28 Kasım 2017 Salı

İran Siyasi Kültürü



Orta Doğu coğrafyasının kadim medeniyetlerinden ve güçlü devletlerinden birisi olan İran İslam Cumhuriyeti (kısaca İran), siyasi kültürü açısından da kendisine özgü ve diğer devletlerden farklı bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür kitabından[1] özetle, İran siyasi kültürü hakkında bazı gözlem ve bilgiler okurlarımızla paylaşılacaktır. Roskin’in bilgileri dışında, yazıda güncel gelişmeler doğrultusunda tarafımdan yapılan çeşitli eklemeler de mevcuttur.

Muhammed Rıza Pehlevi

Roskin’e göre, dünyada birçok millette olduğu gibi, İranlılarda da yerli/geleneksel kültürlerinin Batılı devletler tarafından yok edilmemesine yönelik olarak geliştirilmiş savunmacı bir refleks vardır. Bu nedenle, İranlılar (büyük çoğunluğu), Batı tipi bir modernleşmeden ziyade, kendi kültürleri ve değerleri doğrultusunda bir modernleşme yaşamak istemektedirler. Bu doğrultuda, İran devleti, Batı’nın daha ziyade teknolojik unsurlarını almak ve sosyokültürel ve siyasal alanda kendilerine özgü bir sistem yaratmak istemektedir. Bu, Japonya örneğinde olduğu gibi geçmişte başarılı sonuçlar verebilmiş bir modeldir. Ancak Müslüman dünyada Batı tipi olmayan bir modernleşme örneğinin başarıya ulaştığı henüz görülmemiştir.[2] Ayrıca Japon kültürünün esnek yapısı ve din olgusunun Japon kültüründe önemli bir rol oynamaması da Japon modernleşmesini kolaylaştırıcı faktörler olmuştur. Oysa İran örneğinde, din (Şii İslam anlayışı), toplumsal ve siyasal hayatta fazlasıyla baskın bir öğedir ve İran kültürünün esnekliği de tartışmaya açıktır. Nitekim Fars toplumu, işgalciler ve farklı rejimlerin gelip geçtiği yüzyıllar boyunca kendi öz kültürlerini korumayı başarmışlardır. İranlıların edebiyata ve dillerine (Farsça) çok düşkün olması da onların kültürlerini korumalarında olumlu rol oynamıştır. Ayrıca İran modernleştikçe, klasik modernleşme teorisinden çok farklı olarak[3], İran toplumu daha yüksek eğitimli, daha şehirli ama aynı zamanda daha yerli ve dindar olmuştur. Bu süreç, 1979 İran İslam Devrimi sonrasında daha da hızlanmıştır. Modernleşme sürecinin bir diğer önemli ayağı da demokratikleşmedir. Modernleşme sürecinde diktatörlükten demokrasiye geçişin bazı başarılı örnekleri mevcuttur. Roskin’in örnek verdiği Güney Kore ve Tayvan ve yine Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri sonrasında 1950’lerde demokrasiye geçen Türkiye, başarılı örnekler olarak sayılabilir. Lakin İran, modernleşme sürecinde diktatörlükten başka tip bir totaliter yönetime geçişin örneği olarak kabul edilmektedir. Nitekim Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin laik ve diktatoryal yönetimi 1979 İslam Devrimi ile son bulmuş ve yerine demokratik bir rejim gelmemiştir. Şah’ın kibirli ve demokratik reformları yapma konusundaki isteksiz tutumu da İran’ın böyle bir yola girmesinde etkili olmuştur. Yine akademik dünyada var olan bir başka yaygın görüş, İran’da Şahlık döneminde devlet güçlerinin (polis, istihbarat teşkilatı SAVAK, ordu) laik muhalefete izin vermemesi nedeniyle, muhalefetin tek örgütlenebildiği yer olan camiler aracılığıyla sistemi değiştirebilmiş olmasıdır. İran Şahı olan Rıza Pehlevi, aydınlanmış despotizme inanan bir kimse olarak İran halkının demokrasiye hazır olmadığını düşünüyor, ama bir yandan da modernleştirdiği ve zenginleştirdiği ülkesinde eğitimli orta sınıfın bir tek adam yönetimini asla desteklemeyeceğini öngöremiyordu. Dolayısıyla, Şah’ın başlattığı modernleşme hamlesi ve başarıyla gerçekleştirdiği “Beyaz Devrim”, aslında kendi bindiği dalı kesmek anlamına geliyordu.

İran İslam Devrimi

İran siyasi kültüründe en önemli olgu hiç kuşkusuz İslam’dır. Aslında tarihsel olarak Şii anlayışında 12. İmam’ın yönetmek için geri dönüşüne kadar İslam’ın siyasetten uzak tutulması anlayışı hâkimdi. Lakin bu geleneği değiştiren İmam Humeyni ve taraftarları, Şii din adamlarının siyasette de egemen olması görüşünü ortaya attılar. Humeyni ve yandaşlarının İslam anlayışı, bir din ya da ahlak anlayışı olmasının çok ötesinde, toplumsal ve bireysel yaşamın her alanını kapsayan bir tür totaliter yaklaşımdı. Humeyni, Şah’ın despotik ve yolsuz rejiminin doğasını İslam’dan uzaklaşmayla izah ederek halk nezdinde büyük destek bulmayı da başardı. Halkı fakirlik içerisinde bırakıp, ülkenin zengin petrol kaynaklarını ABD’ye satan Şah, Humeyni’ye göre yalnızca petrollerini değil, İran halkını da Amerikalılara satmış bir kimseydi. Mollalar, öncelikle bu düzeni yıkmak ve yerine daha adil bir düzen kurmayı vaat ederek halktan destek almayı başardılar. Ali Şeriati[4] gibi düşünürlerin İslam’ı sol kültür ve düşüncelerle (temelde Marksizm) bağdaştıran anlayışı da bu süreçte çok etkili olmuş ve İranlı aydınları derinden etkilemiştir. İranlı muhalif ve laik sol aydınlar da (örneğin komünistlerin partisi Tudeh) bu süreçte Şeriati gibi düşünürlerden etkilenerek mollaların oyununa gelmiş ve devrim sonrasında başka ülkelere kaçmak ya da asılmak zorunda kalmışlardır. Ayrıca Şah döneminde Bahailer, Yahudiler ve Hıristiyanlara çok daha iyi yaklaşılırken, İslami rejimde Müslüman olmayanlara yönelik büyük baskı politikaları uygulanmaya başlandı. Bugün de özellikle Bahailere yönelik sert politikalar devam ettirilmektedir. Nitekim Roskin’in “sarıklı Bolşevikler” olarak adlandırdığı İranlı mollaların İslam dinini siyasallaştırmaları ve siyasette bir araç olarak kullanmaları çok iyi incelenmesi gereken bir konudur. Humeyni güçlerinin devrim sürecinde kullandıkları yöntem, Roskin’e göre, “amacına yönlendir, kullan, at” şeklinde özetlenebilir. Ayrıca ABD’yi “Büyük Şeytan” (Great Satan)[5] olarak değerlendiren Ayetullah Humeyni, devrim sonrasında ABD Büyükelçiliği’nin militan öğrenciler tarafından işgal edilmesi gibi olayları teşvik ederek, uluslararası diplomasi normlarını da gözardı etmiş ve İran’ın çılgın fanatikler tarafından yönetildiği görüşünü tüm dünyada yaygın hale getirmiştir. İran devleti, şimdilerde Muhammed Cevad Zarif gibi yetenekli diplomatlarla bu algıyı kırmak için büyük çaba göstermektedir.

Muhammed Hatemi

İslamcılık veya siyasal İslam, bu dönemde İran halkı için tüm sorunları çözecek bir sihirli ideoloji haline geldiyse de, Roskin’e göre, İran’da ilerleyen yıllarda devam edecek olan siyasal ve ekonomik sorunlar, kaçınılmaz olarak İran halkının İslamcılık’tan cayarak yeniden diğer ideolojilere meyletmesine yol açacaktır. Nitekim birçok uluslararası gözlemci, İran’daki molla rejiminin son derece zayıf ve yıkılmaya açık olduğunu düşünmektedir. Bu gözlemcilere göre, ülkede rejime sadık bağlı olanların oranı küçük bir azınlıktan ibarettir. Zira İran halkının çok büyük çoğunluğu İslam’a ve Şiilik inancına gönülden bağlı olsalar da, molla rejimine destek vermek konusunda çekincelidirler. Bu nedenle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muhammed Hatemi ve son olarak Hasan Ruhani gibi reform vaadiyle ortaya çıkan adaylara İran halkı büyük destek vermektedir. Zira İran halkı, mollaların lanse ettiği gibi siyasal veya ekonomik sorunlarının Şahlık rejiminin laik yapısından kaynaklanmadığını artık anlamıştır. Bu görüşün tam tersine, İran devleti ve İran halkı, yakın geçmişte Mahmud Ahmedinejad gibi muhafazakâr ve katı İslamcı liderler nedeniyle daha zorlu siyasal ve ekonomik izolasyonlara maruz kalmıştır. Oysa Hatemi ve Hasan Ruhani gibi reformist liderler dönemlerinde İran’ın ekonomik durumu ve uluslararası siyasetteki konumu hep daha iyi olmuştur. Ancak ülkedeki mollalar da halen etkilidir ve Hasan Ruhani gibi başı açık kadınlarla fotoğraf çektiren ve bunu sosyal medya hesabından paylaşan liderlere eleştirel yaklaşmaktadırlar.

Hasan Ruhani

İran siyasi kültürü açısından bir diğer önemli husus da milliyetçiliktir. Pers milliyetçiliği, tarihsel süreçte Şii inancıyla iç içe geçmiş güçlü bir milliyetçilik örneğidir. İranlılar, Araplara inen İslam dinini ancak kendilerine özgü Şiilik anlayışıyla benimseyerek kendi öz kültürlerini koruyabilmiş ve Arap devletleri karşısında farklılaşabilmişlerdir. Nitekim Şah rejimi de seküler milliyetçiliği zaman zaman toplumu bir arada tutmak için kullanmıştır. Bugün de Pers milliyetçiliği halen İran’da etkilidir. Ancak İran’ın milyonlarca Azeri ve Kürt nüfusa ev sahipliği yapması nedeniyle[6], Pers milliyetçiliği toplumu bütünleştirmek konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle, Şiilik ve Farsça, İran halkını bütünleştiren en önemli iki unsurdur ve milliyetçilik çoğu zaman daha arka planda kalmaktadır. Yine de, Irak-İran Savaşı gibi çatışmacı dönemlerde, milliyetçilik olgusu özellikle Pers kökenlileri mobilize etmekte kullanılmaktadır. İran kültüründeki Pers (Fars) ve İslam olgusunun ikili yapısı da halen devam etmektedir. Nitekim ülkede Farsi ve İslami olmak üzere iki tip bayram kutlanmaktadır. Yeni yıl (Nowruz) gibi Farsi bayramları mutluyken, Hz. Hüseyin’in şehit oluşunun anıldığı Kerbela gibi İslami bayramlar daima yaslıdır.

İran’da Kerbela anmaları

Fanatik İslami rejimine karşın, şaşılacak şekilde İran’da kadınların durumu birçok Arap devletinden iyi haldedir. İranlı kadınlar araba kullanabilmekte, okula gidebilmekte ve siyasete aktif olarak katılmaktadırlar. Kılık-kıyafet konusundaki kısıtlamalara karşın, İranlı kadınlar ikinci sınıf cinsiyet olarak görülmeyi asla kabul etmemektedirler. Ahlak polisinin makyaj ve kısmen örtünme konusundaki uyarılarına toplumda zaman zaman çok büyük tepki gösterilmektedir. Ancak bu durum daha çok gençler ve reformistler arasında yaygınken, mollalar arasında kadınlara yönelik bakış halen daha oldukça katıdır. Ayrıca çok eşlilik ve muta nikâhı gibi olgular da toplumda halen yaygındır. Nitekim İran’daki yaygın kültürel ve siyasal ayrım, daha önce de belirtildiği gibi, reformistler (ılımlılar) ile muhafazakârlar (radikaller) arasındadır. İran’daki en tehlikeli radikal güç ise İslami Devrim Muhafızları’dır (Pasdaran). 150.000 üyesi olan bu grubu Hitler’in SS güçlerine benzetenler bile mevcuttur. Bu grup, rejimin en sadık bekçisi ve garantörü durumundadır. En iyi silahlara sahip olan Devrim Muhafızları, Savunma ve İstihbarat Bakanlıklarına egemendir. Muhafazakârlar, İran’ın nükleer programı konusunda da ısrarcıdırlar. Oysa Hasan Ruhani ve Cevad Zarif gibi reformistler, Barack Obama döneminde ABD ile yapılan (kendilerinin yaptığı) nükleer anlaşmayı desteklemektedirler. Muhafazakârlar, “velayet-i fakih” inancı doğrultusunda her alanda gerçek bir İslami cumhuriyet isterken, reformistler İslam’ın bazı alanlarla sınırlı olmasını savunmaktadırlar. Ancak reformistlerle radikallerin ortak noktaları da vardır. Öncelikle her iki grup da son derece milliyetçidir ve İran ulusal çıkarları konusunda hassastırlar. Yine bir diğer önemli benzerlik, her iki grubun da samimiyetle Şii İslam inancına bağlı olmasıdır. Dolayısıyla, İranlı reformistleri laik bir grup olarak da görmemek gerekir. Onların çizgisi, daha çok “ılımlı İslam” anlayışına uygun düşebilecek niteliktedir. İslam Devrimi’nin bugün gelinen nokta itibariyle -Crane Brinton’ın devrim tipolojisine uygun şekilde- sönmeye başladığı iddia edilebilir. Zira devrim sonrasında zirve yapan ve istikrarlı şekilde artan İslamcılık, daha sonra bir tür Thermidor yani sakinleşme dönemine girmiş, şimdilerde ise etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Geçmişte siyasal ve ekonomik sorunları nedeniyle Şah’ı suçlayan İran halkı, artık mollaları ve İslami rejimi suçlamaya başlamışlardır. Molla rejimi ise, Batı karşıtlığı, milliyetçilik ve İran nükleer programı gibi meseleler üzerinden kendisini meşrulaştırmakta ve toplumsal tabanını korumaya çalışmaktadır.

İranlıların en çok tartıştığı ve politik kültüre yön veren en önemli konulardan birisi ise İran ekonomisidir. Şah döneminde büyük ölçüde devletçi bir hüviyeti olan İran ekonomisi, molla rejiminde de bu niteliğini korumuştur. İran ekonomisinin yüzde 60’ını bugün de devlet kontrol etmektedir. Geriye kalanın yüzde 10 ila 20’sini bonyad adı verilen devlet destekli dini vakıf ve holdingler kontrol etmektedirler. Dolayısıyla, ekonominin ancak yüzde 20’si gerçek anlamda özel sektörün elindedir. Yabancıların İran’da yatırım yapması serbestse de, rejimin baskıcı yapısı ve aşırı bürokratik prosedürler nedeniyle, yabancı yatırımcılar için İran henüz çok gözde bir pazar haline gelmemiştir. Dolayısıyla, İran bir serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendirilemez; bu ülkenin devletçiliğe daha yakın bir ekonomisi vardır. İlginç bir şekilde İran özelinde muhafazakârlar devletçi ekonomiyi, reformistler ise serbest pazarı savunmaktadırlar. Bu noktada İslam’ın nasıl bir ekonomiyi öngördüğü de İranlılar arasında tartışmalı bir konudur. Reformistler, İslam dininin devletçi bir ekonomiyi öngörmediğine ve daha çok piyasa ekonomisinin olduğu bir düzen içerisinde toplumsal adaleti sağlayan sosyal politikaların (sosyal demokrasi) gerektiğine dikkat çekerken, radikaller devletçi ekonominin gerekliliği konusunda Kuranî temeller bulmaya çalışmaktadırlar.

İran Devrim Muhafızları

Siyasal kültürel yön veren bir diğer olgu da dış politikadır. İran dış politikasının en temel parametresi yine Şiilik inancıdır. İran, Şii inancını yaymaya çalışan ve bu sayede diğer devletler (özellikle Arap devletleri) üzerinde etkili olmaya çalışan bir ülkedir. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde, İran, Şii gruplar aracılığıyla kendi nüfuzunu kabul ettirmiş ve son yıllarda dış politikada çok güçlü bir aktör haline gelmiştir. ABD’nin uyguladığı politikaların da bölgede daima İran’ı güçlendirdiği yadsınamayacak bir gerçektir. Zira ABD’nin Irak işgali, Irak’ı tamamen İran kontrolünde bir devlet haline getirmiş ve İran’ın Batı karşıtı ideolojisinin taban bulmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca Irak, Şiilik inancı açısından da çok önemli bir ülkedir. Birçok Şii mabedi Irak’ın güneyinde bulunmaktadır ve Irak nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ı Şii inancına mensuptur. Ayrıca Tahran, Hizbullah adlı örgütü kullanarak Lübnan başta olmak üzere birçok ülkenin iç politikasını destabilize edebilmektedir. İran dış politikasında bir diğer önemli parametre ise İsrail düşmanlığıdır. Tahran rejimi, yakın zamana kadar İsrail’in yok edilmesini savunan çok radikal bir çizgideydi. Hasan Ruhani döneminde verilen bazı ılımlı mesajlarla İsrail devleti yok sayılmasa da, Ruhani gibi bir reformist bile İsrail’in meşruiyetini halen sorgular çizgidedir.[7] Obama döneminde ABD ile arasında sıcak rüzgârlar esse de, İran dış politikasında ABD karşıtlığı da halen çok önemli bir eğilimdir. ABD’nin Orta Doğu’da çatışmacı politikalar izlediği ve İsrail’in güvenliği için bölgeyi karıştırdığı tezi, bölge halklarının çoğunluğu tarafından da (hatta Türkiye halkı bile) kabul görmektedir. Ayrıca ABD karşıtlığı, İran’ı dış politikada daima daha güçlü kılmış olduğu için, rejim ve siyasetçiler tarafından kullanışlı bir kart olarak görülmektedir. Nitekim bu ülkede ABD karşıtlığı o kadar güçlüdür ki, 1998 Dünya Kupası’nda İran milli futbol takımının ABD’yi 2-1 yendiği maç[8] sonrasında ülkedeki en büyük kutlamalar yapılmış ve bu zafer İslam coğrafyasında da birçok ülkede kutlanmıştır. İran, ABD gibi büyük bir ülke tarafından senelerce dışlanmasına karşın, dış politikada gücünü istikrarlı bir şekilde arttırmayı başardığı ve mazlum bir devlet olarak görüldüğü için dünyada sempati toplamaktadır. Ancak Obama döneminde, ABD, İran’ın elindeki mağduriyet kozunu almış ve bu ülke ile nükleer anlaşma yaparak İran’ın başka ülkelerin iç işlerine karışan bir devlet olarak algılanmasını sağlamıştır. Şimdilerde ABD’deki Donald Trump yönetimince çok sert eleştirilere maruz kalan İran, özellikle Suudi Arabistan devletinin hedefi durumundadır. Bu tehlikeli tırmanış sonlandırılmazsa, yakın bir gelecekte bu iki ülkenin Sünni-Şii temelinde çatışmacı bir döneme girmeleri olasıdır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’de büyük ölçüde başarıyla gerçekleştirdiği Türk modernleşmesi, Batı’nın yalnızca teknolojik birikiminin değil, kültürel değerlerinin de benimsenmesini içeren kapsamlı bir modernleşme örneğidir.
[3] Klasik modernleşme teorisi, ekonomi tarımdan fabrikalara kaydıkça ve kapitalizm geliştikçe, kentleşme ve laikleşme gibi toplumsal gelişmelerin de eşzamanlı olarak yaşanacağını iddia eder. Bu, hakikaten de Avrupa toplumlarında bu şekilde gelişmiş doğru bir tarihsel gözlemdir.
[4] Hakkında bilgiler için; https://www.wikizero.com/tr/Ali_Şeriati.
[5] Şimdilerde bu sözü Ali Hamaney de kullanmaktadır. Bakınız; http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2015/09/great-satan-150920072643884.html.
[6] İran’da özellikle Azeri Türklerinin nüfus yoğunluğu hayli fazladır. Kimi kaynaklara göre yüzde 40’ı bulan bu oran, ansiklopedilerde de genelde 15-18 milyon arasında gösterilmektedir. Bakınız; http://tebaren.org/?p=732.

23 Kasım 2017 Perşembe

André Maurois’dan Amerika Tarihi


Soğuk Savaş dönemi, getirdiği birçok olumsuz siyasal faktörünün yanında, yeni bir dünya savaşının oluşmasına izin vermemesi ve ABD ve Sovyet Rusya liderliğinde oluşan iki blok ekseninde kutuplaşan dünyada görece istikrarlı bir ortam yaratması gibi bazı olumlu sonuçlar da üretmiştir. Ayrıca Soğuk Savaş döneminde dünyadaki siyasal ve kültürel hayata çok önemli katkılar yapılmış ve insanoğlunun kolektif birikimi geliştirilmiştir. Bu bağlamda, ünlü Fransız tarihçi ve yazar André Maurois (1885-1967)[1] ile Fransız şair ve romancı Louis Aragon’un (1897-1982) birlikte yazdıkları Amerika Rusya (1917-1960 Paralel Tarih ve Görüşmeler) adlı kitap[2], son derece ilginç, özgün ve dikkat çekici bir girişimdir. Kitapta, Maurois ABD’nin, Aragon ise Sovyet Rusya’nın tarihini anlatmıştır. Galip Üstün’ün çevirisiyle Cem Yayınevi tarafından Türkçe olarak da 1968’de yayımlanan eserde, iki usta Fransız yazar, 1917’den 1960’a kadar Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’nin tarihlerini incelemiş ve karşılaştırmalı olarak iki ülke tarihini birlikte sunmuşlardır. Kitapta, iki önemli yazarın Amerikan ve Sovyet ileri gelenleriyle yaptıkları bazı konuşma ve röportajlara da yer verilmiştir. Bu yazıda, kitapta yer alan André Maurois’nın ABD tarihi ve siyaseti hakkındaki görüşleri ve araştırmaları özetlenerek, bu ülkenin tarihine dair bazı önemli hususlara değinilecektir.

Louis Aragon ve André Maurois

André Maurois’ya göre, 19. yüzyılın sonunda gelişme hastalığından muzdarip olan ABD’de herkes sistemin bir reforma ihtiyaç duyduğunun farkındaydı. Yıllardır Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelerek bu ülkeye yerleşen kişiler, burada yeni bir hayat ve adeta bir tür “Altın Çağ” yaşamak için ABD’ye göç etmişler; ancak birçoğu o dönemde pis mahallelere tıkılmak zorunda kalmışlardır. Ancak göçmenlerin iyimser ruh halleri buna karşın devam ediyordu; zira kendilerinin değilse bile çocuklarının Amerika’da iyi bir hayat kuracaklarına inanıyor ve yeni ülkelerini “it is a great country” (bu, büyük bir ülke) olarak anlatıyorlardı. Hakikaten de, dünyada çok az ülke ABD kadar hızlı bir gelişim göstermişti; 1790’da 4 milyon nüfusu olan ABD, 1840’da 17 milyon nüfusa ulaşmıştır. Bu ilk göçmen kuşağında ağırlık İngilizler, Almanlar, Hollandalılar ve daha az sayıda Fransızlardan (Louisiana yöresinde) oluşuyordu. 1840-1850 döneminde ise, kıtlıktan kaçan İrlandalılar ve politik zulümden kaçan Almanlar yoğun şekilde ABD’ye göç ettiler. Kimseye ait olmayan bu yeni ülkeye göç etmek, kendi ülkelerinde mutsuz olan Avrupalılar için en ideal tercihti. Zira devletlerin güçlü olduğu Avrupa’da, yerleşik sınıflar ve sistem halkı eziyordu. Oysa ABD’de, insanların soylarına göre değil, yeteneklerine göre değerlendirilebilecekleri ve yükselme şanslarının yüksek olduğu yeni bir sistem kuruluyordu. Kimilerinin bir hayal olarak değerlendirdiği “Amerikan Rüyası”, daha o zamanlarda oluşmaya başlamıştı. Amerikalılık üst kimliği ve “özgürlük” fikri insanları öylesine etkiliyordu ki, Amerikan İç Savaşı’nda çarpışan birliklerde henüz doğru düzgün İngilizce bilmeyen ama gururla “Ben Amerikalıyım” diye konuşan gençler bile vardı. ABD nüfusu 1890’da 50 milyonu, 1900’de 75 milyonu, 1910’da ise 91 milyonu buldu. Bu göçlerde ise yoğunluk İtalyanlar, Ruslar ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan geliyordu. Avrupa’da artan anti-Semitizm nedeniyle, özellikle Yahudi göçleri de bu dönemde artmaya başlamıştı. Bu kadar farklı milletin bir araya gelmesiyle oluşturulan Amerikan milleti (günümüzde “melting pot” tabiri kullanılmaktadır), iyimser tahminle ırkların kaynaşmasından oluşacak uyumlu bir toplum olacaktı. Şehirlerde bunlar olurken, Orta Batı’da da farklı bir Amerika kuruluyordu. Tarım, et ve konserveciliğin geliştiği bu şehirlerde, kovboylarla Kızılderililer arasında devam eden toprak mücadelesinin yanında demiryollarının inşası sayesinde ticaret de gelişiyor ve Amerikan ulusu adeta sıfırdan yaratılıyordu.

Amerika Rusya

20. yüzyılda da ABD’nin hızlı gelişimi devam etti. Gelişim ve değişim her alandaydı; bedenlerini örten kıyafetler yerine vücutlarını sergileyen kıyafetlere ağırlık veren kadınlar, şehir yaşamına giren otomobiller, yeni kurulan üniversiteler ve şirketlerle birlikte, ABD, adeta bir süpergüce dönüşme sancılarını yaşıyordu. Bu dönemde sinema da gelişiyordu; Mary Pickford tüm Amerika’nın sevgilisi olurken, sosyalist Charlie Chaplin de “The Tramp” tiplemesiyle yoksul ve mağdur Amerikalıların gözdesi haline geldi. Bu dönemde de Amerikan Rüyası güçlenerek büyümeye devam etti. Ancak liberal esaslara dayalı olarak kurulmasına karşın, ABD’de daha o dönemlerde anti-tröst uygulamaları gelişmeye başlamıştı. Zira devletin halkı köleleştirmesi kötüyse de, devletin birkaç şirket ve kişinin eline düşmesi de iyi bir gelişme değildi. Tröstler, aslında girişimciliği ve piyasa ekonomisinin gelişmesini de engelliyorlardı. Nitekim daha 1890’da ABD’de “Sherman Antitrust Act” adıyla bilinen ve tröst biçimindeki her türlü sözleşmeyi ve ticareti sınırlayan bir kanun çıkarıldı. Ancak anti-tröst uygulamalarının dışında, Amerika’daki iş kültürü hakikaten de çok gelişmişti; Arnold Benett’e göre bir İngiliz işadamı işinden en çabuk nasıl ayrılacağının hesabını yaparken, bir Amerikalı işadamı için işi bir zorunluluktan çok tutkuydu. Amerikalılar, iş yaşamına ve para kazanmaya adeta tutkuyla bağlıydılar. Amerikalı işverenler, çalışanlarının da yaşam koşullarının gelişmesini istiyorlar ve sömürü düşüncesine karşı çıkıyorlardı. Taylorizm sayesinde üretim kalitesi artar ve maliyetler düşerken, işçilerin yaşam standartları da yukarıya çekiliyordu. Ford’un (Fordizm) geliştirdiği zincirleme montaj tekniği sayesinde otomotivde de üretim patlaması yaşanmıştı. Nitekim Ford, bu gelişme üzerine işçi ücretlerine iki katın üzerinde bir zam yaptı. Amerikalılar, böyle hızla gelişen bir ekonomi ortamında, devletten sadece tarafsız bir hakem olmasını ve rekabetin sürdürülebileceği bir piyasa ekonomisini korumasını bekliyorlardı. Bu doğrultuda ise, gerekirse devletin tröstlere müdahale etmesi toplumca olumlu karşılanıyordu.

Aydınlar açısından bakıldığında ise biraz daha farklı eğilimler vardı. Amerikalı entelektüeller, 1860’lara kadar yoğun olarak “Transcendentalisme” (Transandantalizm) akımına rağbet ediyorlardı. Aslında dini temelleri de olan bu akımın kurucusu olan Van Wyck Broock’a göre, iyi düşünmek ve davranmak esastı, ama kötü davranışlara ve düşüncelere de engel olunmamalıydı. Maurois’nın Fransız ütopyacı romantizmi ile Alman mistikliğinin bir karışımı olarak değerlendirdiği bu eğilim, Amerika’nın özgürlükçü devlet esaslarıyla çok iyi örtüşüyordu; bu yeni devlette, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, yasaları çiğnemediği sürece herkese ve herşeye yer vardı. Ancak bu iyimser dönemin ardından, Charles Darwin’in “evrim” düşüncesinin etkisiyle, serbest piyasanın sadece güçlülerin ayakta kaldığı bir sistem olarak değerlendirildiği ve bunun olağan karşılandığı daha karamsar ve acımasız bir ruh hali içerisine girildi. Bu dönemin aydınları ve edebiyatçıları (Jack London, Upton Sinclair, Theodor Dreiser, Frank Norris), yeryüzünün kara ve yırtıcı bir tablosunu çiziyorlardı. Bu geçici karamsar ruh hali, Woodrow Wilson’ın Başkanlığında yeni bir tür İdealizm akımının ortaya çıkmasıyla birlikte sona erdi. Amerikan aydınları, yeniden alışageldik şekilde hürriyet düşüncesinin iyimserliğine kapıldılar. Bireyi her türlü zorbalıktan kurtarmak ve ekonominin bir azınlık grubunun tekeline geçmesine engellemek en temel ve geçerli tezlerdi.

20. yüzyılın ilk yıllarında Amerikan dış politikası da ilginç bir süreçten geçiyordu. Kurulduğundan o güne kadar genelde tarafsızlık politikası takip etmiş olan ABD, Avrupa’nın iç çekişmelerine hiçbir zaman taraf olmamış ve Avrupa’nın Atlantik ötesindeki işlere karışmasına da daima engel olmak istemiştir. Özellikle 1815 sonrasında ABD’nin izolasyonizm (kendini tecrit) politikası netleşti; Monroe Doktrini doğrultusunda, ABD, Avrupa’dan kendisini soyutluyor ama Avrupa’nın Amerika kıtasındaki sömürgeci politikalarına da engel olacağını ilan ediyordu. Aslında ABD’nin bu dönemde denizlere hâkim olan İngilizlerin desteği olmadan bunu sağlayabilecek bir kapasitesi yoktu; ama İngilizler de Monroe Doktrini’ne destek çıkıyor ve Avrupalı sömürgeci rakiplerinin Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da güçlerini azaltmaya çalışıyordu. Amerikan karar alıcılarına Birinci Dünya Savaşı’na doğru gidilirken hem İngiliz, hem de Alman kanadından kur yapılıyordu. ABD, İngilizlere karşı bağımsızlığını kazanmış bir devlet olmasına karşın, İngilizlerin liberal muhafazakâr yaklaşımı Amerikalılara daha yakın geliyordu. Almanlar ise, Maurois’ya göre otokratik rejimleri ve beceriksiz diplomasileriyle Amerikalılara antipatik geliyordu. Buna karşın, tarafsızlık politikasında bir süre daha ısrar edildi. ABD’yi savaşa sokmamayı başarmak propagandasıyla yeniden Başkan seçilen Wilson, müttefiklerle ticareti kesmelerini isteyen Almanya ile ilişkilerin bozulmasına engel olamadı. Almanlar, bu dönemde Meksika ve Japonya’ya yaptıkları önerilerle ABD’ye saldırılmasını isteyecek karar gözlerini karartmışlardı. Almanların hesaplamalarında, oluşum sancıları çeken bir ülke olan Amerika’nın hemen büyük bir ordu hazırlayamayacakları düşüncesi ağır basıyordu. Bu nedenle, Amerikalılara saldırmaları karşılığında Meksikalılara Teksas, Arizona ve Yeni Meksika’yı vaat etmişlerdi. Amerikan halkı ve devleti, hakikaten de bu dönemde savaşa hazır değildi; hem ulus yaratma süreci daha tamamlanmamıştı, hem de güçlü bir orduları yoktu. Böyle bir ortamda, Başkan Wilson meşhur 14 ilkesini (Wilson İlkeleri) açıkladı; ABD, serbest pazardan ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yana taraf oluyordu. Sonuçta, savaş (Birinci Dünya Savaşı) Avrupalı devletleri zayıflatırken, ABD savaştan yıpranmamış şekilde ve güçlenerek çıktı.

Savaş sonrasında ABD Başkanı Wilson’ın durumu sağlam gözüküyordu. Amerikan halkını soylu bir takım ilkeler etrafında toplamayı başarmış ve yeryüzündeki liberallerin umudu haline gelmişti. ABD’nin dünya hâkimiyeti henüz maddi güçten yoksunsa da, manevi olarak kabul görmüş ve Almanya’da bile liberal esaslara dayalı bir Cumhuriyet (Weimar Cumhuriyeti) kurulmuştu. Paris ve Londra’da alkış yağmuruna tutulan Wilson için herşey mükemmel gidiyor gibiydi. Ancak Wilson’ın büyük umutlar bağladığı Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) aynı ölçüde başarılı olamayacaktı; onun umduğunun aksine, bu cemiyet bir dünya polisi olmayı başaramadı ve İngiliz ve Fransız çıkarlarının temsilcisi gibi algılandı. Daha ilginci, Başkan Wilson’ın adını taşıyan anlaşmayı kendi Kongre’sinden geçirememesi olmuştu. Amerikan halkı ve siyasal eliti, Avrupa ve dünya siyasetinin sahnesine çıkmak konusunda hala oldukça ürkeklerdi. Dahası, ülke içerisindeki ekonomik sorunlar ve güçlenen muhalif işçi hareketleriyle yaşanan siyasal ve toplumsal gerginlikler de ABD’nin liberal doğasını bozmaya başlamıştı. Dolayısıyla, ABD açısından yeni bir inziva (isolationism) dönemi başlayacaktı. Amerikan gençleri ve entelektüelleri ise, moda, müzik (caz), alkol ve seks odaklı yeni bir kültürün cazibesine kendilerini kaptırmış ve dünya liderliği hedefinden uzaklaşmışlardı. Bu dönemin küskün ama bir yandan da bireyci ve gerçekçi ruh halini romanlardan takip etmek de mümkündür. Ernest Hemingway’in The Sun Also Rises ve Farewell to Arms ve F. Scott Fitzgerald’ın romanlarında bu ruh hali sezilebilir; bu yazarların düşüncesinde tüm Tanrılar ölmüş, bütün savaşlar lekelenmiş, bütün inançlar sarsılmış ve ortaya yitik ve ahlaki açıdan farklı bir kuşak çıkmıştır. Entelektüel açıdan her türlü sorunun kaynağını cinsel bastırılmışlıkla açıklayan Sigmund Freud’un görüşlerinin popüler olması da bu trendi güçlendiriyordu. Böyle bir ortamda, ABD’de içki yasağı (prohibition) devreye girdi. Yüzde 1’in üzerinde alkol bulunan bütün içecekler, yeni kanuna göre yasaklanıyordu. Bu, kuşkusuz beyhude ve çılgınca bir denemeydi ve ABD’yi daha da zorlu sorunlara itti. Zira halka ucuz maliyetlerle ve kaçak olarak alkol sunan (bootlegging) suç çeteleri ve organize olmuş haliyle mafya, bu dönemde ABD’de hakikaten de meşru ve halkın desteğini kazanan bir yapı haline geldi. Sanayiciler de o dönemde büyük bir hata yaparak içki yasağını desteklediler; çünkü onlar için alkol, iş kazalarını arttırabilen ve işçi verimini düşürebilen bir faktörden ibaretti. İçkili otomobil kullananların yaptıkları kazalar da bu görüşe haklı bir temel kazandırıyordu. Ancak yasak, Amerikan halkının ve Amerikan devletinin temelinde var olan “özgürlük” düşüncesiyle taban tabana zıt bir karardı; nitekim yasak nedeniyle normalde içki içmeyen kişiler bile alkol almaya başladılar. “Hip flask” adı verilen ve pantolonun arka cebinde taşınan yassı şişe, o dönemde yasaklara meydan okumanın sembolü haline gelmişti. Bu yıllarda Amerika’da kitaplıklar gizli içki tezgâhları haline geldi ve kokteyl partileri geleneği başladı. Bir diğer önemli gelişme ise, bu garip ortamda ırkçı Ku Klux Klan’ın yeniden hortlamasıydı. Amerikalılık adına Afrikalı Amerikalılarla, Yahudilerle, Katoliklerle ve sol-liberal görüşlülerle mücadele eden ve yeteneksiz kafaları kendisine çekmeyi başaran bu ırkçı örgüt, bu dönemde 4,5 milyonluk geniş bir tabana yayılmaya başardı. William Joseph Simmons adlı bir albayın kurduğu bu örgüt, kısa sürede mafya ve suç çeteleri gibi yasadışı eylemler yapan tehlikeli bir gruba dönüştü. Abraham Lincoln’un köleliği yasakladığı ve Wilson’ın prensipleriyle dünyada liberalizmin bayraktarlığını üstlendiğini ABD’den, çok kısa bir süre içerisinde bambaşka bir Amerika’ya dönüş yaşandı.

1920 seçimlerini Warren G. Harding’in kazanması da ABD’nin izolasyonist politikasını hızlandırdı. Harding, göreve başlar başlamaz ülkesinin dünyanın mukadderatı konusunda rol almak istemediğini bildirdi. Cemiyet-i Akvam’ın dışında kalmak için çabaladı ve her türlü uluslararası işbirliğine karşı durdu. Ekonomide de iyi bir performans gösteremedi; bu dönemde ani fiyat düşmeleri yaşandı ve işsizlik oranları arttı. Buna karşın kesinlikle kötü biri değildi; hatta sosyalist lider Eugene V. Debs’i özgürlüğüne o kavuşturdu. “Komünizm tehlikesi” yani “kızıl tehlike” de ilk kez bu dönemde Amerika’da yaygın şekilde konuşulur oldu. Hatta National Society League gibi oluşumlar da kuruldu. Başkan Harding, 1923’te 57 yaşında kalp krizinden vefat etti.

Sonraki Başkan Calvin Coolidge ise, Allen White’a göre “Babil kulesinde bir Protestan softası” idi. Ahlak kurallarının dibe vurduğu bir dönemde Başkan olan Coolidge, hakikaten de erdemli ve dindar özellikleri olan ilginç bir kişiydi. Dürüst ama aynı zamanda biraz acımasız bir kişiydi; işsiz kalanların kusurlarının kendilerinde olduğuna inanıyor ve bu konuda bir sorumluluk hissetmiyordu. Bu yıllarda Amerika’da din, iş dünyasında bile çok etkili olmuştu. Hatta Bruce Barton, The Man Nobody Knows kitabında Hz. İsa’nın büyük bir iş yöneticisi olduğunu anlatarak best-seller olmuştu. Dış politikada da çelişkili ruh hali devam ediyordu; bir yanda savaştan ve dış siyasetten nefret ediliyor, ama diğer yanda da Wilson tarafından belirlenen ilkelere sahip çıkamamanın verdiği huzursuzluk hissediliyordu.

Coolidge’in Başkanlığı bir mali kasırga ile son buldu. 1929 Büyük Buhranı sonrasında başa Herbert Hoover geçiyordu. 1929 yılının 24 Ekim’inde Kara Perşembe olarak anılan günde Wall Street çöktü. Bir ayda kayıplar 30 milyar doları bulmuştu. Piyasanın yıkılması yeni seçilen Hoover’ın suçu değildi kuşkusuz; ancak Amerika’nın üzerine kurulu olduğu liberal değerler doğrultusunda piyasaya müdahale etmeme düşüncesi, bu kriz döneminde ülkesine pek de yardımcı olmuyordu. Kısa sürede Amerika’nın krizi küresel bir krize dönüştü ve tüm dünyaya yayıldı. Almanya’da Hitler iktidara geldi ve İkinci Dünya Savaşı koşulları oluşmaya başladı. İnsanlar, satamadıkları ürünleri artık yakar hale gelmişlerdi; Kanada’da buğday, Brezilya’daysa kahve yakılıyordu. ABD’de şehir çeperlerinde “Hooverville” adı verilen gecekondu mahalleleri de kurulmaya başlamıştı. Sefaletin hayır işleriyle (charity) önlenebileceği düşünen Amerikan sağcıları için, bu, tartışmasız bir yenilgiydi. Hoover ekonomiye müdahaleyi reddettikçe, kriz daha da derinleşiyordu. 4 milyon geçimi olmayan aile olduğu halde, Başkan Hoover durumun iyi olduğunu söyleyebiliyordu. Sosyalizm ve devletçilik fobisi nedeniyle, Başkan Hoover krizi çözmekte başarısız oldu. Ancak en sonunda o da pes etti ve kısmi devlet tedbirlerine başvurdu. Reconstruction Finance Corporation’ın kurulması, büyük yapım işlerine başlanması ve ucuz konut yapımı gibi politikalara yöneldi. Buna karşın, işsizlere doğrudan yardımı reddetmekte ısrar ediyordu. Dış politikada çekingenlik de devam ediyordu. Hatta Japonya’nın Mançurya’yı işgali bile Amerikan dış politikasını değiştirememişti.


Franklin Delano Roosevelt

1932’de başa geçen Franklin D. Roosevelt (FDR) ise, “New Deal” (Yeni Düzen) politikasıyla ABD tarihini değiştiren bir lider oldu. Birinci Dünya Savaşı gazisi parlak bir Bahriyeli olan Roosevelt, New York Valiliği de yapmış olan yakışıklı bir atletti. Sonradan çocuk felci nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Ancak insanüstü bir gayretle yeniden ayaklanmayı başardı; sakatlığı onu durdurmak bir yana, Roosevelt’i daha da çalışkan ve azimli hale getirmişti. Bu sayede Amerikan toplumuna da zor bir dönemde çok başarılı bir rol model olmayı başardı. Amerikan halkına korkulacak tek şeyin korkmak olduğunu salık veren Roosevelt, New Deal politikalarıyla (1933-1938) “3 R” şeklinde özetlenebilecek şu amaçları kendisine hedef koymuştu: Recovery (rahatlama), Recovery (iyileşme) ve Reform (reform). Yani somut olarak belirtmek gerekirse; işsiz ve yoksullar için yeni ve küçük işler yaratılarak durumlarında rahatlama yaratılması, çöküşün ardından ekonomi ve borsanın normal seviyelere getirilerek genel ekonomik tablonun iyileştirilmesi ve tekrar çöküşü önlemek için finansal sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştır. New Deal, istikrarlı bir şekilde başarılı oldu ve ABD’de işsizlik oranları hızla düştü. Sosyal gerginlikler azaldığı gibi, halkın kendine güveni de yerine geldi. Bu başarıda Columbia Üniversitesi’nden gelen genç ekip ve daha sonraları Felix Frankfurter’in Harvard’dan getirdiği ekibin rolü büyüktü. Daha sonraları Tom Corcoran ve Benjamin Cohen gibi kişiler de ekibe dâhil oldular. Bu kişilerin ortak özelliği; çok uzun vadeli planlardan ziyade, somut sorunlara yönelik etkili çözümler geliştirmeyi tercih etmeleriydi. Keynesçi iktisadın yeniden değer kazandığı bu dönemde, ABD’de ekonomik alanda birçok reform yapıldı. Bu reformlar arasında özellikle 1935 tarihli Sosyal Güvenlik Kanunu ABD açısından son derece önemlidir. Roosevelt, bu kanunla 200 yıllık aşırı bireyci sisteme bir son veriyor ve emekli sandığı, işsizlik sigortası ve yaşlı ve engellilere destek gibi sosyal devlet politikalarını işler hale getiriyordu. Sonuç itibariyle, New Deal, korkulduğu gibi ABD’yi sosyalist bir devlet yapmadı ve ekonomiyi toparladı. Yaratılan sistem tam bir piyasa ekonomisi değilse bile, denetimli ve halk yararına işleyen bir tür kapitalizmdi. Sosyal gelişme canlandı ve 1939 yılında nüfus 130 milyona yükseldi. Nüfus artışı bir önceki 10 yıla göre daha azdı; çünkü hem göç kısıtlanmış, hem de ekonomik kriz nedeniyle çocuk yapan aile sayısı azalmıştı. Ancak Hitler’den kaçan çok önemli Avrupalı (daha çok Alman) bilimadamları ve meslek sahipleri de bu dönemde ABD’ye getirildi (Albert Einstein da bunlardan birisidir) ve sonraki dönemde sağlanan bilimsel ilerlemelerin temeli atıldı. Ayrıca sinema, radyo ve eğitimde çok büyük ilerlemeler kaydedildi.

İstisnai bir şekilde 4 dönem ve 12 yıl süren Roosevelt dönemi, dış politika açısından da çok önemli gelişmelere sahne oldu. En önemli konu hiç kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı idi. Roosevelt, başta dışarıdan savaşı önlemek için bazı naif girişimlerde bulundu. Tüm bu çabalara ve İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in yatıştırma politikasına rağmen Hitler Polonya’yı işgal edince, Roosevelt, tarafsız dış politika çizgisinden caymak zorunda kaldı. Robert Sherwood’a göre, Büyük Buhran’ı bile atlatmayı başaran FDR, ilk kez bu kriz karşısında korkunç ve anlamsız bir boşluk devresine girdi. Hitler’in orduları “Blitzkrieg” taktiğiyle Avrupa’nın dört bir yanını zapturapt altına alırken, ABD hareketsiz kalmaya devam ediyordu. Avrupa’da özgür Fransa’yı savunan Charles de Gaulle İngiltere’ye kaçmış, İngilizler ise Almanlar karşısında Amerikan desteği olmadan savaşı kazanabilecekleri konusunda çok karamsar bir ruh haline bürünmüşlerdi. Roosevelt, büyük bir ikilemle karşı karşıyaydı; ya tüm gücünü ABD’nin iç meselelerine odaklayacak ve Avrupa’yı kendi kaderine terk edecek, ya da Churchill ve diğer müttefiklere destek vererek dünyayı Nazilerden kurtarmayı deneyecekti. Roosevelt, tercihini Avrupa’yı kurtarmaktan yana yaptı. Başta İngilizlere silah desteğiyle başlayan yardım, daha sonra ABD’yi büyük bir savaşa sokmaya ve Nazileri yok etmeye kadar gidecekti. Dürüst bir adam olan Roosevelt, Hitler’i adeta bir “şeytan” gibi görüyor ve America First Committee’nin üyeleri tarafından kendisine yapılan çirkin saldırılara rağmen Avrupa’yı kurtarmak için mücadele etmekten vazgeçmiyordu. Committee to Defend America by Aiding the Allies gibi gruplarsa Başkan’ı destekliyorlardı. Bu komitenin Başkanı, ABD’nin en iyi gazetecilerinden olan William Allen White’dı. 1940 yılında üçüncü kez seçilen Roosevelt, artık demokrasi ordusunu kurmaya girişebilirdi. ABD, bu dönemde hızla savunma sanayiinde atılım hamlesine girişti. Harry Hopkins’in yardımıyla bu politikasını izah etmek için ilginç bir deyim de bulmuştu; “Demokrasinin donatım ambarı olacağız”. Amerikalılar ve İngilizlerin işini kolaylaştıran ise Hitler’in Rusya’ya saldırması oldu. 1941 sonunda Pearl Harbor’daki Amerikan üssüne Japonların yaptığı beklenmedik saldırı sonrasında ise, ABD, artık resmen İkinci Dünya Savaşı’na giriyordu. Savaş döneminde Amerikan üretimi mucizeler yarattı; kaynakları sınırsız genç ve dinamik bir toplum olan Amerikalılar, zaferden hiçbir zaman endişe etmemiş, ancak büyük kayıplar verme konusunda çekinceli davranmışlardır. En önemli hamle ise hiç kuşkusuz filmlere de konu olan Normandiya Çıkarması’dır. Amerikalılar, dikkatli bir planlama sonrasında Nazilere saldırılacak noktayı Le Havre ve Cherbourg arasındaki Normandiya kıyısı olarak seçmiş ve Calais’den (Dover Boğazı) bir çıkarma bekleyen Almanları şaşırtmışlardır. “Ike” olarak bilinen Dwight D. Eisenhower’ın yaptığı bu plan, hakikaten de zorlu ama başarılı bir operasyona sahne olmuş ve VII. Alman Ordusu’nun kıstırılmasına sebebiyet vermiştir. Normandiya Çıkarması sonrasında Fransa hızlı bir şekilde ve sihirli bir el dokunmuş gibi kurtarılmıştır. 1944’te dördüncü kez seçilen Roosevelt ise, artık dünya savaşını kazanmaya doğru giden büyük bir kahraman durumundadır. Ancak kısa süre sonra vefat eder ve yerine Başkan Yardımcısı Harry Truman geçer.

Harry Truman

Truman, Başkan olana kadar atom bombası çalışmalarından haberdar değildir. Bu konuda çok zor bir karar vermesi gerekecekti; ancak karar alma konusunda o kadar da zorlanmadı. Zira ABD ile Japonya arasında savaşın devam etmesi durumunda toplam 1 milyon kişinin daha öleceğinin belirtilmesi üzerine, atom bombasını Japon şehirleri üzerinde test etmenin daha az can kaybına yol açacağı görüşüne kolayca ulaştı. Roosevelt de daima bu görüşte olmuştu; atom bombası (Manhattan Projesi), ABD’ye savaşı kazandırmak için gizlice yürütülmüştü ve zamanı geldiğinde uygulanacaktı. Ancak 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasının etkileri yine de korkutucu oldu; toplam 100.000’e yakın insan hayatını kaybetmişti. Buna rağmen Japon Ordusu savaşmaya devam ediyordu. Bunun üzerine, 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye ikinci bomba atıldı ve ertesi gün 10 Ağustos’ta Japon İmparatoru barışı kabul etmek zorunda kaldı. Truman, Japonlara özgürlüklerini vereceklerini söyleyerek barışı kabul etmelerini kolaylaştırdı. Savaşın kazanılması ABD’de çok olumlu bir ruh hali yarattı; savaştan sonra kurulan düzen de ABD’yi bir süpergüce dönüştürdü. Başkan Truman, Truman Doktrini ve Marshall Yardımı ile ABD’nin süpergüç olacağı yeni dönemin dış politik ve ekonomik altyapısını hazırladı. Batı Avrupa, Japonya ve diğer müttefikler bu süreçte kalkındırılacak ve komünist yayılmacılık karşısında özgür dünyanın liderliği üstlenilecekti. 1945’te Roosevelt’in ölümüyle Başkan olan Truman, 1948’de seçimi kazanarak gerçekten Başkan oldu. Marshall Planı çok başarılı olduğu için, Truman, rahat bir zafer kazanmıştı. Başarısını borçlu olduğu General George Marshall ise Dış İşleri’nden ayrılmak zorunda kalmış ve yerine Dean Acheson geçmişti. Acheson, kültürlü ve uyanık, yani örnek bir Dış İşleri Bakanı idi. Ancak savaş sonrasındaki istikrar, Çin’deki gelişmelerle çok geçmeden bozuldu ve Soğuk Savaş koşulları oluşmaya başladı. Kısa süre içerisinde NATO kuruldu ve Kore Savaşı başladı. Truman dönemi başarıyla sona ererken, yeni ve daha zorlu bir dönem başlamak üzereydi.

Dwight D. Eisenhower

Cumhuriyetçiler, 12 yıllık Roosevelt ve 8 yıllık Truman iktidarları sonrasında tam 20 yıl iktidardan uzak kalmış ve bu süreçte çok bilenmişlerdi. Nitekim Eisenhower gibi iyi bir aday çıkararak seçimi kazandılar. Eisenhower, kendisini Kore Savaşı ve Stalin’in ölümü gibi önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Başkan olarak buldu. Eisenhower, Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles ile birlikte bu dönemde Amerikan dış politikasına yön vermiştir. Başlarda amaçları barışçıl bir dış politika oluşturmak ve herkesle iyi geçinmek olan bu ikili, Soğuk Savaş koşulları içerisinde birçok defa sert politika unsurlarını da kullanmak zorunda kalmışlardır. Başkan Yardımcısı Richard Nixon da etkili bir figürdür. Bu dönemde özellikle Mısır ve Orta Doğu merkezli gelişmeler ABD dış politikasında ve dünya gündeminde etkili olmaya başlamıştır. Mısır’da milliyetçi rüzgârlar estiren Cemal Abdülnasır karşısında İngiliz ve Fransızların tepkilerini kontrol etmek ve İsrail’in güvenliği meselesi, bu dönemde giderek artan ölçüde Amerikan dış politikasına yön veren konular haline gelmiş ve Asya’daki yoğunluk biraz olsun azalmıştır. Süveyş Kanalı krizi başarıyla çözümlenirken, iç politikada da Afrikalı Amerikalılar açısından önemli olan sivil haklar konusunda ilerlemeler kaydedilmiştir. Hatta “segregation” yasağı sonrasında okullarına zenci öğrencileri almamaya çalışan gruplara karşı (Little Rock Nine olayı), Başkan Eisenhower, buraya 1000 paraşütçü göndermek zorunda bile kalmıştır. 1961’e kadar iki dönem Başkanlık yapan "Ike", Eisenhower Doktrini ile Amerikan dış politikasını Orta Doğu’ya yönlendirmeyi başarmış önemli bir tarihsel figürdür.

Kennedy ve Nixon

Amerikan tarihinin en ilginç Başkanlık seçimi ise, 8 Kasım 1960 tarihinde Cumhuriyetçi aday ve dönemin mevcut Başkan Yardımcısı Richard Nixon ile Demokrat aday ve Massachusetts Senatörü olan İrlanda asıllı John F. Kennedy arasında gerçekleşmiş ve sonuçta Kennedy Başkan seçilmiştir. Çok sevilen Eisenhower’ın Nixon'a desteğine rağmen, Kennedy, genç ve karizmatik bir aday olarak beklenmedik bir zafer kazanmıştı. Kennedy’nin ilk ve tek Katolik ABD Başkanı olması da ilginç bir bilgidir. Nitekim Kennedy’nin seçilmesinde Katoliklerin desteği çok etkili olmuştur. Kennedy’nin güneyli Lyndon Johnson’ı Başkan Yardımcısı olarak ilan etmesi de stratejik bir hamledir ve seçim sonuçlarında etkili olmuştur. Televizyondan yayınlanan ve milyonlara ulaşan Başkanlık tartışması ise ABD’de büyük heyecan yaratmıştır. Kennedy, az bir farkla Başkan seçilmiş ve Amerikan tarihinin en ilginç ve karizmatik Başkanlarından biri olmayı başarmıştır. Genç, yakışıklı ve güzel eşi (Jacqueline Kennedy Onassis) ve renkli özel hayatıyla da dikkat çeken Kennedy, Küba Füze Krizi’nde gösterdiği başarıdan sonra hala tam olarak aydınlatılamayan ilginç bir suikasta kurban gitmiştir.

Kitapta bu şekilde yakın dönem Amerikan tarihini ve ABD Başkanlarını inceleyen André Maurois, daha sonra Amerikan devleti ve toplumuna dair bazı genel gözlem ve saptamalarda bulunmaktadır. Yazara göre, Amerikan toplumunun en önemli özelliği hareketliliktir. ABD’ye göç halen devam etmektedir ve göç olgusu o tarihe kadar (1960) ABD’yi güçlendiren bir faktör olmuştur. Maurois, Amerikalıların aynı zamanda yardımsever bir millet olduğunu düşünmektedir. Elbette Amerika’da da açgözlü ve sert kişiler vardır; ancak toplumun geneli iyi niyetli ve yardımseverdir. Amerikalıların hürriyet veya özgürlük kavramına çok düşkün olmaları da yazarın bir diğer gözlemidir. Modern demokrasilerde eşitlik ve özgürlük dengesinin iyi bir sonuç yaratacağı düşünülmesine karşın, ABD özelinde -çok net bir şekilde- “özgürlük”, “eşitlik” olgusuna kıyasla daha önemli bir kavram durumundadır. Yazar, ayrıca ABD’nin Sovyet Rusya’yı yok etmek istemediğini ve birlikte barış içerisinde yaşamayı savunduğunu da söylemektedir. Ancak farklı coğrafyalarda bu ülke ile bir nevi köşe kapmaca, yani Soğuk Savaş'ın yaşandığının da farkındadır. Amerikan ekonomisi ise yazara göre ABD’nin en güçlü yönlerinden birisidir. Amerikan ekonomisi, tam bir piyasa ekonomisinden ziyade karma ekonomi özelliği gösterir. Amerika’da devletin üretici ya da denetçi olduğu sektörler hayli çoktur. Ülkedeki yüzde 4-5’lik işsizlik oranı ise doğaldır. Bu anlamda, Maurois, Amerikan ekonomisini Galbraith’ten alıntıyla “bolluk ekonomisi” olarak değerlendirmektedir. Ayrıca ABD’de şaşılacak şekilde işçi sendikaları da oldukça güçlüdür. Ancak büyük sermayenin etkisi de haliyle çok fazladır. Savunma Bakanlığına Ford’dan Robert McNamara’nın getirilmesi bunun ispatı olsa gerek. Eğitim de Amerikan sisteminin temelinde yer alan bir olgudur. Ruslarla yaşanan rekabet, Amerikalı gençleri daha fazla çalışmak için motive etmektedir. Yüksek öğrenim yapanların oranı yüzde 38 gibi o dönem için yüksek bir orandır. Edebiyat ve kültür endüstrisi de bu ülkede oldukça gelişmiştir; polisiye romanlardan bilimsel eserlere, cinsel içerikli romanlardan pahalı ve süslü kitaplara kadar çok geniş bir yelpazede kitap çeşitleri Amerika'da sürekli üretilmekte ve satılmaktadır. Bunun dışında, bu kadar hızlı değişen ve özgürlükçü bir toplum olmasına karşın, Püriten ahlakı dış politikada halen etkilidir. Ayrıca az gelişmiş ülkelere yardım edilmesi ve onların Amerikan modeli doğrultusunda geliştirilmesi de Amerikan dış politikasında çok etkili bir vizyondur. Bu bağlamda, ABD, her yönüyle büyük bir güçtür.

Sonuç olarak, André Maurois’nın ABD tarihini yorumladığı ve gözlemlerini aktardığı bu eseri, hakikaten de bu ülke tarihini ve gelişimini anlamak açısından faydalıdır. Ancak yazarın fazla eleştirel bir tarz benimsemediği ve bu ülkeye yönelik olarak oldukça iyimser yaklaştığı da bu noktada belirtilmelidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/André_Maurois.
[2] Kitabı buradan bulabilirsiniz; https://www.nadirkitap.com/amerika-rusya-1917-1960-andre-maurois-aragon-kitap6321410.html.

21 Kasım 2017 Salı

Hardt ve Negri'den 'İmparatorluk'


Michael Hardt ve Antonio Negri tarafından 1990’ların sonlarında yazılan ve kimi Marksist çevreler ve düşünürlerce 21. yüzyılın Komünist Manifesto’su olarak kabul edilen İmparatorluk (Empire) isimli kitap[1], Abdullah Yılmaz’ın çevirisiyle 2001 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan piyasaya sürülmüştür.[2] Kitap, zengin teorik içeriğiyle dünyadaki tüm Marksistleri ve muhalif görüşlüleri heyecanlandırmış ve sol duyusu gelişmiş entelektüel çevrelerde önemli izler bırakmıştır. Ancak küreselleşmenin etkilerini çarpıcı bir şekilde göstermesi bakımından son derece önemli olan bu kitap, sosyalist mücadeleyi de ulus devleti aşan küresel bir düzlemde yürütmek gerektiğinin altını kalınca çizerek liberal küreselleşmeye zımni destek verdiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştır. Michel Foucault ve post-yapısalcı akımdan da fazlasıyla etkilendikleri açık olan Hardt ve Negri’nin bu önemli eseri, bu nedenle, özellikle ulusalcı perspektiften bakıldığında, kuşkusuz birçok noktada eleştiriye açıktır. Ancak eleştirilere geçmeden önce, bu yazarların ne dediklerini iyice anlayalım.

Negri ve Hardt

Kitabın “Önsöz” bölümünde, demokrasi ve özgürlüğü yaymak amacıyla son derece iddialı ve eleştiriye fazlasıyla açık bir işe giriştiklerini itiraf eden Hardt ve Negri’nin teorik perspektifini oluşturan iki temel kavram “çokluk (multitude)” ve “İmparatorluk”tur. İmparatorluk terimi, kitapta klasik anlamından ziyade, günümüzün küreselleşen serbest piyasa ekonomisi tabanlı dünyasında ulus devletleri aşan ve birbiriyle bağlantılı birçok daha küçük parçadan oluşan devasa bir baskı mekanizmasını anlatmak için kullanılıyor. Hardt ve Negri’ye göre; aynı üç farklı pozitif yönetim biçiminin (monarşi, aristokrasi ve demokrasi) iç içe geçtiği Roma İmparatorluğu gibi, günümüzün hâkim ve tek İmparatorluğu da, “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler” sayesinde var olan bütünlüklü bir küresel kuruluş özelliği taşımaktadır (Hardt & Negri, 2001: 14). Ancak klasik İmparatorlukların aksine, günümüzde İmparatorluk’un bir Roma’sı yani merkezi yoktur. Bunun yerine, değişik zamanlarda ve değişik çapta etkileri bulunan farklı büyüklüklerde birçok Roma yeni dünya düzenini belirleyen merkezlerdir. Yani Washington’ın, Brüksel’in, Pekin’in, Moskova’nın, Birleşmiş Milletler’in ve Bilderberg’in olduğu kadar, Afganistan’da Tora-Bora Dağları’nda saklanan sakallı radikal İslamcı bir liderin (Usama Bin Ladin) ya da New York’ta bayan hayranlarından kalan zamanında pahalı şaraplar içerek yeni kitabını yazmaya koyulan anarşist ruhlu bir yazarın da (Chuck Palahniuk) dünya siyasetinde farklı ölçeklerde ağırlıkları bulunmaktadır. Yani İmparatorluk, herşeyi içerisinde barındıran ve birbirini destekleyen daha küçük çarklar sayesinde işlev gören inanılmaz büyüklükte bir makinedir. Bu noktada, yazarların Foucault’nun dışarısına çıkılamayan ancak yalnızca sınırları belirlenebilen “discourse” (söylem) fikrinden esinlendikleri ortadadır. Bu inanılmaz büyüklükteki düşmanın zayıf noktası ise, yarattığı düzen içerisindeki “çokluk”tur. Hardt ve Negri’nin kendilerinin de itiraf ettiği gibi, çokluk kavramı kitapta çokça işlenmesine rağmen, yazarlar bu kavramı açıklarken soyut ve “poetik-şiirsel” düzeyi aşmakta oldukça zorlanmaktadırlar. Yazarların ifadesiyle, çokluk kavramı, birlik oluşturan “halk” kavramıyla ya da edilgenlik özelliği bulunan “güruh, kalabalık ve kitle” kavramlarıyla karıştırılmamalıdır (Hardt & Negri, 2001: 15). Kendilerini “otonomist Marksist” olarak nitelendiren Michael Hardt ve Antonio Negri, “halk”ın aksine, yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk”un otonomi ve demokrasiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip olduğunu düşünmektedirler. Ancak biçim, içerik, nihai hedef, izlenen strateji gibi konularda birbirinden çok farklı olan ve zaman zaman birbirleriyle karşı karşıya kalan bu “çokluk” öğelerinin, İmparatorluk’u yıkmak için nasıl birlikte hareket edebilecekleri bir muammadır ve yazarların temel hedefi de bu ideolojik tavrı belirleyebilmektir. Açık örnek vermek gerekirse, küresel kapitalizme ve ulus devlet yapılanmasına karşı olan Marksist, anarşist ve radikal İslamcı gruplar, Hardt ve Negri’ye göre bu noktada işbirliği yapabilmek için ortak bir strateji geliştirmek zorundadırlar.

İmparatorluk

İmparatorluk’un ayakta kalmasını sağlayan güçler; fabrikalar, bombalar, yarattığı dayanılmaz korku ve sanrılar ve tabii ki tüm bunları birbirine bağlayan ve politik süreçleri etkileyen küresel kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisi ağıdır. Hardt ve Negri, bu küresel hâkimiyet düzeninin sembolünün de New York’taki “Twin Towers” (İkiz Kuleler) olduğunu ifade etmişlerdir. 11 Eylül (9/11) saldırısı sonrası bu yazarları kâhin mi ilan etmeliyiz bilemiyorum; ancak sömürü düzenini küresel ölçekte yaygınlaştıran ve kontrol altında tutan mekanizma elbette sadece İkiz Kuleler’le sınırlı değildir. Düzenin devamını sağlayan hayal, korku ve sanrıları sağlayacak olan, ünlü muhalif düşünür Noam Chomsky’nin de sık sık belirttiği gibi, medya kuruluşları ve büyük bütçeli Hollywood filmleridir. Tabii bir de işler çığırından çıkmaya başladığında, yani kültürel, ideolojik ve ekonomik hegemonya yetersiz kaldığında devreye giren askeri birlikler, tanklar-toplar-uçaklar-bombalar vardır. Post-modern dönemin bir hediyesi olan “enformatikleşme” ve “maddi olmayan emek” (Hardt & Negri, 2001: 297-303), İmparatorluk’un sömürü düzeninin devamını çeşitlendirerek gizlemeye çalışırken, bu düzeni yıkmak için gerekli olan da bir “karşı-İmparatorluk” yani tek ve büyük bir sendikadır. Yazarlara göre, İmparatorluk’la baş edebilmenin tek yolu, “çokluk”un yardımıyla “onun dünya piyasasına meydan okuma ve direnme amacına yönelik olan aynı şekilde küresel düzeyde bir alternatif” yaratmaktan geçmektedir (Hardt & Negri, 2001: 219-220). Bu noktada, yazarlar, Deleuze ve Guattari’ye katılarak sermayenin küreselleşmesine engel olmak yerine, süreci hızlandırmak gerektiğini ifade etmektedirler. Hardt ve Negri; bunun için Saint Augustine’in Roma İmparatorluğu’nu yıkma amaçlı, bütün insan topluluklarını ve bütün dilleri tek bir yolculukta birleştiren Katolik cemaatine benzer bir şekilde, 20. yüzyılın ilk yarısında sınırlı derecede de olsa etkili olmuş Dünya Endüstri İşçileri (IWW) benzeri büyük bir sendikanın kurulmasını savunmaktadırlar (Hardt & Negri, 2001: 221). Yazarlara göre, “bu karşı güçler, bir yanda insani koşullarının yerel ve tikel sınırlandırmalarından kaçarken, öte yandan da yeni bir organizma ve yeni bir hayat kurmak için sürekli mücadele etmelidirler” (Hardt & Negri, 2001: 228). Walter Benjamin’in deyimiyle, bu, “yeni ve olumlu bir barbarlık türüdür”. Devrimci barbar unsurlar, ortak stratejik hedefleri doğrultusunda enternasyonal projelerini gerçekleştirmek için öncelikle ulus devlet mekanizmalarını yok etmeye yönelmelidirler.

İmparatorluk, kuşkusuz ciddi bir teorik birikim gerektiren ve bu kısa yazıyla açıklanamayacak derinlikte olan bir kitaptır. Ancak Negri ve Hardt’ı liberal küreselleşmeye destek verir çizgiye yönlendiren unsurları kanımca bu noktada tartışmaya açabiliriz. Yazarların temel argümanlarından biri, ulus devlet çağının kapanmakta olduğu ve uluslararası (international), uluslarüstü (supranational) ve yerel kurumların günümüz dünyasında daha ön planda yer aldığı ve giderek de daha önemli hale gelecekleri şeklindedir. Elbette son birkaç on yılda küreselleşme ve uluslararasılaşmanın tüm dünyada derinleştiği su götürmez bir gerçek. Ancak bu, dünyadaki karar alma mekanizmalarının ulus devletlerin tekelinden çıkacağı anlamına geliyor mu, henüz bunu söylemek için son derece erken… Hatta son dönemde milliyetçilik ve devletçilik (korumacılık) gibi değerlerin ABD’den başlayarak yeniden yükselişine şahit olmaya başladığımız bir döneme girdiğimiz bile iddia edilebilir. Lakin küreselleşmenin engellenmesi çok zor bir süreç olduğu da ortada; zira tüm ekonomik sorunlara karşın, insanlar, küreselleşmenin sanatsal, kültürel ve eğlenceli boyutlarını tüm dünyada benimsediler. Bu nedenle, Hardt ve Negri’nin de yaptığı gibi, sol görüşlülerin akıntıya karşı kürek çekmek yerine, küreselleşmenin ajandasını değiştirmeye yönelik muhalefete yönelmeleri belki de daha doğru bir strateji olabilir. Öte yandan, liberal kesimlerin yere göğe sığdıramadıkları küreselleşmenin daha fazla çatışma ve daha fazla tekelleşme gibi sorunlara yol açtığı ve çalışan kesimin haklarının tüm dünyada geriye gittiği de yadsınamayacak bir gelişme. Bu bağlamda, küreselleşmenin halen devam etmekte olan bir süreç olduğu ve bu yöndeki tartışmaların sol siyasette henüz neticelenmediğini belirtmek gerekir. Daha önemlisi ise, Hardt ve Negri'nin radikal İslamcıları da devrimci barbar unsurlar olarak iktidar alternatifi muhalif gruba dahil eden yaklaşımının aksine, radikal İslam gibi bir tehdit karşısında, uygar dünyanın önceliklerini küreselleşme karşıtlığı şeklinde değil, barbarlıkla mücadele şeklinde değiştirmesi gerekir. Zira radikal İslam, modernizmin tüm birikimi yok etmekte ve tüm ideolojileri dönüştürerek siyasal alanda tekelini kurmaktadır. Böyle bir dünyada ise, kölelik ve eşitsizlik her alana yayılacak ve nihayetinde, kapitalist küreselleşmeden bile daha kötü bir sistem dünyaya egemen olacaktır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKLAR
Ø    Hardt M. & Negri A., “İmparatorluk”, 2001, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

18 Kasım 2017 Cumartesi

Necdet Pamir'den 'Enerjinin İktidarı'


21. yüzyılda dünya siyasetine yön verecek ana unsurlardan birisi de enerji politikaları olacaktır. Enerji politikaları, hem ulus-devletler temelinde karar alıcıları bazı stratejik tercihler yapmaya zorlayacak, hem de bütçeleri devasa boyutlara ulaşan küresel enerji şirketlerinin varlığı nedeniyle dünya siyasetinde etkisini hissettirecektir. Türkiye ise, jeopolitik konumu nedeniyle dünya enerji siyaseti açısından en önemli bölgelerden birisi olmaya devam edecektir. Enerji fakiri bir ülke olan Türkiye, buna karşın jeopolitik avantajı nedeniyle kuzey ve doğusundaki enerji zengini ülkelerle batısındaki enerji açığı olan ülkeler arasında bir köprü vazifesi görmeye devam edecek ve bu sayede enerji piyasasına katkıda bulunacaktır. Bu nedenle, Türkiye’de son yıllarda enerji politikaları konusunda bilimsel çalışmalar yapılmaya başlanmış, hatta Ankara’da İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’nde "Enerji Ekonomisi ve Enerji Güvenliği Politikaları" adıyla bir yüksek lisans programı açılmıştır.[1] Bu program kapsamında ders veren Necdet Pamir (1954-) ise[2], Türkiye’de enerji politikaları ve enerji güvenliği konusunda ciddi çalışmalar yapan bir bürokrat, akademisyen ve siyasetçidir. Geçmişte TMMOB Genel Başkanlığı ve Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi Yönetim Kurulu üyeliği de yapmış olan Pamir, şimdilerde Cumhuriyet Halk Partisi’nde Enerji Komisyonu Başkanı olarak görev yapmaktadır. Pamir, ayrıca bu sektöre dair birikimlerini ve düşüncelerini ilk baskısı 2015 yılında yapılan ve şimdiye kadar birçok baskı yapan Enerjinin İktidarı – Enerji Kaynaklarını Elinde Tutan, Dünyayı Elinde Tutar! adlı kitapta toplamıştır.[3] Bu yazıda, bu kitapta Türkiye ile alakalı görüş ve önerilerin yer aldığı “Sonsöz” bölümü özetlenecektir.

Necdet Pamir

8 bölüm ve “Sonsöz” bölümünden oluşan ve Hayykitap Yayınevi tarafından yayımlanan kitap, toplam 631 sayfalık önemli bir kaynak vazifesi görmektedir. Kitabın birinci bölümü “Giriş/Ezber Bozumu” başlıklıdır ve yazarın enerji piyasasına dair bazı ilginç anekdotları aktardığı bir giriş bölümüdür. “Enerji Nedir ve Neden Önemlidir?” başlıklı ikinci bölüm, Pamir’in enerjinin neden küresel piyasalar ve devletler açısından bu kadar önemli hale geldiğini anlattığı ve enerjiye bağımlı olarak gelişen sektörleri incelediği bir nevi ikinci giriş bölümüdür. “Enerji Güvenliği” başlıklı üçüncü bölüm, yazarın enerji güvenliği konusunu açıkladığı, “Enerji Kaynakları” başlıklı dördüncü bölüm ise, yazarın dünya enerji kaynakları hakkında önemli bilgiler verdiği bölümlerdir. “Dünyadaki Enerji Kaynaklarının Kullanımında Tarihsel Süreç Nasıl Gelişti?” başlıklı beşinci bölümde, Pamir, güneş, ateş, kömür, petrol, doğalgaz, nükleer enerji ve yeni ortaya çıkan kayagazı (shale gas) gibi enerji türlerini ve bunların küresel piyasalarda nasıl ve ne ölçülerde kullanıldığını açıklamaktadır. “Enerji Senaryolarına Dair” adlı altıncı bölümde, Necdet Pamir, dünya enerji piyasasındaki güncel gelişmeleri özetlemekte ve geleceğe dair bazı ipuçları vermektedir. “Enerji Arenası’nın Başlıca Aktörleri ile Bu Aktörlerin Enerji Politika ve Stratejileri: Değinmeler” başlıklı yedinci bölümde, yazar, enerji piyasasındaki önemli ülkelerin (ABD, Rusya Federasyonu) ve Avrupa Birliği gibi ulusüstü bir yapının enerji stratejilerini ve son yıllarda gündeme gelen önemli enerji projelerini incelemektedir. “Türkiye’nin Enerjide Genel Durumu ve Enerji Politikası” başlıklı ve kitabın en kapsamlı bölümü olan sekizinci ve son bölümde, Türkiye’nin enerji politikaları değerlendirilmektedir. Yazar, “Sonsöz” bölümünde ise, Türkiye’nin enerji politikalarına dair bazı somut önerilerde bulunmaktadır.

Enerjinin İktidarı

Necdet Pamir'e göre, enerji, yalnızca ekonomideki farklı sektörlerin (tarım, sanayi, ulaştırma, ticaret, kamu yönetimi vs.) gelişimi için gerekli olan bir unsur değil, aynı zamanda vatandaşların yaşam kalitesine de etki eden (sağlık, temiz su, ısınma) bir faktör olduğu için, bu konuda çok boyutlu ve bütünleşik (entegre) bir politika geliştirilmelidir. Bu nedenle, enerji politikaları oluşturulurken bu iki boyut -yani sektörlerin ve vatandaşların çıkarı- düşünülmeli ve bu doğrultuda bütüncül planlar hazırlanmalıdır. Yazara göre, son yıllarda Türkiye’de hor görülmeye başlanan “planlama” kavramı, en çok da enerji politikasında gözetilmesi gereken bir husustur. Bu doğrultuda, ülke, bölge ve il ölçeğindeki enerji kaynakları belirlenmeli ve enerjide dışa bağımlılığı arttıran doğalgaz ve petrol yerine, yerli ve yenilenebilir kaynakların azami biçimde değerlendirilmesine dayalı yeni bir politika oluşturulmalıdır. Elektrik üretiminde fosil yakıtların payını arttıran mevcut politikalardan acilen vazgeçilmeli ve stratejik öncelikler yenilenebilir kaynaklara dayalı projelere verilmelidir. Temel amaç; sürdürülebilir ve toplum yararı ve ulusal çıkarlara uygun bir enerji politikası olmalıdır.

Bu doğrultuda yapılacak ilk iş ise, Türkiye’nin enerji kaynakları, insan kaynakları ve mali kaynaklarının belirlenmesidir. Necdet Pamir’e göre, Türkiye kağıt üzerinde enerji fakiri bir ülke olarak durmasına karşın, aslında bu durum böyle devam etmek zorunda değildir. Zira Türkiye, doğru bir planlama ve yerinde politikalarla örneğin elektrik üretiminde çok daha yüksek seviyelere çıkabilecek bir ülkedir. Yazar, bu noktada Türkiye’deki karar alıcıların stratejik tercihlerini yerli ve yenilenebilir kaynaklardan ziyade yabancı ve yenilenebilir olmayan kaynaklardan yana yaptıklarını ima etmektedir.

Bir diğer önemli konu, enerji politikalarında çeşitliliğin sağlanmasıdır. Enerji güvenliği bağlamında tek bir ülkeye bağımlı olmak (Türkiye ve dünyadaki birçok ülke özelinde bağımlı olunan ülke Rusya’dır), bir ülkenin dış politikası ve güvenlik politikasında ciddi zaafiyetlere sebebiyet verebilecek olan çok riskli bir eğilimdir. Bu nedenle, Türkiye, yenilenebilir ve milli kaynakları azami ölçüde kullanmanın yanı sıra, dışarıdan ithal ettiği enerjiyi de çeşitlendirmek (ülke ve enerji çeşidi bağlamında) zorundadır. Oysa Türkiye, Rusya ve İran gibi demokratik rejimleri olmayan ülkelerle son yıllarda enerji politikası bağlamında çok yoğun bir bağımlılık ilişkisi içerisine girmiştir. Ancak Türkiye, askeri ve güvenlik politikaları açısından bu ülkelerden ziyade ABD ve Avrupa ülkelerine yakındır ve bir NATO üyesidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin enerji çeşitliliğini sağlaması ve enerji ve güvenlik politikalarını birbirlerine uyumlu hale getirmesi, artık acil bir öncelik haline gelmiştir.

Bunlarla alakalı bir diğer önemli konu ise, enerji talep tahminlerinin doğru şekilde yapılmasıdır. Bu noktada ise, devreye mutlaka “bilim” girmelidir. Gerçekçi ve bilimsel temelde yapılacak olan tahminler, Türkiye’nin enerji politikasında doğru bir rota çizmesine yardımcı olacaktır. Bu bağlamda, nüfus artışı, ekonomik büyüme, sanayileşme, kırdan kente göç, yakıt fiyatlarının olası seyri ve küresel enerji politikaları gibi unsurlar da hesaplamalarda göz önünde bulundurulmalıdır.

Enerji politikalarıyla alakalı bir diğer önemli gereksinim ise depolamadır. Talep tahminleri ve arz durumu dikkate alınarak, Türkiye’de yeni dönemde mutlaka yeterli depo kapasitesi oluşturulmalıdır. Depolamanın yanında altı çizilmesi gereken en önemli husus ise kuşkusuz finansmandır. Depolama ve finansman dışında, piyasayla uyumlu işleyen bir hukuk sistemi de Türkiye açısından çok gereklidir. Kuralların önceden tanımlanmış ve piyasa düzenine uygun olması ve devletin piyasa akışına hukukdışı müdahalelerde bulunmaması, kuşkusuz Türkiye’nin enerji politikalarını daha geçerli ve başarılı yapacaktır. Hukukun üstünlüğünün sağlanması ve piyasaya doğru mesajlar verilmesi, Türkiye’de enerji başta olmak üzere tüm piyasaların daha hızlı gelişmesini sağlayacaktır.

Bir diğer önemli husus ise çevre güvenliğidir. Özellikle nükleer santral gibi projeler bağlamında, çevre güvenliği konusu ciddiye alınmalı ve yer ve teknoloji seçiminde hata yapılmamalıdır. Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporları dikkate alınmalı ve halkın karşı çıktığı projeler gerçekleştirilmemelidir. Ayrıca çevre güvenliği konusunu Türkiye’deki hükümetlerin bir engelleme aracı olarak görmekten kurtulması ve bunun gelecek nesiller adına bir zorunluluk olduğunun bilincine varması gerekmektedir.

Enerji piyasasında tekelleşme de Necdet Pamir’in dikkat çektiği bir diğer önemli sorundur. Serbest piyasa mantığında teoride sermayenin tabana yayılacağı iddia edilmesine karşın, Türkiye’de uygulanan özelleştirme politikaları sonucunda ilginç bir şekilde enerji piyasasında sermaye tabana yayılmamış, tersine hem istihdam oranları düşmüş, hem tekeller ortaya çıkmış, hem de enerji fiyatları hızla artmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de uygulanan politikaların piyasa ekonomisine uygun olmadığı, devletin stratejik tercihlerle piyasayı kontrol ettiği ve bunun Türk halkının lehine olmadığı görülmektedir. Sonuçta, bu durumun acilen değiştirilmesi gerekmektedir.

Bunların dışında, dış politika da enerji politikaları açısından çok önemlidir. Türkiye, dış politikada başka ülkelerde rejim değişikliğini hedefleyen maceracı politikalardan artık uzak durmalıdır. Elbette, Türkiye, halklarla tankların karşı karşıya kaldığı durumlarda söylemsel olarak demokrasi vurgusunu sürdürmelidir; ancak ulusal çıkarlarına zarar verecek ve dış politikada Türkiye’yi yalnız ve zor durumlara düşürecek politikalara da sürüklenmemek gerekir. Türkiye’nin, mutlaka komşusu olan ülkelerde istikrar sağlayıcı politikalara yönelmesi gerekir; bunun nasıl olacağı ise Dış İşleri Bakanlığı ve güvenlik bürokrasisince belirlenmelidir.

Sektörle alakalı bir diğer önemli öneri ise, EPDK’nın gerçek anlamda özerk bir yapıya kavuşturulmasıdır. Bu bağlamda, EPDK bünyesinde siyasal aidiyet ve yakınlıkların rol oynamadığı ve tamamen teknik ölçütlere dayalı bir lisans verme süreci oluşturulmalı ve kurum üzerindeki siyasal baskılar ortadan kaldırılmalıdır. Bu doğrultuda, Türkiye'de bir Ulusal Enerji Platformu’nun oluşturulması ve Ulusal Enerji Strateji Merkezi’nin kurulması da Necdet Pamir’in kitabında yer verdiği dikkat çekici önerileri arasındadır. Pamir, TPAO girişimleriyle yeni ve iddialı bir petrol arama hamlesi başlatılmasını da önerileri arasında saymaktadır. Ancak daha çok üzerinde durduğu konu, yenilenebilir (güneş, su, rüzgar) enerji kaynaklarının Türkiye’de geliştirilmesidir. Türkiye, bu konuda çok avantajlı bir ülke olmasına karşın, stratejik tercihlerde yenilenebilir kaynaklar en son sırada gelmektedir. Bu ise, Türkiye’yi dışa bağımlı kılan bir unsur haline gelmeye başlamıştır. Böyle devam edilmesi halinde, Türkiye, birkaç on yıl sonrasında tamamen Rusya ve İran gibi ülkelerin yörüngesine giren ve Batı demokrasilerinden uzaklaşan bir görüntü arz etmeye başlayabilir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; http://w3.bilkent.edu.tr/www/eeps/.
[2] Hakkında detaylı bilgiler için; http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=3651.
[3] Kitabı almak için; http://www.dr.com.tr/Kitap/Enerjinin-Iktidari/Necdet-Pamir/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Dunya-Politika-/urunno=0000000677931.