28 Şubat 2012 Salı
Son Darbe: 28 Şubat
24 Şubat 2012 Cuma
Eğitim Sistemindeki Değişiklikler
Eğitim sistemi bir ülkenin geleceğinin belirleyicisi olacak milyonların yetişmesini sağlayan çok önemli bir konudur. Eğitim sistemi konusunda 10 yıllık AKP iktidarında yapılan değişiklikler Türkiye’de eğitim sistemini bir yapboz oyununa çevirmiştir. Bunu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada kabul etmiş ve Türkiye’deki eğitim sisteminin OECD ülkeleri arasında iyi bir konumda olmadığına dikkat çekerek “Gençlerin liseyi bitirmelerini zorunlu kılacak bir yapıyı kurmamız gerekir” demiştir. En son gündeme gelen yasa teklifi de Türkiye’deki eğitim sisteminin sorunlarını çözmekten ziyade sorunu daha da karmaşık hale getirecek niteliktedir.
2010 yılının Kasım ayında yapılan 18 Milli Eğitim Şurası’nda hiçbir bilimsel temele dayanmadan, herhangi bir plan-program yapılmadan kabul edilen ve geçtiğimiz gün Meclis’e yasa teklifi olarak verilen yeni sisteme göre eğitim süresi; 1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi, 4 yıl ortaöğretim olmak üzere zorunlu eğitim olmak üzere top 13 yıl olacaktır. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in bizzat kendi ağzından yaptığı “12 yıllık eğitim için fiziki altyapı yetersiz, sistemi uygulamak yıllar alır” sözlerine rağmen plansız-programsız bir şekilde uygulamaya konulması düşünülen bu sistem birçok açıdan hatalı ve sakıncalıdır.
Sivil siyasetin senelerce yapmaya yanaşmadığı ve bir nevi asker zoruyla 28 Şubat döneminde kabul edilen 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması doğru bir adımdır. Ancak bu sistemde temel gayenin 12 senelik eğitime geçilmesi olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sistemin asıl hedefi kamuoyunda da belirtildiği şekilde İmam Hatip Liseleri’ne erken geçilmesini sağlayarak Başbakan’ın sıklıkla bahsettiği “dindar ve kindar” neslin yetiştirilmesidir. Önerilen 1+4+4+4 sistemi Türkiye'de zaten yavaş giden ve sık sık durmak zorunda kalan eğitim trenini tamamen yoldan çıkarmakla eş anlamlıdır. Sekiz yıldır oturmuş bir düzeni böyle alelacele ve kamuoyunda tartışılmadan adeta yangından mal kaçırırcasına değiştirmekte işte bu gizli emeller rol oynamaktadır.
Yasa teklifinde 8 yıl kesintisiz eğitimin bir zararı olarak aynı okul çatısında yaş farklılıkları olan gençlerin bulunması gösterilmektedir. Bu iddia son derece temelsizdir. Farklı yaş gruplarının aynı eğitim kurumunda bulunması öğrencilerin toplumumuzun önemli bir sosyal olgusu olan ağabeylik-ablalık kavramlarıyla tanışmasını sağlamakta ve farklı yaş grupları arasında iletişim sağlayarak öğrencileri sosyal hayata daha kolay alıştırmaktadır.
Yasa teklifinde yer alan öğrencilerin bu sistemle mesleki yeteneklerinin daha kolay keşfedileceği yönündeki iddiaları da şüphelidir. Birçok başarılı eğitim modelinde böyle bir uygulamaya yer verilmediği görülmektedir. Örneğin eğitim sistemindeki başarılarıyla bilinen Finlandiya’da temel eğitim olarak adlandırılan zorunlu eğitim, altı yıl ilköğretim ve üç yıl ortaöğretim birinci devre olmak üzere dokuz yıldır. Zorunlu temel eğitimden sonra 16-19 yaş arasını kapsayan ortaöğretim, genel ve mesleki eğitim olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Finlandiya gibi eğitimle ünlenmiş bir ülkede mesleki eğitime yönelmenin 16 yaşında olduğu düşünülürse yasa teklifinde yer alan iddialar zayıf ve temelsiz kalmaktadır. Bu tarz bir yaklaşım iktidarın başta MİT yasası ve parti-devlet örgütlenmesi olmak üzere etkilendiği Sovyet Bolşevizmi’nden eğitim alanında da etkilendiğini akla getirmektedir. Öğrenciler yeteneklerine göre bir alanda ihtisas yapmaya zorlanmamalı, öğrencilerin gidecekleri yol aileleriyle beraber kendilerinin kararı olmalıdır. Ancak iktidarın yasa teklifinde Sovyet sisteminde olduğu gibi bir devlet yönlendirmesi hatta baskısı olabileceği görülebilmektedir.
Dr. Ozan Örmeci
23 Şubat 2012 Perşembe
Politik Psikoloji Yıllığı Cilt 1
22 Şubat 2012 Çarşamba
"Arap Baharı Devrim Midir?" konulu söyleşim
Fetih 1453
Çocukluğumdan beri sinemayı çok severim. Sinemanın bir eğlence aktivitesinin ötesinde çok büyük bir endüstri ve aynı zamanda bir ülkenin yumuşak güç (soft power) unsuru olduğuna inanırım. Bu nedenle sıklıkla sinemaya giderim ve özellikle Türk filmlerini gelişmekte olan sinema endüstrimize destek olmak ve bu alanda ne kadar ilerlediğimizi görmek adına hiç kaçırmam. Geçtiğimiz gün de eşimle beraber Fetih 1453 isimli filme gittim. Bu yazıda biraz bu filmden bahsetmek istiyorum.
16 Şubat 2012 günü ilk kez saat 14.53 seansıyla birlikte seyirciyle buluşan Fetih 1453, yönetmen ve yapımcılığını Recep İvedik serisinden tanıdığımız Faruk Aksoy’un yaptığı oldukça büyük bütçeli bir yapım. Aksoy röportajlarında İvedik serisinden kazandığı paraları bu filme yatırdığını ve oyunculardan birçoğuna aylarca süren binicilik ve kılıç kursu aldırmak başta olmak üzere filmle ilgili en ufak detayı dahi atlamadıklarını ifade ediyor. Hakikaten 160 dakika sürmesine ve animasyonlar başta olmak üzere bazı konularda hala Hollywood sinemasının çok gerisinde kalmasına rağmen, film önceki Türk filmlerine kıyasla bütçe ve teknoloji açısından daha üstün bir yapım olarak gözüküyor. Filmin başrollerinde Devrim Evin, İbrahim Çelikkol ve Dilek Serbest yer alıyorlar. Film, tarihten çok iyi bildiğimiz şekilde babası II. Murat’ın ölümü üzerine tahta çıkan Sultan II. Mehmet’in İstanbul’u fethini ve Fatih Sultan Mehmet olmasını konu alıyor. Bugüne kadar ciddi anlamda hiçbir filmi çekilmemiş böylesi önemli bir olayı konu almak ticari açıdan ve aynı zamanda sinemamızın prestiji bakımından son derece önemli bir olay. Film için de gerçekten emek verildiği ve uğraşıldığı görülebiliyor. Ancak yine de filmle ilgili bazı eleştirilerimi sıralamak isterim. Öncelikle film için hazırlanan onca emeğe rağmen filmin anlatım diliyle ilgili bir sıkıntı mevcut. Küreselleşme çağında dünya çapında ilgi gören bir film yapabilmek, tarihe geçecek önemli bir eser bırakabilmek için bizim sinemacılarımız ve genel olarak sanatçılarımızın da mutlaka evrensel nitelikte bir anlatım üslubu geliştirmeleri şart. İstanbul’un fethi olayını ülkemizdeki milliyetçi-muhafazakâr çoğunluğun istediği şekilde kendimizi pohpohlayan, Bizans’ı ve Batı’yı kötü gösteren, her konuda kendimizin haklı olduğunu düşündürten bir şekilde çekmek ülke içerisinde bir sempati ve gişe başarısı getirebilir. Ancak Türk’ün Türk’e propagandası olarak nitelendirilebilecek bu içi boş milliyetçilik yerine, olaya daha akademik ve nesnel yaklaşabilen, İstanbul’un fethini sadece Türklerin tarihi bir zaferi değil de, dünyada etkileri olmuş çok önemli bir tarihi olay olarak anlatabilen bir film yapılsa, eminim film dünyada da seyirci bulabilir ve böylelikle Türkiye’nin hem ekonomik, hem de sinema sektörünün gelişmişliğinin propagandası anlamında çıkarları çok daha iyi savunulabilirdi. Ancak burada Aksoy’un fazlasıyla kolaya kaçtığını ve sadece iç pazara yönelik, evrensellik iddiası son derece zayıf bir üslup benimsediğini gördüm. Fatih Sultan Mehmet gibi kendisini yeni bir Roma imparatoru olarak gören bir lideri bu sınırlı üslupla anlatmak benim açımdan doğru olmamıştı, dahası milliyetçilik ve yurtseverlik açısından da sonuçları evrensellik iddiasındaki ve tüm dünyada izlenen bir film kadar olumlu olmayacaktı.
Yine de büyük bütçeli aksiyon ve tarihi filmler açısından hala emekleyen sinema sektörümüzde önemli bir dönüm noktası olan bu filme destek olmak ve eksikliklerini belirterek çok daha iyi filmlerin yapılmasına katkıda bulunmak lazım. Türk dizilerinin Orta Doğu ülkelerinde gösterildiği ve Arap Baharı sürecine katkıda bulunarak Türkiye’nin bir yumuşak güç unsuru haline geldiğinin iddia olunduğu günlerde, sinema filmlerimizin de sadece iç pazara değil, dış pazara ve dünyaya yönelik mesajlar içeren çok daha kaliteli ve büyük iş yapan yapımlar olmasını bekliyoruz. Nuri Bilge Ceylan gibi kendi kulvarında dünya çapında işler yapan bir auteur yönetmenimizin yanında, filmleri Amerika’da, Avrupa’da gösterilebilecek olan ve dünyayı büyüleyen yönetmen ve oyuncularımızın olmasını istiyoruz. Sevgiyle kalın.
Dr. Ozan Örmeci
18 Şubat 2012 Cumartesi
Arap Baharı Devrim Midir?
18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir. Bu terimin ortaya çıkışında 1968’de Çekoslovakya’daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı’ndan (Prag Spring) esinlenildiği tahmin edilmektedir. Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş ve NATO bombardımanı sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.
Arap Baharı’na ilk reaksiyon veren (Libya politikası bir istisna olarak değerlendirilebilir) ve bazı otoritelere göre bu sürecin en kazançlı çıkan ülkelerinden olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış İşleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, “Arap Uyanışı” olarak nitelediği Arap Baharı’nı, 20. yüzyıl ve devamındaki üç büyük depremden biri olarak tanımlamıştır. Davutoğlu’na göre birinci deprem Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle gerçekleşen jeopolitik depremdir. İkinci deprem 11 Eylül saldırıları sonrası tüm dünyada meydana gelen güvenlik politikaları depremidir. 21. yüzyıl başlarındaki üçüncü deprem ise Arap Baharı veya Arap Uyanışı’dır. Davutoğlu’na göre bu süreç Orta Doğu bölgesindeki Soğuk Savaş artığı rejimlerin tasfiyesi sonucunu doğuracak ve zamanın akışını normalleştirecektir.
Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Arap Baharı’na dair olumlu algılamasına dayanak olabilecek önemli veriler elimizde mevcuttur. Hakikaten Arap Baharı süreci diktatörlüklerin ani ve şiddetli halk hareketleriyle yıkılması ve sivil özgürlüklerin arttırılması bakımından Arap coğrafyasındaki geç kalmış Fransız Devrimleri olarak nitelendirilebilir ve olumlu algılanabilir. Bu süreç sonunda Tunus ve Mısır’da barışçıl iktidar değişimi ve serbest seçimler yaşanmış ve yeni parlamentolar ve hükümetler görev yapmaya başlamıştır. Libya’da da sorunlara rağmen bu yönde bir gidişat vardır. Fakat bu madalyonun sadece bir yüzüdür. Zira bu süreçlere dışarıdan verilen destek, özellikle Libya’da yaşanan ve 6 ay süren NATO hava bombardımanı ile açığa çıkmıştır. Ayrıca bu ülkelerde yer altı kaynaklarının kullanımı konusunda Batılı ülkelere tanınan imtiyazlar ve radikal İslam’ın yükselmesi nedeniyle yaşanan demokrasi ve insan hakları endişeleri bu sürecin olumlu yanlarını gölgelemekte, en azından törpülemektedir. Arap Baharı, “devrim” olarak algılanmasına yol açan olumlu gelişmelerin yanında ayrıca bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir “Pandora’nın kutusunun açılması” hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, radikal İslam’ın yükselişi, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar da doğurabilir.
Arap Baharı’nın ne olduğunu önümüzdeki yıllar gösterecektir. Bu konuda yaptığım araştırmaları okurlarımla paylaşacağım bir söyleşiyi 20 Şubat Pazartesi günü saat 18.30’da İzmir Bostanlı’daki Kedi Kitabevi’nde gerçekleştireceğim. Gelme imkânı olan herkesi bekliyorum.
Dr. Ozan Örmeci
17 Şubat 2012 Cuma
İlm-i Siyaset
Siyaset Arapça kökenli bir kelimedir ve kelime anlamı itibariyle “at eğitimi, at bakıcılığı, seyislik” anlamına gelmektedir. Siyasetle eş anlamlı olan ve Batı literatüründe bu kelimenin yerine kullanılan Politika terimi ise; antik Yunan medeniyetinde var olan ve demokrasinin kısıtlı ölçüde de olsa uygulandığı “polis” olarak adlandırılan şehir devletlerinden gelmektedir. Tanımlardan anlaşılabileceği üzere; Doğu-İslam toplumlarında siyaset daha çok yönetim ve terbiye ile yakın alakalı gözükürken, Batı medeniyetinde kullanılan politika teriminde şehir ve şehir yaşamına, şehirle ilgili karar alım süreçlerine katılım ön plandadır. Zaman içerisinde siyaset ya da politika evrensel bir nitelik kazanmış ve hem Batı, hem de Doğu toplumlarında ortak karar almak ve toplumsal sorunlara çözüm bulmak için yapılan uğraş haline gelmiştir. Fakat Türkiye ve Batı’dan kimi noktalarda farklılaşan diğer toplumlarda hala siyasetin bu terbiye ve eğitim yönünün siyasal alanda ön plana çıkabildiği görülebilmektedir. Başbakan Erdoğan’ın “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklaması da işte tam bu siyaset algılamasına uygun düşen bir örnektir.
Siyaset toplumsal sorunlara çözüm bulmak için yapıldığına göre siyasal partilerin toplumsal sorunlara çözüm önerilerini sunmaları ve demokratik siyasal sistemde bu yolla iktidara gelmeye çalışmaları gerekir. Bu noktada Türkiye’deki muhalefet partilerinin son derece yetersiz kaldığı gözükmektedir. Oysa siyaset yapmadan, çözüm önerileri getirmeden halkı heyecanlandırmak ve yeni seçmen kitlelerine ulaşmak imkânsızdır. Bu nedenle Türkiye’deki en ciddi siyasal ve toplumsal sorunları belirlemek ve bunlara çözüm önerileri geliştirmek muhalefet partilerinin hem görevi, hem de başarı anahtarıdır. Şimdi Türkiye’nin en ciddi siyasal ve toplumsal sorunlarını listeleyelim.
- - Dış Politika ve Güvenlik: NATO’nun füze kalkanı projesine dâhil olmamız ve ardından yaşanan gelişmelerle Türk dış politikasını hareketli ve zor günler beklediği gerçeği açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle dış politika iktidar olmayı hedefleyen muhalefet partilerinin de öncelikli uğraş alanı olmalıdır. Burada oy adına halka radikal ve heyecan veren söylemler kullanmak sandıkta bazı kazanımlar elde edebilir ancak iktidara gelindiğinde bu verilen sözlerin altında ezilmemek adına gerçekçi bir dış politika çizgisi belirlemek ve Türkiye’nin mevcut sözleşme ve ittifakları çerçevesinde yeni açılımlar gerçekleştirmek gerekir.
- - Terör: Terör 30 sene sonunda Türkiye’yi gerçekten yormuş ve ekonomik gelişimine engel olmuştur. Terör nedeniyle bölgesel geri kalmışlık ve etnik sorunlar da üst seviyeye çıkmıştır. Bu nedenle terörle mücadelede askeri yöntemlerin yanında mutlaka siyasal yöntemler de kullanılarak yeni ve etkin bir stratejik konsept belirlenmelidir. Muhalefet partileri bu noktada akademisyenlerin, bölgesel aktörlerin ve hatta devlet kurumlarının (TSK, Emniyet Teşkilatı vs.) görüşlerine de başvurarak kapsamlı raporlar hazırlayabilir ve çözüm önerileri geliştirebilirler.
- - Ekonomi: Türk halkı Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir şeyden çekmediği kadar çekmiştir işsizlik ve ekonomik krizlerden. Dolayısıyla Türkiye’nin öncelikli ekonomik sorunları olan cari açık, yüksek işsizlik oranı gibi sorunlara çözüm önerileri getirmek iktidar ve muhalefet partilerinin öncelikli görevi olmalıdır. “It’s the economy stupid” devrinde ekonomik vizyonu olmayanların sandık illüzyonu da olamaz. Aile sigortası benzeri gelir eşitsizliğini önlemeye yönelik projelerin sayısı arttırılmalı, bu projeler halka iyi anlatılmalıdır.
- - Demokrasi: Türkiye’de askeri darbelerin geride bırakıldığı yeni dönemin umut vermesi gerekirken yaşanan hoyrat hukuki süreçler, iktidar kaynaklı yanlış hamleler demokrasinin gelişimine engel olmaktadır. Türkiye’de gerçek bir demokrasinin oturtulması için artık 1. Meşrutiyet’ten günümüze yeterli birikim oluşmuştur. Bu nedenle tüm siyasal aktörlerin katılımıyla yeni, sivil ve demokratik bir anayasanın rehberliğinde demokratik hakları geliştiren projeler muhalefet partilerince üretilmelidir. Nefret söylemlerinin engellenmesine yönelik bir yasa bu açıdan önemli bir başlangıç noktası olabilir.
- - Kürt Sorunu: Terör sorunuyla da bağlantılı olarak derinleşen Kürt sorunu konusunda devlet bugüne kadar önemli adımlar atmıştır. Ancak kültürel alanda yapılabilecek ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın devlete aidiyetini arttırabilecek sembolik ama önemli bazı yeni adımlar mümkündür. Yeni anayasada yurttaşlığa yapılacak vurgu ve Türk milleti kavramıyla kapsayıcı bir anlayışın benimsenmesi de bu konuda önemli bir açılım olabilir. Muhalefet partilerinin bu alanda yeni öneriler ve formüller geliştirerek Doğu ve Güneydoğu’da yeniden seçmen tabanına kavuşmaları gerekmektedir.
- - Laiklik: Türkiye’de devletle bazı toplumsal kesimler arasında ciddi bir gerginlik noktası oluşturan laiklik alanında muhalefet partileri Türkiye’nin çağdaş dünyada yer alacağını garantileyen ancak aynı zamanda dini özgürlüklerin alanını genişleten yeni bir politika geliştirmelidir. Bu politika son derece somut uygulamalara dayanmalı ve laf gevelemekten ziyade sorun çözmeye yönelik olmalıdır. Bu noktada muhalefet partileri ileride tutamayacakları sözler vermemek adına ölçülü davranmalıdırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı uzun vadede din alanını tamamen sivil topluma bırakabilecek ve tüm inanç gruplarına (Aleviler, Caferiler ve hatta farklı dinler) hizmet verebilecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Farklı inanç grupları arasında hoşgörünün tesis edilmesi devletin eğitim sisteminde yer verdiği öncelikli politikalarından olmalıdır.
- - Eğitim: Türkiye’de ezbercilik yerine yaratıcılığı ve girişimciliği teşvik eden yeni bir eğitim politikası hazırlanmalı ve uygulamaya sokulmalıdır. Ataması yapılmayan öğretmenlerin sorunlarına ivedilikle çözüm bulunmalı, Eğitim Fakültelerinin açılması belli bir plan-program dâhilinde gerçekleştirilmelidir. ÖSS sistemi kaldırılmalı, öğrencilerin yeteneklerine göre eğitim alıp iş bulabilecekleri yeni bir üniversite sistemi inşa edilmelidir. Yüksek öğretimde YÖK’ün düzenleyici özellikleri korunarak üniversitelerin daha fazla özerk olması sağlanmalı, akademik özgürlükler güvence altına alınmalı, akademisyen maaşları arttırılmalıdır.
- - Enerji: Türkiye’nin ithalata dayalı enerji modeli uzun vadede ve yeni dış politika koşullarında ülkeyi çok zorlayacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin kendi enerji potansiyelini arttırmak adına mutlaka yeni hamleler yapması gerekmektedir. Bu noktada ülkenin ve toplumun uzun vadeli çıkarları düşünülerek ciddi plan ve projeler geliştirilmelidir.
Bu başlıklar başta olmak üzere tüm ciddi konularda başta CHP olmak üzere muhalefet partilerine büyük iş düşmektedir. İlerleyen günlerde bu ve farklı konulardaki somut önerilerimi de sizlerle paylaşacağım.
Dr. Ozan Örmeci