31 Ocak 2012 Salı

Türkiye'de Hiçbir Başarı Cezasız Kalmaz


Türk aydınının 300-400 yıldır kendisine sorduğu soru aslında pek değişmedi; “Neden Avrupalılar gibi gelişemiyoruz, neden onlar gibi olamıyoruz?”… Bu sorunun cevabını Osmanlı-Türk aydınları öncelikle kısmen doğru olarak ordunun niteliğinde, daha sonra isabetli bir saptamayla anayasa eksikliğinde ve yönetimin şeklinde, fakat aynı anda abartılı bir dozda kültürel düzlemde, bir dönem alternatif ve devletçi ekonomik kalkınma yollarında, daha sonraları serbest piyasa ekonomisinde, son olarak da dış politika bağlamında Türkiye’nin Batı ittifakı (NATO) ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde aradılar. Ben ise bu cevapların bir bölümünün geçerli ve doğru olduğunu görmekle birlikte gelişemememiz bağlamında en önemli etkenin ülke içerisindeki zayıf sosyal sermayemiz ve insani zaaflarımız olduğunu düşünüyorum.


Çalıştığımız kurumlara, çevremize hatta en üst düzey devlet kurumlarına bir bakalım… Hayati görevlerde bulunan, en önemli kurumları idare eden, topluma yön vermesi ve kanaat önderi olması beklenen insanlar bilgi birikimleri, çalışma azimleri ve doğruluk-dürüstlükleriyle gerçekten bulundukları mevkileri hak ediyorlar mı? Neden Cumhuriyet tarihi boyunca siyasi görüşe, cemaat kardeşliğine, inanca-mezhebe, etnik kökene, hemşeriliğe, tanıdıklığa hep prim vermişiz de bir kere olsun liyakatin önemi ve ancak bu şekilde devletin gelişebileceği yöneticilerimizin aklına gelmemiş? Açık söyleyelim; içlerinde başka meslekler yapmak hayali olan mutsuz insanların ülkesidir Türkiye. Çocukluğundan beri tanıdığım bir arkadaşım hayatı boyunca ressam olmak istemiştir. Gerçekten bu konuda da ciddi yeteneği vardır. Ama ne olur? Sistemin gereği üniversite sınavına girer ve ailesinin de yönlendirmesiyle mesleksiz kalmamak adına her yıl yüz binlerce mezun ve on binlerce işsiz yaratan İktisadi İdari Bilimler Fakültelerinin birinde İktisat bölümünü okur. Şimdi o arkadaşım bankacı, çoluk-çocuk sahibi ve ben onu her gördüğümde harcanmış resim yeteneği aklıma geliyor. Belki bir Picasso olamayacaktı ama kendi hayallerinin peşinden koşabilecek, daha mutlu bir hayatı olabilecekti… Sadece bununla kalsa iyi; hasbelkader, kazara bu kötü sistemden başarılı ve dünya çapında yeteneği olan bir birey, bir meslek sahibi ürettik diyelim, onu harcamak için neler yapmayız? Atalarımız boşuna dememiş “Meyve veren ağaç taşlanır” diye. Hemen kıskançlık su yüzüne çıkar. Serbest piyasa ekonomisini hayata geçirmişiz ama medeni bir şekilde rekabet etmeyi hala öğrenememişiz. Rekabet ettikleri başlar önce ayağından çekmeye, sonra diğer başarısız ve vasıfsızlar da onlara katılırlar. Sonunda başarılarıyla ön plana çıkan bir insana toplumca cinnet yaşatıp onu ya yurtdışına kaçırtır, ya da kendi köşesine çekilmeye zorlarız. Arda Turan’ın başına gelenleri hatırlayın. Herhalde Türkiye’de kalsa çocuk cinnet geçirebilirdi, çareyi İspanya’ya gitmekte buldu. Oysa ligimizde heyecan veren ender Türk futbolculardan biri ve milli maçlarda takımımızın en büyük kozuydu. Yine de yaranamadı… Neden? Çünkü sosyal sermayemiz zayıf ve biz başarılı olanı sevmiyoruz. Bizden iyisi gelsin, ülke adına güzel işler yapılsın istemiyoruz. Bu Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri bir milli karakteristik midir, ata sporu mudur, ya da eğitim sistemimiz mi bunu üretiyor bilemiyorum ama 30 yıllık hayat, 3 yıllık devlet üniversitesi tecrübem sonrası şunu rahatlıkla söyleyebiliyorum; “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz”…


Şimdilerde yabancı basın şişirmeleri ve sanal ekonomi rakamlarına dayalı içi boş bir özgüvenle unuttuğumuzu sandığımız ancak kısa sürede yeniden akıllarımızı ele geçirecek olan “Neden geri kaldık” sorusunun cevabını önce burada aramalıyız. Benden söylemesi…


Dr. Ozan Örmeci



Düşünce Özgürlüğü ve John Stuart Mill


Günümüzde demokratik yönetimlerin ve insan haklarının temelinde düşünce özgürlüğü yatmaktadır. Fakat ülkemizde ve daha birçok demokratikleşmesini tamamlayamamış ülkede düşünce özgürlüğü konusunda zaman zaman yaşanan kısıtlamalar, birer demokrasi ve insan hakları sorunu olmalarının ötesinde aslında bu ülkelerin gelişmelerini de engelleyen bir faktördür. Zira düşünce özgürlüğü, farklı fikirlerin seslendirilmesi ve halk nezdinde yarışmasına imkân tanıyarak yönetimin kalitesini arttıran bir hürriyettir. Bunu en iyi dile getiren filozoflardan biri de “On Liberty” adlı eserinde ünlü liberal düşünür John Stuart Mill olmuştur.


1806-1873 yılları arasında yaşamış ünlü İngiliz düşünür ve devlet adamı John Stuart Mill, “utilitarianism” olarak bilinen ve insan eylemlerindeki en büyük amaç ve yararı hazla açıklayan faydacı teorisinin yanında düşünce özgürlüğü kavramının da gelişmesine büyük katkıda bulunmuş ve bu nedenle liberalizm ideolojisinin kurucu babalarından biri kabul edilmiştir. Özgürlük Üstüne (On Liberty) isimli çalışmasında Mill ifade özgürlüğünün faydalarını sıralamıştır. Mill’in anlayışına göre ifade özgürlüğü, toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin en temel gereğidir. Zira farklı görüşlere sahip kişilerin herhangi bir baskıya maruz kalmadan tartışabilmeleri, olası eksikleri ve yanlışları ortaya koymakta ve toplumun farklı kesimlerinin katkı sağlamasına imkân vermektedir. İfade özgürlüğü kapsamı içinde yaşanan tartışmalar sonucunda fikirler gözden geçirilmekte, eksik yanları belirlenmekte ve bu görüşlerin diğerleri ile harmanlanması veya yerlerini daha geçerli doğrulara bırakmaları sonucunda doğruya giden yolda bir adım daha atılmaktadır. Fikirlerin serbestçe açıklanmasına ve nakledilmesine izin verilmediği durumlarda, insanların doğruların faydasından yararlanamadıkları gibi yanlışların zararından da kaçınmaları çok mümkün değildir. Mill’e göre düşünceler ne kadar saçma olursa olsun yasaklanmamalıdır. Çünkü ilk olarak, bir düşünce saçma olsa dahi bunun ifade edilmesi saçmalığının ortaya çıkmasına neden olacak ve mantıklı olan diğer düşüncelerin değerini arttıracaktır. İkinci olarak bir fikir tam anlamıyla doğru olmasa bile, doğrunun bir bölümünü taşıyabilir ve doğru olarak bilinen bir fikrin eksikliklerini gidererek daha da güçlü hale gelmesine yol açabilir. Üçüncü olarak da bir düşünce doğrunun kendisi olabilir ve daha önce doğru kabul edilen yanlışların ortaya çıkabilmesi için bu yeni doğru iddialarının mutlaka duyulması gerekmektedir. İnsanlık ancak bu şekilde ilerleyebilecektir.


Türk siyasal tarihini inceleyenlerin ilk fark edeceği özellik, ara rejim ve özellikle tek parti dönemlerinde yaşanan düşünce özgürlüğüne engel girişimlerdir. Bunlar Türkiye’ye çok zaman kaybettirmiş, hataların erken ortaya çıkarak düzeltilmesini geciktirmiş, saçma bazı fikirlere uygulanan yasaklar nedeniyle bu fikirlerin itibarını arttırmış, dahası bazı kolay çözülebilecek sorunları “kangren” haline getirmiştir. Bugün her ideolojiden ve partiden insanın anlaması gereken şey, demokrasiye uygun olduğu sürece bir fikrin duyulmasına ve yayılmasına izin vermenin bu fikri kabul etmek anlamına gelmeyeceği ve ancak bu şekilde kendi düşüncelerimizi daha iyi savunabilecek ve daha doğru bir düzleme oturtabilecek olduğumuz gerçeğidir. Düşünce özgürlüğünden korkmayalım, düşüncelerimize, ideolojilerimize ve Cumhuriyet’in sağlam temellerine güvenelim.


Dr. Ozan Örmeci



30 Ocak 2012 Pazartesi

Son Yıllarda Türkiye-Fransa İlişkileri


Temelleri Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar götürülebilecek olan Türkiye-Fransa ilişkileri, son yıllarda çeşitli sebeplerle sıkıntılı bir sürece girmiş gözükmektedir. Büyük ölçüde Fransız ve Türk dış politikasındaki vizyonsuzluk ve önyargılardan kaynaklanan bu sorunların çözümü Fransa’da şimdilerde önce Ulusal Meclis’ten, sonra da Senato’dan geçen ve onaylaması için Cumhurbaşkanı Sarkozy’e gönderilen sözde Ermeni soykırımını inkâr edenlere 45.000 euro (avro) ve 1 yıl hapis cezası öngören yasa teklifi ile daha da zorlaşacaktır. Bu nedenle Fransız siyasetçi ve devlet adamlarının bir an önce bu tarihi yanlışlıktan geri dönmeleri gerekmektedir. Türkiye-Fransa ilişkilerinin son yıllarda yaşadığı sıkıntıların temelinde beş önemli konu karşımıza çıkmaktadır.


1-) SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI: Geçmişte ASALA terör faaliyetlerinin yoğun olarak yaşandığı ve ciddi oranda Ermeni kökenli nüfusa sahip Fransa, ilk kez 2001 yılında 1915 yılındaki olaylara dayalı olarak sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir yasa çıkarmıştır. Yasa dönemin devlet adamları tarafından şiddetle kınanmış, bu yönde bazı ekonomik tedbirler alınmaya çalışılmış ancak bu tedbirler ciddi bir sonuç yaratmamıştır. 2006 yılında bu defa sözde Ermeni soykırımını inkârı suç sayan yasa teklifi Fransa’da Ulusal Meclis’e getirilmiş ancak Türkiye’den yükselen tepkiler üzerine yasa teklifi Senato’da gündeme alınmayarak yasalaşması engellenmiştir. Bu sürecin ardından karşılıklı temaslarla yumuşayan ilişkiler, daha sonra yaşanan çeşitli gelişmelerle yeniden gerilmiş ve aynı yasa teklifinin şimdilerde gündeme gelmesiyle kopma noktasına ulaşmıştır.

Ermeniler Fransa’da az rastlanabilecek şekilde, tam anlamıyla ülkeye entegre olmuş, kendi tarihsel kimliğini ve kültürel özgünlüğünü koruyarak Fransızlardan daha Fransız olmayı başarabilmiş bir azınlık grubudur. Ermeni lobileri Fransa’da genel anlamda iki ana hedef üzerinde kurulmuştur. Birincisi, Ermenilerin yasam koşullarının geliştirilmesi, Fransa politikasında yeterli söz sahibi olabilmesi ve mümkün olan en güçlü entegrasyonun sağlanabilmesi için Fransız vatandaşları olarak haklarının korunmasıdır. Bugünlerde daha ön plana çıkan ikinci önemli amaç ise, 1915 olaylarının bir soykırım olarak tanınması; bunun için anıtların dikilmesi, tarihi sunumların yapılması gibi etkinliklerle Ermeni tarihinin savunulmasıdır. Ermeni lobileri seçim sonuçlarına küçük de olsa etki edebilecek olan seçmen sayıları sayesinde hem Sarkozy’nin partisi UMP (Union pour un Movement Populaire), hem de en önemli muhalefet partisi PS (Parti Socialiste) nezdinde önemli destek bulmaktadır.

2-) TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ: Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin iktidara geldiği tarihten itibaren (16 Mayıs 2007) Fransa’nın iç ve dış politikasında daha milliyetçi bir tavır içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. Bu durum doğal olarak Türkiye-Fransa ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansımaktadır. Özellikle Sarkozy’nin Türkiye’yi “Avrupalı” olmadığı gerekçesiyle AB içerisinde görmek istemediğini dile getirmesi iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceğini belirleyen olumsuz bir tutum olarak değerlendirilebilir. Nicolas Sarkozy Testimony adlı kitabında Türkiye’nin AB üyeliğine neden karşı olduğunun temel parametrelerini açıklamıştır. Öncelikle Türkiye’nin topraklarının %98’inin Avrupa kıtası dışında olduğunu savunan Sarkozy, üyelik durumunda Türkiye’nin AB üyeleri arasında en yüksek nüfus oranına sahip olacağını savunmaktadır. Nüfus yoğunluğunun ötesinde ise AB bünyesine İslam kültürünün girmesinin, AB’nin kurucu babalarının siyasi birlik kurma fikrine zarar vereceği görüşündedir. Bu noktada Sarkozy, Türklere AB’ye üye olamayacaklarını söylemekte geç kalındığı takdirde bunun nezaket sınırlarını aşacağını da belirtmektedir. Sarkozy, AB’nin hacminin daha fazla artmasına karşı çıkmaktadır, çünkü Türkiye gibi geniş coğrafyaya yayılmış ve yoğun nüfuslu bir ülkenin üyeliği sonrasında Fransa’nın gücünü kaybedeceğinden endişe duymaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği Fransa kamuoyunda uzun süre tartışılmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Türkiye'nin AB üyeliğine karşı bir tutum benimsemiştir. Bu çerçevede, Fransa, beş faslın müzakerelere açılmasını engellemektedir. Sarkozy’nin “eğer Türkiye Avrupa’da olsaydı bu bilinirdi” şeklinde ifade ettiği Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlığı, eski Fransız Cumhurbaşkanı Valerie Giscard D’Estaing tarafından da “Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa Birliği’nin sonudur” şeklinde daha önce dile getirilmiştir.

3-) ARAP BAHARI SÜRECİ: Yaklaşık bir yıldır Arap coğrafyasında etkili olan Arap Baharı süreci Tunus ve Libya başta olmak üzere çeşitli ülkelerin geleceği konusunda Türkiye ile Fransa’yı karşı karşıya getirmiştir. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali rejimiyle sıkı ilişkileri olan ve tarihsel olarak da bu ülkeyle yakın ilişkileri bulunan Fransa, Türkiye’nin Bin Ali karşıtı devrimci hareketlere hamilik yapan ilk ülke olması nedeniyle kendisini zor durumda hissetmiş, rövanşı almak amacıyla Türkiye’nin yoğun yatırımları ve binlerce işçi-işadamı nüfusu bulunan Libya’da NATO bombalamalarının öncü gücü olmuştur. Ortak bir dış politika belirlemekte son derece zorlandığı ve Orta Doğu’da ciddi ölçüde etkili olamadığı görülen Avrupa Birliği’nin tarihsel bağları nedeniyle bu konuda en etkili ülkesi olmaya çalışan Fransa, Türkiye’nin bu süreçte ön plana çıkması ve etkisini arttırmasından son derece rahatsızdır. Bu da ilişkilerin bozulmasında önemli bir etken olarak görülmelidir.

4-) ERDOĞAN-SARKOZY REKABETİ: Günümüz dünyasında demokrasilerin derinleşmesine rağmen, liderlere özgü kişisel ihtiras ve komplekslerin ülkeler arası ilişkileri dahi etkileyebildiği ilginç bir dönemden geçmekteyiz. En baştan beri kimyalarının tutmadığı görülen Erdoğan ve Sarkozy arasındaki rekabet de ilişkilerin bozulmasında etkili olmuş olabilir. Sarkozy’nin son Ankara ziyaretinde yaşanan çeşitli görüntüler bu kişisel rekabeti doğrular niteliktedir. Ayrıca Sarkozy’e ve Fransız hükümetine yakın Patrick Deveciyan ve benzeri Ermeni asıllı Fransız siyasetçilerin Türkiye’ye yönelik hasmane tutumlarının da bu süreçte etkisi olmuştur. Erdoğan ve Sarkozy gibi iki iddialı ve ihtiraslı sağcı liderin tutumları da doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye-Fransa ilişkilerini germektedir.

5-) KÜRT SORUNU: Kürt konusu veya Türkiye’deki yaygın ismiyle Kürt sorunu, 1970’lerden beri Fransız siyasetini özellikle Fransız solunu harekete geçiren konulardan bir tanesidir. Geçmişte özellikle François Mitterand’ın Fransa Cumhurbaşkanlığı, eşi Daniele Mitterand’ın da Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt hareketine yakın Fondation France-Libertés (Fransa Özgürlükler Vakfı) Başkanlığı dönemlerinde Kürt siyasal hareketinin söylemleri Fransa gündeminde büyük yer bulmuştur. Özellikle 1980’lerin başında, Kürtlere olan destek Türkiye’deki ordu rejimine olan tepkiyle beraber daha da güçlenmiştir. Bu dönemde Türkiye’den Fransa’ya göç edenlerin önemli bir kısmı da Kürt kökenlidir ve bu da Fransa’da bir Kürt lobisinin doğmasına yol açmıştır. Bugünlerde Kürt konusunun önceki dönemlerdeki kadar popüler olmadığı ya da kapsamının oldukça değiştiği öne sürülebilir. Ancak aslına bakılırsa Fransa’da günümüzde Kürt meselesi sadece Türkiye sınırları içinde değil, daha çok jeopolitik açıdan bölgesel olarak değerlendirilmektedir. Kürt meselesi artık Fransa-Türkiye ilişkilerini doğrudan etkileyen politik bir faktör olmaktan çıksa da hala Fransa açısından önemli bir siyasal konu ve ilişkileri bozan temel bir etkendir.

Sonuç olarak Türkiye-Fransa ilişkilerinde son yıllarda sözde Ermeni soykırımı iddiaları, Türkiye’nin AB üyeliği, Arap Baharı süreci, Erdoğan-Sarkozy rekabeti ve Kürt sorunu gibi önemli meseleler bulunmaktadır. Ancak bunların aşılamayacak ciddiyette sorunlar olduğunu söylemek fazla karamsar bir yaklaşım olacaktır. Zira bu sorunlara karşın, iki ülke ilişkilerini kolaylaştırıcı bazı önemli faktörler de bulunmaktadır. Bunlar arasında son yıllarda da yükselmeye devam eden iki ülke arasındaki yüksek ticaret hacmi, Osmanlı’nın son yüzyılından başlayarak Cumhuriyet döneminde de artacak şekilde gelişmiş olan kültürel ilişkiler ve her iki ülkenin de NATO üyeliği dolayısıyla içerisinde yer aldığı Batı ittifakı bulunmaktadır.

A-) KÜLTÜREL İLİŞKİLER: Türkiye’de bulunan Fransız okullarının da etkisiyle ülkede önemli sayıda Türk Frankofon (Fransızca konuşan kişi) bulunmaktadır. 2009 yılı Fransa’da “Türk yılı” ilan edilmiş ve bu yönde birçok çalışma gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin Fransa’da yaygın tanınırlığı olan Orhan Pamuk, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Fikret Mualla, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Mine Kırıkkanat, Nedim Gürsel gibi yazar ve sanatçıları, Ahmet İnsel, Taner Timur, Baskın Oran, Ahmet Taner Kışlalı, Hamit Bozarslan, Murat Belge ve Ahmet Kuyaş gibi akademisyenleri de bulunmaktadır. Tarihsel olarak (İttihat ve Terakki döneminden beri) Türk aydınları için Fransa önemli bir çekim merkezi ve model olagelmiştir. Siyasi sorunların karşılıklı adımlarla yumuşaması durumunda son derece güçlü olan kültürel ve ekonomik faktörler iki ülkeyi yeniden birbirlerine yakınlaştırabilecektir.

B-) EKONOMİK İLİŞKİLER: Türkiye-Fransa dış ticaret hacmi 2008 yılında, bugüne kadar kaydedilen en yüksek değer olan 15,6 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. Ülkemiz ile Fransa arasındaki dış ticaret dengesi ülkemiz aleyhine seyretmektedir. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkisi 2009 yılında ikili ticaret hacmi rakamlarına da yansımıştır. Diğer taraftan, 2009 yılında Fransa ile ikili ticarette yaşanan düşüş oranı dış ticaretimizdeki genel düşüş oranının altında kalmıştır. 2008 yılında Fransa ülkemizin en çok ihracat yaptığı 5. ülke konumunda iken, 2009 yılında Almanya’nın ardından 2. sıraya yükselmiştir. Fransa’nın AB dışındaki en büyük pazarlarından biri olmaya devam eden Türkiye, 2009 yılında Fransa’nın AB dışında en çok ihracat yaptığı 6. ülke olmuştur. Fransa ile ikili ticaret hacmimiz 2010 yılının ilk dört ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 31’lik bir artış kaydetmiş ve 4,6 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde Fransa’ya ihracatımızda geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30, Fransa’dan ithalatımızda ise yüzde 33’lük artış gerçekleşmiştir.

Ülkemizde yaklaşık 900 Fransız sermayeli şirket faaliyet göstermektedir. Fransız firmaları özellikle nükleer enerji santralleri ihaleleri, yenilenebilir enerji ve ulaştırma alanlarındaki proje ve ihalelere ilgi göstermektedir. Fransız yatırımları otomobil, elektronik, çimento, eczacılık ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. 2002-2009 döneminde ülkemize gelen yatırımların 4,4 milyar Dolarlık bölümü Fransa kaynaklıdır. 2009 yılında Fransa’dan ülkemize gelen yatırım miktarı ise 593 milyon dolardır. Fransa’daki Türk yatırımcılar, gerek ülkemizin sanayi ve hizmetler sektörü firmalarından gerek Fransa’da yerleşik vatandaşlarımızın kurup geliştirdikleri ve genelde inşaat ve gıda alanlarında faaliyet gösteren firmalardan oluşmaktadır. 1987 yılında kurulan Türk-Fransız İş Konseyi’nin Fransız muhatabı "Mouvement des Entreprises de France-MEDEF International" isimli kuruluştur. İş Konseyi’nin Türk kanadı başkanı Hasan Çolakoğlu, Fransız kanadı başkanı Jean Lemierre’dir. 2009 yılında Fransa’dan ülkemize gelen turist sayısı 932 bin 800 olarak gerçekleşmiştir. Tüm bu bilgi ve veriler iki ülke arasında kolay kolay koparılamayacak güçlü ekonomik ilişkiler olduğunu ispatlamaktadır.

C-) NATO ÜYELİĞİ VE BATI İTTİFAKI: Son dönemde yeniden NATO’nun askeri kanadına dönen Fransa ile Türkiye, tarihsel olarak NATO üyeliği bağlamında müttefik durumundadır. Bu müttefiklik yeniden oluştuğu iddia edilen Soğuk Savaş koşullarında önemli hale gelebilecektir. Zira İran, Rusya, Çin gibi daha önemli rakipler karşısında Türkiye ile Fransa’nın kendi anlaşmazlıklarını bir yana bırakıp, Batı ittifakı çatısı altında bir araya gelmeleri doğaldır.


Dr. Ozan Örmeci


29 Ocak 2012 Pazar

CHP'nin İdeolojik Evreleri ve Geleceği




Kurulduğu günden, özellikle de çok partili hayata geçilmesinden bu yana Cumhuriyet Halk Partisi çeşitli ideolojik evrelerden geçmiş, CHP’nin yaşadığı ideolojik değişim ve dönüşümler de Türkiye siyasetinde kalıcı izler bırakmıştır. 21. yüzyılın başlarında koşulların zorlamasıyla CHP yeni bir ideolojik sıçramanın eşiğindeyken bu konuyu incelemekte fayda var.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ideolojik geçmişi incelendiğinde karşımıza ilk aşama olarak tek parti dönemi çıkmaktadır. Tek parti dönemi kendi içerisinde 1920’lar, 1930’lar ve 1940’lar başta olmak üzere özellikle ekonomi siyasası ve dış politika bağlamında ciddi farklılıklar gösteren bir yapı arz etse de, total anlamda otoriterliğe meyleden ve siyasal muhalefete kendi içerisinde sınırlı özgürlük tanıyan yapısıyla aynı zamanda bir bütünlük de gösterir. CHP’nin ilk ideolojik evresi olan tek parti dönemi, çağdaşlaşma devrimlerinin gerçekleştirildiği ve çok partili rejime geçiş için temellerin atıldığı bir dönem olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938 10 Kasım’ına kadar olan varlığı, bu dönemin bazı eksik ve yanlışlarına karşın CHP çevrelerinde bugün bile hala bir “asr-ı saadet” dönemi olarak algılanmasına yol açmakta ve partinin ideolojik dönüşümüne kimi noktalarda engel olmaktadır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ikinci ideolojik evresini 1950-1957 döneminde “Milli Şef” İsmet İnönü’nün anamuhalefet partisi lideri rolüne soyunduğu ve CHP’nin siyasal alanda kendisinden daha özgürlükçü, ekonomik alanda da kendi devletçi ekonomik programına meydan okuyan daha liberal bir çizgiyle seçmen nezdinde ciddi zaferler kazanan Demokrat Parti karşısında bocaladığı yıllar olmuştur. Bu dönemde CHP, değişimci DP ve Adnan Menderes karşısında devrimlerin koruyuculuğu rolüne soyunmuş, statükocu görüntüsü tek parti döneminde yapılan tüm olumlu hamlelere karşın halk nazarında partinin DP ölçüsünde destek görmesini engellemiştir. Bu durumu fark eden CHP yetkilileri ise inatçılıklarından vazgeçip 1957’den itibaren partiyi ideolojik olarak yenileme, örgüt anlamında da gençleştirme kararı almışlardır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin üçüncü ideolojik evresi işte bu karar üzerine partiye liberal Hürriyet Partisi’nden katılımların olduğu 1957 yılından itibaren başlamıştır. Bu dönüşümün somut bir göstergesi olarak 1959 yılında parti 14. Kurultay’ında “İlk Hedefler Beyannamesi”ni kabul etmiş, çağdaş demokratik bir düzen ve hukuk devletinin kurulmasını öngören bu program 1960 ihtilali sonrası 1961 anayasasının oluşturulması sürecinde de temel referans kaynağı olmuştur. Bu süreç CHP’nin siyasal alanda devletçilikten biraz uzaklaşarak daha özgürlükçü ve liberal bir çizgiye kaymasını sağlamıştır.

Bu sürecin devamında ama bu süreçten biraz farklılaşarak dördüncü aşamada CHP 1965 yılında İsmet Paşa’nın ağzından “ortanın solu” politikasını açıklamış, parti köyden kente göç sonucu kent çeperlerinde biriken yeni milyonları kucaklamak adına daha sol politikaları kendisine referans yapmaya başlamıştır. Bu sürecin yıldızı; partinin genç ve karizmatik Genel Sekreteri Bülent Ecevit olmuştur. Parti içerisinde yenilikçi sol kanat ile gelenekçi kanat arasında devam eden mücadelenin neticesinde 1970’lerin başında Bülent Ecevit CHP Genel Başkanı olunca ortanın solu “demokratik sol”a dönüşmüş ve partinin sosyal demokrat kimliği derinleşerek parti Sosyalist Enternasyonal’in üyesi haline gelmiştir.

12 Eylül’ün darmadağın ettiği CHP’nin sosyal demokrat mirası, 1980’lerde SHP’nin kurulmasıyla yeniden toparlanmaya çalışılmıştır. Prof. Dr. Erdal İnönü’nün liderliğinde SHP beşinci ideolojik evre kabul edilebilecek bu döneminde kimlik politikalarına yönelmiş, sosyal demokrat ekonomik tercihlerin yanında başta Kürt ve Alevi seçmen olmak üzere tüm ezilen sosyal gruplara daha fazla kucak açılmaya çalışılmıştır. Ancak SHP’li belediyelerde yaşanan skandallar, Kürt ve Alevi yönetici ve seçmenlere kucak açmaya çalışılırken yapılan hatalar nedeniyle partinin toplum içerisinde ayrıştırıcı ve belli kimliklerin tekelinde algılanması bu dönemin de yeterli ölçüde başarılı olamaması sonucunu doğurmuştur. Bugün yeni bir ideolojik evrenin eşiğindeyken bu dönemin hataları CHP çevrelerinde çok ciddi irdelenmelidir.

CHP’nin altıncı ideolojik evresi 1992 yılında CHP’nin Deniz Baykal ve çevresi önderliğinde yeniden kurulması ile başlamıştır. Baykal bu dönemde İsmail Cem’le birlikte “Anadolu Solu” kavramı üzerinde çalışmış, milli-manevi değerlere saygılı söylem ve eylemleriyle partiyi sadece belli bir mezhep ya da etnik grubun partisi gibi algılanmaktan kurtararak, Türk ve Sünni seçmen tabanında da yeniden güçlendirmek istemiştir.

CHP’nin yedinci ve son ideolojik evresi zaman içerisinde yükselen Refah Partisi ve siyasal İslam tehlikesi nedeniyle Anadolu Solu projesinin rafa kaldırılmasıyla başlamış ve 28 Şubat sürecinin ardından CHP ve Deniz Baykal daha laiklik temelli ve ulusalcılığın ana referans olduğu bir dönemi başlatmıştır. Bu süreç 1999 seçimlerinde DSP’nin ani yükselişi nedeniyle başarısız olmuş, 2002 ve 2007 seçimlerinde de AKP karşısında yaşanan seçim hezimetleri bu evrenin de sonunu getirmiştir.

CHP’nin sekizinci ideolojik evresi aslında Deniz Baykal’ın 2007 seçimleri sonrasında attığı bazı adımlarla başlamıştır denilebilir. Baykal’ın bu dönemde katıldığı bir “Kutlu Doğum Haftası” etkinliğinde yaptığı önemli konuşma, 2009 seçimlerinde İstanbul başta olmak üzere bazı il ve ilçelerde denenen kucaklayıcı söylem ve farklı aday seçimi politikası bunun öncü sinyalleri olarak okunabilir. Partinin yeniden sosyal demokrat bir eksene oturmasının ve AKP’ye ciddi bir alternatif haline gelmesinin beklendiği bu sürecin Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla hızlanacağı düşünülmüştür. Ancak henüz bu yönde ciddi bir açılım gerçekleştirilememiş ve parti daha çok iç mücadelelerle uğraşarak halka umut vermeyi başaramamıştır.

CHP’nin sekizinci ideolojik evresinin başarıya ulaşması için geçmiş deneyimlerin dikkatle incelenmesi ve partinin 1957’de olduğu gibi genç isimlerle ve yeni fikirlerle donatılması gerekmektedir. Bunu yaparken CHP’lilerin dikkat etmesi gereken husus Türkiye’nin yeni sosyolojik gerçekleridir. Bugün sol-sosyal demokrat seçmen tabanı Türkiye’de % 20-25 dolaylarındadır. CHP’nin iktidara gelebilmek için sol tabanını koruyarak merkeze doğru açılması ve merkezdeki % 25’lik diğer bir seçmen tabanından da ciddi oy kapması gerekmektedir. Türkiye’nin CHP’ye, CHP’nin “Türkiye’nin merkezi” olmaya ihtiyacı vardır…



Dr. Ozan Örmeci

25 Ocak 2012 Çarşamba

İdeal Siyasetçi



Küçük yaşlarımdan başlayarak yoğun bir şekilde biyografi ve otobiyografi kitapları okumamdan mı kaynaklanıyor bilemiyorum fakat eskiden beri insanların özellikle de siyasetçilerin hayat hikâyelerini dinlemeyi, araştırmayı ve okumayı çok sevmişimdir. Yıllar sonra doktora tezi çalışma konum olarak -her ne kadar bu çalışma biyografiden öte bir siyaset bilimi incelemesi olsa da- rahmetli İsmail Cem’in Türk sosyal demokrat hareketinde yerini seçmemin de temelinde belki bu küçükken edindiğim merak yatıyordu. Çeşitli makale ve kitaplarımda Türk siyasal hayatına damgasını vurmuş birçok değerli siyasetçimizi inceledim, özellikle gençlik dönemlerimde bilgi eksikliği ve heyecanımın da etkisiyle onları acımasız şekilde eleştirdim. Fakat şimdi geriye dönüp baktığımda tüm bu isimlerin ülkemize öyle veya böyle çeşitli katkılar yaptığını ve ideal bir siyasetçi yaratmak istersek hepsinin bazı özelliklerini kullanabileceğimizi düşünüyorum. Eleştiri hakkımı saklı tutarak, ülkemizde kutuplaşmanın hayli yüksek olduğu şu zor zamanlarda biraz da ortamı yumuşatmak adına bu konu üzerine düşünelim.

En yakından incelediğim isim olarak rahmetli İsmail Cem’le başlayalım. İdeal bir siyasetçi tipolojisi yaratsak sanıyorum siyasal muhaliflerinde bile saygı uyandırmayı başaran İsmail Cem’in beyefendi kişiliği ilk yazmamız gereken özelliklerden olurdu. Ya Bülent Ecevit’e ne demeli? Karaoğlan nezaketi ve en stresli-gergin anlarda bile rakiplerine “Sayın” diyebilmesiyle tüm siyasetçiler arasında en nazik isim olarak daima ön plana çıkmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı düşündüğümüzde Ecevit aslında tüm siyasetçilerde olması gereken cesaret özelliğiyle de ön plana çıkıyor diyebiliriz. Süleyman Demirel’i unutmak mümkün mü? Baba’nın en zor zamanlarda bile güleryüzü, kıvrak zekâsı ve nüktedan kişiliğiyle ortamı yumuşatması ve toplumsal gerginlikleri azaltması unutulamaz. Alparslan Türkeş’in tüm günah ve sevaplarıyla bu ülkeyi sevmediğini kim söyleyebilir ve karizmatik yapısını kim inkâr edebilir? Ya da Necmettin Erbakan’ın 40 yıllık siyasi yaşamında sıfırdan başlayıp en tepeye çıkmasına yol açan hırs ve mücadele azmine kim toz kondurabilir? Rahmetli Turgut Özal’ın teknolojiye ve gelişime olan ilgisi, tabuları yıkan cesur tavrı tüm farklı düşüncelerimize rağmen bu ülkeye çok katkı yapmıştır sanıyorum. Devlet Bahçeli’nin bir iltifat aldığında utangaç bir çocuğu andıran tavırları onun alçak gönüllü, mütevazı karakterinin ispatı değil mi? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “halk adamı” doğası ve karizmatik liderliği Türkiye’de demokratik dengeleri bozacak ölçüde başarılı olmuştur kabul edelim. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Atatürk’ün koltuğuna uzanan hikâyesinde çalışkanlığı gençlerimize örnek gösterilebilecek bir özelliktir. Kemal Kılıçdaroğlu da aynı Ecevit gibi dürüstlüğüyle topluma iyi bir rol model olmuştur öyle değil mi? Kitaplardan okuduğum, tanıklarından dinlediğim kadarıyla Osman Bölükbaşı gibi bir usta polemikçi dünyaya nadir gelir. Mehmet Ali Aybar’ın güleryüzlü ve özgürlükçü sosyalizmine en katı kapitalist bile sempati duyamaz mı? Ahmet Türk’ün en sert zamanlarda kendi tabanını yumuşatan ve demokrasiye sahip çıkan tavırlarını görmezden gelebilir miyiz? İsmet Paşa’nın inatçılığı ve vatanseverliği ona siyaseten en sert muhalefet edenlerin bile kabul etmesi gereken özellikleridir. Oğlu Erdal İnönü de bilim adamlarına saygısı, demokrasiye inancı ve yumuşak kişiliğiyle Türk siyasetinde önemli bir boşluğu doldurmuştur diyebiliriz. Rahmetli Erdal İnönü’ye karşı üç kurultay kaybedip yine de bir yolunu bulup solun lideri olan ve uzun süre CHP Genel Başkanlığı yapan Deniz Baykal’ın derin bilgi birikimi ve muhteşem hitabetine hepimiz tanıklık etmişizdir. Adnan Menderes’in janti giyimi ve duygusal karakteri onu sevmemiz için önemli nedenlerdendir. Büyük Atatürk ise hepsinden öte, çağının çok ilerisinde vizyonu ve devrimci kişiliğiyle modern ve demokratik Türkiye’nin temellerini atan ve güncel siyasetin üzerinde hepimizin lideri ve ortak değeri olarak kalabilen dünyaya gelmiş nadir kıymetteki dahi insanlardandır diyebiliriz sanıyorum.

Doğruları-hataları, günahları-sevaplarıyla ülkemize hizmet eden tüm siyasetçi ve devlet adamlarımızı seviyor ama onları eleştirmeden de edemiyoruz. Onların da bu eleştirilere daha hoşgörülü yaklaşmalarını umuyoruz.

Not: Dün Fransa’da rahatsızlandığını öğrendiğim değerli arkadaşım ve genç bir siyasetçi olan Ekrem Kerem Oktay’a acil şifalar diliyorum. Dualarımız seninle Ekrem!

Dr. Ozan Örmeci