29 Ekim 2016 Cumartesi

Zbigniew Brzezinski'den 'Büyük Satranç Tahtası'


Polonya asıllı Amerikalı ünlü stratejist Zbigniew Kazimierz Brzezinski (1928-)[1], geçmişte ABD Başkanı Jimmy Carter’a danışmanlık yapmış önemli bir siyaset bilimci ve fikir adamıdır. Brzezinski’nin en önemli eserlerinden birisi de, ilk baskısı 1997 yılında yapılan ve orijinal İngilizce ismi “The Grand Chessboard: American Primacy And Its Geostrategic Imperatives[2] olan “Büyük Satranç Tahtası[3] adlı eseridir. Yelda Türedi tarafından Türkçe’ye çevrilen ve İnkılâp Kitabevi tarafından basılan 293 sayfalık kitap, kendi alanında (jeopolitika) daha şimdiden önemli bir klasik kabul edilmektedir.

Büyük Satranç Tahtası

Kitabının “Giriş” bölümünde Avrasya coğrafyasının tarihte ve günümüzdeki önemine dikkat çekerek söze başlayan Brzezinski, kitabın “Yeni Bir Tür Hegemonya” adlı birinci bölümünde ise, “hegemonya” kavramı çerçevesinde tarihsel küresel jeopolitik durumu analiz etmekte ve Amerikan liderliğinin maddi temellerini ortaya koymaktadır. Brzezinski’ye göre; 19. yüzyıl sonlarında İspanya ile ilk denizaşırı savaşını yapan Amerika Birleşik Devletleri, bir asır gibi çok kısa bir sürede, şartların da elvermesiyle (örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı tarumar etmesi), küresel liderliğe yükselmiştir. ABD’nin 20. yüzyılda artan jeopolitik hırsları, ülkenin hızlı endüstrileşmesi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Dolayısıyla, ekonomik dinamizm, Amerikan liderliğinin en önemli sebebidir. Yurtdışındaki yetenekleri kendisine çekebilme ve bünyesine katabilme başarısı da ABD’nin hızlı ilerlemesindeki en kilit unsur olmuştur. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı ile küresel liderlikte Avrupa dönemi kesin olarak sona ererken, ABD’nin kendi liderlik sırasının geldiğini anlaması hemen olmamıştır. ABD, Birinci Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde içe kapanmacı (izolasyonist) bir dış politika anlayışı benimsemiştir. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte başta Avrupa ve Asya-Pasifik olmak üzere birçok coğrafyaya açılan Amerikan kuvvetleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet Rusya ile küresel liderlik için mücadele etmiştir. Her ne kadar bu dönemi Rusya korkusu karakterize etse de, aslında ABD, bu dönem boyunca ekonomik, siyasi ve teknolojik olarak Rusya’dan hep daha ileride olmayı başarmıştır. Dahası, Amerikan sistemi de komünizme göre hep daha yenilikçi ve dinamik olmayı başarmıştır. Sonuçta, ABD en büyük rakibi Sovyet Rusya’yı yıkmış ve Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmıştır. Brzezinski’ye göre; ABD, bazı açılardan eski büyük imparatorluklara benzemektedir. Örneğin ABD de, eskiden imparatorlukların yaptıkları gibi, yeri geldiğinde emperyalist gücünü çekinmeden kullanmakta, ama eski imparatorluklardan farklı olarak, yarattığı kültürel cazibe sayesinde bunu yaparken halklardan ve diğer uluslardan da destek alabilmektedir. Bu yönüyle, ABD’yi Roma İmparatorluğu’na benzetmek mümkündür. Zira Roma’da da “Civis Romanus sum”, yani Roma vatandaşlığı, önemli bir şeref ve prestij meselesiydi ve farklı halklardan insanları etkileyebiliyordu. Brzezinski’nin düşüncesine göre, Roma İmparatorluğu’nu 3 temel sebep yıkmıştı: büyüyen imparatorluğun merkezden yönetiminin zorlaşması, yöneticiler arasında yaygınlaşan hedonizm ve enflasyon. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını izleyen süreçte, dönemsel olarak ve büyük ölçüde bölgesel düzeyde, önce Asya'da Çin İmparatorluğu ve Moğollar, daha sonra ise Avrupa'da İspanya, Fransa ve sonrasında da Britanya İmparatorluğu (bugünkü Birleşik Krallık), küresel güç olma yolunda önemli aşama kaydettiler. Buna en çok yaklaşanlardan birisi, kıta Avrupa’sını tamamıyla kontrolüne alan Fransız İmparatoru Napolyon’du. Daha sonraları ise, İngilizlerin kurduğu denizaşırı imparatorluk, bu ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel gücünü inanılmaz ileri seviyelere taşıdı ve ilk kez Roma’dan beri gerçek bir küresel güç ortaya çıktı. Ancak İngilizler bile, Brzezinski’ye göre ABD’nin şimdilerdeki hegemonyasının sofistike yayılımı ve yöntemlerine ulaşamadılar. Zira öyle ki, Brzezinski’ye göre, bugün ABD yalnızca tüm deniz ve okyanuslara hâkim olmakla kalmaz, aynı zamanda askeri birlikleri de tüm dünyayı adeta kuşatmıştır.Rusya ve Çin başta olmak üzere birçok devlet Amerikan liderliğine karşı çıksalar da, bunu engellemeleri mümkün değildir. ABD’nin bugünkü gücünün temelinde ise, çoğulcu toplumsal yapısı ve siyasi sistemi vardır. Bu çoğulculuk, ABD’yi tüm dünyadan en yetenekli ve bilgili kişiler için cazibe ve özgürlük merkezi haline getirir ve ülkenin dünyadaki prestijini arttırır. Popüler kültürde daha çok hazza dayalı yaşam biçimi öne çıkarılsa da, bu, aslında ABD’nin sadece görünen yüzüdür ve çoğulcu toplum yapısı içerisinde bu ülkede her türlü grup mevcuttur. İngilizce’nin dünyanın adeta resmi dili haline gelmesi de, ABD’nin küresel liderliğini kolaylaştırmıştır. Bu sayede, ABD, yıllardır örnek alınan ve "model ülke" olarak algılanan bir devlet konumundadır.

“Avrasya Satranç Tahtası” adlı ikinci bölüm, Brzezinski’nin tüm kitap ve makalelerinde gelecek adına en önemli coğrafya olarak işaret ettiği Avrasya hakkındadır. Bazı çalışmalara göre, dünya nüfusunun yüzde 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçü de bu bölgededir. Ayrıca ABD’den sonra dünyanın en büyük altı ekonomisi ve silah alıcısı da bu bölgede yer almaktadır. Biri hariç dünyadaki tüm resmi nükleer güç sahibi ülkeler de bu coğrafyadadır. Amerikan liderliğine meydan okuyan ve okuma potansiyeli olan ülkeler de tamamen bu coğrafyada yer almaktadır. Aslında Avrasya (Avrupa ve Asya), total ve birleşik bir güç haline gelebilse, ABD’yi bile aşacak kudrete kolaylıkla erişebilir. Ancak Avrasya’da siyasi birliğin sağlanması zordur. Bu nedenle, ABD ve tüm diğer küresel iddiası olan güçler için, bu bölge bir “satranç tahtası”dır. Avrasya’nın küçük Batı bölgesinde (Avrupa), Amerikan gücü hâlihazırda doğrudan konuşlanmıştır. Ancak Lizbon’dan Vladivostok’a uzanan bu büyük coğrafyada güç sahibi olmak hiç de kolay değildir. Dahası, burada iddiası olan aktörler sadece ABD ve Rusya da değildir. ABD için bir diğer önemli dezavantaj ise, demokratik sistemi nedeniyle asla rakipleri kadar despot olamamasıdır. Demokratik sistem, ABD’nin askeri gücünü sınırlamaktadır. Zira ABD öncesinde hiçbir halkçı demokrasi küresel liderliği eline geçirememiştir. Ama Amerikan halkının küresel liderlik ve tek süpergüç olma konusundaki büyük hevesi, demokratik rejime rağmen şimdiye kadar bu ülkeye bir engel çıkarmamıştır. Jeopolitikanın ilk önemli isimlerinden olan Harold Mackinder’in “kalp bölgesi” olarak değerlendirdiği Doğu Avrupa’yı da içeren Avrasya, 21. yüzyılda da dünyadaki en önemli bölge/coğrafya olacaktır. Avrasya’ya yönelik Amerikan jeostratejisi ise şöyle olmalıdır: 1-) Bu bölgede atılım yapabilecek ve süpergüç olma potansiyeli olan ülkelerin siyasal elitlerinin amaç ve planlarını öğrenmek, 2-) Amerikan politikalarını gerçekleştirmek için rakip stratejileri devre dışı bırakmak. Zbigniew Brzezinski'nin analizine göre, mevcut durumda Avrasya’da 5 önemli güç vardır: Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan. İngiltere, Japonya ve Endonezya da bu bölgede güçlenebilecek diğer aktörlerdir. Azerbaycan, Türkiye ve İran da bu bölgenin kilit aktörlerindendir. Burada Brzezinski’nin en çok dikkatini çeken ülke Fransa’dır. ABD ile yakın bir ülke olmasına karşın daima kendi jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmeye çalışan Fransa, zaman zaman Rusya’yı ABD’ye ve İngiltere’yi de Almanya’ya karşı oynatabilen çok akılcı bir siyaset izlemekte ve Almanya ile olan ittifakı sayesinde Avrupa Birliği vasıtasıyla da gücünü arttırmaktadır. Fransa, bu politikalarının yanı sıra Akdeniz’de ve Kuzey Afrika başta olmak üzere tüm Afrika’da da ciddi nüfuz sahibidir. Avrupa bütünleşmesine hep kuşkuyla yaklaşan Birleşik Krallık (İngiltere) ise, İngiliz Uluslar Topluluğu gibi çok önemli bir küresel güce sahip olmasına karşın, halen daha emperyal dönemin yorgunluğunu hissetmektedir ve daha önemlisi, küresel çapta hırsları artık yoktur. ABD ile çok iyi bir müttefik olan İngiltere, daha çok Amerikan liderliğine destek vermektedir. Brzezinski’ye göre, Avrasya’nın geleceğinde Fransa-Almanya ikilisine ABD’nin daha çok dikkat etmesi gerekir. Bir diğer önemli aktör olan Rusya ise, en güçsüz olduğu zamanlarda bile her zaman Rusya’dır. Giderek artan jeopolitik hırslara sahip olan Rusya, ilerleyen yıllarda ABD ile ilişkilerini dost veya düşman olarak düzenlemeyi seçmek durumunda kalacaktır. Bu seçim, Rusya’nın bir Avrupa demokrasisi mi, yoksa bir Avrasya imparatorluğu mu olmayı isteyeceğiyle de yakından alakalıdır. Çin Halk Cumhuriyeti de, gelecek adına çok önemli bir güç merkezidir. Tarihinden aldığı büyük güç ve kendisine özgü ve Çin’i dünyanın merkezinde gören kültürüyle, Çin, gelecek adına ABD’nin en zorlu rakibidir. Büyük Çin’in doğuşunu ise, elbette ancak Tayvan meselesinin çözümü tetikleyebilir. Kendisini bölgesel bir güç olarak yapılandıran Hindistan da geleceğin en önemli ülkelerindendir. Hindistan’ın hem komşularına, hem de Hint Okyanusu’ndaki bölgesel rolüne dair ileriye dönük jeostratejik bir bakış açısı vardır. Bu bölgedeki en kilit ülkelerden birisi ise Ukrayna’dır. Rusya, Ukrayna’sız da bir imparatorluk olabilir; ama o halde, ancak bir Asya imparatorluğu olacaktır. Ama Ukrayna da kendi kontrolünde veya sınırları içerisinde olursa, Rusya, işte o zaman gerçekten de bir Avrasya imparatorluğu olabilir. Bölgede nüfusu az ve daha yeni kurulan, ama enerji kaynakları potansiyeli sayesinde geleceği parlak olabilecek bir diğer ülke de Azerbaycan’dır. Bu ülke, ilerleyen yıllarda tamamen Rusya kontrolüne girerse, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kurulan Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları tamamen anlamsız hale gelebilir. Ama Azerbaycan’ın Batı ile bütünleşmesi ve bölgenin temel enerji koridoru olması durumunda, o zaman Rusya’nın yeniden güçlenmesi engellenebilir. Bölgede Türkiye ve İran da diğer iki önemli jeopolitik eksendir. Özellikle Türkiye’nin güçsüz ve istikrarsız olması, Rusya’nın bölgedeki etkisini arttıracaktır. ABD için en tehlikeli senaryo ise Çin-Rusya-İran ittifakının kurulmasıdır. Böyle bir blok kurulursa, bu defa lider ülke Rusya değil, Çin olacaktır. Bu blok, ABD’yi bölgede gerçekten çok zor duruma düşürebilir.

“Demokratik Direnek Noktası” başlıklı kitabın üçüncü bölümünde ise, Brzezinski, Avrupa-Amerika ittifakını incelemektedir. Avrupa, bilindiği üzere çoğu Amerikalının anavatanıdır. Bu iki bölge arasında duygusal ve tarihi bağlar söz konusudur. Siyasal ve ekonomik bütünleşmesini sağlayan bir Avrupa, kuşkusuz küresel bir güç haline gelecek ve bazı açılardan ABD’ye rakip olacaktır. Avrupa, ayrıca, Avrasya coğrafyasına de yavaş yavaş yayılan demokratik modelin öncüsüdür. Avrupa, Kafkaslar ve Rus coğrafyasında birçok ülkeyi (Ukrayna, Beyaz Rusya, hatta bizzat Rusya) demokrasi yanlısı yapma potansiyeline sahiptir. Yine Avrupa, Amerika’nın Avrasya’daki temel jeopolitik direnek noktasıdır. Avrupa Amerika’nın güvenliğine ihtiyaç duyarken, ABD de Avrupa sayesinde Avrasya stratejilerini daha iyi düzenleyebilir. Bu nedenle, ABD, Avrupa birleşmesine taraf olmalı ve buna destek vermelidir. Ama bunun ne ölçüde ve hangi ülkelerle olması gerektiği elbette tartışmalıdır. Bu bölümde daha sonra Fransa üzerine detaylı analizler yapan Brzezinski, bu ülkenin küresel ihtirasları ile jeopolitik gerçekler arasında hassas bir denge kurması gerektiğini söylemektedir. ABD içinse, Avrupa siyasetinde 3 temel amaç olmalıdır: 1-) Avrupa bütünleşmesine destek olunarak, ABD’nin Avrupa Birliği’ne engel olmaya çalıştığı kanısı yıkılmalıdır, 2-) Kısa vadede Fransız siyasetine karşı Alman liderliği desteklenmelidir, 3-) Avrupa kendi başına birçok sorunu (özellikle Rusya ile) çözebilecek durumda değildir; bu nedenle ABD’nin aktif desteği şarttır.

“Kara Delik” adlı dördüncü bölüm, neredeyse tamamen Rusya’ya ayrılmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Rusya için aslında tam bir hezimettir. Rusya, bu süreçte birçok bölgedeki etkisini ya tamamen, ya da büyük oranda kaybetmiş, ayrıca özgüveni de sarsılmıştır. Özellikle Ukrayna’nın kaybedilmesi, bu ülkede büyük yaralar açmıştır. Yeni kurulan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bazıları da, büyük ölçüde Türkiye, Pakistan, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin verdiği ekonomik destek sayesinde, Rusya’nın her konuda istediğini yapan uydu devletler olmamışlardır. Bu devletlerde ortaya çıkan milliyetçilik ve daha önemlisi İslamcılık akımı ise, Rusya için gelecekte güney ve doğudan büyük bir Müslüman devletler birliği ile kuşatılma riskini gündeme getirmektedir. Çin’in yaptığı büyük atılım da Rusya için bir tehdittir; zira ilerleyen yıllarda Rusya’nın elinde boşta duran Sibirya’nın bazı bölgeleri, Çin’in ilgisini çekebilir. Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde önemli çelişkiler yaşamıştır. Bu dönemde Rus’un tanımının nasıl olması gerektiği (etnik mi, vatandaşlık esaslı mı) ve devletin sınırları konusunda bu ülkede yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde dış politikada da farklı vizyonlar ortaya çıkmıştır. ABD ile olgun stratejik ortaklık ve Batı (Avrupa) ile yakınlaşmak isteyenler, Moskova’nın daha sonra Putin döneminde “yakın çevre” adını vereceği kendi bölgesinde güçlenmesini isteyenler ve Rusya’nın Doğu’ya açılarak ABD karşıtı bir ittifaklar zinciri ve Asya imparatorluğu kurmasını savunanlar… Bu üç eğilim arasında, Boris Yeltsin döneminde ilk eğilim baskındı; ama sonradan güç dengesi ve Batı’nın Rusya’ya karşı tavırları tepki doğurdu ve ikinci eğilim güçlendi. Vladimir Putin’in liderliği sonrasında, şimdilerde ise, üçüncü seçeneğe doğru bir gidişin başladığı tespiti bile rahatlıkla yapılabilir. Yeltsin dönemi, Rusya’nın Batılılaşması anlamında zirveyi temsil ediyordu. Bu dönemde, Batı’nın Bill Clinton’ın Yeltsin karşısında kahkahalar atarak gösterdiği küstah tavrın da Rusya’nın Batı karşıtı yöneliminde psikolojik etkileri olduğu söylenebilir. ABD açısından bakıldığında ise, durum oldukça karmaşıktır. 1990’ların Rusya’sı, ABD için ortak olmak için fazla zayıf, hasta olmak içinse fazla güçlüdür. Burada nelerin yaşanacağı, Brzezinski’ye göre biraz da Rusya’nın seçimleriyle ilgilidir. Başka hiçbir seçenek, Rusya’ya ABD ile bağlantılı zengin Avrupa’nın sunacağı imkânları sunamaz. Bu durumda, Rusya güvenli, daha zengin ve demokratik bir devlet haline gelebilir. Ama imparatorluk mirasçısı ve süpergüç ardılı olan bir ülkenin halkı için sıradan bir Avrupa devleti olmayı kabul etmek kolay değildir. Bu durum, Rus siyasal eliti ve güvenlik bürokrasisi içinse neredeyse imkânsızdır. Bu grupların, devletin başına Yeltsin sonrasında eski KGB ajanı Vladimir Putin’i getirmelerine şaşırmamak gerekir. AB ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesine Rusya’nın ne ölçüde izin vereceği de önemli bir meseledir. Burada en kilit ülke ise Ukrayna’dır.

“Avrasya Balkanları” adlı beşinci bölüm, Brzezinski’nin Hazar bölgesi ve Kazakistan’ı incelediği ve önemli tespitler yaptığı bir bölümdür. Bu bölge, dünya enerji piyasası açısından çok kritik bir coğrafyadır. Bölgede Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan gibi üç köklü millet vardır. Kendi aralarında da sorunları olan bu ülkelerden başlayarak, tüm ülkelerde milliyetçilik yaygın ve güçlü bir eğilimdir. Rusya’nın geçmişte uyguladığı politikalar neticesinde, bölgede tek bir Türk kimliği etrafında birleşme mümkün olamamıştır. Buna karşın, Dağlık Karabağ sorunu ile Ermenistan’la Azerbaycan’ın karşı karşıya gelmesi, bölgedeki milliyetçilik ve İslamcılık eğilimlerini güçlendirmektedir. Bölgedeki en önemli iki ülke ise Kazakistan ve Özbekistan’dır. Kazakistan, konumu, zengin enerji kaynakları ve yoğun Rus nüfusu nedeniyle en önemli ülke durumundadır. Özbekistan ise hem en kalabalık, hem de tarihsel olarak Müslümanlığın merkezi ve en güçlü olduğu yer durumundadır. Diğer devletlerden Türkmenistan ve Kırgızistan Türk, Tacikistan ise Farsi soyludur. Bu bölgede üç güçlü devlet vardır: Rusya, Türkiye ve İran. İlerleyen yıllarda Çin de onlara katılabilir. Bu üç ülke, birçok açıdan birbirine rakiptirler. Ama komşu ülkeler olarak, birçok alanda da işbirliği yapmaktadırlar. Rusya, bu bölgeyi Sovyet döneminde olduğu gibi dışarıya kapamak için artık yeterince güçlü değildir. Dahası, Moskova’nın bölgeyi kalkındırabilecek ekonomik kaynakları da yoktur. Buradan çıkan sonuç ise, Rusya’nın eski emperyal heveslerini bırakması gerektiğidir. Ancak herşeye rağmen, bölgenin en güçlü devleti de halen Rusya’dır. Rusya için hedef ülke Azerbaycan olmalıdır. Bu ülkeyi Batı’ya kaptırmaz ve kontrolü altında tutabilirse, Rusya yeniden Doğu’yu kendi arka bahçesine çevirebilir. ABD içinse buradaki jeopolitik çıkarlar bellidir; Rusya’nın yeniden çok güçlenmesini engellemek için, Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna gibi desteği hak eden devletlere mümkün olduğunca çok destek verilmelidir. Bunlar arasında en önemlisi olan Ukrayna, mutlaka Batı’ya kazandırılmaya çalışılmalıdır.

“Uzakdoğu Çapası” adlı altıncı bölüm, Uzak Asya coğrafyasındaki jeopolitik gelişmeleri incelemekte ve ABD’nin bu bölgeye yönelik politikaları için tavsiyeler içermektedir. Brzezinski’ye göre; ABD, Avrasya anakarasından gelecekte dışlanma ihtimaline karşı, mutlaka Asya çapası kozunu oynamalı ve denizlerde etkili olmalıdır. Ona göre, Çin’le işbirliği ABD için bir zorunluluktur. Japonya ise ABD’nin bölgedeki en yakın müttefikidir. Bu bölgede Çin ve Japonya arasında tarihsel bir husumet söz konusudur. Çin’in küresel bir güç haline gelirken göstereceği tavırlar, hem Japonya, hem de ABD ile ilişkilerini belirleyecektir. Bölgede Senkaku Adaları, Kuril Adaları, Kuzey Kore nükleer programı ve Tayvan-Çin ilişkileri gibi birçok istikrarsızlık kaynağı bulunmaktadır. Bunların hepsi, siyasal ve askeri krize dönüşme potansiyeli olan tehlikeli konulardır. “Orta Krallık” Çin, bu kitapta Brzezinski tarafından daha çok bölgesel bir güç olarak değerlendirilmiştir. Zira birkaç yıl öncesinde ekonomide ABD’yi geçeceği iddia edilen Japonya’ya olduğu gibi, Çin’in de göz alıcı ekonomik büyüme oranları zamanla yavaşlayabilir. Bölgesel gerilimler ve iç siyasal sorunlar da Çin’i yavaşlatabilir. Buna karşın, Çin’in kısmi bir küresel güç olma potansiyelini, Brzezinski, o yıllarda bile kabul etmiştir. ABD ise, bölgede istikrar ve barış için hem Çin, hem de Japonya’yı yönlendirebilme potansiyeline sahip olmalıdır.

Kitabın yedinci ve son bölümü “Sonuç” başlıklıdır. Bu bölümde, Brzezinski, öncelikle şu tespitleri yapmaktadır: 1-) Tarihte ilk kez bir devlet (ABD) gerçek anlamda bir küresel güçtür, 2-) Küresel güç, Avrasyalı olmayan bir devlettir, 3-) Avrasya’ya da Avrasyalı olmayan bir güç (ABD) hâkimdir. Bu değerlendirme sonrasında, Brzezinski, kitap boyunca ele aldığı konuları özetlemektedir.

Kitap hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, kitabın 1990’ların ortalarında yazılmasına karşın birçok önemli gelişmeyi önceden gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Buna karşın, birçok konuda kitapta yapılan öngörülerle somut jeopolitik siyasal gerçeklikler yüzde yüz örtüşmemiştir. Örneğin, Rusya’nın Avrupa’ya entegre olması konusunda -o yıllarda Yeltsin dönemi devam ettiği için olsa gerek- çok umutlu olan Brzezinski’nin söylediklerinin aksine, Rusya, giderek daha sert bir şekilde Batı karşıtı cepheye geçmekte ve bu cephenin siyasi liderliğini de yeniden üstlenmektedir. Çin de, ekonomik büyüme konusunda şu ana kadar ciddi sorunlar yaşamamayı başarmış ve ekonomik büyümesini korumuştur. Ayrıca, Avrupa’da en önemli ülke olarak işaret edilen Fransa gücünü korumakla birlikte, Avrupa içerisinde son yıllarda Almanya daha ön plana çıkmış gibidir. Yine Türkiye’nin İslamcı dönüşümü ve bunun etkileri de kitapta yeterince irdelenmemiştir. Bunlara karşın, bu kitap, Uluslararası İlişkiler öğrencileri ve akademisyenler için çok önemli, faydalı ve mutlaka okunması gereken bir eserdir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


25 Ekim 2016 Salı

Doç. Dr. Armağan Gözkaman'la E-Mülakat


Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Doç. Dr. Armağan Gözkaman, lisans ve yüksek lisans derecelerini Galatasaray Üniversitesi’nden almış, doktorasını ise Strasbourg Üniversitesi ile Marmara Üniversitesi’nde eş danışmanlı olarak yapmış[1] uluslararası bağlantıları olan önemli bir Türk akademisyendir. Kendisinin Türkçe, Fransızca ve İngilizce dillerinden yayınlanmış birçok bilimsel eseri bulunmaktadır.[2] Bu hafta, Uluslararası Politika Akademisi (UPA) adına Doç. Dr. Armağan Gözkaman’la Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konulu bir e-mülakat gerçekleştirdik. Aşağıda bu mülakatı bulabileceksiniz.

Doç. Dr. Armağan Gözkaman

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Vakit kaybetmeden uzmanlık bilgilerinize başvurmak isteriz. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gerçekleşen geri kabul düzenlemeleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

Doç. Dr. Armağan Gözkaman: Görüşlerime web platformunuzda yer ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Sorunuzu yanıtlamadan önce, bir hatırlatma yapmanın yerinde olduğunu düşünüyorum: Avrupa Birliği, bugüne kadar 18 ülkeyle geri kabul anlaşması yaptı. Her sene yüzbinlerce insana ülkelerine geri dönme yönünde talepte bulunan Birlik, bu talebe olumlu yanıt vermeyen kalabalık bir nüfusa ev sahipliği yapmak durumunda. Bu nedenle, Avrupalı hükümetler için göç ve sığınmacı politikalarının önemi büyük. Ulusal korkular ve bütçe üzerindeki yük hatırlanmalı. Özellikle 2008 sonrasında ekonomik kriz ile yıpranmış, son dönemde ağır bir göç krizine maruz kalmış ve radikal sağın giderek güç kazandığı AB’nin bu anlaşmaları yapmış olmasını özel olarak değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye, 1 Ekim 2014’te Avrupa Birliği ile geri kabul anlaşması imzaladı ve bu anlaşma uyarınca, AB tarafından sınır dışı edilen Türk vatandaşlarını, vatansızları ve Türkiye’nin daha önce geri kabul anlaşması imzalamış olduğu devletlerin vatandaşlarını kabul ediyor. 1 Ekim 2017’den itibaren, Türkiye, AB’nin sınır dışı ettiği tüm üçüncü ülke vatandaşlarını kabul ediyor olacak. Ayrıca, geçtiğimiz Mart ayında varılan uzlaşı ile kendi topraklarından geçerek Yunanistan’a giriş yapan ve sığınma talepleri kabul edilmeyen tüm üçüncü ülke vatandaşlarını geri alma taahhüdünde bulundu.

29 Eylül 2016’da Avrupa Komisyonu tarafından paylaşılan istatistiki verilere bakıldığında, bu uzlaşının AB tarafı için son derece pozitif olduğu ileri sürülebilir. Nitekim Eylül ayının sonuna gelindiğinde, Türkiye’ye iade edilen göçmen sayısı 578 idi. 18 Mart Bildirisi öncesinde günlük ortalama geçiş sayısı 1740 iken, 21 Mart’tan bugüne bakıldığında ortalamanın 94’e inmiş olduğu görülüyor. Bu gelişmeler Ankara için de önemli kazanımlar yarattı. Türk toprakları artık yasa dışı göç için geçiş alanı görüntüsünden büyük oranda arınmış oldu. Türkiye, artık göç krizinde AB için anahtar öneme sahip bir ortak konumunda bulunuyor. Son olarak, mali desteğe de değinebiliriz: 2016 ve 2017 için ayrılan üç milyar avro tutarındaki yardım paketinin 467 milyon avroluk bölümü Türk topraklarında uluslararası korumadan faydalanan kişiler için kullanıldı.             
                                                 
Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye tarafından kabul edilecek her bir Suriyeli için Türkiye’de geçici koruma altında bulunan bir Suriyelinin AB ülkelerinden birine yerleştirilmesinin mantığını nasıl açıklıyorsunuz?

Doç. Dr. Armağan Gözkaman: Evet, 4 Nisan 2016’dan beri “1’e 1 formülü” olarak da bilinen bir uygulamanın yürürlükte olduğunu görüyoruz. İlk bakışta akıllara “neden böyle bir zahmete giriliyor?” gibi bir soru gelse de, bu formülün aslında ne kadar doğru bir tercih olduğunu görmek için uzun süre beklemek gerekmedi. Nitekim son derece zor koşullarda -hatta çoğu zaman hayatını tehlikeye atarak- Yunan adalarına varmaya çalışan Suriyeli sayısında çok ciddi bir düşüş yaşandı. Bu arada, Türkiye’nin bu formülü kabul etmesinin de kendi çıkarlarıyla doğrudan ilintili olduğunu hatırlatalım. Dışişleri Bakanlığı tarafından da ifade edildiği üzere, temel amaç Türkiye’nin “mülteci deposu” haline gelmesini engellemek. 

Doç. Dr. Armağan Gözkaman’ın editörlerinden biri olduğu “Arap Baharı Üzerine Değerlendirmeler” kitabı

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Avrupa Komisyonu’nun 28 Eylül 2016 tarihli raporunda Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırılması için yedi ölçütün yerine getirilmesi gerektiği yer alıyor. Eksikliklerin hangi alanlarda olduğu ve vizelerin kaldırılmasını ne ölçüde tehlikeye attığı hakkında bilgi verebilir misiniz?                                                                                                          
Doç. Dr. Armağan Gözkaman: Bu soruya yanıt verebilmek için, hem Türkiye için sorun oluşturan yedi ölçütün neler olduklarına bakmak, hem de bu ölçütlerle ilgili yetersizliklerin nasıl değerlendirildiğini incelemek gerektiği düşüncesindeyim. Komisyon yetkililerinin bunları üç farklı kategoride sınıflandırmış oldukları görülüyor. İlk olarak, “AB standartlarıyla tam uyumlu biyometrik pasaportların çıkartılması” hususunun “tamamlanmak üzere” olan bir sürece denk geldiğini belirtelim. “Kısmen tamamlanan” kategorisinde ise üç başlık yer alıyor: “suça ilişkin konularda AB’nin tüm ülkeleriyle etkili işbirliği yapılması”, “kişisel verilerin AB standartlarında korunması” ve “geri kabule ilişkin anlaşmanın uygulanması”. Son olarak, “yolsuzlukla mücadele”, “Europol ile operasyonel işbirliği anlaşması” ve “organize suç ve terörle mücadele yasa ve uygulamalarının Avrupa standartlarına uyacak şekilde düzenlenmesi” olarak ifade edilen ölçütlerin “tamamlanmamış” olarak tanımlandığı görülmekte.

Ortaya çıkan tabloya göre, ilk iki kategoride yer alan konularda vize uygulamasının kaldırılmasına engel oluşturmayacak bir çözüme ulaşmanın mümkün olduğu ileri sürülebilir. Üçüncü kategoride yer alan bir sorunun da aynı şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira, Türk makamlarının Europol ile operasyonel anlaşma yapma konusunda istekli olduklarını net olarak bildirmiş olmalarına rağmen bu tür bir anlaşmanın gerçekleştirilememiş olması, henüz Türkiye’nin kişisel verilerin korunması kapsamında yeterli ilerlemeyi sağlayamamış olmasından kaynaklanıyor. Bu durumda, anlaşmanın geleceği açısından tehlike oluşturan iki konunun varlığı ileri sürülebilir. Birincisi, Başbakanlık tarafından 30 Nisan 2016’da ilan edilen eylem planına rağmen yolsuzlukla mücadelede yeterli ilerlemenin sağlanamamış olması. İkinci ve daha önemli sorun, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye terörle mücadele bağlamında yönelttiği eleştiriler ışığında ortaya çıkıyor. Türk hükümeti ise AB’nin “çok geniş kapsamlı” bulduğu bu düzenlemelerin özellikle örgütlü bir darbe girişimi sonrasında kritik öneme sahip olduğu görüşünde. Burada, birbirleriyle uyumlulaştırılmaları hiç kolay olmayan iki perspektif olduğunu görüyoruz. Bu noktada, AB tarafının tüm kriterler yerine getirilmeden vize muafiyetinin uygulamaya konulmayacağını açıklamış olmasına da özellikle dikkat çekilmeli.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu durumda, Türk vatandaşlarının vize muafiyetine uzunca bir süre boyunca sahip olamayacaklarını mı düşünmek gerekir?                                                                                                                          
Doç. Dr. Armağan Gözkaman: Türk hükümeti böyle bir durumdan son derece rahatsız olur ve tepkisini 18 Mart mutabakatını sonlandırarak gösterebilir. Bu olasılık, doğal olarak, Avrupa başkentlerinde huzursuzluk yaratıyor. Avrupalı karar alıcıların AB Bakanı Ömer Çelik tarafından ileri sürülen “Avrupa Konseyi’nden yardım alma” şeklindeki çözüm önerisine bakışını bu çerçevede değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bakan’a göre, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesine bağlılıkla ilgili değerlendirme Konsey tarafından yapılabilir. Böylece, terörle mücadelenin demokratik ilkelerle ne ölçüde uyuştuğuna yönelik görüşmeler Türkiye ile Strazburg merkezli Konsey arasında yapılırken, Türk vatandaşlarına uygulanan Schengen vizesinin kaldırılmasına ilişkin sürecin tıkanması engellenmiş olur. Bu fikri destekleyenler arasında Dış İşleri ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilci Federica Mogherini gibi etkili kişilerin yer alması dikkat çekici.  

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 26.10.2016


[2] Faydalı bazı linkler;

22 Ekim 2016 Cumartesi

UPA Yazarları Deniz Tansi ve Ozan Örmeci, SODEV'in Düzenlediği "Türkiye Dış Politikası ve Ortadoğu'da Barışçıl Çözüm" Çalıştayına Katıldılar


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarları Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi (Yeditepe Üniversitesi) ve Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci (Beykent Üniversitesi), Sosyal Demokrasi Vakfı-SODEV'in 22 Ekim 2016 Cumartesi günü Taksim Gönen Hotel'de düzenlediği "Türkiye Dış Politikası ve Ortadoğu'da Barışçıl Çözüm" çalıştayına katıldılar ve fikirlerini katılımcılarla paylaştılar. Tansi, konuşmasında, son yıllarda Ortadoğu'da barıştan söz etmenin çok zor bir hale geldiğini belirterek, Sünniler ve Şiiler arasında giderek artan mezhepsel savaş riskine dikkat çekti. UPA Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci ise, Türkiye'nin dış politikada Arap dünyasının iç meselelerine taraf olmadan ve ekonomik rasyonel temelinde hareket etmesi ve Kürtlerin desteğini kazanmasının Ortadoğu coğrafyasında dış politikada başarının anahtarı olduğu söyledi. Çalıştay hakkında kapsamlı bir rapor, ilerleyen günlerde SODEV tarafından yayınlanacak.


Çalıştayda Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi

21 Ekim 2016 Cuma

Amerika Birleşik Devletleri'nde Dini Grupların Başkanlık Seçimlerinde Oy Verme Kalıpları


Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump ve Demokrat Parti adayı Hillary Clinton arasındaki Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık yarışında artık son düzlüğe girilirken, bu ülkede nüfusun ortalama yüzde 70’ini oluşturan[1] Hıristiyanlık inancına mensup farklı mezhep ve grupların oy verme davranışlarının da seçimin neticelenmesinde önemli bir rol oynayacağı düşünülüyor. Bu nedenle, Türkiye’de ve dünyada pek de konuşulmayan, ama siyasetin önemli bir unsuru olan Hıristiyan dini grupların oy verme kalıpları ve seçmen davranışlarını incelemekte fayda var.

ABD’de dini eğilimler

ABD’de nüfusun ortalama yüzde 70’ini oluşturan Hıristiyan nüfus içerisinde en kalabalık grup, kendilerini “Evanjelik” ve “Evanjelist” Protestan olarak nitelendiren nüfustur. Bu grup, nüfusun yüzde 25’lik bir bölümüne tekabül ederken, yüzde 15’lik bir diğer önemli nüfus da kendilerini yalnızca Protestanlık mezhebine ait olarak tanımlamaktadır. Yüzde 6,5’luk bir kitle ise, kendilerini “Siyahi Protestan” olarak tanımlamaktadır. Farklı birçok kolu olan Protestanlık mezhebine mensup kişilerin oy verme davranışları incelendiğinde; bu grupların -Siyahi Protestan nüfus hariç- ortalama yüzde 60 oranlarında Cumhuriyetçi Parti’ye oy verdiği görülmektedir.[2] 2012 ABD Başkanlık seçimleri incelediğinde, diğer Protestanlardan farklı bir tutumu olan Siyahi Protestanların yüzde 95 oranında Demokrat Parti adayı Barack Obama’ya oy verdiği görülmektedir. Bu noktada, Obama’nın Afrikalı Amerikalı kimliğinin dini/mezhepsel aidiyetin çok ötesine geçtiğini söylemek mümkündür. Buna karşın, bu seçimde, toplam nüfusun yalnızca yüzde 1,6’sını oluşturan ama oldukça etkili bir grup olarak bilinen Mormonlar da yüzde 78 oranında Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’ye destek vermişlerdir. Aynı seçimde, Beyaz Evanjelist Hıristiyanlar yüzde 79 oranında Romney tercihi yaparken, diğer Protestan kiliselerinin de büyük ölçüde Cumhuriyetçi Parti’yi destekledikleri istatistiki verilerle ispatlanmıştır. Bu anlamda, ABD’de, Siyahi Protestan nüfus haricinde, Protestan mezhebinin Cumhuriyetçilere daha çok meylettiği tespitini yapmak mümkündür.

ABD’de farklı dini grupların oy verme davranışları hakkında 2014 yılında yapılan bir çalışmanın sonuçları

ABD’de nüfusun toplam yüzde 20-21 civarında önemli bir bölümünü (yaklaşık 60-70 milyon arasında tahmin ediliyor)[3] oluşturan Katolik nüfusa bakıldığında ise, genel anlamda daha dengeli bir görüntü oluşmasına karşın, Demokratların üstünlüğü hemen göze çarpmaktadır. Nitekim Pew tarafından yapılan bilimsel bir araştırma incelendiğinde; Amerikalı Katoliklerin sadece 37’sinin Cumhuriyetçilere sıcak baktığı görülürken, Demokratlara sempati duyan nüfusun yüzde 44 dolaylarında olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda, 2012 Başkanlık seçimlerinde Katoliklerin yüzde 50’si Obama’yı, yüzde 48’i ise Mitt Romney’yi desteklemişlerdir. ABD’de Katolik nüfusun genel olarak Demokratlara yönelmesinde tarihi bazı sebepler söz konusudur. Öncelikle 1928 yılında ABD’nin ilk Katolik Başkan adayı olan Al Smith, Demokrat bir siyasetçiydi ve bu nedenle Katolik seçmenleri bu partiye yanaştırmıştı. İlerleyen yıllarda ise, İrlanda kökenli bir Amerikalı olan ve ABD’nin ilk ve -şimdilik- tek Katolik Başkanı olmayı başaran John F. Kennedy, Katoliklerdeki Demokrat eğilimi iyice güçlendirdi. Son olarak, 2004 yılında Başkan adayı olan şimdinin Dış İşleri Bakanı John Kerry de Katolik bir siyasetçiydi ve Demokrat Parti’nin gelenekselleşen Katolik desteğini sürdürdü. Bu konu hakkında yapılan bazı araştırmalar, son yıllarda da Katolik nüfusun ağırlıkla Demokrat Parti'ye oy verdiğini göstermektedir.[4] Ancak daha detaylı bir inceleme yapıldığında, eskiden büyük oranda Demokrat olan Beyaz Katolik nüfusun şimdilerde Demokrat-Cumhuriyetçi olarak daha eşit dağıldığı, Hispanik-Latino Katolik nüfus içerisinde ise Demokrat adaylara yönelimin çok daha baskın olduğunu görülmektedir. Buna karşın, Katolik dünyasının lideri olan Papa Franciscus (Papa Francis), daha önce Başkan adayı Donald Trump’la yaşadığı polemiğe karşın[5], bu seçimde hiçbir adaydan yana taraf olmamış ve Katolik Amerikalılara vicdanlarının sesini dinlemelerini tavsiye etmiştir.[6] ABD'de nüfusun yüzde 0,5’ini oluşturan Ortodoks Hıristiyan nüfus içerisinde de, son anketler, Demokratları Cumhuriyetçilere kıyasla daha popüler olarak göstermektedir.

Elbette nüfus çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan nüfus dışında, ABD’de yüzde 2 civarında küçük ama etkili bir Yahudi nüfusunun varlığı da söz konusudur. Bu grubun, özellikle lobi anlamında çok güçlü olduğu yıllardır Türkiye ve dünyada söylenegelmektedir. Dünya genelinde, Yahudilerin, İsrail’in izlediği politikalar nedeniyle tarihsel olarak Cumhuriyetçi Parti’ye daha yakın oldukları söylenebilir. Zira bu partiyi destekleyen Evanjelistler, İsrail’e verdikleri büyük önem nedeniyle Yahudilerde daha büyük sempati yaratmaktadırlar. Nitekim İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 2012 seçimlerinde açık bir şekilde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’yi desteklemiştir.[7] Ancak araştırmalar, Obama’nın ve Demokrat adayların son yıllarda aslında Yahudi nüfustan da daha çok oy almayı başardığını ortaya koymuştur.[8] ABD’de toplam nüfus içerisinde yüzde 1 civarında olan Amerikalı Müslümanların da seçimi etkileyen bir diğer önemli grup olduğu belirtilebilir. Müslümanlar ise, büyük oranla ve artık geleneksel olarak, kendilerine daha ılıman yaklaşan Demokratlara oy vermektedirler. Tüm bunlara karşın, ABD’de nüfusun yüzde 22-23’lük bölümü kendini herhangi bir dinle özdeşleştirmediği için, bu seçmen grubunu etkileyebilmek de çok önemlidir. Nitekim Barack Obama, bu seçmen grubuna iyi hitap edebilen bir siyasetçi olarak son yıllarda ABD siyasetini adeta tek başına domine etmiştir. Ayrıca, din ve mezhebin siyasetin sadece bir parametresi olduğu ve herkes açısından çok önemli olmadığı da unutulmamalıdır. Nitekim din ve mezhepsel aidiyet dışında, etnik köken (Afrikalı Amerikalı, Beyaz Amerikalı, İtalyan Amerikalı vs.), ideoloji (liberalizm, muhafazakârlık, sosyalizm, milliyetçilik) ve seçmene yönelik somut proje ve vaatler gibi birçok farklı unsurlar da Amerikan seçimlerinde seçmen davranışlarında etkili olabilmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bu konuda bir çalışma için; http://www.pewforum.org/religious-landscape-study/.
[2] Pew araştırma şirketinin bu konudaki bir çalışması için; http://www.pewresearch.org/fact-tank/2016/02/23/u-s-religious-groups-and-their-political-leanings/

20 Ekim 2016 Perşembe

La Question du Voile dans le Monde Musulman


Le voile des femmes est toujours un sujet politique dans le monde musulman. Il y a des exemples comme la Turquie ou l’Etat a interdit longtemps le voile dans les écoles, les universités et les offices de gouvernement pour combattre contre l’Islamisme. Mais dans les autres pays de monde musulman, le voile des femmes était toujours libre et populaire. Il y a aussi des régimes comme l’Arabie Saoudite et l’Iran où le voile est obligé par l’Etat. La polémique a deux dimensions : d’une part c’est un sujet de liberté individuelle et religieuse, d’une autre part il existe une pression sociale sur les femmes. Une recherche faite par l’Université de Michigan aux Etats-Unis pourrait nous aider à expliquer les inclinations sur ce sujet dans le monde musulman.

Les résultats de recherche

Préparé et conduit par l’Institut de Recherche Sociale dans l’Université de Michigan[1], cette enquête nous donne les taux d’approbation sur le type de voile des femmes dans sept pays du monde musulman : la Turquie, le Liban, l’Arabie Saoudite, l’Irak, le Pakistan, l’Egypte et la Tunisie. Les résultats montrent qu’il n y a pas beaucoup de support pour des femmes « nu-tête » dans le monde musulman. En Liban, c’est 49 % et en Turquie c’est 32 %. Seulement en Tunisie (15 %) entre les cinq autres, il y a un support plus que 10 % pour les femmes « nu-tête ». Considérant l’existence des chrétiens au Liban, l’héritage séculaire fort de la Turquie et l’effort de la Tunisie dans les années dernières pour devenir un pays démocratique et laïque, les résultats prouvent que les musulmanes préfèrent les femmes voilées. Alors ça peut provoquer des pressions sociales sur les femmes « nu-tête » même s’il n y a pas des interdictions officiels.

En plus, il n y a pas de consensus dans les pays musulmans concernant le type de voile. Le fichu (başörtüsü) est encore populaire en Turquie (17 %) et en Tunisie (23 %), mais en générale, il y a très peu d’approbation pour ce type de voile qui n’interne pas tous les cheveux. Le type de voile le plus populaire est le turban; 57 % en Tunisie, 52 % en Egypte, 46 % en Turquie, 44 % en Irak et 32 % en Liban. La robe noire traditionnelle est encore populaire en Irak (32 %) et en Pakistan (31 %), mais dans les cinq autres pays il y a peu d’approbation. Le niqab est en usage trop en l’Arabie Saoudite (63 %) et aussi un peu en Pakistan (32 %), mais n’existe plus dans les autres pays. Finalement, le burkah (burqa) existe seulement en l’Arabie Saoudite (11 %).

Comment on peut interpréter ces résultats? Il est vrai que l’Arabie Saoudite et le Pakistan sont les pays plus rigides concernant le voile et le Liban et la Turquie sont les deux pays plus libres. Qu’est-ce qu’on peut faire administrativement pour réguler le voile est une autre question. Mais selon moi, la meilleure solution est de ne pas entreprendre à la société et de donner des femmes musulmanes liberté pour choisir leurs costumes et le type du voile sans interdictions et règlement de l’Etat.

Dr. Ozan ÖRMECİ     

Veiling in the Islamic World


Veiling and its legal status in the constitutional order has always been an important political issue in the Islamic world. While in pro-secular countries like Turkey, Islamic veiling was prevented by the state via harsh restrictions until very recently, in most of the Islamic countries, the use of headscarf and other types of veiling clothes has always been very common and free. The controversy has two dimensions; on the one hand, it is a matter of political and religious freedoms, but on the other hand, it represents a social order in which the status of women is not equal to men and veiling is not a matter of choice, but rather a forceful imposition due to societal pressures. Thus, it is very interesting to note that, while the secular state in Turkey was forcing its female citizens to remove their headscarves and open their heads in universities and public offices until very recently, in Islamic regimes such as the Islamic Republic of Iran and Saudi Arabia, women are still forced to cover their hair/head. Recently, Turkish academic and Professor of Sociology Şerif Mardin created a new sociological concept, “mahalle baskısı” (local compulsion)[1] in order to explain Turkey’s rapid Islamization in recent years, at least in terms of female dressing, which is caused by high social pressures and increasing Islamic authoritarianism atmosphere in this country. In this piece, I am going to analyze the results of a new scientific study conducted by University of Michigan’s Institute for Social Research on the current veiling trends in 7 Muslim-majority countries (Tunisia, Egypt, Iraq, Lebanon, Pakistan, Saudi Arabia and Turkey).[2]

Main findings of the research

Findings of the research point out that, except Turkey and Lebanon, in none of the Muslim-majority countries people approve females who do not cover their hair by more than 15 %. In Turkey, there is 32 % support for non-veiled women, whereas in Lebanon it is around 49 %. Other than these two countries, only in Tunisia (15 %) there is a meaningful support for women who do not cover their hair. However, this could be misleading; we should not forget that Lebanon has a large Christian population, Tunisia has been making steps towards secular democracy in recent years and Turkey, until very recently, was a strongly secular country. In all other countries, the support for non-veiled women is somewhere between 2 % and 4%, which shows that social life could be very difficult for secular Muslim women in these countries and they are always open to social pressures since they constitute the minority.

Moreover, in Muslim-dominated countries, there is not a consensus on the veiling style and there are many alternatives for veiling. For instance, veiling model which allows some parts of the hair (başörtüsü in Turkish) to be shown is popular in Tunisia (23 %) and Turkey (17 %), but in other countries it is rarely seen. The most popular veiling style among the Muslim-majority countries is the headscarf which covers all hair, “türban” in Turkish. This is approved by 57 % in Tunisia, 52 % in Egypt, 46 % in Turkey, 44 % in Iraq and 32 % in Lebanon. Traditional black chador (kara çarşaf), which allows all face to be shown is popular in Iraq (32 %) and Pakistan (31 %) only and it is almost non-existent in countries like Turkey, Tunisia and Lebanon. Niqab, a dress that allows females only eyes to be shown in public is a norm in Saudi Arabia (63 %) and also a major trend in Pakistan (32 %), but it is almost non-existent in other countries. Likewise, burqa, the dress that covers all face, exists only in Saudi Arabia (11 %).

How we should assess these results then? Results show that Islamic veiling is very common in the Muslim-majority countries. In more secular, democratic and heterogeneous countries such as Turkey, Lebanon and Tunisia, there is more freedom for non-veiled women or more libertarian ways of veiling.  It is also interesting to note that the fears of hardliner secularists could be just; since in Turkey, women have quickly changed their dressing style following the take-over of an Islamist government in 2002 in a few years. It is a fact that enlightened despots like Mustafa Kemal Atatürk, a great modernizer who was able to change and modernize the dressing style of his fellow citizens, were the products of 20th century and in contemporary world order, it would be a wiser policy to leave the decision to the society in issues related to female dressing. But this means, neither secular, nor Islamic pressures should be allowed and the decision should be left to female individuals only. Of course, with all its problems, Turkey still seems to be the only successful model for the rest of the Islamic world in terms of modernization and secularization.  

Cover Photo: Former Turkish Prime Minister Tansu Çiller and former Pakistan Prime Minister Benazir Bhutto during their visit to Bosnia Herzegovina in February 1994.

Dr. Ozan ÖRMECİ



18 Ekim 2016 Salı

Le Carnet de Monsieur Barack Obama


Barack Hussein Obama (1961-) est un homme d’Etat américain qui est le président actuel des Etats-Unis. Obama a été élu pour un premier mandat le 4 novembre 2008 et réélu pour un second le 6 novembre 2012.[1] Obama maintenant est en train de terminer son terme comme le chef d’Etat américain. Alors on peut évaluer son performance et également lui donner un carnet.

Premièrement, on doit dire que Monsieur Obama est encore populaire dans son pays avec 52 % approbation par le peuple américain.[2] Ce fait montre que Monsieur Obama est plus populaire que les candidats présidentiels Hillary Clinton et Donald Trump et il va être très difficile pour l’Etat américain de remplacer le post d’Obama.[3] Il est aussi très intéressant de noter que même un président peut rester maximum 8 années (2 mandats) au Bureau Ovale de la Maison-Blanche dans le system politique américain.[4] En janvier 2009, Obama avait 67 % d’approbation; c’était sa meilleure performance. En novembre 2014, il avait seulement 40 % d’approbation; c’était sa performance plus bas.


L’approbation d’Obama dans le monde

Selon une recherche faite par Pew, Monsieur Obama est plus populaire dans le monde entier comparé à son pays. En moyenne, il a 65 % approbation dans le monde; une performance exceptionnelle pour un pays comme les Etats-Unis, qui a engagé plusieurs guerres au passé. Les pays et les peuples qui soutiennent Obama les plus sont; les Philippines (94 %), le Corée du Sud (88 %), la France (83 %), le Ghana (82 %), l’Australie (81 %), le Kenya (80 %), le Tanzanie (78 %), l’Italie (77 %), l’Afrique du Sud (77 %), le Sénégal (77 %), le Royaume-Unis (76 %), le Canada (76 %), l’Inde (74 %) et le Viêt Nam (71 %). Les pays et les peuples qui ne sont pas trop contents d’Obama sont; la Russie (11 %), le Pakistan (14 %), la Jordanie (14 %), la Palestine (15 %), le Venezuela (26 %), le Liban (36 %) et l’Argentine (40 %). Obama a eu un grand succès à diminuer la vague d’anti-américanisme forte en Turquie (45 %) et en Chine (44 %). Il était aussi réussi concernant l’Afrique et l’Asie en générale. En Europe, il était victorieux aussi. Mais Monsieur Obama a eu un échec en Israël (49 %), comparé aux présidents américains précédents. En Russie aussi, il était devenu une figure trop impopulaire (11 %). Mais en générale, on peut facilement dire qu’il a réussi et créé une image de confiance.

La performance économique des pays développés après la crise économique de 2008

Monsieur Barack Obama a assez réussi concernant l’économie aussi. Il a réussi de diminuer le taux de chômage à 5 % (c’était 10 % quand il est entré dans l’office) en 8 années.[5] L’économie américaine a eu en moyenne 2 % d’une croissance économique[6]; assez bon pour un pays déjà industrialisé et gigantesque. En plus, Monsieur Obama a finalisé des accords internationaux comme le partenariat transatlantique de commerce et d'investissement (PTCI-TTIP) et le Partenariat Trans-Pacifique (PTP-TPP) qui peuvent changer le destin du commerce international dans le futur proche.

L’héritage de Monsieur Obama concernant la politique extérieure est encore discuté. Obama a collaboré avec Madame Hillary Clinton et Monsieur John Kerry comme ses ministres des affaires extérieures en composant et dirigeant la diplomatie américaine. Pendant son premier mandat, le point focal de la diplomatie américaine était sur le Moyen-Orient. « Le printemps d’Arabe » a donné Monsieur Obama une chance de remodeler et refondre le système dans cette région. Obama et son équipe a soutenu l’islam modéré; un nouveau system de gouvernance qui va faciliter les pays arabes et les partis islamistes d’embrasser la démocratie et le sécularisme via imiter les islamo-conservateurs en Turquie, Monsieur Recep Tayyip Erdoğan et son parti l’AKP (Parti de la justice et du développement). Ce modèle avait des succès pendant le printemps Arabe et la Tunisie était devenue un pays démocratique et laïque. Mais le printemps Arabe n’a pas créé des résultats trop bons pour l’Egypte, la Libye et la Syrie. Le coup d’état en Egypte, l’instabilité en Libye et la guerre civile en Syrie (l’émergence de l’Etat Islamique-Daech) ont bloqué la vague de démocratisation. Alors, maintenant le Moyen-Orient est plus mouvant et les risques de sécurité contre les alliées américaines comme l’Israël et la Turquie sont plus graves. Le model de l’Islam modéré est aussi ravagé à cause des terroristes et le modèle autoritaire préféré par les hommes d’état islamistes comme Monsieur Erdoğan. Alors on doit dire que la politique extérieure d’Obama concernant le Moyen-Orient a été passée à la trappe. La stratégie d’Obama au Moyen-Orient était naïve; la démocratisation n’est pas encore facile et rational dans le monde arabe car il existe des problèmes économiques et la culture dominante n’est pas en faveur de la démocratie. Mais entre la dictature et les mouvements populaires, bien sûr que le président des Etats-Unis, un pays assez démocratique concernant les libertés civiles et individuelles, devrait choisir les mouvements de peuple. Ici, le problème était l’incapacité des Etats-Unis à orienter les leaders populistes et islamistes comme Erdoğan et aussi Mohamed Morsi. En outre, Obama a aussi réussi de faire un accord avec l’Iran concernant le programme nucléaire de ce pays. Le focus d’Obama dans son deuxième mandat était sur l’Asie-Pacific. Nommé comme le « pivot diplomatique vers l’Asie », le gouvernement d’Obama a voulu entrer dans la scène des politiques dans la région de l’Asie-Pacific. Selon moi, Obama a plutôt réussi concernant l’Asie-Pacific car cette politique a pu augmenter le pouvoir économique, politique et militaire des Etats-Unis dans cette région. Une manière ou d`une autre, il a équilibré le pouvoir chinois. Les Etats-Unis ont des relations plus fortes maintenant avec des pays comme les Philippines, le Viêt Nam, l’Union du Myanmar (la Birmanie), le Cambodge, le Japon et le Corée du Sud dans cette région. Finalement, il a normalisé les relations diplomatiques et économiques de son pays avec le Cuba. En final, son carnet concernant la diplomatie est neutre; il y a des succès comme l’accord avec l’Iran et la normalisation avec le Cuba, mais il y un grand échec comme le printemps Arabe. 

La famille d’Obama

Obama était le président le plus populaire dans l’histoire des Etats-Unis comme la révolution informatique dans les années dernières a préparé un milieu convenable pour ça. Obama était un bon modèle d`imitation comme un père et un mari. Un homme d’Afro-Américain et père de deux filles, il s’agissait comme un bon homme et a toujours utilisé son charisme individuel pour exalter le pouvoir américaine. Il est devenu un président le plus inoubliable après John F. Kennedy. L’utilisation de « soft power » ou la puissance douce par la presse et les médias sociaux était son plus grand succès.    
Obama n’a pas pu résoudre le problème d’intégration des Afro-Américains même qu’il est un Afro-Américain. La brutalité des policiers américains contre les Afro-Américains a été critiquée souvent par cette communauté et les problèmes économiques de ce groupe continuaient pendant la présidence d’Obama. Sa femme, Madame Michelle Obama a fait des efforts important pour l’éducation mais les Afro-Américains sont encore un groupe désavantageux dans le système américain.     

Obama n’a pas pu faire la réforme concernant des armes à feu aussi. Ça montrait que même le président américain a des limites dans le system américain. C’est pourquoi, les Etats-Unis a une réputation d’être un pays violent ou il y a toujours des tueries et homicides. En fait, les américains qui sont morts à cause des tueries et homicides sont beaucoup plus comparés aux soldats américains qui sont morts aux guerres.[7]    

En total, Obama était un président assez bien réussi et il a fait des choses trop importantes pour le futur du monde (les Accord de Paris sur le climat pour limiter les effets du changement climatique) et des Etats-Unis (pivot diplomatique vers l’Asie).

Dr. Ozan ÖRMECİ




[4] Deux mandats et huit années peuvent être trop courts même pour une démocratie. On ne doit pas oublier que François Mitterrand était le Président de la République en France entre 1981-1995 pour 14 années et Jacques Chirac a resté 12 années pendant 1995-2007 comme le chef d’état français.