26 Şubat 2011 Cumartesi

Muhteşem Süleyman



Son haftalarda “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ve bu dizi etrafında yürütülen tartışmalar nedeniyle oldukça popüler hale gelen Kanuni Sultan Süleyman dönemi ve Hürrem Sultan’la Kanuni Sultan Süleyman aşkı çeşitli kitaplara da konu oluyor. Bu yönde en dikkat çeken çalışmalardan birisi, “Tarihin Arka Odası” adlı tartışma programından tanıdığımız Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Erhan Afyoncu tarafından yazılan “Muhteşem Süleyman” adlı kitaptır. Aslında son derece ciddi bir tarihçi olan Afyoncu’nun, ortalama okura hitap etmesi için kaleme aldığı bu kitabında daha basit ve akademik olmayan bir dili tercih ettiği ve dipnotsuz rahat okunur bir eser yaratmaya çalıştığı kolaylıkla fark edilecektir. Bu yazıda Afyoncu’nun kitabında yer verdiği Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan başta olmak üzere o döneme damgasını vuran kişiler ve olaylar hakkında bazı temel bilgileri özetleyeceğim.

Kanuni Sultan Süleyman 6 Kasım 1494’te Trabzon’da doğmuştur. Yavuz Sultan Selim’in oğlu olan Kanuni, bir rivayete göre ismini doğduğu zaman Kuran’da açılan bir sayfada geçen Hz. Süleyman’dan almıştır. Batılı tarihçilerin daha çok “Büyük Türk” ve “Muhteşem Süleyman” olarak tanıdıkları Sultan Süleyman, ülkemizde ise daha çok Kanuni Sultan Süleyman olarak bilinmektedir. Sultan Süleyman çocukluk yıllarını sütkardeşi Yahya Efendi ile birlikte Trabzon’da geçirmiş, burada eğitim alırken, bir yandan da Konstantin adında bir Rum’dan kuyumculuk öğrenmiştir. Sultan Süleyman 15 yaşında deneyim kazanması için Kefe’ye sancakbeyi olarak atandı. Babası Yavuz Sultan Selim tahta çıkınca İstanbul’a çağrılan Kanuni, 1513’te Manisa Valiliği’ne atandı ve tahta çıkana kadar burada kaldı. Yalnızca babasının İran ve Mısır seferleri sırasında ona vekâlet etmek için bir süreler Edirne’de bulundu. Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra tek erkek çocuk olarak kalmış (diğer dört şehzade vefat etmiştir) Kanuni Sultan Süleyman tahta 30 Eylül 1520 tarihinde sorunsuz olarak çıktı. Kanunu başa geçtiğinde Osmanlı İmparatorluğu arazi, nüfus ve bütçe açısından Avrupa’daki devletlerden daha büyüktü. Örneğin, 1525-1526 yılı Osmanlı bütçesinde devletin gelirleri 9,5 milyon duka altınıydı. Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Kanuni’ye nispeten güvenli bir ortamda devleti teslim etmişti. Doğuda Safevi tehlikesi ortadan kaldırılmış, Hint ticaret yolu Mısır ve Suriye alınarak Osmanlı denetimi altına sokulmuştu. Böylelikle Kanunu doğu güvende olduğu için yüzünü rahatlıkla Batı’ya dönebilirdi.

Sultan Süleyman tahta çıkar çıkmaz ileride kendisine Kanuni lakabının verilmesine neden olacak adil uygulamalar yapmaya başladı. Örneğin babasının sertliğinden mağdur olmuş kişilerin durumlarını düzeltti. Sultan Selim’in Tebriz ve Kahire’den zorla getirttiği sanatkârların ülkelerine dönmesine izin verdi. İran’la Osmanlı arasındaki ipek ticareti yasağını kaldırdı. Mallarına el konulmuş tüccarların zararlarını devlet hazinesinden karşıladı. Abbasi Halifesi Mütevekkil Alellah’ın Mısır’a dönmesine izin verdi. Halka zulmettiği tespit edilen görevlilere sert cezalar verdi. Kaptan-ı derya Cafer Bey hakkında yapılan zorbalık soruşturması, onun idamı ile sonuçlandı. Prizren sancakbeyi bölgesindeki reayayı köle olarak sattığı için katledildi. Kanuni’nin tahta çıkışından sonra ilk uğraştığı mesele Mısır’da patlak veren Memlük emirlerinden Şam Valisi Canbirdi Gazali isyanıdır. İsyan kısa sürede bastırıldı ve Canbirdi Gazali öldürüldü. Sultan Süleyman, ilk seferini Fatih döneminde alınamamış iki nokta hedef olan Belgrad ve Rodos’a yaptı. Belgrad seferine çıkmadan önce Ferhad Paşa’ya doğu ve güney hudutlarını sağlama alması tembih edildi ve İran’dan gelebilecek bir saldırı için önlem alındı. Belgrad çok uzun olmayan bir sürede Osmanlı tarafından fethedildi ancak Kanuni dönüş yolunda oğulları Şehzade Murad ve Şehzade Mahmud’un öldüğü haberlerini aldı. Hayatta kalan tek oğlu ise Manisa’da hasekisi olan Çerkes kızı Mahidevran’dan olan oğlu Şehzade Mustafa’ydı. Belgrad’dan sonra yeni hedef Rodos’tu. Divan’daki üyelerin çoğu buna sıcak bakmamasına karşın Piri Paşa’nın bastırmasıyla sefere çıkıldı. Ancak Rodos aylar geçmesine rağmen bir türlü alınamıyordu. Sonuçta Rodos’ta kışlanmasına ve Ferhad Paşa’nın da buraya gelmesine karar verildi. 26 Aralık 1522’de Rodos şövalyelerinin adadan gitmeleri karşılığında ada teslim alındı. Kiliseler camiye çevrildi, Cem Sultan’ın oğlu Murad ile torunu Cem bulunup öldürüldü. Kanuni ancak 1523 Şubat’ında İstanbul’a geri dönebildi. Bu tarihten sonra Osmanlı yüzünü iyice Avrupa’ya döndü. İstanbul’a dönüşünde Kanuni, daha önce alışılmadık bir uygulamaya imza atarak, Piri Paşa’nın yerine vezir-i azamlığa çocukluğundan beri tanıdığı hasodabaşısı devşirme Pargalı İbrahim Paşa’yı atadı.

Pargalı ya da Makbul İbrahim Paşa 1494’te Yunanistan’ın Parga şehrinde doğmuş, bir balıkçının oğluydu. Çocukken korsanlar tarafından kaçırılmış ve dul bir kadına satılmıştı. Kadın İbrahim’in iyi bir eğitim almasını sağladı ve özellikle yetenekli olduğu müzik alanında onun yeteneklerini geliştirmesini sağladı. Kanuni’nin Pargalı ile tanışması Manisa’da sancakbeyi olarak görev yaptığı dönemde tesadüfen oldu. Zamanla ikili arasında bir dostluk oluştu ve Süleyman İbrahim’i saraya aldırdı. İbrahim'in yükselişi zekâsı ve Sultan Süleyman’a yakınlığı sayesinde başladı. Rumca, Farsça ve İtalyanca bilen İbrahim, Roma’ya direnen Anibal’ın ve Büyük İskender’in hikâyelerini okumaktan hoşlanıyordu. Avrupa’daki siyasi gelişmeleri yakından takip ediyor ve her şeyi Sultan Süleyman’a bildiriyordu. Sultan Süleyman da bu sadık kuluna her zaman güvendi ve onun adına Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nı yaptırdı. İbrahim Ağa kısa sürede hasodabaşı ve şahinciler ağası oldu. Rodos seferi dönüşü İbrahim Paşa, Ahmed Paşa’nın entrikalarıyla görevden alınan Piri Paşa’nın yerine daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde ve teamüllere aykırı olarak vezir-i azamlığa getirildi. Bunun yanında Rumeli Beylerbeyliği de İbrahim Paşa’ya verildi. İbrahim 1523 yılında Sultan’ın dul kalmış kız kardeşi Hatice Sultan’la da evlendi. 15 gün süren muhteşem düğünde Padişah Sultan Süleyman da hazır bulundu. Bu dönemde Ahmed Paşa vezir-i azam olamayınca Mısır’da isyan edip kendi devletini kurmaya kalktı. Hain Ahmed Paşa adını alan Ahmed Paşa kısa sürede Kahire’de bulunan yeniçeriler tarafından öldürüldü. İbrahim Paşa Mısır’a gönderildi ve 3 ay içerisinde düzeni yeniden tesis etti. Böylece şöhret de kazanmış oldu. 1525’de İstanbul’da yeniçeriler isyan edip, şehrin büyük kısmını yağmaladılar. Aslında İbrahim Paşa’nın Mısır’da bulunmasından istifade eden muhalifleri bu isyanı kışkırtmışlardı. Sultan Süleyman konu hakkında geniş bir soruşturma yaptırdı ve askerleri tahrik ettiği anlaşılan Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa’yı derhal idam ettirdi. Mustafa Paşa kethüdası Bâli ile Reisülküttap Haydar da olaya karıştıkları için idam edildi. İbrahim Paşa müziğin dışında şiiri, edebiyatı, tarihi ve coğrafyayı da çok severdi. Sanatı ve sanatkârları koruduğu için sevilirdi. Mohaç’tan getirilen üç önemli heykeli sarayının bahçesine koydurtmuştu. Halkın büyük ilgi gösterdiği ve görmeye geldiği bu heykeller, bazı çevrelerde ise tepki yarattı. Heykel sanatını put dikmek olarak gören bu çevreler İbrahim Paşa’ya saldırmak için uygun anı bekliyorlardı. Ayrıca İbrahim Paşa’nın Hürrem Sultan’la arası hiç iyi değildi ve şehzade Mustafa’yı tutuyordu. Bu nedenle Hürrem Sultan da sarayda onun aleyhine çalışmaya başlamıştı.

Kanuni döneminin bir diğer ilginç olayı Fransızların Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken karşısında Osmanlı’dan yardım istemesiydi. Fransa’nın yardım isteyen mektubunu getiren elçi Almanlar’ı doğudan sıkıştırması için Kanuni’yi Macaristan üzerine bir sefer yapması için teşvik etmekle de görevlendirilmişti. Osmanlılar Macaristan’ı fethedebilirse Fransa üzerindeki Habsburg baskısı azalacaktı. Macaristan Kralı İkinci Layoş, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken ile Avusturya Kralı Ferdinand’ın kızkardeşleri Anna ile evliydi. Osmanlı yönetimi bu gelişmelerle birlikte Macaristan seferini gündeme aldı. Bu arada Şarlken Fransızlarla anlaşarak esir alınan Fransız Kralı Birinci Fransuva’yı serbest bıraktı. Ancak Osmanlı seferden vazgeçmedi. Kanuni bu seferle Şarlken’e mesaj vermek istiyordu. Şarlken’e karşı İngiltere, Fransa, Papalık, Venedik ve Milano arasında bir ittifak kurulmuştu. Macar Kralı Layoş, bu yüzden Habsburglardan Osmanlı tehdidine karşı aradığı desteği bulamadı. Macar Kralı Osmanlı ordusunu 29 Ağustos 1526’da Mohaç’ta karşıladı. Hilal taktiğinin uygulandığı bu savaş yalnızca iki saat sürdü ve Layoş da dâhil Macar ileri gelenleri öldürüldü. Bu savaşla Macar Krallığı tarihten kalktı. Ancak Osmanlı’nın hemen topraklarına katmak istemediği Macaristan’da Osmanlı ile Habsburglar arasında 150 yıla yakın süren bir çekişme başladı. Bu sefer yapılırken Kalender Şah Safevilerin desteğiyle Anadolu’da büyük bir isyan başlatmıştı. İsyanın bastırılamaması ve 30 bin kişinin desteğini alması nedeniyle Makbul ya da Pargalı İbrahim Paşa 3 bin yeniçeri ve 2 bin kapıkulu sipahisiyle Elbistan’a giderek Kalender Şah’ı yok etti. Ayrıca Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den üstün olduğunu iddia eden ve kazaskerleri ilmi tartışmada mağlup eden Molla Kabız, İbrahim Paşa tarafından serbest bırakılacakken Kanuni tarafından hapse atıldı. Bunun üzerine Şeyhülislam çağrıldı ve Kabız’a ilmi cevap verildi. Yine de sözlerinde ısrar edince Molla Kabız idam ettirildi. O dönemde Osmanlı Avrupa’daki Protestanlık hareketini de yakından takip ediyordu. Osmanlı Protestan ve Kalvinistleri her fırsatta destekledi. Kanuni bu yolla Avrupa’nın birlik sağlamasını engellemek istiyor, onları birbirlerine karşı kışkırtıyordu. Bu dönemde Avrupa’da tehdit altında yaşayan Protestanların bir bölümü Osmanlı’ya sığındılar ve Erdel (Transilvanya) ve Budin bölgelerinde Osmanlı hâkimiyetinde yaşamaya başladılar. Osmanlı’nın Mohaç zaferi sonrası atadığı Yanoş Zapolya’yı tanımayan Avusturya Kralı Ferdinand 1527’de Macaristan’ı işgal edince, 1529’da yeni bir sefere çıkıldı. Budin kısa sürede alındı ve Zapolya tekrar tahta çıkarıldı. Kanuni yeni hedefi olarak Viyana’yı belirledi. Çok soğuk ve olumsuz hava koşullarından gerçekleştirilen Viyana Kuşatması 17 gün sürmüş ve başarıya ulaşamamıştır. Avusturya Kralı Ferdinand’ın 1531’de Budin’i kuşatması üzerine yeniden sefer çıkıldı ve bu defa Şarlken hedef seçildi. Alaman Seferi olarak bilinen bu harekâtta Viyana yakınlarındaki Güns Kalesi kuşatıldı ve Şarlken’in gelmesi beklendi. Ancak ne Şarlken, ne de Ferdinand Osmanlı’nın karşısına çıkamadı. Osmanlı Avrupalılar için artık büyük bir korku nesnesi ve üzerine çok yazıp çizilen bir konuydu.

Kanuni döneminde Osmanlı yüzünü daha çok Batı’ya dönmüştü. Bu nedenle doğuya İran tarafına fazla sefer yapılmadı. Ancak bu hiçbir harekât olmadığı anlamına gelmiyordu. İlk olarak 1533’te İbrahim Paşa Tebriz’i fethetti. Ancak altyapı olmadığı için işler kötüye gidince Sultan Süleyman’ı destek için çağırdı. Sultan Süleyman’ın gelişiyle Bağdat’a girildi. Kanuni, İmam-ı Azam’ın yok edilen türbesini buldurup, yeniden yaptırttı. Ayrıca Abdülkadir-i Geylani’nin mezarı üzerine de bir türbe inşa ettirdi. Irakeyn Seferi adı verilen bu harekâtta başta Bağdat olmak üzere Kuzey ve Orta Irak fethedilmişti. 1538’de Basra hâkiminin Osmanlı’ya tabi olmasıyla bölgedeki Türk hâkimiyeti genişledi. Fakat bir süre sonra Tebriz yeniden Safevilerin eline geçti. Irakeyn Seferi’nde İbrahim Paşa’nın asıl amacının İran’ı Osmanlı’ya tabi bir devlet haline getirmek ve başına da kendisinin geçmek olduğu iddia edilir. Ayrıca bu seferde İbrahim Paşa daha önce olmadığı şekilde “serasker sultan” ünvanını kullanmıştı. Buna ek olarak sefer sırasında dönemin en önemli isimlerinden ve büyük nüfuz sahibi olan Defterdar İskender Çelebi’yi önce azlettirip, sonra da katlettirdi. Bunlar Sultan Süleyman’ın İbrahim Paşa’ya olan bakışının değişmesine yol açtı. İbrahim Paşa artık kendisini Padişah’a yakın bir yetkide görüyor, bunu konuşmalarına da yansıtıyordu. Ayrıca Hürrem Sultan da sarayda İbrahim Paşa’nın altını oymaya başlamıştı. Bunların sonucunda başta karısı Hatice Sultan’a kötü davrandığı olmak üzere hakkında birçok dedikodu çıkan İbrahim Paşa, 14 Mart 1536’da iftar için saraya çağrıldı ve burada dört dilsiz cellât tarafından katledildi. Daha önce Makbul İbrahim Paşa olarak anılan Pargalı İbrahim, bundan sonra Maktul İbrahim Paşa olarak anılacaktı. İbrahim Paşa’nın yerine Ayas Mehmed Paşa geçti. Bu yıllarda karada Osmanlı’nın karşısına çıkamayan İspanya denizde Andrea Doria komutasındaki donanmasıyla Osmanlı’ya saldırıyordu. Bunun üzerine Kanuni, daha önce denizde önemli zaferlere imza atmış Hızır Reis’i çağırttı ve ona Barbaros Hayrettin Paşa adını vererek onu kaptan-ı deryalığa getirdi. Barbaros Hayrettin Paşa 1534’te yeniden Akdeniz’e açıldı ve İtalya kıyılarını yağmalayıp Tunus’u ele geçirdi. Ancak Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması karşısında Tunus’u bırakmak zorunda kaldı ve ertesi yıl İstanbul’a döndü. 1536’da daha güçlü bir donanmayla yeniden Akdeniz’e açılan Barbaros, İtalya kıyılarını vurdu ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına kattı. Osmanlıların Akdeniz’deki denetiminin artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması kuruldu ve başına Andrea Doria getirildi. Osmanlı donanması ile Haçlı donanması 1538’de Preveze Körfezi önlerinde karşılaştı. Barbaros Hayrettin Paşa, tarihe Preveze Deniz Savaşı olarak geçen buradaki savaşta Haçlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zafer Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki egemenliğini pekiştirdi. Bu dönemde ayrıca Boğdan voyvodası Petru Rareş’in vergi vermemesi üzerine bir Boğdan Seferi de düzenlendi. 1536’da Mısır Beylerbeyliği’ne atanan Hadım Süleyman Paşa da bu yıllarda Hint Seferi’ne çıktı. Ancak sefer başarılı olamadı. 1540’larda Budin tarafında yeniden sorun yaşanınca Kanuni ve ordusu sefere çıktı ve başta Estergon Kalesi olmak üzere birçok bölgeyi fethetti. 1550’lerin başında Turgut Reis’in de katkılarıyla Trablusgarp fethedildi.

Kanuni dönemi askeri başarıların yanında saray içi entrikaların da yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönem olmuştur. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi buna örnektir. Küçük yaşta özel bir eğitim gören ve iyi bir savaşçı olduğu söylenen şehzade Mustafa Yeniçeriler tarafından da çok seviliyordu. Ancak ileride kendi oğlunun Sultan olmasını isteyen Hürrem bu durumdan çok rahatsızdı. Hürrem, İbrahim Paşa’yı bertaraf ettikten sonra şehzade Mustafa’yı hedefine oturtmuştu. Hürrem Sultan bu arada kızı Mihrimah Sultan’ı evlendirdiği Rüstem Paşa’yı ikbal merdivenlerinden çıkararak, şehzade Mustafa’ya karşı önemli bir müttefik buldu. Hürrem kendi oğlu Selim’in Padişah olması için Rüstem Paşa ile birlikte şehzade Mustafa’yı yıpratmak için çalışmalara başladı. Mahidevran Sultan da bu dönemde oğlunu korumak için çabalıyordu. Şehzade Mustafa’nın gizlice mührünü kazıtan Rüstem Paşa, onun ağzıyla İran Şahı Tahmasb’a bir mektup yazdı. Mektupta şehzade Mustafa’nın ağzından Sultan olursa kendisiyle dostluk kurmak ve kızıyla evlenmek istediği ifade ediliyordu. İran Şahı Tahmasb’ın şehzade Mustafa’ya yazdığını sandığı cevap mektubunu da ele geçiren Rüstem Paşa’nın artık elinde önemli bir koz vardı. Halkın ve yeniçerilerin şehzade Mustafa’ya olan büyük ilgisini fark eden Rüstem Paşa, Sultan Süleyman’a şehzadenin kendisi ölmeden onun yerine geçmeyi planladığını anlattı ve mektupları kanıt olarak gösterdi. Bu durum yaşlı Süleyman’ı derinden yaraladı. Sonraki seferde Mustafa’yı otağda “Ah köpek! Sende hala beni selamlayacak cesaret var mı” diyerek karşılayan Sultan Süleyman onun katlini emretti. Bu duruma tanıklık eden ve sağlık sorunları olan şehzade Cihangir de kısa sürede üzüntüden vefat edecekti. Şehzade Mustafa’nın katledilmesiyle alakalı olarak, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa’nın entrikalarının etkili olduğu ve Mustafa’nın aslında babasına karşı bir örgütlenmeye gitmediği genel olarak kabul edilir. Zaten bu ölüm orduda ve halkta çok büyük hoşnutsuzluk yaratacak, onun hakkında birçok mersiye yazılacaktır. Mahidevran Sultan, oğlu öldürüldükten sonra Bursa’ya gönderildi ve oğlunun acısını çekerken hazineden yardım yapılmadığı için evinin kirasını bile ödeyemez hale geldi. Hürrem Sultan’ın ölümünden sonra Kanuni’ye başvurdu ve durumu düzeltildi. 1581’de Bursa’da ölünce şehzade Mustafa’nın türbesine defnedildi.

Şehzade Mustafa’nın katline rağmen Osmanlı ordusu seferlerine aralıksız devam etti. Nitekim 1554’te Karabağ’a girildi ve daha sonra Revan ve Nahcivan alındı. İran’la Amasya Antlaşması imzalandı ve bir süreliğine barış yapıldı. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinden sonra tepkiler nedeniyle vezir-i azamlıktan alınan Rüstem Paşa, yine de Padişahın damadı olarak güçlü bir konumdaydı. Hürrem’in çabalarıyla onun yerine atanmış olan Kara Ahmed Paşa öldürülünce, 1555’te Rüstem Paşa yeniden vezir-i azam oldu. Rüstem Paşa bu ikinci döneminde kendisini hiç sevmeyen Yeniçerilere karşı büyük mücadele verdi. Rüstem Paşa 1561’de ölene dek sadrazam olarak görev yapmaya devam etti. Rüstem Paşa sarayda güç mücadelelerine karışmasına rağmen başarılı bir devlet adamıydı. Özellikle yabancı devletlere karşı olan sertliği nedeniyle kendisi yabancılar tarafından verilmiş “Korkunç Yaratık” ve “Gaddar” gibi sıfatlarla anılıyordu. Rüstem Paşa aldığı önlemler ve tasarruf politikasıyla devlet maliyesine büyük gelirler sağlamıştı.

Dönemin bir diğer etkili ismi olan Hürrem Sultan ise Ukrayna topraklarından esir alınıp getirilmiş bir papazın kızıydı. Asıl ismi Anastasia (Alexandria) Lisowska olan Hürrem’e ismi güler yüzlülüğü nedeniyle Padişah tarafından verilmişti. Hürrem kısa sürede aklı ve cazibesiyle Kanuni’nin gözdesi haline geldi. Padişahın ilk eşi ve büyük oğlu Mustafa’nın annesi Mahidevran’ı devre dışı bıraktı. Kanuni, Padişahların cariyelerle nikâh yapmamak geleneğini yıkarak Hürrem’le nikâhlandı. Kanuni zaman içerisinde Hürrem’e öylesine âşık olmuş ve etkisine girmişti ki, o dönemde Hürrem’in Sultan’a büyü yaptırdığı rivayet ediliyordu. Hürrem Sultan Kanuni’ye yazdığı mektuplarda “Saadetim yıldızı sultanım, benim sultanım, iki gözümün nuru sermayesi” gibi güzel sözler kullanıyordu. Kanuni ise Hürrem’e “Benim İstanbul’um, benim Karaman’ın, benim Bağdat’ım, benim Horasan’ım” şeklinde hitap ediyordu. Kanuni ve Hürrem sık sık mektuplaşıyor, Kanuni gittiği yerlerden ona mücevher, kumaş, kürk gibi pahalı hediyeler gönderiyordu. Hürrem, Kanuni’nin kendisine olan derin aşkından da faydalanarak devlet işlerine fazlasıyla karıştı. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi nedeniyle halk ondan nefret etti. Hürrem, Kanuni 1558’de Edirne’ye gittiği zaman rahatsızlandı ve tüm müdahalelere rağmen vefat etti. Süleymaniye Camii yanındaki türbesine defnedildi. Kanuni hayatının geri kalanını Hürrem’in acısıyla geçirdi.

Kitapta bu ve benzeri konularda çok detaylı bilgilere, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın birbirlerine yazdıkları mektuplar başta olmak üzere birçok ilginç tarihi belgeye yer veriliyor. Osmanlı tarihine karşı 1960’lar ve 1970’lerde olduğu gibi yeniden büyük bir ilginin gözlemlendiği bugünlerde, Afyoncu’nun kitabı tarih bilgisi üst düzeyde olmayan sıradan okurların da rahatlıkla okuyabileceği eğlenceli bir kitap olarak dikkat çekiyor.

Ozan Örmeci

23 Şubat 2011 Çarşamba

Tarih Okulu Dergisi'nin 8. sayısı çıktı!

3 ayda bir yayınlanmak üzere İzmir ve Ege Üniversitesi merkezli çıkarılan Tarih Okulu dergisinin 8. sayısı çıktı. Genel yayın yönetmenliğini Mustafa Alican'ın, sorumlu müdür ve editörlüğünü Gökhan Kağnıcı'nın, yazı işleri sorumluluğunu Aytunç Ülker'in yaptığı derginin 8. sayısına ben de "Jön Türkler ve İttihat ve Terakki" adlı bir makalemle katkıda bulundum. Aşağıda birçok değerli tarihçinin makaleleriyle katkıda bulunduğu derginin 8. sayısının içeriğine ulaşabilirsiniz;

İÇİNDEKİLER / CONTENTS

MAKALELER / ARTICLES

Süleyman Özkan, Türkiye’deki Özel Koleksiyonların Günümüze Etkileri 1-17

Mehmet Karayaman, İsmet İnönü’nün Uşak’ta Taşlanması Olayının Sebep ve Sonuçları 19-49

Özer Küpeli, Batıda Safevi Çalışmalarının Geldiği Aşama ve Son Yıla Dair Bir Bibliyografya Denemesi 51-61

Mustafa Alican, Ayartılmış Özne: Psikotarihsel Bilginin

Eleştirisine Giriş (Bir Taslak) 63-73

Mustafa Gültekin, “V For Vendetta”: Sonsuz Bir

“Başkaldırı” Pratiği Ya da Toplumsal İmgelemin Kışkırtıcılığı 75-77

H. Mustafa Eravcı / İlker Kiremit, Lale Dönemi ve Patrona Halil

İsyanı Üzerine Yeni Değerlendirmeler 79-93

Ozan Örmeci, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki 95-109

ÇEVİRİLER / TRANSLATIONS

Minhac Sirâc CÜZCÂNÎ, On İkinci Tabaka: Selçuklular

Tabakât-ı Nâsırî’den

(Çeviren: Akbar A. AGHDAM) 111-140

Harold BOWEN, Bazı Erken Dönem Selçuklu

Vezirleri Hakkında Notlar

Notes on Some Early Seljuqid Viziers

(Çeviren: Mustafa ALİCAN) 141-149

Axel HAVEMANN, Selçuklu Suriye’sinde Vezir ve Reis:

Kentin Kendi Kendini Temsil Mücadelesi

The Vizier and the Rais in Saljuq Syria: The Struggle for

Urban Self-Representation

(Çeviren: Kâzım UZUN) 151-163

The Times (21 Ocak 1983 tarihli Ullmann’ı anma yazısı),

Profesör Walter Ullmann

(Çeviren: Gaye Y. A. AGHDAM) 165-167

Reşideddin Fazlallâh, Lemse Kalesi’nin Kurtarılması

Câmiu’t-Tevârîh’ten

(Çeviren: Onur Kutlu ŞENTÜRK) 169-171

KİTAP İNCELEMELERİ / BOOK REVIEWS

Ranajit GUHA, Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih

İnceleyen: Utku ÖZMAKAS 173-178

İsmail GEZGİN, Antik Yunan ve Roma Sanatında

Cinsellik ve Erotizm

İnceleyen: Sevgül ÇİLİNGİR 179-183

İsmail MANGALTEPE / Recep KARACAKAYA,

Paul Cambon’un İstanbul Büyükelçiliği ve Ermeni Meselesi

İnceleyen: Süleyman AŞIK 185-189

Judith HERRIN, Bizans,

Bir Ortaçağ İmparatorluğu’nun Şaşırtıcı Yaşamı

İnceleyen: Şebnem ARDA 191-198

21 Şubat 2011 Pazartesi

Karl Kautsky



Eduard Bernstein’la birlikte modern sosyal demokrasinin iki büyük kurucusundan biri kabul edilen Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi düşünür ve siyasetçi Karl Kautsky (1854-1938) Prag’da doğmuş ve Viyana'da felsefe ve tarih öğrenimi görmüştür. Siyasi yaşamına Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nde başlayan Kautsky, zaman içinde Alman sosyal demokratları içinde sivrilmiş ve 1895’te Friedrich Engels’in ölümüyle birlikte hareketin önde gelen otoritesi durumuna gelmiştir. Her ne kadar Kautsky Bernstein revizyonizmine daima karşı çıkmış ve kendisini Ortodoks Marksist olarak tanımlamışsa da, yaptıkları, yazdıkları ve SPD içerisinde Rosa Lüksemburg ve diğer Ortodoks Marksistlere karşı mücadelesiyle, Kautsky sosyal demokrasinin yolunu açan bir düşünürdü. Bu yazıda Kautsky’in sosyal demokrasinin gelişmesine yol açan fikirlerini kısaca özetleyeceğim.
Kendini daima bir Marksist olarak tanımlayan Karl Kautsky’i sosyal demokrasiye yaklaştıran temel tavrı aslına bakılırsa sosyalizme demokratik metotlar içerisinde ulaşabileceğine inanmasıydı. Sıkı bir Charles Darwin okuru olan Kautsky evrime inanıyordu. Bu nedenle sosyalizme de devrimci değil, evrimci metotlarla ulaşılabileceğine kanaat getirmişti. Kautsky sosyalizmin daha fazla sömürü ve radikalleşmeden değil, daha iyi yaşam koşullarına kavuşma ve normalleşme ile mümkün olacağını savunmaya başladı. Demokratik parlamenter sistem Kautsky’e göre nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı için harika bir mücadele aracıydı. Bu anlamda Kautsky belki Bernstein gibi hiçbir zaman sosyal demokrat olmadı, ancak devrimci sosyalizm yerine parlamenter sistemi kabul eden evrimci sosyalizmi savunması onu demokratik sistem içerisine dâhil etti. Böylelikle sosyal demokrasi teorisi de meşruiyet kazanmış oluyordu. İkinci olarak, Karl Kautsky hayatı boyunca teorik ve siyasal olarak mücadele ettiği ve kendisini “hain” ve “dönek” olarak nitelendiren Sovyet lideri Vladimir İlyiç Lenin’den farklı olarak, entelektüellerin sosyalizm açısından önemine inanıyor ve onların yerinin anti-entelektüel bir tavırla bürokratlarla doldurulamayacağını düşünüyordu. Kautsky’e göre Lenin’in kurmak istediği sistem sonuçta bir bürokratik oligarşi doğuracak ve bu yolla sosyalizme asla ulaşılamayacaktı. Ayrıca Kautsky’nin sosyal demokrasiye üçüncü önemli katkısı yine Lenin’le ciddi bir polemiğe girmek pahasına Bolşevizm’in kullandığı şiddet ve terör metotlarını asla kabul etmemesiydi. Kautsky’e göre şiddet burjuva devrimlerinin metoduydu ve işçi devrimleri demokratik olmalıydı. Bu nedenlerle Kautsky kendisi kabul etmemesine karşın Ortodoks Marksizm’den kopmuş ve sosyal demokrasiye yelken açmıştı.
Sonuçta Kautsky, Ortodoks ve devrimci Marksizm’i evrimci ve parlamenter sisteme dayalı bir Marksist yorumla revize ederek sosyal demokrasiye giden yolu açmış önemli bir düşünürdü. Kautsky’nin fikirlerini sosyal demokrasi alanında daha ileri aşamaya taşıyan ise Eduard Bernstein olmuştu.
KAYNAKÇA
- Cem, İsmail. 1998. Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir. İstanbul: Can Yayınları.
- Kavukçuoğlu, Deniz. 2003. Sosyal Demokraside Temel Eğilimler. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
Ozan Örmeci


Eduard Bernstein ve Sosyal Demokrasinin Doğuşu



Modern sosyal demokrat ideolojinin kurucularından kabul edilen Eduard Bernstein (1850-1932), birçoklarına göre kendisine atfedilmiş önemden de fazlasına layık çok önemli düşünürdür. Yine birçoklarına göre Eduard Bernstein ve onun vardığı sosyal demokrasi teorisi aslında Marksizm’in yaşadığı tarihsel gelişim sürecinin doğal bir sonucudur. Bu yazıda Bernstein’ın hayatı ve fikirlerini, konuya giriş niteliğinde kısa bir özet ile genç okurlara tanıtmaya çalışacağım.
Sosyalist revizyonizmin ve çağdaş sosyal demokrasinin en önemli kurucularından biri kabul edilen Eduard Bernstein, 6 Ocak 1850 tarihinde Polonya’dan gelerek Berlin’e yerleşmiş Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Orta gelirli bir ailenin çocuğu olan Bernstein’ın babası demiryolu makinistiydi. Bernstein’ın amcası Aaron Bernstein ise işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi. Bu nedenle küçük Eduard Bernstein, hem bir makinist ve emekçi olan babası sayesinde çalışma yaşamının zorluklarını yakından gözlemliyor, hem de işçi sınıfına yönelik ideolojik yayınlar yapan amcası sayesinde entelektüel bir çevrede yetişerek teorik birikimini geliştiriyordu. Marksizm’in kurucusu Karl Marks’ın ülkesi olan Prusya’da (Almanya), sosyalizm ciddi bir fikir akımı olarak 19. yüzyıl ortalarından itibaren etkili olmaya başlamıştı. Ancak dağınık bir prenslikler ülkesi olan Prusya siyasal birliğini ancak 1871’de Kayzer I. Wilhelm ve Şansölye Otto von Bismarck liderliğinde kazanabiliyordu. Bernstein da bu ortamda Marks’ın eserlerini derinlemesine okuyup araştıran genç bir entelektüeldi. Siyasal birliğin ve ulusal devletin kurulmasını Marksist teorik düzlemde feodalizmden kapitalizme geçiş aşaması şeklinde olumlu olarak yorumlayan birçok Alman sosyalisti ile paralel şekilde düşünüyordu. Bernstein eğitimi sonrası banka memuru olarak çalışmaya başladı. 1872’de Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’ye üye oldu. Partiye girince sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı. Almanya’da sosyalist bir devrimin çok uzun olmayan bir vadede gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ancak Şansölye Otto von Bismarck’ın anti-sosyalist yasaları nedeniyle ülkeden sürülünce İsviçre’ye yerleşti. Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürih baskısının editörlüğünü Karl Marks’ın onayıyla yaptı. 1888’de Bismarck’ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınırdışı edilince, derginin yayımını Londra’da sürdürdü. Burada Marks’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’in yakın dostu oldu ve sosyalizmin demokratik düzen içerisinde adım adım gelişeceğini savunan, ılımlı ancak etkili İngiliz Fabian Derneği’nin önderleriyle de yakın ilişkiler geliştirdi. 1891’de Ortodoks Marksizm’den evrimci sosyalizme dönüşen fikirlerini Evrimsel Sosyalizm adlı eserinde duyurdu. Marksizm’in dogmatikleştirilmesini ve eleştirel aklın ortadan kaldırılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiren Bernstein, sosyal demokrasinin temelini oluşturan fikirlerini bu kitapta dile getirdi. 1901’de Almanya’ya dönen Bernstein, işçi hareketinde giderek güçlenen revizyonist okulunun kuramcısı durumuna geldi. 1902’de SPD milletvekili olarak Reichstag’a seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü. SPD içerisinde Ortodoks Marksizm’in zayıflaması sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi. Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı. Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi. Nazilerin kanlı saldırılarını, dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları olarak değerlendirdi. Nasyonal Sosyalizm’in yükselişini çaresizlik içerisinde izledi ve buna karşı aktif bir mücadele stratejisi geliştiremedi. O öldükten birkaç ay sonra Adolf Hitler kendini Führer ilan edecekti.
Aslında çekirdekten yetişme bir Marksist olan Eduard Bernstein’ın fikirlerinin sosyal demokrasiye evrilmesine neden olan üç önemli gelişme yaşanmıştı. Birinci neden SPD’de siyaset yapan Bernstein’ın, partinin artan işçi sınıfı nüfusuna da paralel olarak giderek halkla bütünleştiğini ve demokratik seçimler yoluyla iktidara gelebileceğini fark etmesiydi. Bu nedenle devrimci Marksizm’in tehlikeli yollarından ziyade parlamenter sistem içerisinde demokratik mücadele ile işçi sınıfının haklarını arttırmak mümkün olabilirdi. İkinci önemli neden Alman ekonomisinin o yıllarda ciddi ekonomik büyüme oranları yakalaması, işsizliğin düşmesi ve maaşların yükselerek işçilerin daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasıydı. Üçüncü olarak Alman sendikaları ve meslek örgütleri de, o dönemde parlamenter sistem içerisinde birçok kazanım yapabileceklerini düşünmeye başlamış ve bu üç önemli nedenle Alman solunda revizyonizm popüler hale gelmişti. Ancak daha katı ve radikal olan Ortodoks Marksistlerin hala sesi daha gür çıkıyordu ve birilerinin artık bu duruma cesaretle karşı çıkabilmesi lazımdı. İşte Bernstein bir anlamda o ilk taşı atan adam olmuştu. Bernstein hiç çekinmeden ve gocunmadan Marks’ın diyalektik materyalizmini eleştiriyor ve bunun Marks’ın Hegel’den fazla etkilenmesiyle alakalı olarak ortaya çıkmış sosyal gerçeklerle örtüşmeyen bir yaklaşım olduğunu savunuyordu. Bernstein’a göre diyalektik materyalizm Marksistleri ampirik dünyadan uzaklaştırıyordu. Örneğin, Ortodoks Marksist teoride kapitalizmin gelişmesiyle orta sınıfın küçülmesi ve ortadan kalkması beklenirken, Almanya’da bunun tersi bir süreç yaşanıyordu.[1] Bu nedenle Bernstein Marksistlerin tek bir düşünce ve metoda bağlı kalmadan daha ciddi ve özgün çalışmalar yapmaları ve ekonomik verileri ön plana almaları gerektiğini düşünüyordu. İkinci olarak Bernstein’ın yaptığı çok önemli bir tercih artık siyasal şiddeti reddetmek ve demokratik mücadele metotlarını benimsemekti. Tarihi iki sınıf (ezen ve ezilen sınıflar) arasındaki mutlak ve değişmez bir mücadele olarak gören Ortodoks Marksistler, bu bakış açıları nedeniyle siyasal şiddeti meşru kabul edebiliyorlardı.[2] Oysa Bernstein’a göre Marksistler hümanist de olmalıydı. Dahası tüm insanlık tarihi sınıf savaşlarından ibaret değildi. Sınıflar, ülkeler, toplumlar arası dayanışma ve yardımlaşmanın örnekleri de vardı. Bu sebeple Bernstein artık devleti tek bir sınıfın aygıtı olarak görmüyor, farklı sosyal katmanların bu aygıt üzerinde farklı derecede ağırlıkları olabileceğini düşünüyordu.[3] Üçüncü olarak Bernstein Ortodoks Marksizm’in tarihsel determinizmi ve kaçınılmazlık anlayışından uzaklaşarak, irade ve ahlakın önemini ortaya koyuyordu. Bernstein’a göre insanların davranış ve düşünce kalıplarını tek belirleyen sınıfsal pozisyonları ve tarihsel koşullar olamazdı, insan iradesi ve ahlakı da en az onlar kadar önemliydi.[4] Bu da bireyin değer kazanması demekti. Dördüncü olarak da Bernstein tarihsel kaçınılmazlıktan uzaklaştıkça, Alman düşünür İmmanuel Kant’ın da etkisiyle şüpheciliğe ve deneyimciliğe daha fazla yer vermeye başlıyor, bu sayede artık Marksist tezler kutsal kabul edilmiyor ve sorgulanabiliyordu.[5] Bernstein bu yaklaşımları doğrultusunda Alman orta sınıfının büyüdüğüne dikkat çekiyor ve kapitalizmin çökmeyeceğini, tamtersine daha güçleneceğini iddia ediyordu.
Bu fikirleriyle Eduard Bernstein, “dönek” şeklinde küçültücü suçlamalara rağmen, Ortodoks Marksistlerin sesinin çok gür çıktığı bir dönemde aslında herkesin sorgulamaya başladığı bazı tezleri ilk kez yüksek sesle söyleyebilen öncü bir düşünür ve yapıcı bir siyasetçiydi. Ancak sosyal demokrasinin faşizm gibi büyük bir tehlike karşısında zayıf kalması, Bernstein ve onun ılımlı sosyal demokrat fikirlerinin demokrasinin dünyada tek geçerli rejim haline geldiği 1990’lara kadar yeterince iyi anlaşılamadı. Bu nedenle dünyada sol teoride uzun yıllar boyunca siyasal şiddete dayalı demokrasi dışı yaklaşımlar Bolşevizm’in varlığına da paralel olarak ayakta kaldı. Ancak 21. yüzyılın ve küreselleşmenin toplumlara yaşattığı yeni sorunlar karşısında Bernstein ve sosyal demokrasinin yeniden güçleneceği günlerin gelmesi kanımca çok uzak bir ihtimal olarak gözükmemektedir.
KAYNAKÇA
- Cem, İsmail. 1998. Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir. İstanbul: Can Yayınları.
- Kavukçuoğlu, Deniz. 2003. Sosyal Demokraside Temel Eğilimler. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
- Özdalga, Haluk. 2001. Sosyal Demokrasinin Kuruluşu. Ankara: İmge Kitabevi.


[1] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir, sayfa 80.
[2] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir, sayfa 81.
[3] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir, sayfa 82.
[4] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir, sayfa 83.
[5] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir, sayfa 84.
Ozan Örmeci


20 Şubat 2011 Pazar

Problems of Capitalism by Karl Marx



There is no denying that Karl Marx (1818-1883), German political theorist and revolutionary, is one of the most important and influential thinkers ever lived. Marx is accepted as the founder of communism[1] and dialectical materialism[2]. Marxism is not a simple ideology, it has its own understanding of religion, sociology, politics and economics. Because of its comprehensive nature and solid ideas, Marxism is said to be like a religion. Karl Marx was a very productive writer; he wrote many books with his friend Friedrich Engels but one of these books became the symbol of him, and also communism: Das Capital (The Capital). Marx’s theory, although called by some people as a utopia, is a theory of economic development history that is based on dialectical materialism. Marx believes that all societies change by passing from different stages and the type of means of production determine these stages. For example, according to Marx after the primitive capitalism societies passed to feudalism. There was the struggle of rich landowners and peasants in this stage. The next stage was capitalism in which we see two classes struggling with each other: Proletariat (workers) and Bourgeois (capitalists, those who have means of production). Marx expects the revolution of proletariat class and global establishment of first stage of communism that is socialism. In other words, from the conflict between bourgeois (thesis) and proletariat (anti-thesis) socialism will emerge as the synthesis. Marx thinks that capitalism will fall because there are some inherent conflicts like alienation of labour, overproduction, shortage, inequality of the allocation of resources and commodity fetishism in a capitalist society. Marx perceives human beings as economic units and calls them homo economicus. He tries to create a society in which economical equality will take place with state ownership and equal distribution of resources. In this assignment, it will be shown that non-alienated labour is impossible in a wild capitalist society and we need a peaceful cooperation of labour and capital (social democracy) for preventing uneasiness and injustices. In order to reach this conclusion, Marx’s ideas about the alienation of labour will be explained in detail. I will later put forward my own ideas related to the topic.
Except creating the world’s most controversial ideology, Marx created many new terms, ideas in relation with his theory. Alienation of labour is one of these important terms granted to political economy by Karl Marx. He also calls this as externalisation. By these terms Marx tries to tell us that in a wild capitalist society proletariat class’ activity as being worker prevent them to belong to them, to act and live like free individuals. He explains this with a good analogy. “The more man puts into God, the less he retains in himself. The worker puts his life into the object; but now it no longer belongs to him, it belongs to the object. The greater this activity, therefore, the greater the worker’s lack of objects” (Marx, p. 134). Marx claims that in a capitalist society a worker’s meaning changes and he/she becomes a productive tool rather than a human being. In a sense, he/she is alienated from himself because not only his work but also his very being becomes a production mean. So, a worker becomes a slave in two respects: first, in that he receives an object of labour, second, in that he receives the means of subsistence. Marx believes that this is an inherent consequence of capitalism. Now, let us analyse how workers are alienated in a capitalist society and what constitutes alienation of labour according to Marx.
As far as Karl Marx is concerned, being a worker in the capitalist system will definitely lead to alienation of labour because workers will not have chance to possess materials, products that they produced with their own hands. Their meanings of life become the profit of their bosses, the increase of company’s share. In a sense they will lose their identity as human beings. They have to work all day and to rest at home in order to wake up the next day’s morning. They do not have any chance to develop their mental or physical skills and for surviving they should continue to live this life of vicious circle. A worker also destroys his body and wastes his mind in this kind of a system. Marx asserts that this is nothing but coerced or forced labour. “The worker, therefore, feels himself only outside his work, and feels beside himself in his work. He is at home when he is not working, and when he is working he is not at home. His work therefore is not voluntary, but coerced; it is forced labour” (Marx, p. 136). According to Marx, this kind of a life will only function workers’ animal parts. A worker will feel like an animal because he will have chance to satisfy only his animal needs not any mental needs. His activities, his job will become obligatory and he will lose the greatest quality of being a human: consciousness. This is the exact thing that separates a human from an animal. “Conscious life activity distinguishes man directly from the life activity of an animal.” (Marx, p. 139) So, a worker will be externalised from his nature, from being a human. This will also spoil human relations because like the way “A man confronts himself, he confronts another man”. (Marx, p. 140)
Marx believes that alienation of labour is not the only problem of capitalism. Marx also does not trust in market forces. He thinks that capitalism will face with problems like overproduction (surplus), shortage and rejects theories like invisible hand of Adam Smith. This will be caused because of the lack of planning in economy. That is why. all socialist countries that were established on the basis of Marxism, introduced command economies and made 5 years plans called gosplans. In addition to these market problems, Marx argues that capitalists will try to transform people into consumers for increasing their profit. It is not very surprising that we live in a world dominated by firms, brands, advertisements and commodity fetishism. Moreover, injustices will increase with the maturing of capitalism because some firms will become monopolies. What makes alienation of labour so inevitable for Marx can be easily demonstrated by this conflict. The profit of capitalists is based on the non-profit of workers. If a patron gives more salaries to workers, his profit will fall.
Now, I want to manifest my own ideas about capitalism and the alienation of labour. I think that Marx is right about his arguments in a wild capitalist society like in Europe during the early Industrial Revolution period. It is not surprising that Marx and Engels formed their theories after analysing the situation of English proletariat in Engels’ father’s factory in England. During these years, workers throughout the world were living in terrible conditions. They had to work for all day at very low prices. This kind of capitalism for sure causes alienation of worker class. Problems in German economy and worker class caused the death of millions with the emergence of a bloody dictator Adolf Hitler. It is very normal that when you make effort and create something by your own hands, you want to own what you created. Creating something, creativity is for me one of the most respectable activities that humans can make. So, this should be rewarded with a good salary and also with insurance against dangers of injury. Making a lot of efforts and gaining only money for food of course will be a great injustice. Humans are different from animals and need to satisfy their mental needs as well as physical ones. So, every individual should be given enough time and money to deal with their hobbies. Education system should be open to all and should try to orientate people according to their skills, interest instead of brainwashing and raising sheeps for the flock.
We should accept that capitalism won the war against Marxism and became widespread. In addition, capitalism gets stronger through globalisation. In my opinion, what was making and still makes capitalism so strong is the emergence of new compromising ideologies like social democracy. Although social democracy takes its roots from Marxism, social democracy has been successful in creating cooperation and agreement between labour and capital. New laws like minimum wage, leisure time, social security, the right of holiday, the right of strike and demonstration reduced the level injustices and oppression on worker class. In my opinion, especially in developed countries of Europe workers are not that alienated starting from the 1950’s. They have enough leisure time; they have now chance to develop their physical and mental skills. Furthermore, they acquire enough money to be able to live honourably. When they accumulate capital with the help of strong banking-finance system, they can make investment and to gain more. I should also admit that the number of workers reduced enormously in the last few decades because contrary to Marx’s prediction we moved from capitalist society to information age in which computers and the internet became driving forces. Nowadays, due to mechanization in heavy industries, less people work at factories. Instead people work for programming, coding and advertisement. In addition, workers are not left behind because the states offer free education and health services for their citizens. Social democrat parties who are very successful in European countries organize the state according to “equality of opportunity” principle. Thus, all groups, classes and individuals are given somehow equal chances to develop themselves and to have comfortable lives. However, the situation is not like this in all countries. In developing countries where free-market system and democracy are not settled good enough, the worker class still has serious problems. They do not have enough time to get rest. More importantly, their wages are still very low. In addition, due to unemployment problem people accept to work at prices lower than minimum wage and without insurance. Maybe for these countries we can say that capitalism still causes alienation of labour.

BIBLIOGRAPHY
- Marx, Karl, 1993, “The Portable Karl Marx”, London: Penguin Books
- Dictionary.com, http://www.dictionary.com


[1] Communism: A theoretical economic system characterized by the collective ownership of property and by the organization of labor for the common advantage of all members.
[2] Dialectical Materialism: The Marxian interpretation of reality that views matter as the sole subject of change and all change as the product of a constant conflict between opposites arising from the internal contradictions inherent in all events, ideas, and movements.
Ozan Örmeci