelin artık kalktığı yönündeydi. Kararın ardından kendi kurucusu olduğu muhalefetteki Halk Hareketi Birliği’ne (UMP) kendisine dava sürecinde verdiği destekten dolayı teşekkür eden Sarkozy, “Bu karar siyasette iftira atanların kesinlikle kazanamayacağını gösterdi” ifadesini kullandı.[3]
Sarkozy’nin isminin ülkede hala bir alternatif olarak konuşulması tesadüf değil; zira köklü kültürüne, Cumhurbaşkanı François Hollande döneminde Amerika Birleşik Devletleri ile oldukça uyumlu dış politikasına ve dünyanın ilk 5’inde yer alan güçlü ekonomisine rağmen son yıllarda Fransa, uluslararası medya ve kamuoyunda oldukça az konuşulan bir ülke haline gelmeye başladı. Oysa Sarkozy; 3. evliliğini yaptığı ünlü şarkıcı ve sosyetik figür Carla Bruni ile yaşadığı aşk ve kendisine özgü karizmasıyla Fransa’yı uluslararası basında da gündem maddesi yapmayı başarıyordu. Şimdiki sosyal demokrat Cumhurbaşkanı François Hollande ise, saygın kişiliğine rağmen Sarkozy’e göre daha az medyatik bir profil sergiliyor ve bu özellikle ülkeleriyle övünmeyi seven sokaktaki sağ seçmen olmak üzere bazı Fransızları memnun etmiyor. Sarkozy’nin bir diğer özelliği ise dünyanın en güzel dillerinden biri olarak kabul edilen Fransızca’yı çok iyi konuşması.[4]
Sarkozy 1993 yılında Neuilly’de rehin alınan bir çocuğu pazarlık yaparak kurtarıyor.
Sarkozy isminin yeniden gündeme gelmesinin bir diğer sebebi; merkez sağın zayıfladığı ortamda sola yönelmeyen sağ seçmenin aşırı sağdaki Marine Le Pen ve Front National’e (Ulusal Cephe ya da Milli Cephe) destek vermeye başlaması. Fransa’da son yapılan anketler, ırkçı lider Jean-Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen’in partisinin şu an ülkedeki birinci parti olduğunu gösteriyor.[5] İktidarda sosyalistlerin-sosyal demokratların olması, kimilerine göre aşırı sağa meyilli sağ seçmeni daha da radikalleştiriyor. Bu nedenle Sarkozy’nin siyasete dönmesi aşırı sağa kaymaya başlayan seçmeni merkeze çekmek açısından akıllıca bir adım olabilir.
Sarkozy 2012 yılında Hollande’dan çok acı bir yenilgi almıştı
Sarkozy’nin iktidardan uzak kaldığı dönemde İngilizcesini ilerletmesi kendisinin siyasal hedeflerinin bitmediğini gösteriyor.[6] Ancak Sarkozy’nin eşi Carla Bruni’nin daha kısa bir süre önce kocasının siyasete dönmeyeceğini açıklaması akılları karıştırıyor.[7] Elbette Sarkozy’nin siyasetten uzak olduğu dönemde partisi UMP’de yapılan Genel Başkanlık seçimlerinde[8] güçlü rakibi François Fillon’u mağlup ederek yarışı kazanan genç lider Jean-François Copé’nin varlığı[9], 2017 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy’nin merkez sağdaki tek aday olmayabileceğini düşündürüyor. Son Twitter mesajında[10] Le Pen’in yükselişinden Cumhurbaşkanı Hollande’ı sorumlu tutan Copé, bir emanetçi olmadığını göstermek için çabalıyor. 2014 yılındaki Senato seçimlerinin 3 yıl sonrasında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sağdaki adayın solda da güçlü bir rakibi olabilir. Mevcut Cumhurbaşkanı Hollande dışında bir diğer potansiyel aday, kimilerince “Küçük Sarkozy” olarak nitelendirilen İçişleri Bakanı Manuel Valls. 2012 yılında iktidara gelen Sosyalist Parti (PS)’nin İçişleri Bakanı Manuel Vals; Romanlar, göçmenler ve suçlarla mücadele konularındaki politikaları nedeniyle medyada Cumhurbaşkanı François Hollande’dan daha çok yer işgal ediyor. Sarkozy’e benzer bazı tavırlarıyla dikkat çeken Valls, Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı yolunda 2003’den sonra geliştirdiği taktiklerini akıllara getiriyor. Bu arada Valls, anketlerin de yeni gözdesi.[11]
Manuel Valls
Fransa’daki siyasal mücadele önümüzdeki yıl yapılacak olan Senato seçimleri ve Paris belediye başkanlığı seçimleriyle yeni bir aşamaya girecek. UPA için bu gelişmeleri takip etmeye devam edeceğim.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı

[1] “Fransa’da Sarkozy için siyasetin yolu yeniden açıldı”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=24874274.
[2] “Sarkozy için yol açık”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi:http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/sarkozy-icin-yol-acik.html?position=0.
[3] “Sarkozy için yol açık”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi:http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/sarkozy-icin-yol-acik.html?position=3.
[4] “Sarkozy ‘le beau parleur’”, Le Monde, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi:http://www.lemonde.fr/tele-zapping/video/2010/07/13/sarkozy-le-beau-parleur_1387614_811987.html#ens_id=1386567.
[5] Ozan Örmeci (2013), “Avrupa’da Aşırı Sağın Önlenemez Yükselişi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/avrupada-asiri-sagin-onlenemez-yukselisi/.
[6] “Sarkozy, si loin, si proche”, Le Monde, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi:http://www.lemonde.fr/politique/article/2012/09/20/sarkozy-si-loin-si-proche_1762692_823448.html.
[7] “Nicolas Sarkozy “ne reviendra pas” en politique, assure Carla Bruni”, TF1, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi: http://lci.tf1.fr/politique/non-nicolas-sarkozy-ne-reviendra-pas-assure-carla-bruni-8005764.html.
[8] Ozan Örmeci (2013), “Fransa’da UMP Yeni Liderini Seçiyor”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/fransada-ump-yeni-liderini-seciyor/.
[9] “UMP’de Copé Dönemi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 19.10.2013, Erişim Adresi:http://politikaakademisi.org/umpde-cope-donemi/.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Le Printemps Turc?


Une petite protestation écologiste qui a commencé le 28 Mai pour empêcher la dévastation de l’un des jardins publics rare à Istanbul (Le Parc de Gezi), transformée peut de temps après en une manifestation énorme en Turquie. Malgré les journaux et les chaines de télévision Turques -probablement en raison de leurs timidité envers le gouvernement- qui n’étaient pas très volontaires à rapporter cet événement, la mass-média internationale a entendu la voie des jeunes Turques. Les manifestations se sont dispersées sur grand villes Turques comme Ankara, Izmir et Eskişehir en une semaine. Apres deux mois de rébellion, maintenant, la Turquie parait calme même si la colère des jeunes Turques contre le gouvernement Islamiste n’a pas encore fini. Quelque critiques de la mass-média internationale comparent ces événements  au « Printemps Arabe » et le nomme « le Printemps Turc ». Dans cet article, je vais analyser les raisons qui ont enflammée la réaction des jeunes contre le gouvernement du parti de la Justice et du Développement.

Si on examine ces manifestations étroitement, on peut dire que la première raison qui a suscité les réactions des jeunes Turques est le danger du fondamentalisme Islamique qui a commencé à menacer des styles de vies laïc en Turquie. Le gouvernement du Premier Ministre Recep Tayyip Erdoğan récemment a établi une nouvelle loi qui restreint la vente des boissons alcoolisées. Erdoğan a aussi assimilé les fondateur de la République Turque, Mustafa Kemal Atatürk et Ismet Inönü à des alcooliques car ils ne contredisaient ou limitaient pas les boissons alcoolisées dans leur temps. Le génie du populisme Islamique, Monsieur Erdoğan, peut s’autoriser à dire des choses pareilles en raison des élections mais ses politiques autoritaires commencent vraiment à effrayer les jeunes.

La deuxième raison de ces événements était la brutalité des forces de police Turques contre les jeunes. On sait bien que la brutalité des forces de police est acceptée comme une tradition en Turquie mais on espérait que l’accès du pays à l’Union Européenne pouvait changer des choses. La violence des forces de police a causé des morts et a encore enflammé les réactions.

La troisième raison de ces démonstrations est la naissance d’une nouvelle conscience écologiste en Turquie spécialement entre les jeunes qui ont grandi dans les grandes villes. Le Parc de Gezi à Taksim est devenu comme un symbole de la résistance écologiste. Malheureusement les partis politiques Turques n’ont pas encore fait des programmes compréhensifs en faveur de la préservation de la nature.     

Quatrièmement, on doit souligner l’effet et les rôles des instruments d’internet tels que Facebook et Twitter. Ses instruments qui permet à communiquer rapidement est devenu une chance pour les jeunes en tant qu’un nouveau terrain politique. Ce n’est pas une coïncidence que le gouvernement Islamiste maintenant est en train de prépare une nouvelle loi pour limiter la communication sur internet comme il est le cas dans les pays ou les lois islamiques sont appliquées (l’Iran et l’Arabie Saoudite) et les pays communistes (le Chine et le Corée du Nord).

Cinquièmement, les attitudes irresponsable du Premier Ministre Erdoğan. Ce dernier à traité les jeunes de pillards et de maraudeurs et cette situation n’a fait augmenter les réactions et la colère. Depuis qu’il est seul sur la ligne politique en Turquie, Erdoğan a commencé à agir comme un Sultan.

Les événements de Gezi Park montre qu’il y a une population laïc très efficace et Erdoğan à l’avenir doit agir plus soigneusement.

Dr. Ozan ÖRMECİ

14 Ekim 2013 Pazartesi

La Nécessité Pour Une Troisième Voie Dans Le Monde Islamique


Les événements politiques forcent les intellectuels du monde islamique à choisir entre deux systèmes autoritaires; une système anti-démocratique fondé sur la curatelle des armées modernistes ou une système démocratique dans lequel les peuples défendant le laïcisme sont   rapidement éloignes en raison de fondamentalisme islamique. Donc, on peut dire que le monde islamique a besoin de créer une troisième voie[1], qui sera un médicament contre les coups d’états et fondamentalisme islamique dans le Moyen-Orient et l’Afrique du nord.

Jusqu’a maintenant deux modes de gouvernement existaient dans le monde islamique, excepté la Turquie qui œuvre dans un system démocratique et protège en même temps l’Islam modéré grâce au Kémalisme et son expérience avec la modernité. Le premier modèle en question est la système classique basé sur la préservation consciencieuse de la laïcité en guise d’une armée moderniste ou un despotisme. Ce model est encore valide dans quelque pays à travers le Moyen-Orient et l’Afrique du nord. L’arrestation de Président de l’Egypte Mohamed Morsi, un homme élu démocratiquement au terme d’élections libre est un des exemples les plus récents. L’histoire de la République de la Turque est aussi un bon exemple car elle a assisté à trois coups d’états en deux décades en 1960, 1971 et 1980. Au premier coup d’œil, cette système parais sauvegarder laïcisme mais en vérité elle peut encore enflammer la vague de fondamentalisme.  

Le second modèle fondé sur le vote populaire d’autre part peut facilement se transformer en pression et limitations pour différents styles de vie en plus de la victoire garantie du parti islamique lors des élections. L’exemple de Mohamed Morsi et les Frères Musulmanes vont avec cette catégorie aussi car ils ont employé des méthodes et tactiques anti-démocratiques en adoptant des lignes de conduite fondamentaliste. Mener des efforts pour la réalisation de loi Islamique (Sharia) ne peux pas appartenir à un système démocratique étant donné qu’elle contredisent les droits de l’homme.

Le clé pour la troisième voie est le nécessité d’une constitution démocratique qui permettra à la protection du laïcisme et pluralisme. Les premiers articles dans les constitutions doivent contenir les responsabilités des gouvernements sur les libertés des peuples, défendre le laïcisme et plaider pour les Chrétiens, les Judaïques, les autres religions et les athées. La système juridique doit être comme un chien de garde pour la protection des valeurs modernes car la danger toujours vient de la majorité pas les minorités. Une surveillance internationale proche (dans l’affaire Turque c’est L’Union Européenne) est aussi indispensable. Les frontières du populisme pour les partis politiques doivent être dessinés en conformité avec les normes Européens. Un système comme cela ça peut mieux marcher si nous décidons tous de nous préparer à cette nouvelle voie.


Dr. Ozan Örmeci



[1] La troisième voie est une philosophie politique et économique qui se situe entre le socialisme et le libéralisme. Le cadre conceptuel de la Troisième Voie a été formulé par le sociologue Britannique Anthony Giddens, dans des ses œuvres intitulés The Third Way. The Renewal of Social Democracy (1998) et The Third Way and Its Critics and The Global Third Way Debate (2000). J’utilise cet terme dans un nouveau contexte pour définir un système alternative dans le monde islamique. 

11 Ekim 2013 Cuma

Avrupa'da Aşırı Sağın Önlenemez Yükselişi


Medeniyetin beşiği Avrupa, son yıllarda aşırı sağın yeniden yükselişe geçmesiyle tehlikeli sinyaller veriyor. Ekonomik krizin ve yüksek işsizlik oranlarının yarattığı tepkiler, dünyada ve özellikle Avrupa’da sosyalist solun da zayıflaması sonrasında göçmen karşıtı aşırı sağ hareketlerde ifadesini buluyor. Fransa’da yapılan son anketler, Jean-Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen’in lideri olduğu Front National (FN) yani Milli Cephe’nin birinci parti konumunda olduğunu gösteriyor.[1] Bu yazıda özellikle Avrupa’da yaşayan Müslüman ve Türk azınlıkları hedef aldığı gözlemlenen Avrupa aşırı sağının yükselişine örneklerle daha yakından bakmaya ve bunun nedenleri üzerine düşünmeye çalışacağım.

Dünya kamuoyu 2011 yılının Temmuz ayında Norveç’ten gelen bir haberle sarsılmıştı… Dünyada sosyal demokrat modelin en başarılı örneklerinden biri olarak bilinen Norveç’ten gelen haberler; aşırı sağcı Anders Behring Breivik adlı katilin Müslümanlara ılımlı yaklaşımıyla bilinen Norveç İşçi Partisi’nin (Arbeiderpartiet) gençlik kampına saldırı yaptığını ve 70’in üzerinde genci katlettiğini duyuruyordu. Bu olay sonrasında Avrupa’da yıllardır devam eden aşırı sağın yükselişi nihayet kamuoyunda hak ettiği ilgiyi görmeye ve konu daha ciddi şekilde ele alınmaya başlandı. Olayın hemen ardından dünya kamuoyundan gelen tepkiler üzerine resmi makamlarca Avrupa Polis Teşkilatı Europol’ün Avrupa’da aşırı sağcı hareketlerin güncel bir haritasını oluşturacağı açıklandı.[2] Avrupalı birçok siyasetçi olayı kınayarak, aşırı sağ ile mücadele edecekleri konusunda açıklamalar yaptılar. Ancak geçen 2 yılı aşkın sürede Avrupa’da aşırı sağ ve İslamofobinin azalmadığı gibi yükseldiğini görmek mümkün. Somut örneklerle bu duruma daha yakından bakalım…

Avrupa'nın aşırı sağ haritası


Avrupa’da aşırı sağın yükselişinin ilk belirtisi, Avusturya’da 1999 yılında Jörg Haider liderliğindeki FPÖ – Özgürlükçüler Partisi’nin yüzde 26 oy alması olmuştur.[3] 2002 yılında Fransa’da Jean-Marie Le Pen’in ilk kez yüzde 16’ları bulması tehlikenin Avusturya’ya özgü olmadığını ispatlıyordu. Bulgaristan’da Türk azınlık karşıtı ve anti-semitist ATAKA’nın, İsviçre’de İsviçre Halk Partisi – SVP’nin (oy oranı yüzde 26’ları bulmuştur), Danimarka’da Danimarka Halk Partisi’nin (Dansk Folkeparti, oy oranı yüzde 12’leri aşmıştır), Norveç’te İlerici Parti’nin (Fremskrittspartiet, oy oranı yüzde 23’lere yaklaşmıştır), Macaristan’da faşist Jobbik’in, Hollanda’da liderleri Geert Wilders’le tanınan Özgürlük Partisi - PVV’nin (oy oranı yüzde 15’leri aşmıştır) yükselişleri ve zaman zaman hükümet ortağı olmaları kötü gidişatın vahametini gözler önüne seriyordu.[4] Ancak durumun korkutucu boyutlara ulaştığının son ispatları Almanya’da yaşanan tüyler ürpertici “Dönerci Cinayetleri”[5] ve Yunanistan’da zaman zaman şiddet olaylarına da karışan Altın Şafak Partisi – Hrisi Avgi’nin seçimlerde oylarını arttırması ve yüzde 7’leri bulması oldu.[6] Aslına bakılırsa Avrupalı sağcı liderler dahi liberal kanatlarının zayıfladığını ve aşırı sağın yükselişini önlemekteki başarısızlıklarını itiraf ediyorlar. İlk olarak Almanya Şansölyesi Angela Merkel'in 2010 Ekim’inde itiraf ettiği bu gerçeği, daha sonrasında Şubat 2011’de İngiltere Başbakanı David Cameron ve önceki Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de ifade etmiş ve Avrupa’da çok kültürlülüğün sonunun geldiğini söylemişlerdir.[7]

Aşırı sağın Avrupa’da yükseliş nedenlerine baktığımızda ise şu gerçeklerle karşılaşıyoruz[8];
1-) Ekonomik kriz: 2008 yılından beri yaşanan ekonomik krizin Avrupa’da sürmesi ve işsizlik oranlarının (özellikle genç işsizliği) birçok Avrupa ülkesinde alışılmadık yüksek seviyelere yükselmesi aşırı sağ yükselişin en önemli nedeni olarak gözüküyor.

Avrupa ülkelerinde işsizlik oranları

2-) İslamofobi: Avrupa’da aşırı sağın yükselişinin en önemli nedenlerinden birisi İslam dini ve Müslümanlara yönelik korku ve tepkiler olarak gözüküyor. 11 Eylül (9/11) felaketi sonrasında tüm dünyada Müslümanlara yönelik tepkilerin arttığını zaten biliyoruz. Ancak Avrupa özelinde bu durum daha vahim bir hal alıyor. Zira maalesef Avrupa’da yaşayan ve daha çok ucuz işgücü olarak tercih edilen Müslümanlar sisteme entegre olmakta bugüne kadar başarılı olamadılar. Bunda Avrupalı siyasetçilerin hatalarının olduğu tartışma götürmeyen bir gerçek. Ancak Müslüman toplulukların da 21. yüzyıl dünyasında hala feodal bazı değerleri savunmaları ve demokratik topluma adapte olmakta çekinmeleri onları önyargılı Avrupalıların gözünde daha da sevimsiz hale getiriyor. Elbette bu durumun giderilmesi konusunda Türkiye gibi Müslüman nüfusu yoğun laik bir ülkenin Avrupa Birliği’ne girmesi ve Avrupalı Müslümanların sisteme entegrasyonu konusunda lider rolü üstlenmesi gerekiyor. 200 yıllık modernleşme ve 80 yıllık laiklik tecrübesiyle Türkiye belki de dünyada bu rolü üstlenebilecek tek aktör.
3-) Irkçılık: Avrupa’da temelleri atılmış ırkçılık, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’yı sürüklediği felakete rağmen maalesef bugün hala Avrupa’nın bazı kesimlerinde etkinliğini sürdürüyor. Avrupa’da ırkçı yeraltı örgütlenmelerine yönelik etkin politikaların geliştirilememesi ve aşırı sağ siyasal partilerin siyasal alanda yer almalarına izin verilmesi kuşkusuz bu noktada en önemli sorunu teşkil etmekte.
4-) Solun zayıflaması: Avrupa’da aşırı sağın yükselişinin en önemli nedenlerinden birisi de, Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonrasında dünya çapında büyük oranda itibarı düşen sosyalist sol ve sol düşüncenin zayıflaması ve bunun Avrupa’daki hümanist değerlerin de aşınmasına yol açmasıdır. Maalesef geçmişte sosyalist solun tüm dışlanmış aktörleri kendi içerisine entegre ederek başardığı bu hümanist yaklaşım, bugün Avrupa’daki sosyal demokrat ve liberal partiler tarafından yeterince başarılı ölçüde sahiplenilemiyor.
5-) Türkiye’deki eksen kayması: Avrupa’daki aşırı sağın yükselişinde pek dile getirilmeyen bir husus ise, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ikinci döneminin sonlarından başlayarak Orta Doğu liderliği rolüne soyunan ve Yeni Osmanlıcılık tartışmalarına neden olan Türkiye’nin “eksen kayması” olarak değerlendirilen dış politik dönüşümüdür. İslam dünyası ile Avrupa arasında her zaman bir iletişim kanalı ve denge unsuru olan Türkiye’nin bu hızlı dönüşümü, elbette Avrupa’daki dengeleri de değiştirmiş ve orada da aşırı sağa gidişi hızlandırmıştır. Bu nedenle eski dengelere dönmek için Türkiye’deki hükümetin liberal reformist çizgisine dönmesi ve AB üyeliğini yeniden dış politika ajandasının ilk sırasına koyması gerekmektedir.

Dünyaya bugüne kadar ırkçılık, faşizm ve emperyalizm gibi kötü değerler dışında insan hakları, demokrasi, özgürlük-eşitlik-kardeşlik gibi çok faydalı değerler de kazandıran Avrupa’nın bir an önce yakalandığı hastalıktan kurtulması ve demokrasisini güçlendirmesi dileğiyle…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] “IFOP kamuoyu araştırmaları kuruluşu tarafından haftalık Le Nouvel Observateur dergisi için Mayıs 2014’te yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri perspektifinde gerçekleştirilen yoklamada, Marine Le Pen liderliğindeki FN’nin seçimlerde yüzde 24 oyla birinci sırada geleceği sonucu ortaya çıktı. Yoklamada, şu an ana muhalefette olan klasik sağ eğilimli Halk Hareketi İçin Birlik (UMP) partisi yüzde 22 oy oranı ile ikinci, iktidardaki Sosyalist Parti (PS) ise yüzde 19 oyla üçüncü sırada görünüyor. 2009 yılında yapılan son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 15 oy elde ederek sansasyon yaratan Yeşiller Partisi için bugün oy vereceğini söyleyen seçmen oranı ise yüzde 6’yı geçmiyor”. “Fransız milliyetçiler siyaseti karıştırdı”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25471745/.
[2] “Avrupa’da aşırı sağ alarmı”, Deutsche Welle Türkçe, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://www.dw.de/avrupada-a%C5%9F%C4%B1r%C4%B1-sa%C4%9F-alarm%C4%B1/a-15270816-1.
[3] James Mayfield (2013), “Explaining the Rapid Rise of the Xenophobic Right in Contemporary Europe”, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://geocurrents.info/cultural-geography/the-rapid-rise-of-the-xenophobic-right-in-contemporary-europe#ixzz2hR55pEyn.
[4] “Ekonomik kriz Avrupa'da aşırı sağın yükselişini hızlandırıyor”, T24, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://t24.com.tr/haber/ekonomik-kriz-avrupada-asiri-sagin-yukselisini-hizlandiriyor/203243.
[5] Murat Çiçek (2012), “Avrupa’daki Sorunlar: Almanya’da Uyanan Dev”, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/avrupadaki-sorunlar-almanyada-uyanan-dev/.
[6] George Iordanou (2013), “Golden Dawn is growing – Europe must help curb the rise of the far right”, The Guardian, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/sep/19/golden-dawn-europe-greek-cypriot.
[7]Nicolas Sarkozy joins David Cameron and Angela Merkel view that multiculturalism has failed”, Daily Mail, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://www.dailymail.co.uk/news/article-1355961/Nicolas-Sarkozy-joins-David-Cameron-Angela-Merkel-view-multiculturalism-failed.html#ixzz2hR1I5XuI.
[8] Kapsamlı bir analiz için; Zeynep Songülen İnanç & Selvet Çetin (2011), “Avrupa’nın Kendine Dönen Silahı: Dışlayıcılık ve Ayrımcılık”, SDE Analiz, Erişim Tarihi: 11.10.2013, Erişim Adresi: http://www.sde.org.tr/userfiles/file/AVRUPANIN%20KENDINE%20DONEN%20SILAHI.pdf