29 Eylül 2017 Cuma

Japon Siyasi Kültürü


2017 yılı itibariyle toplam gayrisafi milli hâsıla açısından halen dünyanın en büyük 3. ekonomisi durumundaki Japonya[1], Başbakan Shinzo Abe ve kabinesinin aldığı erken (baskın) seçim kararının ardından 22 Ekim 2017 tarihinde yeni bir parlamento (Diet) seçimlerine sahne olacaktır.[2] Seçimde, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kısa aralar dışında yıllardır daima iktidarda kalan Başbakan Shinzo Abe liderliğindeki Liberal Demokrat Parti (LDP) favori olmasına karşın, Tokyo Belediye Başkanı Yuriko Koike’nin kurduğu merkez sağ-muhafazakâr çizgideki Kibō no Tō – Umut Partisi’nin, Seiji Maehara liderliğindeki ve merkez çizgideki Japon Demokrat Partisi’nin (Minshintō), Natsuo Yamaguchi liderliğindeki Budist muhafazakâr Komeito Partisi’nin ve Kazuo Shii liderliğindeki sosyalist Japonya Komünist Partisi’nin (Nihon Kyōsan-tō) de etkili olması beklenmektedir. Daha önce Japonya siyasal sistemi hakkında sitemizde analizlere yer verilmiştir.[3] Seçimler sonrasında Japonya’da ortaya çıkacak yeni siyasal yapı hakkında da sitemizde haber ve analizlere yer verilecektir. Bu yazıda ise, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür eserinden[4] özetle, Japonya’nın siyasal hayatına yön veren Japon siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır.

Dünyada kendi öz kültürünü koruyarak Batılılaşan az sayıdaki ülkeden biri olan Japonya, ülkede var olan farklı dini inançların sosyal ve siyasal hayatta baskın bir rolünün olmamasının da etkisiyle, Nihonjinron adı verilen Japonluğunu modernleşmesine rağmen muhafaza etmeyi başarmıştır. Bu nedenle, Samuel Huntington’a göre, Japonya, kendi başına benzersiz bir uygarlıktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’dan farklı bir yeniden yapılandırma sürecinin uygulandığı Japonya’da, Nazi geçmişi nedeniyle büyük bir utanca sürüklenen Almanlardan farklı olarak, halk, faşist dönemde yapılanlara dair büyük bir suçluluk ve sorumluluk duygusu hissetmemiştir. Bunun temel sebepleri; Hiroşima ve Nagazaki’de insanlık tarihinin ilk ve tek nükleer saldırılarına hedef olan Japon halkının savaşın bedellerini fazlasıyla ödemesi, dahası General Douglas MacArthur’un kurduğu yeni sistemde birkaç yüz ordu mensubu dışında kimsenin cezalandırılmamasıdır. Nitekim Japon İmparatoru Hirohito bile bu süreçte yetkileri kısıtlanmasına karşın görevde kalabilmiştir. Elbette faşist Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesinde karıştığı birçok insanlık suçu mevcuttur; ancak dünyadaki tek atom bombası saldırılarına maruz kalmak, Japon halkının bu konudaki bakış açısını değiştirmiş ve Nazi dönemi nedeniyle suçluluk hisseden Almanya’dan farklı olarak bu ülkede yurtsever duygular azalmamıştır. Ayrıca Japon yetkililerin İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında işledikleri suçlar nedeniyle ilerleyen yıllarda diğer ülkelerden ve halklarından defalarca özür dilemeleri de bu eğilimi güçlendirmiştir. Bu nedenle, Roskin’e göre, bugün bile Japon halkının büyük bölümü, o yıllarda ülkelerinin kendileri ve diğer Asya ülkelerinin bağımsızlığı için savaştığını düşünmektedir. Coğrafi olarak son derece elverişsiz bir yere hapsedilmişlik duygusu da Japonların kendilerini mağdur görmelerinde önemli bir etkendir. Ayrıca savaş sonrasında çok büyük acılar çekerek Japonya’yı 1970’lerden itibaren yeniden ekonomik olarak önemli bir dünya gücü haline getirmeyi başaran yaşlı nesiller, Roskin’e göre genelde endişeli ve güvensiz insanlardır. Ancak yeni nesillerde durum oldukça değişmiştir. Nesil farkı Japonya’da biyolojik ve psikolojiktir. Yeni nesiller eskilere kıyasla bariz daha uzun ve iridir. Ayrıca psikolojik olarak bireyselleşme ve farklılaşma eğilimleri de çok daha güçlüdür. Ayrıca daha konforlu yaşam, dünyayı gezmek ve çok tüketmek de yeni nesillerde görülen yeni eğilimlerdir. Yaşlı nesiller, bu inanılmaz farklılıklar nedeniyle yeni jenerasyonu shin jinrui olarak adlandırır ve biraz küçümserler.

Siyasal kültür açısından önemli bir nokta, Amerikalılar nasıl bireycilikleriyle övünüyorlarsa, Japonların da grupçuluklarıyla övünmesidir. Nitekim ünlü bir Japon atasözü, “Öne çıkana çivi batar” şeklindedir. Japonlar, dikkat çekmeden ve uyum içerisinde kolektif çalışmayı tercih ederler. ABD’de ise bunun tam tersi bir siyasal kültür vardır ve insanlar bireysel başarılarıyla öne çıkmak isterler. Japonca’da yer alan enryo kavramı, insanlara küstah olmamayı teşvik eden önemli bir kavramdır. Japonlar, kendilerine özgü dil ve medeniyetleri sayesinde toplumlarını büyük bir aile gibi görürler. Japonya’nın siyasal ve ekonomik geçmişi de bu eğilime uygun bir arka plan hazırlamıştır. Nitekim Şintoizm dini Japonlara özgüven ve üstünlük duygusu aşılamış, Budizm inancı bireysel fedakârlıkları teşvik etmiş, Konfüçyanizm felsefesi hiyerarşi ve otoriteye saygıyı yaygınlaştırmış, Japonya’da uzun yüzyıllar hâkim olan feodal toplumsal düzen itaat kavramını derinleştirmiş, yaygın bir tarihsel ekonomik aktivite olan pirinç tarımı toplu çalışmayı ve suyu paylaşmayı gerektirmiş ve Japonya’nın dar siyasal coğrafyası da sıkışık yaşayan insanların birbirlerine kibar davranmalarını zorunlu hale getirmiştir. İşte bu coğrafi, ekonomik ve siyasal unsurlar, Japon toplumunun siyasal kültürüne bugüne bile etki eden en önemli unsurlardır. Dünyada suç oranının en düşük olduğu ülkelerden olan Japonya’da, grup kültürü aslında itaatkârlıkla da yakından alakalıdır. Japonlar genelde zorluk çıkarmayı sevmez ve mümkünse sorunlarını bile hukuk yoluna başvurmadan kendi aralarında halletmek isterler. Bu, birçok açıdan iyi bir özelliktir; ancak mağdur olan kesimlerin hukuksal hak arayışlarını da engelleyen bir unsur olagelmiştir.

Japonlar, başarılarını büyük ölçüde eğitim sistemlerine borçludurlar. Japon işgücü, matematik gibi alanlarda Amerikalılardan çok daha ileridedir. Eğitimde başarı çok önemlidir ve başarı stresi nedeniyle Japon öğrencilerde intihar vakaları diğer ülkelere kıyasla oldukça yaygındır. Japon eğitim sisteminde meritokrasiye dayalı bir yapı vardır ve çeşitli test ve sınavlar yoluyla hak edenin iyi konuma gelmesi sağlanır. Aile bağlantıları, torpil ve atletik yetenekler gibi unsurlar başarıda rol oynamaz. Üniversite öğrencilerinde siyasal politizasyon diğer ülkelere kıyasla düşük düzeydedir. Eğitim sistemi ise ilginç bir şekilde ezber ağırlıklıdır; yaratıcılık pek de ödüllendirilmez. Nemawashi adı verilen gruba uyum ve uyum sağlama eğilimi teşvik edilir ve ödüllendirilir. Daha başarılı ve hızlı öğrenen öğrencilerin geride kalanlara yardımcı olmaları teşvik edilir; bu sayede grup uyumu ve toplumsal dayanışma sağlanır. Japonya’da her şehirde bir devlet üniversitesi vardır; Tokyo Üniversitesi (Todai) bunlar arasında en iyisi kabul edilir. Üniversite eğitim sistemi Amerikan sistemidir, ama ezbercilik ve Japonlara özgü bazı unsurlar da mevcuttur. Eğitim sisteminde ezbercilik yoğun olmasına karşın, Japonların teknik branşlardaki büyük başarısı ve yaratıcılık konusunda da diğer milletlerden geride kalmamaları, eğitim sistemlerinin başarısına delalet eder.

İş (çalışma) kültürü ise Japonya’da en çok dikkat çeken konulardan birisidir. Japonlardaki iş sadakati de inanılmaz ölçüdedir; takım elbise giyen tipik bir Japon sarariman, muhtemelen hayatı boyunca aynı işte çalışmaktan mutluluk duyacaktır. Bu nedenle, büyük bir şirkete girildiğinde insanın iş hayatının tamamının o şirkette devam etmesi muhtemeldir. İş değiştirmek ya da transfer olmak, bu nedenle çoğu Japon için hala önemli bir tabudur. Japonlar, hem saat olarak çok, hem de yoğun çalışmaktadırlar. 12 saatlik çalışma süreleri oldukça yaygındır ve normal karşılanmaktadır. Aşırı çalışmaya dayalı olarak ölüm olarak bilinen karoshi olgusu, en yaygın Japonya’da görülür. Ancak yeni nesilde durum biraz farklılaşmış ve çalışan hakları konusu daha büyük önem kazanmaya başlamıştır. Sendikacılık bu ülkede çok zayıftır ve pek de olumlu karşılanmaz. Bu nedenle, hayat boyu çalışan ve kutu gibi evlerde yaşayan Japonlar, hayatlarını mutlu bir şekilde sürdürebilirler. Gelişmiş bir sosyal güvenlik sistemi de olmayan Japonya’da, halk, tasarruf yapmayı ve zor günleri için saklamayı öğrenmiştir. Bu nedenle, bankacılık sistemi bu ülkede oldukça gelişmiş ve yaygındır.

Japon siyasal kültüründe hara-kiri olarak da bilinen bushido olgusu da halen bile görülebilmektedir. ABD kuvvetleri 1944’te Saipan’ı ele geçirdiğinde, 4.000 kadar Japon kadın ve kız çocuğu toplu intihar eylemine girişmişlerdir. Günümüzde bile yolsuzlukla suçlanan politikacıların intiharları ya da intihar girişimleri olabilmektedir. 1970’te ünlü aşırı sağcı romancı Yukio Mishima’nın intiharı en bilinen vakadır.[5] Küçük bir grupla Tokyo’daki eski İmparatorluk karargâhını ele geçiren Mishima, girişimi başarısız olunca seppuku yaparak intihar etmiştir. Ayrıca 1993 yılında tanınmış bir milliyetçi aktivist olan Shusuke Nomura, liberal çizgideki Asahi gazetesi binasına giderek kendisini eleştiren gazete editörleri önünde intihar etmiştir. Nitekim sadakat ve gurur duygusu, Japonlarda çok güçlü bir eğilimdir. Bu, genelde toplumu çalışmaya ve dürüst davranmaya teşvik eden pozitif bir unsur olurken, zaman zaman böyle trajik vakalara da neden olabilmektedir.

Roskin’e göre, Japonya ne kadar modernleşirse modernleşsin, özünde yer alan değerleri daima muhafaza edecektir. Çünkü toplumsal olarak kabul gören yerleşik değerleri, anayasa ve yasalarla değiştirmek mümkün değildir. Japonya’daki siyasal olaylar açıklanırken, bu gibi unsurlara da dikkat etmek gerekir. Japonya’daki halk ve seçmeni Avrupa ülkeleri ve ABD’deki gibi kabul etmek, onların seçmen davranışlarını açıklamakta da yetersiz kalabilir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[5] Hakkında bir belgesel için; https://www.youtube.com/watch?v=Ctufj50w9a0.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Arap Ligi Genel Sekreteri Ahmed Ebu’l Geyt’in CFR Konuşması


1 Temmuz 2016 tarihinden beri Arap Ligi[1] (Arap Birliği) Genel Sekreteri olarak görev yapan Ahmed Ebu’l Geyt (Ahmed Aboul Gheit), 1942 doğumlu Mısırlı bir diplomat ve 2004-2011 döneminde Mısır Dış İşleri Bakanı olarak görev yapmış deneyimli bir siyaset adamıdır.[2] Geyt, geçtiğimiz günlerde kısaca CFR adıyla bilinen ABD merkezli etkili düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations’ın bir oturumuna katılmış ve burada önemli bir konuşma yapmıştır.[3] Bu yazıda, Geyt’in konuşmasından önemli bölümler özetlenecektir.

Ahmed Ebu’l Geyt’in CFR konuşması

Ahmed Ebu’l Geyt, “Restoring Stability in a Turbulent Middle East: A Perspective From the League of Arab States” (Çalkantılı Orta Doğu’da İstikrarı Sağlamak: Arap Ligi Ülkelerinin Perspektifi) başlıklı konuşmasına, 2011 yılında başlayan ve garip bir şekilde Arap Baharı (Arab Spring) olarak adlandırılan süreçte Arap dünyasında yüz binlerce kişinin ölümüne yol açan iç savaşların ve büyük göç hareketlerinin yaşandığına dikkat çekerek başlamakta ve bu süreci “Arab Destruction” (Arap Yıkımı) olarak nitelendirmektedir. Bu süreci durdurmak ve bölgeye yeniden istikrar ve barış getirmek içinse, bazı önemli noktalara değineceğini söylemektedir. Geyt’e göre, ilk önemli konu ulus-devlet modelidir. Arap Ligi Genel Sekreteri, ulus-devlet modellerinin bu bölge için çok önemli ve gerekli olduğunu iddia etmekte ve bu modelin çökmesi durumunda Suriye, Irak, Libya, Mısır ve İsrail gibi ülkelerde siyasal bölünme, iç savaş, terörizm, şiddet ve göç sorunlarının artacağına işaret etmektedir.

Arap Ligi üyeleri

Soru üzerine daha sonra sözü Filistin’e getiren Geyt, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çabalarıyla Hamas’ın Gazze’deki idari komitesini dağıtarak Filistin uzlaşı hükümetinin Gazze’de görevi devralmasını talep ettiğini ve genel seçimlere gidilmesini isteyerek El Fetih hareketi ile diyaloğa hazır olduğunu bildirdiğini hatırlatmaktadır. Hamas’ın 2007’den sonra girdiği bağımsız yolun Filistin Otoritesi’ni zayıflattığını ve İsrail’in Hamas’ı muhatap kabul etmediğini belirten Geyt, 3-4 ay içerisinde Filistin’de yapılacak yeni parlamento ve Başkanlık seçimleri sonrasında İsrail’le müzakerelere başlamaya hazır yeni bir Filistin idaresinin ortaya çıkacağını belirtmektedir. Buna karşın, Hamas’ın Gazze’de güvenliği tamamen Filistin Otoritesi’ne bırakmayabileceğine dikkat çeken Geyt, bu sürecin nedenleri olarak Gazze’de Filistin Otoritesi’nin 50.000 kişinin maaşını ödeyebilecek durumda olmamasını, Birleşik Arap Emirlikleri’nin burada yakınlarını kaybedenlerin ailelerine finansal destek için bulunmasının Hamas’ı cesaretlendirmesini ve son olarak da dışarıdan finansal destek sağlamanın son dönemde çok zor hale gelmesini belirtmektedir.

Konuşmasına Mısır ile İsrail arasında son yıllarda kurulan yakın ilişkilere değinerek devam eden Ebu’l Geyt, Dış İşleri Bakanlığı döneminde İsraillilerle birlikte çalıştıklarını ve onlara müzakere sürecinde doğru kararlar almaları için yardımcı olduklarını belirtmektedir. Mısır’ın eskiden beri İsrail-Filistin sorununda çözüm ve barıştan yana ve El Fetih çizgisinde olduğunu söyleyen Geyt, Hamas’ın da bu çizgiye yönelmesiyle birlikte yeniden müzakere masasına dönülebileceğini düşünmektedir. Daha sonra sözü Suriye iç savaşına getiren Geyt, Astana süreci ile Türkiye, İran ve Rusya’nın 4 çatışmasızlık bölgesi kurma stratejisini hayata geçirdiklerini ama 6 aylık geçici ve yenilebilir olan bu anlaşmanın ardından bu ülkelerin denetiminde bir ulus-devlet modeli yaratılamazsa, bunun Suriye’deki sorunların devamı anlamına gelebileceğini söylemektedir. Suriye meselesi ile Irak meselesinin de birbirinden ayrılamayacağını iddia eden Geyt, her iki ülkenin de kuzey bölgelerinde Kürtlerin yaşadığının altını çizmekte ve Irak Kürdistan’ındaki bağımsızlık referandumu ardından Suriye, Türkiye ve İran’da da Kürtlerden benzer taleplerin gelebileceğine vurgu yapmaktadır. Bölge ülkelerinin haritalarının İngiltere ve Fransa’nın dikte ettiği Sykes-Picot Antlaşması ile şekillendiğini anımsatan Geyt, bu süreçte bölge ülkelerinin sınırlarının değiştirilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. 100 yıl öncesi İngilizler ve Fransızlar tarafından çizilen sınırların mükemmel olmayabileceğini, ancak bu süreçte sınırlar değişmeye ve etnik gruplar kendilerine özgü bağımsız devletler talep etmeye başlarlarsa bu sürecin durmayacağını söyleyen Geyt, Pandora’nın Kutusu’nun açılması durumunda Yezidiler (Ezidiler), Türkmenler, Asuriler ve diğer etnik grupların da kendi devletleri için mücadele edebileceklerini belirtmektedir.

Irak’ta Kürt bölgesel yönetiminin düzenlediği referandum konusuna da detaylı şekilde değinen Geyt (konuşma referandum yapılmadan 3 gün önce yapılmıştır), referandum yapmanın Kürtlerin anayasal hakkı olduğunu, ancak Bağdat (Irak merkezi hükümeti) ile Erbil’in öncelikle sorunlarını konuşarak ve müzakere ederek çözmeye çalışmalarının gerektiğini ifade etmektedir. Kürtlerin bu süreçte topraklarını genişlettiklerine ve Bağdat’la ve ülkenin geri kalanıyla anlaşmadan tek yanlı hareket ettiklerine vurgu yapan Geyt, Arap Ligi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (P5) ve Avrupa Birliği (AB) gibi prestiji uluslararası kurumlar aracılığıyla bu müzakere sürecinin şeffaf bir şekilde yürütülebileceğini söylemekte ve referandumun durdurulmasını talep etmektedir. Aksi takdirde, nüfusunun neredeyse dörtte biri Kürt kökenli olan Türkiye’nin harekete geçebileceğini vurgulayan Geyt, İran ve Suriye’nin de bu sürece sessiz kalamayacağını ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin bu süreçte inatçı davranarak kendisini zor duruma soktuğunu iddia etmektedir.

Konuşmasının sonlarına doğru Katar krizine odaklanan Geyt, Katar’ın, içlerinde 100 milyon nüfuslu Mısır ve 30 milyon nüfuslu ve en büyük petrol üreticisi olan Suudi Arabistan’ın da yer aldığı Arap dünyasının 4 önemli ülkesinin (diğer ikisi Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri) talepleri karşısında saygılı davranması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu süreçte İran’ın Arap ülkelerinin kavgalarından yararlanarak Katar’la ilişkilerini geliştirmek istediğine dikkat çeken Genel Sekreter, yaşananlara karşın Arap Ligi’nin çalışmalarında herhangi bir olumsuz yaşanmadığını da belirtmektedir.

Arap Ligi Genel Sekreteri Ahmed Ebu’l Geyt’in konuşmasındaki en önemli vurgu, kuşkusuz ulus-devlet anlayışı konusunda gösterdiği ısrarlı tutumdur. Ancak bölgeyi bugünkü olumsuz tabloya getiren bu modelin şimdi yeniden denendiğinde ne ölçüde başarılı olacağı da aslında bir muammadır. Zaten Geyt de, ulus-devlet modelini diğer modelin yaratacağı büyük riskler karşısında bir tür “ehven-i şer” seçeneği olarak ortaya koymaktadır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Arap ülkeleri arasındaki işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek ve Arap dünyasını ilgilendiren konularda ortak tutum geliştirmek için 1945 yılında kurulan Arap Ligi; Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin, Irak, Katar, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Mısır, Moritanya, Oman, Somali, Sudan, Suriye (üyeliği askıya alınmıştır), Suudi Arabistan, Tunus, Ürdün ve Yemen gibi Arap ülkelerinin üye olduğu önemli bir uluslararası kuruluştur. Türkiye, yalnızca Arap devletlerinin katılabildiği bu kuruluşta gözlemci üye statüsündedir. Hakkında bilgiler için; http://www.mfa.gov.tr/arap-ligi.tr.mfa.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Aboul_Gheit.
[3] https://www.cfr.org/event/restoring-stability-turbulent-middle-east-perspective-league-arab-states.

26 Eylül 2017 Salı

2018 Faroe Adaları Anayasa Referandumu


Atlantik (Atlas) Okyanusu’nda Norveç Denizi’nde yer alan küçük bir ada ülkesi olan Faroe Adaları[1], 1948 yılından beri Danimarka’ya bağlı özerk bir bölgedir. Başkenti Tórshavn, resmi dilleri Faroece ve Danca olan Faroe, Danimarka’ya bağlı olmasına karşın Avrupa Birliği (AB) üyesi değildir. Kendi parlamentosu, hükümeti ve Başbakanı olan Faroe Adaları’nın dış politikası ve güvenlik politikası ise Kopenhag tarafından belirlenmektedir.[2] Ekonomisi neredeyse tamamen balıkçılık ve hayvancılık (koyun ve keçi yetiştirme) üzerine kurulu olan ülke, ayrıca Danimarka’dan her sene 68 milyon avro dolayında mali destek almaktadır.[3]

Faroe Adaları haritası

50.000 civarında nüfusu bulunan ve 1.399 kilometrekarelik bir alana sahip olan Faroe Adaları[4], 1946 yılında düzenlediği bağımsızlık referandumu[5] sonucunda az bir farkla (yüzde 50,73) bağımsızlık yanlılarının zaferine sahne olmuş; fakat Danimarka’nın bu referandumu tanımaması neticesinde, 1948 yılında Danimarka’ya özerk bir bölge olarak bağlanmıştır.[6] Ancak geçen yıllar içerisinde Faroe’de bağımsızlık yanlıları yeniden güçlenmiş ve neticede 2018 yılında ülkede Danimarka’dan ayrılma hakkının da yer alacağı bir anayasa değişikliği referandumunun düzenlenmesi kararı alınmıştır. Halihazırda parlamenter sistemin uygulandığı anayasal bir monarşi olan Faroe Adaları, Danimarka Kraliçesi Margrethe II’ye bağlıdır. Danimarka’nın atadığı yüksek komiser Lene Moyell Johansen ise Danimarka’yı adada temsil etmektedir.[7]

Aksel V. Johannesen

2015 Eylül ayından beri Faroe Adaları Başbakanı olarak görev yapan Sosyal Demokrat Parti (Javnaðarflokkurin) lideri Aksel V. Johannesen, 10 Şubat 2017 tarihinde anayasa referandumunun 25 Nisan 2018 tarihinde yapılacağını açıklamıştır.[8] Johannesen, aynı açıklamada anayasa değişiklikleri ile Faroelilerin bir millet (ulus) olarak tanımlanacağının ve bu şekilde self-determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkına kavuşacağının altını çizmiştir.[9] Referanduma sunulacak anayasa değişiklikleri arasında Faroece dilinin ihya edilmesi ve cinsel ayrımcılığın yasaklanması gibi ilerici önlemler de vardır.[10] Danimarka hükümeti de kendi yasalarıyla çelişmediği sürece Faroelilerin anayasa değişikliği yapmasına karşı çıkmamaktadır. Faroe’deki solcular, Cumhuriyetçiler ve bağımsızlık yanlıları bu değişiklikleri desteklerken, Danimarka ile birlikte devam etmeleri gerektiğini düşünen muhafazakârlar bu değişikliklere katiyetle karşı çıkmaktadır.

Sonuçta, ülkede bu referandumun büyük olasılıkla kabul görmesi beklenmektedir. Ancak referandum, Danimarka’dan bağımsızlık anlamına da gelmeyecek ve aslında sadece böyle bir kararın uygulanabilmesinin önü açılacaktır. Ancak dünyada İskoçya (Birleşik Krallık'a bağlı), Quebec (Kanada'ya bağlı), Katalunya veya Katalonya (İspanya'ya bağlı) ve Kürdistan (Irak'a bağlı) örneklerinden de görüldüğü üzere, son yıllarda bağımsızlık referandumlarının giderek meşru kabul edildiği bir siyasi zemin oluşmaktadır. Demokratik devletler bu süreçleri halklarının kalplerini kazanarak başarıyla atlatabilirken (Kanada ve Birleşik Krallık), İspanya ve Irak'ta durum daha çok sertlik yoluyla ve askeri-polisiye önlemler geliştirmek şeklinde karşılanmaktadır. Bu sürecin nereye evrileceğini ise zaman belirleyecektir. Lakin tarihin bize öğrettiği, dönemsel olarak yaşanabilen geri gidişlere karşın, insanoğlunun demokrasi ve özgürlük yolunda istikrarlı bir şekilde ilerlediğidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Hükümet web sitesi için; http://www.government.fo/.
[2] https://www.thelocal.dk/20170212/faroes-to-hold-referendum-on-new-constitution-in-2018.
[3] https://www.thelocal.dk/20170212/faroes-to-hold-referendum-on-new-constitution-in-2018.
[4] http://gazeteyolculuk.net/faroe-adalarinin-danimarkadan-bagimsizligini-oylayacagi-referandum-2018de.
[5] http://www.sudd.ch/event.php?lang=en&id=fo011946.
[6] https://www.economist.com/news/europe/21726032-and-what-it-has-do-price-fish-why-faroe-islands-want-independence-denmark.
[7] http://www.stm.dk/_p_14556.html.
[8] http://www.government.fo/news/news/referendum-on-faroese-constitution-to-be-held-on-25-april-2018/.
[9] http://www.government.fo/news/news/referendum-on-faroese-constitution-to-be-held-on-25-april-2018/.
[10] https://www.economist.com/news/europe/21726032-and-what-it-has-do-price-fish-why-faroe-islands-want-independence-denmark.

25 Eylül 2017 Pazartesi

UPA Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Kürdistan Referandumunu KRT'de Yorumladı


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Kürdistan bağımsızlık referandumu ve Türkiye’nin bu sürece tepkisini Aslı Kurtuluş’un sunduğu ve KRT’de yayınlanan “Gün İzi” programında yorumladı. Aşağıda bu programın kaydını bulabilirsiniz.


24 Eylül 2017 Pazar

Est-ce que la Turquie va intervenir en Kurdistan?


Le référendum d’indépendance organisé par le gouvernement régional de Kurdistan aura lieu en septembre 25, 2017. Jusqu`à présent, seulement le gouvernement d’Israël a déclaré leur soutien pour l’indépendance des kurdes. La Turquie et l’Iran semblent comme les pays plus antagonistes à l’idée d’un pays kurde indépendant. Ces deux pays ont des millions de population kurde et ils s’inquiètent que ça puisse arriver dans leur pays aussi. Les Etats-Unis ont déclaré la suspension de référendum. La Russie a aussi proclamé sa réserve pour le référendum même si Rosneft avait fait des efforts pour nouveaux accords de pétrole avec le gouvernement de Massoud Barzani en Arbil. Le conseil de sécurité des Nations-Unies (l’ONU) a averti Arbil pour l’instabilité après le référendum. En plus, le président de la Turquie Monsieur Recep Tayyip Erdoğan a durci sa rhétorique contre les kurdes dans les deux semaines dernières et a menacé le gouvernement de Barzani. L’armée turque est même en train d’organiser un exercice militaire proche de la frontière kurde. Mais Monsieur Barzani toujours dit qu’il est impossible d’annuler le référendum et les kurdes d’Iraq ne vont jamais accepter cette décision. Alors qu’est-ce qu’il peut se passer entre la Turquie et le Kurdistan après le référendum? Est-ce que la Turquie va intervenir en Kurdistan? Je vais essayer de répondre ces questions.

En effet, le référendum d’indépendance des kurdes d’Iraq ne doit pas être un choc pour Ankara. La Turquie a toujours montré leur soutien au gouvernement de Barzani contre PKK comme il était plus islamique (avec des liens Nackhibendi) et l’ami de gouvernement d’Erdoğan. Barzani a même participé au congrès du parti (le parti de la justice et du développement - l’AKP) d’Erdoğan en 2012. Il a aussi supporté Erdoğan avant quelques mois pour le system présidentiel et a essayé de persuader les kurdes de la Turquie pour faire Erdoğan le chef incontestable de la Turquie. Les hommes d’affaires turques ont investi en Kurdistan dans les années dernières. Ankara a aussi fait un accord de pétrole avec Arbil amené en dérivation de Baghdâd. Alors ça ne doit pas être une surprise pour la Turquie normalement. Mais la politique intérieure de la Turquie et les développements politiques en Syrie force Ankara de s’agir très attentivement concernant la question kurde.

Alors qu’elles sont les options d’Ankara pour la crise? Ankara a déjà essayé de faire une diplomatie intensive dans les semaines dernières. La diplomatie d’Ankara est assez forte et c’est pourquoi seulement l’Israël ouvertement supporte Arbil. Mais la diplomatie n’est pas suffisante pour convaincre Monsieur Barzani et son peuple. Alors Ankara peut essayer d’appliquer des sanctions économiques dans les mois prochaines pour empêcher Arbil de déclarer l’indépendance après le référendum. Les sanctions économiques peuvent être très efficaces en Arbil comme le gouvernement régional de Kurdistan vend son pétrole via la Turquie. Sans les investissements des hommes d’affaires turques, le Kurdistan aura aussi des problèmes des produits commerciaux. La dernière option est l’intervention militaire. Erdoğan a déjà signalé qu’il peut faire cette décision sans peur et la majorité des turques ne vont pas s’opposer à cette décision. Mais une solution militaire va briser le cœur des kurdes pas seulement en Iraq, mais aussi en Turquie et va accélérer la division ethnique entre les turques et les kurdes. L’AKP et Erdoğan peuvent avoir même le risque de perdre leur support électoral kurde. Quelques membres de l’AKP ont déjà dit que la Turquie doit protéger et supporter les kurdes au lieu des arabes. Cette opération militaire possible pourrait aussi controversé en terme des droits de gens. Ankara et Baghdâd ont signé l’Accord d’Ankara en 1926 mais cet accord n’est pas précis comme la situation de Chypre en fonction d’un pays garant pour la Turquie. L’armée turque a aussi des problèmes sérieux après le coup d’état manqué et les purges de l’année dernière. Alors on peut dire que l’invention militaire en Kurdistan a plusieurs risques pour la Turquie.

Je pense que le gouvernement turc va imposer des sanctions économiques contre Arbil après le referendum. Si Monsieur Barzani ne va pas déclarer l’indépendance, les sanctions peuvent être provisoire. Mais en cas d’une déclaration d’indépendance, Ankara peut prolonger les sanctions et même utiliser l’option militaire. Ankara et Arbil doivent travailler ensemble pour trouver des solutions conciliantes au lieu d’entrer à la guerre.

Dr. Ozan ÖRMECİ

23 Eylül 2017 Cumartesi

Will Turkey Intervene in Northern Iraq?


Introduction
Turkey’s reaction against the independence referendum that will be held on September 25, 2017 in Kurdistan Regional Government of Northern Iraq is getting tougher day by day. Turkish President Mr. Recep Tayyip Erdoğan has toughened his rhetoric against Massoud Barzani government especially in the last two weeks and began to signal a military operation towards Erbil. In addition, Turkish press indicated that Ankara and Washington (United States) reached a consensus about the cancellation of the referendum in the last Donald Trump-Recep Tayyip Erdoğan meeting in New York.[1] Turkey has always been officially defending the territorial integrity of Iraq and rejecting the idea of an independent Kurdistan. However, according to Kurdish sources, U.S. Secretary of Defense Mr. James Mattis recently mentioned that they ask for a delay instead of cancellation.[2] This shows that there might not be hundred percent harmony between Washington and Ankara about Kurdish statehood. Except Israel, no country so far declared support for independent Kurdish state.[3] Russia for instance officially rejects the idea of an independent Kurdish state in Northern Iraq[4], but at the same time Rosneft has been trying to make new energy agreements with Erbil without Baghdad’s involvement.[5] This shows that Kurds still have a high prospect for an independent state of their own in the near future. Even Iraq Prime Minister Haider al-Abadi says that although they are against independent Kurdistan, they respect Kurdish people’s decision.[6] Only Turkey and Islamic Republic of Iran seem to challenge Kurdish independence with a very harsh tone, but it should be noted that these two countries are very influential in regional and Iraqi politics. While Turkey has a considerable support among Kurdish (within Massoud Barzani’s Kurdistan Democratic Party-KDP) and Turkmen population, Iran enjoys high prestige and control over Iraqi Shiite population and some Kurdish groups such as Jalal Talabani’s PUK (Patriotic Union of Kurdistan). Iran is also influential on the ground with its Hashd al-Shaabi forces. Most recently, UN Security Council also warned Kurdish leadership for instability risks following the referendum.[7] Most recently, Turkey published a harsh warning against Erbil government after the National Security Council meeting[8] and Turkish Parliament renewed military memorandum for Iraq and Syria.[9] However, Massoud Barzani seems confident about his decision and repeats that they could not cancel or delay the referendum.[10] In this paper, I am going to analyze Turkey’s options about Kurdish referendum and possible consequences.

Political Background
Although Turkey strongly rejects the idea of an independent Kurdish state, in fact, Turkish foreign policy before and after the Second Gulf War (Iraqi War) prepared necessary conditions for the birth of a Kurdish state. By rejecting the military memorandum on March 1, 2003, Turkey declined its chance to get more involved into Iraqi Kurdish politics and Kurds have become a more trustable actor in the eyes of Americans. Of course, the negative legacy of the First Gulf War (500.000 Kurdish refugees and economic burdens) and peaceful attitude of Turkish people forced Turkish Parliament to make this decision. However, this meant decreasing power on the ground for Turkey and increasing status of Kurds in Washington. After the rejection of the military memorandum of 1 March, Turkish government did not also implement a plan proposed by Republican People’s Party (CHP) about militarily entering few kilometers into Northern Iraq soil with a "sanitary cordon" strategy in order to prevent PKK attacks and possible Kurdish mass migration. So, after the war, Kurds began to enjoy autonomy guaranteed by the new Iraqi constitution and Turkish government and firms began to establish close relations with Barzani government. Massoud Barzani became an influential political figure not only in Iraq, but also in Turkey as the anti-thesis of imprisoned PKK leader Abdullah Öcalan with his Islamic worldview, Naqshbandi ties and warm relations with Ankara. Barzani was even welcomed in ruling Justice and Development Party’s congress in 2012 with “Turkey is proud of you” chants.[11] In return, Barzani encouraged Turkey’s Kurds to support presidential system and Erdoğan in the referendum that was made few months ago.[12] Turkey made energy agreements with Erbil government without Baghdad’s involvement and supported the development of Kurdistan region. Turkish firms established new hotels and buildings in Erbil and turned Kurdistan Regional Government into a safer and more attractive place compared to other regions of Iraq. Thus, independence of Kurdistan should not be normally a shocking development for Ankara. I think increasing nationalism in domestic politics and the timing of the referendum forces Erdoğan and his government to act in this way.

Alternatives
There are few options for states in international crises. The first and most common strategy is of course diplomatic pressure. Turkey has been making a very influential diplomatic maneuver in the last two weeks and that is why international support for Kurdish statehood is still low. However, it might be too late for Turkish diplomatic efforts in preventing the referendum. Inconsistency between Turkish foreign policy in the last years and current Turkish stance is also a problem for diplomacy. Other countries and their diplomats might actually question Turkey’s energy agreements with Erbil regime instead of Baghdad and Barzani’s close involvement into Turkish politics.

Second option is to implement economic sanctions. Kurdistan Regional Government’s economy is strongly based on oil trade with Ankara and without Turkey’s help, Kurdish economy could not develop as the new country will be encircled by hostile Baghdad and Tehran regimes. So, economic sanctions against Erbil could be very influential and could force Barzani not to implement the result of the referendum without Ankara’s approval. This could also lead to economic problems in Northern Iraq and might reduce popular support for Barzani. However, economic sanctions could also decrease Turkey’s high prestige among Kurds not only in Kurdistan, but also in Turkey. In addition, economic sanctions might orientate Erbil government to get into closer relations with USA, Israel and other countries instead of Turkey.

Third option that is on the table is military operation. President Erdoğan openly signals a military intervention if Erbil regime will implement the decision of the referendum and declare the establishment of an independent Kurdish state without Turkey’s consent. This would be a very risky move since it will create security problems and it will accelerate the ethnic division within Turkey. Turkey has been hosting more Kurds than any other country in the world and breaking the hearts of Kurds with a military operation might negatively affect Turkey’s domestic politics as well. The ruling JDP could actually lose its widespread Kurdish support in the country. Kurdish originated JDP members and deputies already announced that they defend the independence of Kurdish state and this would be better for Turkey.[13] This would also mean Turkey’s decreasing influence in Iraqi politics with the loss of Kurdish support. Moreover, due to last year’s failed coup attempt and purges made by the government aftermath, Turkish Armed Forces also seem to pass through a difficult period. That is why, this might not be the best time for such a military confrontation. The military operation will also bring the risks of international objections and pressures against Turkey. Although diplomats in Ankara always make reference to Ankara Agreement of 1926, Turkey’s guarantorship rights for Iraq is not clear and precise as in the case of Cyprus. In case of a bloody war in Northern Iraq, Turkey might face with serious criticism and even diplomatic isolation. But a possible military operation could have some advantages as well in addition to these risks. Turkey could show its deterrence power and might better defend the rights of Turkmens in Iraq with this operation. This would also be a message to Syrian Kurdish militia (PYD-YPG) for the future.

What Might Happen?
Turkish Armed Forces has been making a military practice at the border of Kurdistan in the last few days.[14] This might be a sign of military operation or at least a threat to Erbil. CFR Middle East expert Steven Cook claims that although Ankara is clearly against a Kurdish state, he does not expect Turkish tanks to invade Erbil.[15] Göktürk Tüysüzoğlu also wrote that he does not expect a military operation from Turkey to Northern Iraq under these circumstances.[16] Turkish security expert Ufuk Ulutaş on the other hand claims that a military operation possibility is strong and undeniable.[17] From my perspective, Ankara will limit itself to economic sanctions against Erbil if this referendum’s decision will not be implemented. However, even these sanctions might be temporary if Erbil and Ankara will come to close terms about the future of Iraq. It is obvious that this is not the best time for Ankara for such a development which might trigger nationalist insurgency in the country. Ankara is also afraid of a wrong message delivered to Syrian Kurds if Barzani declares independence. Syrian Kurds are also making their first elections (local elections) nowadays[18] and they are very optimistic about autonomy or independence. Thus, Turkey’s position is understandable in some ways. The cancellation of the referendum on the other hand might make Massoud Barzani a non-influential actor. So, in my opinion, the most rational option for people who defend peace and stability in the region would be the actualization of the referendum, but non-implementation of the referendum’s decision unless a consensus is made between Ankara and Erbil.


Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] http://www.ntv.com.tr/dunya/erdogan-trump-gorusmesi-ulkelerimiz-hic-olmadigi-kadar-yakin%2cCxF2Qg-nd065kUZFyybOPw.
[2] http://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/300820173.
[3] http://www.jpost.com/Middle-East/Netanyahu-to-Congressmen-Kurds-should-have-a-state-502336.
[4] https://www.cnnturk.com/dunya/rusyadan-barzaniye-net-mesaj.
[5] http://www.theoilandgasyear.com/news/rosneft-mulls-kurdistan-gas-pipeline/.
[6] http://www.kurdistan24.net/tr/news/6f0945de-1568-4df0-9262-d6488ac3d188.
[7] http://www.haberturk.com/bm-guvenlik-konseyi-nden-kuzey-irak-referandumu-aciklamasi-1641656.
[8] http://www.haberturk.com/iste-mgk-kararlari-1643316.
[9] http://www.ntv.com.tr/turkiye/tbmm-irak-ve-suriye-tezkeresi-icin-toplandi,ZRQV6TkdE0O9DIIbhbnVTQ.
[10] https://www.dunya.com/dunya/barzani-referandumu-ertelemek-icin-cok-gec-haberi-382874.
[11] https://www.youtube.com/watch?v=DhAYwKaAxbo.
[12] https://tr.sputniknews.com/politika/201703131027610252-barzani-partisi-kdp-referandum-evet/.
[13] https://tr.sputniknews.com/turkiye/201709191030201917-ak-parti-ensarioglu-referandum-karsi-kerkuk-kurtler/.
[14] http://www.dw.com/tr/tsk-kuzey-irak-s%C4%B1n%C4%B1r%C4%B1nda-tatbikat-ba%C5%9Flatt%C4%B1/a-40557564.
[15] https://www.cfr.org/blog/world-ready-kurdexit-referendum-among-iraqi-kurds-has-middle-east-edge.
[16] https://ankasam.org/irak-kurt-bolgesel-yonetiminde-referandum-aktorler-olasiliklar/.
[17] http://www.aksam.com.tr/yazarlar/ufuk-ulutas/ortadoguda-siradaki-savas-nerede-olacak/haber-662436.
[18] http://www.dw.com/tr/suriyeli-k%C3%BCrtler-se%C3%A7im-d%C3%BCzenliyor/a-40630232.

22 Eylül 2017 Cuma

Türkiye Kuzey Irak'a Müdahale Eder Mi?


Giriş
25 Eylül 2017 tarihinde yapılacak Kürdistan bağımsızlık referandumu öncesinde Ankara’nın Erbil’e yönelik tepkisi giderek sertleşiyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, son iki hafta içerisinde üslubunu hızla değiştirmeye ve Kürt yönetimine referandum konusunda açıktan gözdağı vermeye başladı. Dahası, Erdoğan, Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği New York’ta, ABD Başkanı Donald Trump’la görüşmesinden sonra bu konuda iki ülke arasında mutabakat olduğunu açıkladı.[1] ABD Savunma Bakanı James Mattis de daha önce referandum konusunda erteleme önermiş ve referanduma karşı olmamalarına karşın, IŞİD’le mücadelenin ön planda olduğu bu dönemde bunu gerçekleştirmenin doğru olmayabileceğini söylemişti.[2] Önemli dünya güçlerinden olan Rusya ise, resmi olarak referanduma karşı çıkmasına ve Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklemesine karşın[3], bir yandan da Rosneft aracılığıyla Irak Kürtlerine bağımsızlık referandumu öncesinde yardım elini uzatmakta ve bu yönetimle yeni doğalgaz anlaşmaları yapmak istemektedir.[4] Zaten dünyada İsrail dışında bu referanduma açıktan destek veren bir ülke olmadığı görülüyor.[5] Buna karşın, bağımsızlık referandumuna gösterilen tepkiler de -Türkiye ve kısmen İran dışında- o kadar sert değildir. Nitekim Güneri Civaoğlu da ABD’nin bu konudaki tepkisini “caydırıcı” bulmadığını yazmıştır.[6] Hatta öyle ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağlı olduğu Irak’ın Başbakanı Haydar Abadi (İbadi) bile, referandum kararına saygı duyduklarını, ancak bunu desteklemediklerini söylemekle yetinmiştir.[7] Son olarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden de Kürt yönetimine bir uyarı yapılmıştır.[8] Ancak bu uyarıların Kürt yönetimini ve Kürt lider Mesut Barzani’yi referandumu iptal etme veya erteleme konusunda ikna edemediği düşünülüyor. Bugün erkene çekilerek yapılacak olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı ve sonrasında TBMM’nin yarın Irak ve Suriye tezkeresi için toplanacak olması ise, Türkiye’nin Kuzey Irak’a referandum öncesinde bir askeri müdahale yapabileceği intibasını uyandırıyor. Bu yazıda, Kürt referandumuna ve bağımsızlığına karşı çıkmanın artı ve eksilerini değerlendirmeye çalışacağım.


Irak’ta Kürtler ve Araplar yol ayrımında mı?

Arka Plan
Türkiye’nin Kuzey Irak (Kürdistan) Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül’de yapacağı bağımsızlık referandumuna karşı çıkmasını izah edebilmek için, Türkiye’nin Irak Savaşı veya İkinci Körfez Savaşı sonrasında takip ettiği dış politikayı incelemek lazım. İlginçtir ki, Irak Savaşı’na ABD’nin teklifine karşın 1 Mart 2003 tezkeresini reddederek bizzat katılmayan ve Kuzey Irak’taki “de facto” Kürt otonom bölgesinin devletleşmesi yolunda ilk tavizi veren Ankara, daha sonra da Irak Kürtlerinin uluslaşmasını ve devletleşmesini teşvik eden bir politika gütmüştür. Öyle ki, Ankara, Kürt lider Mesut Barzani’ye daima ve haklı olarak silahlı terör örgütü PKK karşısında destek vermiş ve Erbil ile Irak merkezi hükümetinin inisiyatifi dışında ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmiştir. Erbil ile imzalanan enerji anlaşmaları ve bu bölgeye Türk işadamlarının yaptığı yatırımlar[9], bunun en somut kanıtıdır. İşler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Mesut Barzani Türkiye’de 2012 yılında düzenlenen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Kongresi’nde “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları eşliğinde alkış yağmuruna bile tutulmuştur.[10] Hatta Barzani, bu yıl içerisinde Türkiye’de yapılan Başkanlık referandumu sürecinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisine destek vermiştir.[11] Bu anlamda, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Irak Savaşı sonrasında takip ettiği politikalar, Irak Kürtlerinin uluslaşması ve devletleşmesini teşvik eden bir çizgidedir. Sami Kohen de bu konuda Türkiye’nin ikircikli ve son günlerde değişen politikasına dikkat çekmiştir.[12] Dolayısıyla, bu sürecin ardından günümüzde gelinen noktada gösterilen sert tepkiler, ya iç kamuoyunda biriken öfkeyi almak için tasarlanan suni bir hamle, ya da dış politikada ciddi bir kırılma göstergesidir.

Alternatifler
Uluslararası krizlerde devletlerin kullanabilecekleri çeşitli enstrümanlar vardır. İlk hamle, hiç kuşkusuz diplomasi ve “diplomatik baskı”dır. Ankara, son 10 günde bu konuda ciddi bir atak içerisindedir ve dünya kamuoyunu bu konuda yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu konuda başarılı bazı adımlar atılsa da, genel görüş Ankara’nın geç kaldığı şeklindedir. İkinci önemli politika unsuru ise “ekonomik yaptırımlar”dır. Ankara’nın Habur Sınır Kapısı’nı kapaması ve Erbil yönetiminden petrol almayı kesmesi, kuşkusuz Irak Kürtlerini ekonomik açıdan çok zor duruma düşürecek ve insani trajedilere bile yol açabilecektir. Ancak bu politikanın da -daha sonra açıklayacağım üzere- çeşitli artı ve eksileri vardır. Üçüncü bir politika seçeneği ise, “askeri müdahale”dir. Ancak Türkiye’nin sınırları dışında ve garantör haklarının olmadığı bir ülkede gerçekleşen bir referandum süreci nedeniyle askeri müdahale yapması, kuşkusuz ciddi riskler doğuracaktır. Türkiye, bu noktada 1926 Ankara Antlaşması’nı gündeme getirebilir ve Kıbrıs Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi Irak üzerinde de toprak bütünlüğü konusunda garantör hakları olduğunu iddia edebilir.[13] Nitekim Türk Dış İşleri’nin emekli mensupları, genelde bu yönde tavır sergilemektedirler. Ancak Milletler Cemiyeti zamanında yapılan bu anlaşmanın ardından Irak’ta rejim defalarca değişmiştir. Bu anlamda, anlaşmanın bugün ne kadar geçerli olduğu konusu uluslararası hukukçuların tartışması gereken ilginç bir durumdur. Dahası, Türkiye’nin 2003 sonrasında izlediği dış politika bu görüşe zıt olduğu için, bu durumu izah etmek yabancı başkentlerde oldukça zor olabilir.

Müdahale Olur Mu?
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül’de yapılacağını açıkladığı bağımsızlık referandumuna bir hafta kala, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Habur Sınır Kapısı’na yakın bölgede tatbikat başlatmıştır.[14] Türkiye’nin Kuzey Irak’a ilerleyen günlerde bir askeri müdahale yapıp yapmayacağı konusu şimdilerde gündemdedir. CFR Türkiye ve Ortadoğu uzmanı Amerikalı analist Steven Cook, Ankara’nın referanduma tepki göstermesine karşın Erbil’e yönelik bir askeri müdahalede bulunmasını beklemediğini yazmıştır.[15] SETA uzmanı Ufuk Ulutaş ise, önümüzdeki günlerde bir askeri müdahale seçeneğinin yadsınamaz olduğunu belirtmektedir.[16] Göktürk Tüysüzoğlu ise, Ulutaş’tan çok Cook’un görüşüne destek vermiş ve “Türkiye’nin mevcut şartlar dâhilinde kapsamlı bir askeri operasyon yapmasının beklenmemesi gerektiğini” yazmıştır.[17] Şu an için daha makul gözüken seçenek, Türkiye’nin Suriye’de IŞİD ve PYD önceliklerinin olması ve dünya kamuoyunda fazla tepki çekmemek adına Irak’a bir askeri müdahale yapılmamasıdır. Anlaşıldığı kadarıyla, bunun yerine, Habur Sınır Kapısı’nın kapatılması ve ekonomik izolasyonlar gibi daha mutedil tedbirler uygulanacak ve olası bir Kürt Devleti’nin daha bebekken boğulmasına gayret edilecektir. Ancak bu politika da son derece riskli ve dünya kamuoyunda olumsuz algılanabilecek bir yöntem olacaktır.

Artılar
Bu süreçte uygulanacak ekonomik yaptırımlar ve askeri müdahalenin elbette bazı olumlu sonuçları olabilir.
-          Kürdistan Yönetimi’ne bölgenin büyük devletinin Türkiye olduğunun hatırlatılması ve ekonomik yaptırım veya askeri müdahale ile bağımsızlık sürecinin engellenmesi, kuşkusuz Türkiye iç kamuoyundaki tepkileri azaltacak ve Türkiye’nin askeri caydırıcılığını yeniden gözler önüne serecektir.
-          Türkiye’nin Irak’ta sergileyeceği tavır, Suriye’de de kantonlaşmaya ve özerkliğe doğru yol alan Kürtlere bir gözdağı olabilir ve onların da ilerleyen aylarda daha temkinli adımlar atmalarına neden olabilir.  Zira Suriye Kürtleri, kendi kontrollerindeki bölgelerde şimdilerde bir yerel seçim yapmakta ve hızla özerklik yolunda adımlar atmaktadırlar.[18]
-          Türkiye’nin uzun süredir ihmal ettiği Türkmenlere ulaşmak ve onların haklarını korumak yönünde bir söylem geliştirmesi, bu halkın zor durumunu gündeme getirebilir ve durumlarında bazı iyileşmeler sağlayabilir.
-          Türkiye iç kamuoyunda bu bölgeye yapılacak bir askeri müdahale ile yeniden bir birlik havası yaratılabilir.

Eksiler
Bu sürecin eksileri de son derece fazladır.
-          Öncelikle Türkiye’nin dünya kamuoyunda demokratik bir referandum sürecine engel olan baskıcı bir aktör olarak algılanması ciddi bir risktir. Türkiye, zaten son yıllarda kendi halkına karşı yaptığı insan hakları ihlalleri ile gündemde olan bir ülkedir. Buna bir de Irak Kürtlerine yönelik baskı ve müdahaleler eklenirse, Türkiye’nin Batı kamuoyundaki imajı iyice kötü duruma gelebilir. Zira dış politikada “unilateral” (tek taraflı) adımlar atmamak, günümüzde oldukça önemli bir husus haline gelmiştir.
-          Ekonomik yaptırım veya askeri yöntemlerle Irak Kürtleri’nin zor duruma sokulması, Türkiye’nin Kürtlerle olan duygusal bağlarını zedeleyebilir. Hatta Türkiye Kürtleri ve bizzat AK Parti seçmeni ve üyesi olan Kürtler de bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi politikalarıyla karşı karşıya gelebilirler. Nitekim daha önce AK Parti Batman İl Başkanı Diyaettin Uçar’ın, bağımsızlık referandumuna ilişkin, “Biz ve bölge il başkanlıkları referandumda 'evet'i destekliyoruz” dediği basına yansımıştır.[19] AK Parti Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu da “Referanduma karşı çıkmamız yanlış, Kerkük’ün Kürtlerde kalması daha iyi” açıklamasını yaparak AK Parti’nin Kürt kanadının görüşünü açıkça göstermiştir.[20] Bu nedenle, bu süreçte AK Parti’nin bir Türkiye partisi olma vasfını kaybetme riski bile mevcuttur. Daha önemlisi ise, Türkiye’nin Kürtlerle duygusal bağlarının kopmasının orta ve uzun vadede Türkiye’nin Kürt Sorunu’na ve diğer bölge ülkelerinde yaşayan Kürtlerle olan ilişkilerine olumsuz yansıyabilecek olmasıdır. Bu durumda, Türkiye, Suriye ve Irak’ta terör örgütlerine katılımlar artabilir ve Türk askeri ve vatandaşlarına yönelik terör saldırıları yeniden başlayabilir.
-          Darbe girişimi sonrası Cerablus Operasyonu ile biraz olsun moral toplayan ama ciddi bir personel sıkıntısı çeken Türk Silahlı Kuvvetleri, böyle bir operasyonda ağır kayıplar verilmesi ve dünya kamuoyundan destek alınamaması durumunda zor duruma düşebilir. Cerablus Operasyonu’nda Türkiye’ye yönelik tepkiler sınırlı olmuştur; zira TSK’nın karşısında daha çok herkesin terör örgütü olarak gördüğü IŞİD ve kısmen de PYD-YPG vardır. Ancak Kuzey Irak’ta daha meşru, kısmen demokratik ve Ankara’ya düşman olmayan bir bölgeye saldırılırsa, bu, TSK’nın itibarını da ciddi şekilde zedeleyebilir.
-     Türkiye, böyle bir operasyon sonrasında, aslında diplomasi ve müzakere ile kendisine bağlı ve küçük bir Kürdistan ile durumu kurtarabilecekken, Kürtlerle tamamen zıtlaşmasının neticesinde Büyük Kürdistan’a giden yolu -istemeden- açabilir. Irak Kürtlerine referandum sonrasında destek verilmesi, bu ülkeyi ekonomik olarak ve siyaseten Ankara'ya bağlı ve adeta Türkiye güdümündeki bir ülke (veya bölge) yapabilecekken, şimdi Türkiye’nin askeri müdahalesinin olması durumunda, Barzani ve diğer Kürt liderler otomatik olarak Türkiye karşıtı siyaset yapmaya başlayacaklardır. Bu, üzerinde ciddi düşünülmesi ve tartışılması gereken bir husustur. Zira bölgeye sık sık giden biri olarak gözlemim, Türkiye kamuoyunda yansıtılanın aksine, Irak Kürt yerel siyasetinde Talabani’nin partisi (Kürdistan Yurtseverler Birliği) ve Goran hareketinin güçlerinin sınırlı olduğu ve onların da bir savaş durumunda kendi halklarına karşıt tavır alamayacağı yönündedir. Bu anlamda, son yıllarda daima Barzani ve KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) ile yakın işbirliği yapan Ankara, yeni durumda bölgedeki tüm Kürt müttefiklerini kaybedebilir ve Kürt unsurlarını devletleşme ve uluslaşma yolunda daha da teşvik etmek durumunda kalabilir. 

Sonuç
Sonuç olarak, kanımca Türkiye, izlediği dış politika ile Kürdistan bağımsızlık referandumuna giden yolu isteyerek ve bilerek açmış bir ülkedir. 2007-2017 döneminde izlenen Irak ve Kürt politikasının bu sonucu doğuracağı açıktır ve zaten o dönemde de birçok uzman ve genç akademisyen bu durumu ifade etmişlerdir. Şimdi suyun akışını tersine çevirmeye çalışmak yerine, yeni koşullara koşut güncel politikalar belirlemek, bana göre Büyük Atatürk’ün dünya görüşüne daha uygun bir tavır olacaktır. Zira bence Atatürk’ün en önemli siyasi mirası, ünlü yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na söylediği “O zaman donar kalırız” sözünde gizlidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




20 Eylül 2017 Çarşamba

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Christiane Amanpour’a Verdiği Mülakat



New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında göreve geldiğinden beri en önemli uluslararası sınavlarından birini veren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, CNN’in tanınmış muhabiri Christiane Amanpour’a önceki gün özel bir röportaj vermiştir.[1] Bu yazıda, Macron’un bu röportajda yaptığı en önemli açıklamalar özetlenecektir.

Röportaja İran nükleer anlaşması konusunda ABD Başkanı Donald Trump’la yaşadığı görüş ayrılıklarına değinerek başlayan Macron, bu anlaşmayı iptal etmenin büyük bir hata olacağını söylemekte ve geçmişte diplomasi seçeneğinin kullanılmadığı Kuzey Kore nükleer programının günümüzde ulaştığı tehdit boyutunu örnek göstererek, İran’la benzer bir noktaya gelinmesinin dünya barışı açısından son derece tehlikeli olacağına dikkat çekmektedir. Anlaşmanın mükemmel olmayabileceğini (hatta bizzat Macron da anlaşmanın çok iyi olmadığını kabul etmektedir), ancak en azından İran’ın nükleer programı üzerinde uluslararası bir denetim sağladığına dikkat çeken Macron, anlaşmanın tamamlanması ve geliştirilmesi gerektiğini söylemekte ve 2025 sonrası için de İran’la çalışılması gerektiğini belirtmektedir. Bu anlaşmanın dünyayı daha güvenli bir yer haline getirdiğini iddia eden Macron, uluslararası normlarla uyuşmayan hükümetleri çılgın işler yapmaktan alıkoymanın tek yolunun onları sisteme entegre etmek ve üzerilerindeki uluslararası denetimi arttırmak olduğunu söylemektedir. Bu anlamda, anlaşmanın ABD Başkanı Barack Obama döneminde (2015 yılında) yapılmasının Trump’ı etkilediğini ima eden Macron, uluslararası siyasette “efficient” (etkin) olmanın gerekliliğine de dikkat çekmektedir. Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un uluslararası kurum ve normları önemsemeyen bir kişi olduğunu belirten Macron, Pyongyang üzerindeki baskıyı Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelecek ekonomik yaptırımlarla arttırmanın savaşa kıyasla daha doğru bir seçenek olacağını söylemektedir. Zira Macron, bu ülke ile ABD arasında yaşanabilecek savaşın çok maliyetli olacağını ve büyük insan kayıplarına yol açacağını düşünmektedir. Ayrıca diplomaside “multilateralism”e (çok taraflılık), müzakereye, denetime ve barış inşa etmeye inandığını belirten Macron, bunun Kuzey Kore krizi için de gerekli olduğunu belirtmektedir.

Macron ve Trump

Röportajın ilerleyen dakikalarında Amanpour’un sorusu üzerine ABD Başkanı Donald Trump’la iyi kişisel ilişkileri olduğunu belirten Emmanuel Macron, Trump’ın son derece doğrudan konuşan (direct) bir lider olduğunu ve onunla tüm meseleleri açıklıkla konuştuklarını söylemektedir. Macron, ABD’nin seçilmiş Başkanı olarak dış politikada sadece Trump’ı muhatap aldığını da bu noktada özellikle belirtmektedir. Trump’la en önemli fikir ayrılığının “iklim değişikliği” ve Paris İklim Sözleşmesi konusunda olduğunu belirten Macron, bu konuda onu ilerleyen günlerde ikna edebileceğini umduğunu, zira Trump'on kararına saygı duymasına karşın bunun yanlış olduğunu düşündüğünü söylemektedir. Paris İklim Sözleşmesi’nin gereklerini Fransa ve Avrupa’da uygulamaya başlayacaklarını ve ABD’nin de bu sürece katılması için çaba göstermeye devam edeceklerini söyleyen Macron, iklim değişikliği ile ancak küresel çapta bir mücadele ile baş edilebileceğinin altını çizmektedir. Bu anlaşmanın Trump’ın iddia ettiği gibi “kötü” bir anlaşma olmadığını da söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı, anlaşmanın tüm dünya ve ABD için de aslında iyi bir gelişme olduğunu belirtmektedir. ABD Başkanı Donald Trump ve diğer popülist sağcı liderlerin aksine korumacı-milliyetçi retoriklere prim vermeden ve diplomasiyi ve çok yanlılığı savunarak nasıl seçilebildiğinin sorulması üzerine, Macron, bu trendin sonucunun “savaş” olacağını bildiği için böyle davranmadığını söylemekte ve milliyetçi, tek yanlı, küreselleşme karşıtı ve korumacı siyasetin sonuçlarını Avrupa’da 80 yıl önce İkinci Dünya Savaşı ile bizzat yaşadıklarını hatırlatmaktadır.

İç siyaset bağlamında, iş reformu konusunda kararlı olduğunu ve bunu seçim kampanyası döneminde Fransız halkına açıkça belirttiğini söyleyen Macron, bunun popülarite kaybına neden olacağını bildiği halde bu reformları yapacağını, çünkü Fransa’nın bu reformlara ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Fransa’da işsizliğin yüzde 10, genç işsizliğinin ise neredeyse yüzde 25 seviyesinde olduğunu hatırlatan Macron, siyasi sermayesini reform yönünde kullanacağını ve bu süreçten korkmadığını söylemektedir. Bunun ülkesinde protestolara neden olabileceğini bildiğini itiraf eden Macron, yine de hükümetle birlikte bu reformları kararlılıkla geçireceğinin sözünü vermektedir. Göstericilerin protesto hakkına saygı duyduğunu da belirten Macron, ancak demokrasinin sokaklarda değil, sandıkta tecelli ettiğini vurgulamakta ve Fransız halkının kendisini büyük farkla Cumhurbaşkanı seçtiğini hatırlatmaktadır. Güçlü bir ekonomi olmadan güçlü bir Fransa olamayacağını ve üretmeden tüketemeyeceklerini belirten Macron, bu reformların nedenlerini halkına samimiyetle açıklayacağını da söylemektedir. Bu sürecin alelade bir reform değil, bütüncül bir dönüşüm (transformation) olduğunu da ifade eden Fransa Cumhurbaşkanı, önceki Fransa Cumhurbaşkanlarının bu reformları halka anlatmadan hayata geçirmeye çalıştıkları için başarısız olduklarını kaydetmektedir.

Programın son bölümünde Amanpour’un sorusu üzerine Rusya konusuna odaklanan Macron, Moskova’nın son yıllarda birçok ülkedeki seçimlere müdahalede bulunduğunu ve liberalizm karşıtlarını desteklediğini hatırlatmakta ve Rusya’nın güçlü bir ülke olduğuna dikkat çekerek, Rusya ile Suriye ve Kuzey Kore krizleri başta olmak üzere birçok konuda birlikte çalışmak gerektiğini vurgulamaktadır. Rusya’ya saygı duyulması gerektiğini de belirten Macron, Suriye’deki birincil önceliklerinin cihatçıları ve teröristleri mağlup etmek olduğunu ve bunun için Rusya ile birlikte çalışacaklarını söylemektedir. İkinci önemli stratejik hedeflerinin Suriye’nin toprak bütünlüğü ve yönetilebilir olması olduğunu belirten Macron, bu bağlamda Beşar Esad’ın savaş süresince birçok savaş suçu işlediğini iddia etmekte ve gitmesi gerektiğini söylemektedir. Suriye’deki durum konusunda Türkiye, Rusya ve İran’la müzakereler yapacaklarını belirten Macron, bu anlamda bu ülkelerin masada yer aldığı Astana sürecine vurgu yapmaktadır. Rusya ve Vladimir Putin’le birlikte çalışmanın Kuzey Kore krizi konusunda da gerekli olduğunu belirten Macron, buna karşın iç siyasetlerine Moskova’nın müdahil olmasına izin vermeyeceklerini söylemektedir.

Programın son bölümünde merak edilen özel hayatına dair bazı soruları yanıtlayan Emmanuel Macron, sonuçta kararlı ve iyi bir genç lider görüntüsü çizmiş ve makamına kısa sürede alıştığını göstermiştir. Macron, ilerleyen yıllarda Fransa ekonomisini yeniden ayağa kaldırırsa, Fransa tarihinin en başarılı liderlerinden birisi haline gelebilir. Ancak önümüzdeki birkaç ay, kendisi için kesinlikle kolay geçmeyecektir. Zira Fransız halkı, ekonomik ve sosyal haklarının kesintiye uğraması konusunda son derece hassas bir toplumdur.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Röportaj şu linkten izlenebilir; http://edition.cnn.com/videos/politics/2017/09/19/intv-macron-complete-amanpour.cnn.