29 Ekim 2015 Perşembe

Amerikan Dış Politikası'nı Kim Belirliyor?


A-) Giriş:
Halihazırda dünyanın tek süper gücü kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politika tercihleri ve bu politikanın belirlenme süreci, yıllardır akademik çalışmalar ve medya tartışmalarının odak noktalarından birisi olmayı sürdürmektedir. Bu yazıda, çeşitli akademik kaynaklar ışığında, ABD’nin dış politikasının belirlenme ve uygulanma sürecine dair farklı yaklaşımları ele alacak ve bu süreçte rol oynayan aktörlerin ağırlık derecelerini tartmaya çalışacağım.

B-) Teorik Yaklaşımlar
Amerikan Dış Politikası’nın yapım süreciyle ilgili olarak 3 farklı teorik yaklaşım bulunmaktadır.

1-) Neoliberalizm ve Örgütlü Yapılar: Bu yaklaşımda, liberal bir ekonomik ve siyasal sisteme sahip olan ABD’de, örgütlü işveren ve işçi gruplarının siyasal aktörler üzerindeki etkisi ön planda tutulmaktadır.[1] Bu noktada, örgütlü işveren grupları ve sermaye kesimleri daha avantajlı gözükmesine karşın, sayıca daha fazla olan çalışan kesimler de, örgütlü mücadele etmeleri halinde dış politikanın yapım sürecine büyük etkide bulunabilirler. Zira unutulmamalıdır ki, çoğunluk seçim sistemine ve Başkanlık modeline dayalı olan Amerikan siyasal düzeninde, “kazanan herşeyi alır”. Bu nedenle, Başkan ve Başkan adayları, iş çevreleri kadar, oy deposu durumundaki emek gruplarının da tercihlerini dikkate almak zorunda kalırlar.  Demokrasiye uygun olan bu yaklaşımda, demokrasi daha çok örgütlü grupların pazarlık ve mücadelelerinin sonucu gibi görülmekte ve Marksist sınıfsal yaklaşım paradigması kullanılmaktadır.

2-) Epistemik Gruplar ve Uzmanlar: Dış politikanın son yıllarda giderek daha karmaşık ve uzmanlık gerektiren bir disipline dönüşmesi ve düşünce kuruluşlarının İsrail ve ABD’den başlayarak tüm dünyada önemli bir güç ve endüstri haline gelmesi nedeniyle, Amerikan Dış Politikası’nda epistemik gruplar ve uzmanların giderek önemli bir aktör haline geldiğini iddia eden teorik yaklaşımlar da mevcuttur.[2] Bu yaklaşım, son yıllarda giderek güçlenen, ancak demokrasiye bazı noktalarda karşıt algılanabilecek elitist (seçkinci) bir bakış açısını ortaya koymaktadır.

3-) Ortalama Seçmen ve Kamuoyu: Amerikan Dış Politikası’nın yapım sürecine dair bir diğer teorik yaklaşım ise, Amerikan Dış Politikası’nı özgür bireyler üzerine inşa edilmiş Amerikan demokrasisine dayandırmaktadır.[3] Bu yaklaşıma göre; hükümetler ve kilit karar alıcılar, Amerikan halkı ve kamuoyunun ortalama görüşüne uygun şekilde bir dış politika belirlemeye gayret ederler. Bu yaklaşımın birinci modelden farkı ise, demokrasiyi örgütlü gruplardan ziyade, özgür ve rasyonel bireyler olarak ele alan liberal paradigmayı kullanmasıdır.

C-) Amerikan Dış Politikası’nın Yapım Süreci: Farklı Değişkenler
James Rosenau’ya göre; bir ülkenin dış politika yapım sürecinde etkili olan 5 farklı tipte değişken vardır. Bunlar; (1) sistemde kritik konumda olan bireyler, (2) bu bireylerin üstlendikleri roller, (3) hükümetlerin tercihleri, (4) halkın sosyal eğilimleri ve (5) sistemik/uluslararası değişkenler olarak ayrıştırılabilir.[4]

Sistemik etkenler (5), aslına bakılırsa dünyadaki tüm ülkelerin dış politika yapım süreçlerini belirler. Diğer ülkelerin izledikleri dış politikalar ve bunun ABD’ye olan etkileri, kuşkusuz Amerikan Dış Politika tercihlerine de etki eder. Ancak Ishtiaq’a göre; bu durum, daha çok karar alıcıların eğilimlerini yönlendirme şeklindedir ve temelde, iç dinamikler, Amerikan Dış Politikası’nın yapım sürecinde daha baskındır.[5]

İç dinamiklere bakıldığında; Amerikan halkının tercihleri ve kamuoyu eğilimleri (4), kuşkusuz dış politika yapım sürecinde çok önemli bir etkendir. Elbette, bu demek değildir ki, önemli bir uzmanlık alanı olan dış politika, ABD’de tamamen Amerikan halkının eğilimlerine göre yönlendirilir. Ancak bir yönde kamuoyunda çok güçlü bir kanaat oluşursa, karar alıcıların buna aykırı hareket etmeleri çok zor hale gelebilir. Örneğin, Vietnam Savaşı’nın ve Irak Savaşı’nın ardından Amerikan kamuoyunda ortaya çıkan tepkiler, ABD’nin Nixon ve Obama dönemlerinde daha pasifist bir dış politika izlemesine ve askerlerini bazı bölgelerden geri çekmesine neden olmuştur. Kamuoyunu yönlendirebilme becerisi nedeniyle, medya konusu da bu noktada ön plana çıkmaktadır.

Hükümetler (3), kuşkusuz dış politika yapım sürecinin en önemli aktörleridir. Bu noktada, ABD Başkanı ve kabinesi, daha sonra da Senato ön plandadır. Ancak Dış İşleri ve Savunma Bakanlıkları ve Harry S. Truman tarafından 1947 yılında kurulan Milli Güvenlik Kurulu da (National Security Council), dış politika yapım sürecinde oldukça etkili yapılardır.[6] Bu kurumlar, anayasanın verdiği yetki doğrultusunda Amerikan halkı ve devleti için en faydalı/doğru tercihleri yapmaya gayret ederler.

Hükümetler dışında, önemli siyasal karar alıcıların o güne kadar siyasal kariyerlerinde benimsedikleri roller, geliştirdikleri söylemler ve üstlendikleri sorumluluklar da (2), onlara dış politikada bağlayıcı bazı etkilerde bulunabilirler. Özellikle Devlet Başkanı’nın çizdiği kırmızı çizgilerin aşılması, onları bazen belli yönlerde hareket etmeye zorlayabilir. Örneğin, ABD Başkanı Barack Obama’nın Suriye’deki Esad rejimi hakkında kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgisi olarak açıklaması, ancak daha sonra Guta’da sivil halka yönelik olarak yapılan ve kimyasal silah kullanımı içeren katliam karşısında tepkisiz kalması, Obama’yı dış politikada zor bir konuma sokmuştur.

Son olarak, önemli karar alıcıların kişilik yapıları ve fikirleri de (1), dış politika yapım sürecinde son derece etkilidir. Örneğin, Amerikan Dış Politikası’na dair yayınlanmış bazı araştırma kitaplarında, 2003 yılında başlatılan Irak Savaşı’nın büyük ölçüde Başkan George W. Bush’un kişisel isteğiyle gerçekleştirildiği ifade edilmiştir. Zira iddialara göre, Bush, babasının başlattığı Irak operasyonunu tamamlamayı ve Saddam Hüseyin’i koltuğundan indirmeyi o dönemde bir kişisel mesele haline getirmiştir.

D-) Anayasa/Yasal Durum
1788 tarihli Amerikan Anayasası[7], dış politika sorumluluğunu aslında büyük oranda federal hükümete (ABD Başkanı ve onun Bakanlar Kurulu) vermiştir.[8] Anayasanın 1. maddesinin 10. bendinde “eyaletler herhangi bir antlaşma, ittifak, veya konfederasyon anlaşması yapmayacak” ve “başka bir eyalet veya yabancı bir devletle anlaşma veya sözleşmeye girmeyecek, ya da bilfiil işgal edilmediği veya bir gecikme kabul etmeyecek kadar yakın bir tehlike olmadığı takdirde, savaşa girmeyecektir” gibi ifadelerle, federal bir sistem kurulmasına karşın, eyaletlerin yetkileri net bir şekilde kısıtlanmıştır.

Ancak federal hükümet (Başkan), dış politika yetkilerini, ABD Kongresi’ni oluşturan 2 Meclis’ten biri olan (diğeri Temsilciler Meclisi) Senato ile paylaşmaktadır. Anayasanın 2. maddesinin 2. bendinde, bu durum şöyle ifade edilmiştir; “Başkan, Senato’nun tavsiye ve rızası ile, ve mevcut senatörlerin üçte ikisinin onayı ile, antlaşmalar yapma yetkisine sahip olacak; ve büyükelçileri, diğer diplomatik kişi ve konsolosları, Yüksek Mahkeme yargıçları ile bu Anayasa’nın öngörmediği ve yasalarla kurulacak Birleşik Devletleri makamları için bütün görevlileri önerecek ve Senato’nun tavsiye ve rızası ile bunların atamalarını yapacaktır”. Dolayısıyla, kağıt üzerinde ABD Başkanı ve kabinesi ile Senato dışında, Amerikan Dış Politikası’nı belirleyebilecek başka bir aktör yoktur. Ancak pratikte, başta Temsilciler Meclisi olmak üzere birçok farklı aktör (Amerikan Ordusu, Merkezi Haberalma Teşkilatı-CIA, Wall Street ve finans grupları, büyük şirketler ve farklı sektörlerin lobi ve baskı grupları, ABD’nin işbirliği içerisinde olduğu farklı sosyal grup ve devletler, Amerikan halkını yönlendiren önemli medya kurumları) Amerikan Dış Politikası’nın yapım sürecini doğrudan etkilemektedir. Zira George Washington’ın da bir defasında söylediği gibi, “Amerikan Dış Politikası, ‘aydınlanmış’ (enlightened) kamuoyu” görüşlerinden etkilenmektedir.[9]

E-) Başkan:
Amerikan Dış Politikası demek, öncelikle -ama kesinlikle tamamen değil- ABD Başkanı demektir. Ancak Amerikan Anayasası’nda Başkan’a verilen dış politika yetkileri, çok kapsamlı bir şekilde ifade edilmemiştir. Başkan için sayılan öncelikli yetkiler; yabancı büyükelçileri kabul etmek, af ilan etmek ve Kongre’nin çıkardığı yasalar doğrultusunda yürütme görevini ifa etmektir.[10] Anayasanın 1. maddesinin 11. bendinde belirtildiği üzere, en önemli dış politik yetki sayılabilecek savaş ilan etme sorumluluğu bile, Amerikan siyasal sisteminde yalnızca Kongre’dedir. Lakin savaş durumunda Başkomutan olan ABD Başkanları, geçmişte birçok kez Kongre resmen savaş ilan etmeden ülkelerini savaşa sokmuşlardır. Kore Savaşı (1950-1953), Vietnam Savaşı (1957-1975) ve Körfez Savaşı (1991) ve Irak Savaşı (2003), Kongre tarafından resmen ilan edilmemiş savaşlar arasındadır.

Uluslararası anlaşmalar yapma ve büyükelçileri atama gibi doğrudan dış politikayı ilgilendiren bazı yetkileri de elinde bulunduran ABD Başkanı, buna karşın, bu yetkileri de Senato ile paylaşmak zorundadır. Ayrıca Kongre’nin “impeachment” yetkisi ile ABD Başkanı’nı görevinden uzaklaştırma yetkisi bulunurken, Başkan’ın Kongre’yi feshetme yetkisi yoktur. Dolayısıyla, Amerikan tipi Başkanlık sistemi, demokratik teammüllere uygun ve sınırlandırılmış bir Başkanlıktır.

Bütün bunlara karşın, Amerikan Dış Politikası’na öncülük etme rolü, kesin bir şekilde Başkan’dadır. Senato’nun uluslararası anlaşmalar konusundaki denetim yetkisi, Başkanların keyfi uygulamalarını önlemek amacıyla düşünülmüş bir önlemdir. Bu noktada, Senato’nun onayı için 2/3 çoğunluk oyu gerektiği (100 senatörden en az 67’sinin onayı) de hatırlatılmalıdır.[11] Senato’nun onay (rıza) yetkisi dışında, tavsiye yetkisini kullanarak anlaşmalarda değişiklikler isteme/yapma hakkı da vardır.[12]

F-) Kongre:
ABD Kongresi’nin Amerikan Dış Politikası’na etkisi, kağıt üzerinde görülen Senato yetkilerinden daha fazladır. Vietnam Savaşı’nda yaşanan fiyasko sonrasında Başkanlara duyulan güvenin azalması, 1970’lerdeki Watergate Skandalı ve son olarak Bill Clinton dönemindeki Lewinsky Skandalı gibi olaylar, ABD Başkanlarının prestijlerini azaltmıştır. Nitekim 1950 ve 1960’larda pek nadiren Başkanların dış politik tercihleriyle çelişen yasalar yapan Kongre, 1980’lerden itibaren bu konuda daha etkili davranmıştır.[13] Örneğin, oldukça başarılı geçtiği kabul edilen Ronald Reagan döneminde bile, ABD Kongresi Reagan’ın anti-balistik füze anlaşmasını yeniden yorumlamasını reddetmiş, El Salvador ve Nikaragua konularında Başkan’ın elini kolunu bağlayan kısıtlamalar yapmış ve hatta Güney Afrika’ya yaptırımlar konusunda kendi iradesini Başkan’a kabul ettirmeyi başarmıştır.[14] Kongre’nin Başkan’la en uyumlu gözüktüğü konu, Başkanların aldığı güç kullanımı kararlarıdır. Böyle durumlarda, Kongre’nin Başkan kararıyla daima uyumlu davrandığı görülmektedir.[15]

Kongre’nin dış politikaya etkisi tartışılırken, elbette ABD’deki iki partili siyasal sistem de masaya yatırılmalıdır. ABD’deki Cumhuriyetçi-Demokrat ayrışması üzerine kurulu olan iki kutuplu siyaset, zaman zaman partizan politikaları aşan ortak normların oluşmasına izin vermekte, ancak zaman zaman da partilerin politika ayrışması taban tabana zıt hale gelebilmektedir. ABD Başkanı Barack Obama’nın, P5+1 ülkelerinin katılımıyla İran İslam Cumhuriyeti ile bu yıl içerisinde yaptığı nükleer anlaşmaya Cumhuriyetçi Parti üyelerinin gösterdiği tepkiler, bu duruma iyi bir örnektir.

G-) Sonuç:
Sonuç olarak, Amerikan Dış Politikası’nın belirlenmesinde en kritik iki kurumun Başkan ve kabinesi ile ABD Kongresi (özellikle Senato) olduğu vurgulanmalıdır. Ancak gerek Başkan’ın karar alma süreci, gerekse de Senato’nun denetim sürecinde, kamuoyunu ve karar alıcıları yönlendiren diğer faktörler de gözden kaçırılmamalıdır. Bunlar, ikinci derecede gözükmesine karşın, çok etkili olabilen kurumlardır. Amerikan Ordusu, Amerikan istihbarat teşkilatı olan CIA, siyasete yön veren önemli lobi grupları ve think-tankler ve ABD ile ekonomik, siyasi ve askeri ilişkileri güçlü olan diğer devletler, bunlar arasında sayılabilir. Bu diğer aktörler, başka bir yazıda daha detaylı olarak incelenecektir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA
[1] Lawrence R. Jacobs & Benjamin I. Page, “Who Influences U.S. Foreign Policy?”, Institute for Policy Research Northwestern University Working Paper Series, s. 2.
[2] Lawrence R. Jacobs & Benjamin I. Page, “Who Influences U.S. Foreign Policy?”, Institute for Policy Research Northwestern University Working Paper Series, s. 3.
[3] Lawrence R. Jacobs & Benjamin I. Page, “Who Influences U.S. Foreign Policy?”, Institute for Policy Research Northwestern University Working Paper Series, s. 4.
[4] Ishtiaq Hossain (2009), “American Foreign Policy: Dynamics of Domestic Sources” içinde American Foreign Policy & The Muslim World (editörler: by Dr. Ishtiaq Hossain & Dr. Mohsen Moh’d Saleh), Al-Zaytouna Center, s. 32.
[5] Ishtiaq Hossain (2009), “American Foreign Policy: Dynamics of Domestic Sources” içinde American Foreign Policy & The Muslim World (editörler: by Dr. Ishtiaq Hossain & Dr. Mohsen Moh’d Saleh), Al-Zaytouna Center, s. 33.
[6] Ishtiaq Hossain (2009), “American Foreign Policy: Dynamics of Domestic Sources” içinde American Foreign Policy & The Muslim World (editörler: by Dr. Ishtiaq Hossain & Dr. Mohsen Moh’d Saleh), Al-Zaytouna Center, s. 43.
[8] Baker Spring (2011), “Who Makes American Foreign Policy?”, The Heritage Foundation, s. 3.
[9] Baker Spring (2011), “Who Makes American Foreign Policy?”, The Heritage Foundation, s. 4.
[10] Paul E. Peterson (1994), “The President's Dominance in Foreign Policy Making”, Political Science Quarterly, Cilt: 109, No: 2, Yaz 1994, ss. 219-220.
[11] Baker Spring (2011), “Who Makes American Foreign Policy?”, The Heritage Foundation, s. 7.
[12] Baker Spring (2011), “Who Makes American Foreign Policy?”, The Heritage Foundation, s. 8.
[13] James M. Lindsay (1992),”Congress and Foreign Policy: Why the Hill Matters”, Political Science Quarterly, Cilt: 7, No: 4, Kış 1992-1993, s. 609.
[14] James M. Lindsay (1992),”Congress and Foreign Policy: Why the Hill Matters”, Political Science Quarterly, Cilt: 7, No: 4, Kış 1992-1993, ss. 609-610.
[15] James M. Lindsay (1992),”Congress and Foreign Policy: Why the Hill Matters”, Political Science Quarterly, Cilt: 7, No: 4, Kış 1992-1993, s. 610.

27 Ekim 2015 Salı

Freedom House 2015 Yılı Dünya Özgürlük Raporu


Freedom House’un 2015 yılı dünya özgürlük raporuna göre; araştırmada incelenen 195 ülkeden 89’u “özgür rejim” kategorisinde kabul edilmiş (% 46), 55 ülke “kısmen özgür” olarak değerlendirilmiş (% 28) ve 51 ülke “özgür değil” (% 26) kategorisine dahil edilmiştir.[1]
Freedom House 2015 yılı özgürlük raporu grafiği

Listede “özgür rejim” kategorisinde sayılan 89 ülke ve 2 tartışmalı bölge (Porto Riko ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti-Kuzey Kıbrıs) şunlardır; Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Andorra, Antigua ve Barbuda, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bahamalar, Barbados, Belçika, Belize, Benin, Birleşik Krallık, Botsvana, Brezilya, Bulgaristan, Cape Verde (Yeşil Burun Adaları), Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Dominika, El Salvador, Estonya, Finlandiya, Fransa, Gana, Grenada, Guyana, Güney Afrika, Güney Kore, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Jamaika, Japonya, Kanada, Karadağ, Kıbrıs Cumhuriyeti, Kiribati, Kosta Rika, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (Kuzey Kıbrıs), Lesotho, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Marshall Adaları, Mauritius, Mikronezya, Moğolistan, Monako, Namibya, Nauru, Norveç, Palau, Panama, Peru, Polonya, Portekiz, Porto Riko, Romanya, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, San Marino, São Tomé ve Príncipe, Senegal, Sırbistan, Şili, Slovakya, Slovenya, Surinam, Tayvan, Tonga, Trinidad ve Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Vanuatu, Yeni Zelanda, Yunanistan.

Listede Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya ülkelerinin ağırlığı dikkat çekerken, Asya, Afrika ve Orta ve Güney Amerika’dan da birçok ülkenin listeye girmeyi başarması, gelecek adına olumlu ve umut verici bir gelişme olarak görülmelidir. Müslüman nüfusu yoğun ülkelerden yalnızca Tunus ve KKTC listeye girebilirken, KKTC, Türk soylu ülkeler arasında da “özgür rejim” kategorisine girebilen tek ülke olmayı başarmıştır. Bu durum, KKTC açısından inanılmaz büyük bir başarıya işaret etmekte ve bu ülkenin Türk ve İslam dünyasındaki öncü konumunu saptamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise, listede “kısmen özgür” rejimler arasında yer alarak 2. sınıf bir demokrasi kategorisine indirgenmiştir. Bu, özgür rejim kategorisine sorunlarına rağmen birçok ülkenin dahil edildiği de düşünülürse, gerçekten son derece büyük bir hayalkırıklığıdır. Listede “özgür değil” kategorisinde yer alan 51 ülkeden durumu en kötü olan 12’si ise şunlardır; Batı Sahra, Ekvator Ginesi, Eritre, Kuzey Kore, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali, Sudan, Suriye, Suudi Arabistan, Özbekistan, Tibet, Türkmenistan.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

20 Ekim 2015 Salı

Amerikan İstisnacılığı


Amerikan Politikası, özellikle de Amerikan Dış Politikası üzerine çalışanlar için “Amerikan istisnacılığı” (American exceptionalism) tanıdık bir kavramdır. Bu kavram, tarihte birçok farklı kişi tarafından olumlu veya olumsuz anlamlarda ve farklı amaçlarla kullanılmıştır. Bu nedenle, bu kavram etrafında şekillenen yoğun bir anlam kümesinden söz etmek doğru olacaktır. Ancak bu kavram kümesi dikkatle incelendiğinde, bu terimin temelde 2 anlamda kullanıldığı görülebilecektir.

“Amerikan istisnacılığı” terimiyle anlatılmak istenen ilk olgu, ultra-liberal olarak nitelendirilen Amerikan siyasal sistemi ve ekonomik yapısının diğer ülkelerden daha farklı olmasıdır. Başkanlık sistemi, federal yapısı, 2 kamaralı Kongre’si, kendisine özgü siyasi gelenek ve akımlarıyla, Amerika Birleşik Devletleri, hakikaten de dünyadaki birçok ülkeden daha farklı bir çizgidedir. Ancak, aslına bakılırsa, tüm dünya ülkeleri birbirlerinden farklı siyasal sistemlere sahiptirler. Dolayısıyla, bu terimle anlatılmak istenen istisnacılık (exceptionalism), bunun ötesinde bir anlama sahip olmalıdır. İşte bu anlamı veren ve terimin içini dolduran ikinci olgu ise, ABD’nin, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerden farklı ve onların geçmiş hatalarından ders alarak kurulmuş yeni bir siyasi sistem olması nedeniyle, Avrupalı kuzenlerinden daha ileride, daha liberal ve başarılı bir model oluşturması, bu nedenle de dünya siyasetinde öncü bir rol oynamaya hakkının olmasıdır. Yani bu ikinci ve daha yaygın kabul gören anlamıyla, istisnacılık, üstünlük anlamında bir nitelik de taşımaktadır. Bu kavram, daha çok ABD’ye yerleşen Anglo-Sakson kökenli Püriten Hıristiyanların (Protestan gruplar) geliştirdiği ve “yeni dünya”da adeta İncil temelli vaad edilmiş topraklara (İsrail) benzeyen üstün bir medeniyet kurma düşüncesine dayanmakta ve teokratik olarak da güçlü bir temele oturmaktadır.[1] Bu anlamıyla, ABD’nin, dünya siyasetinde kendisine mesiyanik bir rol yüklediği dahi iddia edilmektedir.

Bu ikinci anlam etrafında şekillenen değer yargıları ve Amerikan milli kimliği ise, Amerikan Dış Politikası’nın şekillenmesine ciddi oranda katkı yapmaktadır. Ancak bu noktada, Amerikan Dış Politikası’ndaki uluslararası müdahaleci (internationalist interventionist) ve içe kapanmacı (isolationist) eğilimleri tetikleyen yine 2 farklı algılama bulunmaktadır. Şöyle ki; “exemplary exceptionalism” (örnek istisnacılık) adı verilen yaklaşımda, ABD’nin serbest piyasa ekonomisi ve siyasal liberalizmden kaynaklanan üstünlüğünün bir model olarak diğer dünya ülkelerine sunulması ve daha çok yumuşak güç unsurlarının ve diplomasinin kullanılması ön plana çıkarılmaktadır. Obama yönetiminin, Afganistan ve Irak savaşları nedeniyle yorgun düşen ve dünyada değer kaybeden Amerikan istisnacılığını toparlamak adına son yıllarda bu tarz bir eğilime yöneldiği kolaylıkla fark edilebilir. “Missionary exceptionalism” (misyoner istisnacılık) adı verilen ikinci yaklaşımda ise, ABD’nin üstünlüğünün yalnızca bir rol model olarak sunulması değil, bunun dünyaya ihraç edilmesi, yayılması ve özellikle bağımsızlık ve özgürlük arayışındaki halklara destek olunması yolunda aktif bir dış politika izlenmesi ve dış müdahaleciliğin meşrulaştırılması görülmektedir.

Birçok siyasal gözlemci, ABD kamuoyunun adeta bir sarkaç gibi zaman zaman bir tarafa, zaman zaman diğer tarafa yöneldiğini iddia etse de, aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan beri (Pearl Harbour Baskını), Amerikan dış politikasında müdahalecilik eğilimleri genelde ağır basmaktadır. Bu noktada, Demokrat ve Cumhuriyetçi Başkan ve iktidarlar arasında farklılaşan bir konu, müdahalelerin kapsamı ve niteliğidir. Cumhuriyetçi iktidarlar, genelde kapsamlı askeri müdahaleleri ve cephe savaşlarını tercih eder ve Amerikan Ordusu’nu daha aktif bir şekilde kullanırken (Baba ve oğul Bush dönemlerindeki Körfez Savaşları akla gelebilir), Demokrat iktidarlar, çoğunlukla, kısıtlı askeri operasyonları (Bin Laden’in öldürülmesi vs.) ve yumuşak güç unsurlarının (diplomasi, ekonomik baskılar) etkin kullanımı ile birlikte istihbarat faaliyetlerini tercih etmektedirler.

Amerikan istisnacılığı, 19. yüzyıldan başlayarak Amerikan siyaseti ve dış politikada sık sık propaganda ya da eleştiri konusu yapılmıştır. Son örnek, 2012 Başkanlık seçimleri kampanyasında Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’nin, Demokratların adayı Barack Obama’yı “Amerikan istisnacılığı konusunda Amerikan halkı ile aynı değerleri paylaşmamakla” suçlaması olmuştur.[2] İlginç bir şekilde, Sovyet diktatörü Joseph Stalin, 1929 yılında Amerikan istisnacılığına ilk vurgu yapanlardan olmuştur. Stalin öncesinde bu terimi kullanan en önemli kişi ise, bu ülkeyi 1830’larda ziyaret eden ve Amerikan demokrasisine hayran kalan Fransız aristokrat Alexis de Tocqueville olmuştur. 1960’ların başlarında Başkan John Fitzgerald Kennedy’nin bazı konuşmalarında da, ABD’nin kendisine üstlendiği kurtarıcı rolü ve üstünlük pozisyonunun etkileri görülebilir. Bu durum, Soğuk Savaş koşullarında ABD’nin Batı Bloğu’nun liderliğini üstlenmesi nedeniyle, doğal olarak güçlenmiştir. Ronald Reagan ve George W. Bush’un birçok konuşması, “istisnacılık” terimi doğrudan kullanılmadan bu hissin Amerikan halkına verildiği önemli metinlerdir.

Ancak bu kavram etrafında şekillenen siyasal duruşun, bir anlamda diğer halk ve devletlere yönelik bir üstünlük düşüncesi içermesi ve dış politikada müdahaleci eğilimleri güçlendirmesi nedeniyle, ABD içerisinden ve dünyadan bu yaklaşıma çeşitli eleştiriler ve tepkiler de yükselmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Barack Obama, 2009 yılında Amerikan istisnacılığına şüpheyle yaklaştığını belirten bir konuşma yapmıştır. Obama’nın bu yaklaşımının, müdahalecilik karşıtı dış politika çizgisiyle de uyumlu olduğu belirtilmelidir.

Bu noktada yapılan eleştiriler, elbette haklı ve oldukça güçlüdür. Ancak dünya tarihi ve özellikle büyük güç ilişkileri, bu tarz yaklaşımların realist perspektifte bir karşılığının olmadığını göstermektedir. Zira tarih boyunca, genelde başat güç (dominant power) olarak adlandırılan çeşitli medeniyetler var olmuş ve diğer ülkelere belli ölçülerde üstünlük sağlayabilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, İspanya Krallığı, Britanya İmparatorluğu, Napolyon Fransa’sı ve Sovyetler Birliği, bunu bir ölçüde başarabilmiş devletlere örnek olarak gösterilebilir.

Dolayısıyla, bugün dünya siyasetinde ABD hakimiyetinin azalması, dünyada eşitliğe dayalı yeni ve daha dostane ilişkilerin kurulacağı anlamına gelmeyebilir. Tam tersine, ABD’nin liberal demokrasiye dayalı sistemi yerine, SSCB deneyimine benzer şekilde, Çin’in tek partili ama sosyal piyasa ekonomisine dayalı sistemi ya da Rusya’nın otoriter tek adam yönetimi dünyadaki hakim paradigma haline gelebilir. Zira dünya tarihinde savaşların, çatışmaların ya da sorunların olmadığı tek bir yıl dahi yaşanmamıştır. Böyle bir durumda, başat gücün çok pasif bir pozisyon alması, genelde onunla rekabet eden ve ona meydan okuyan (challenger) güçler tarafından bir zayıflık göstergesi olarak da okunabilir. Nitekim Rusya’nın son Suriye hamleleri, IŞİD vahşeti, Suriye devlet terörü ve Suriyeli mülteci sorunlarını çözemeyen ve bölgeye istikrar getiremeyen ABD’ye karşı olarak yapılmış akılcı adımlar olarak görülebilir. Zira bu sayede Rusya ve lideri Vladimir Putin, dünya siyasetinde “oyun kurucu” ve “sorun çözücü” bir lider olarak algılanmakta ve birçok ülkeden ve lobiden destek almaktadır. Dolayısıyla, Hegemonik İstikrar Teorisi’nin de iddia ettiği üzere[3], lider olduğunu iddia eden ülkenin bölge ve dünya siyasetine istikrar ve düzen getirmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak, Amerikan istisnacılığını kabul etmek ya da reddetmek yerine, dünya gerçekleri doğrultusunda sistemsel analizler yapmak daha akılcı bir yaklaşım olacaktır. Dış politika, çoğunlukla eşitlikçi-özgürlükçü idealler değil, ulusal çıkarlar ve güç dengeleri etrafında şekillenen bir akıl ve güç mücadelesidir. Bu nedenle, Amerikan liderliği sorgulanırken, alternatiflerin cazibesi de iyi incelenmelidir. Zira ABD'nin hatalı ve bazı konularda gerçekten de çifte standartlara dayalı yaklaşımı, yine de unutulmamalıdır ki, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve serbest piyasa ekonomisi gibi doğru değerlere dayanmaktadır. Oysa ABD'nin güç kaybettiği bir sistemde, bu değerlerin yerini daha farklı ve kötü kriterler alabilir. Ayrıca yine bu konuda, yazıda bahis konusu yapılan ABD içerisindeki farklı yaklaşımların yakından ve canlı canlı incelenmesi için, 2016 ABD Başkanlık seçimleri adeta bir laboratuvar işlevi görecektir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKLAR
[1] Bakınız; Hilde Eliassen Restad (2011), “The Past in Political Science: American Exceptionalism and U.S. Foreign Policy”, Norwegian Institute of International Affairs (NUPI), A paper presented to the ECPR conference, Reykjavik, Iceland, August 2011, http://ecpr.eu/filestore/paperproposal/b794a228-2972-4fc7-ae16-3b309e417416.pdf.
[2] Uri Friedman (2012), “American Exceptionalism: A Short History”, Foreign Policyhttp://foreignpolicy.com/2012/06/18/american-exceptionalism-a-short-history/.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Le Congres du Parti de l’Unité Nationale en Octobre 31, 2015

,

Le congres du Parti de l’Unité Nationale (UBP) de la République Turque de Chypre du Nord sera organisé le 31 octobre 2015. L’élection du nouveau leader du parti aura lieu pendant le congrès.

Le parti de l’Unité Nationale (UBP) est le premier parti politique cypriote turc. Fondé en 1975 par Rauf Denktaş, le premier Président de la République, le parti a gouverné le pays par de longues années depuis 1983. Après Denktaş, Derviş Eroğlu a dirigé le parti en devenant Premier Ministre et Président de la République. Denktaş et Eroğlu étaient des figures nationalistes et ils s’opposaient à une solution dans l’île, à un accord  avec les cypriotes grecs. Mais ces dernières années le parti de l’Unité Nationale s’est transformé, en un parti pro-européen comme les autres partis du centre et centre-droit en l’Europe. Le parti est encore composé de politiciens nationalistes, libéraux et conservateurs mais défend toujours le sécularisme. L’UBP est devenu le partenaire de la coalition du parti Républicain Turc (CTP) il y a quatre mois et a obtenus cinq ministres dans le cabinet.

Hüseyin Özgürgün

Le leader, et le favori pour la présidence du parti, est Monsieur Hüseyin Özgürgün. Né en 1965, Monsieur Özgürgün est jeune mais aussi expérimenté. Il a été le Premier Ministre du pays pour 4 mois en 2010 et le Ministre des Affaires Etrangères pour 4 années entre 2009 et 2013. Venant d’un background de footballeur comme le Président de la Turquie Monsieur Recep Tayyip Erdoğan, Monsieur Özgürgün va probablement défendre son fauteuil comme chef du parti. Les autres candidats ont critiqué Özgürgün pour avoir accepter de nouveaux membres -approximativement 10.000 nouveaux membres- avant le congrès pour garantir sa victoire.


Les autres candidats

Les autres candidats incluent Monsieur Ersin Tatar, l’ancien Ministre de la Trésorerie, Monsieur Zorlu Töre, député de l’UBP, fameux pour ses idées nationalistes, Monsieur Ünal Üstel, l’ancien vice-président du parlement, Monsieur Ersan Saner, Monsieur Nazım Çavuşoğlu et Monsieur Oğuz Ceyda. Les autres candidats ont peu de chances mais l’opposition de Derviş Eroğlu, l’ancien chef du parti et le Président précédent de la République, au leadership d’Özgürgün peut augmenter les chances de l’opposition. Monsieur Eroğlu est critique du leadership d’Özgürgün parce qu’il pense que son parti n’a pas bien supporté sa campagne présidentielle il y a quelques mois contre Monsieur Mustafa Akıncı. Mais Monsieur Eroğlu est maintenant à la retraite et son pouvoir ne semble pas suffisant pour renverser Özgürgün.

Dr. Ozan ÖRMECİ

17 Ekim 2015 Cumartesi

National Unity Party to Hold Its Congress on 31 October 2015


Coalition partner of the ruling Republican Turkish Party (CTP) in Turkish Republic of Northern Cyprus, National Unity Party (UBP), will hold its congress on 31 October 2015. The congress will witness a presidential race between 7 candidates including the current chair of the party Mr. Hüseyin Özgürgün.

National Unity Party[1] is the oldest political party in TRNC, associated with the founding leader of the republic, Mr. Rauf Denktaş[2]. The party was established on 11 October 1975, even before the proclamation of the republic in 1983. The party is a secular center-right party similar to center-right tradition parties in Turkey (Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal's parties) and British Conservative Party; incorporating conservatism, liberalism and nationalism. The party was advocating the independence of TRNC and even unification with Turkey in the early years. Mr. Denktaş and its successor Mr. Derviş Eroğlu were known as nationalist figures who are completely against a settlement plan in the island. However, in recent years, the party transformed itself into a pro-European center-right party and now does not reject a settlement categorically. On the other hand, the party still continues to defend the rights of Turkish Cypriot minority and proposes a just solution based on confederalism to Cyprus Dispute. The party is the coalition partner of CTP since July 2015 and holds 5 ministers in the cabinet.[3]

Hüseyin Özgürgün

The current chair of the party, Mr. Hüseyin Özgürgün, a young politician coming from sportsman background similar to Islamist Turkish President Mr. Recep Tayyip Erdoğan, is the clear favorite before the elections. Born in 1965, Mr. Özgürgün is a young, but an experienced right-wing figure. He was the acting Prime Minister of TRNC between 23 April and 17 May in 2010. He also served as the Foreign Minister of the country between 2009 and 2013, nearly for 4 years. He serves his fifth term in the parliament as a deputy of Nicosia (Lefkoşa). Mr. Özgürgün is criticized by other candidates for accepting approximately 10.000 new members who will be eligible for voting in the congress. Thus, he is the clear favorite before the elections.

Other candidates

Among the other candidates, the most important names are Mr. Ersin Tatar, former Minister of Finance, Mr. Zorlu Töre, a well-known nationalist deputy of the party and Mr. Ünal Üstel, the former vice chairman of TRNC parliament.[4] The other 3 candidates are Mr. Ersan Saner, Nazım Çavuşoğlu and Oğuz Ceyda. Previous President of the Republic, Mr. Derviş Eroğlu on other hand, though tries to act as a moderating party authority, does not give very warm signals to Özgürgün’s leadership. Eroğlu is critical of Özgürgün and his party’s lack of support given to his Presidential campaign in the elections that took place few months ago.[5] Eroğlu is still a respected figure among the party members, but his power is rather limited now and his criticism might not be a big problem for Özgürgün.  Thus, Mr. Özgürgün will probably win the congress and continue to lead his party.  


Assist. Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

[5] Eroğlu lost this election to Mustafa Akıncı in the second round. See; http://politikaakademisi.org/turkish-cypriots-elect-mustafa-akinci-as-their-new-president-of-the-repunlic/.   

14 Ekim 2015 Çarşamba

Transparency International 2014 Dünya Yolsuzluk Algısı Araştırması


1993 yılında kurulan Berlin merkezli sivil toplum kuruluşu Transparency International’ın[1] (Uluslararası Şeffaflık Örgütü), 1995 yılından beri her sene yayınladığı ve dünyada gündem yaratan Dünya Yolsuzluk Algısı raporlarının 2014 yılı versiyonu, geçtiğimiz günlerde kurumun web sitesinden yayınlandı[2]. Oldukça titiz hazırlanmasına karşın, sadece ülkelerdeki yolsuzluk algısını ölçebildiği ve buzdağının yalnızca görünen kısmıyla ilgilendiği için eleştiri konusu yapılan[3] bu raporlar, yine de yakından incelenmeyi hak ediyor.

2014 yılı Dünya Yolsuzluk Algısı araştırması raporu (Kırmızıdan sarıya yolsuzluk oranı düşüyor)

2014 yılı raporu incelendiğinde; listenin daima en üst sıralarında yer alan Danimarka’nın, 3. sene üstüste dünyanın yolsuzluk algısı en düşük ülkesi olmayı başardığı görülmektedir. Yüksek yaşam standartlarının yanında, demokrasisi de kurumsallaşmış bir ülke olan Danimarka, son yıllarda yükselen aşırı sağ hareketlere karşın yolsuzluk konusunda temiz sicilini koruyan bir ülkedir. Listede Danimarka’yı Yeni Zelanda, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre, Singapur, Hollanda, Lüksemburg, Kanada, Avustralya, Almanya, İzlanda, Birleşik Krallık, Belçika, Japonya, Barbados, Hong Kong, İrlanda ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler izlemektedir. Listenin ilk 20’sindeki ülkelerin 12’si Avrupa’dayken, 2’si Okyanusya’dan, 3’ü Asya’dan, 2’si Kuzey Amerika’dan ve 1’i Güney Amerika’dandır. Bu da, genel olarak Batı ülkelerinde yolsuzluk konusu üzerinde titizlikle durulduğu ve halkın bu konuda devletlerine güven duyduğunu göstermektedir. Ancak Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, Romanya ve Sırbistan gibi bazı Avrupa ülkelerinde (69. sırada yer almaktadırlar), durumun hiç de parlak olmadığı görülmektedir. Türkiye ise, 64. sırada yer alarak bu adı sayılan Avrupa ülkelerinden iyi bir sırada yer almakta, ancak yine de listenin ortalarında bulunması sebebiyle durumu pek parlak olarak kabul edilmemektedir. Müslüman nüfusu yoğun ülkeler arasında ilk sırayı ise 25. sırada yer alan Birleşik Arap Emirlikleri almaktadır. Hemen ardından gelen Katar da (26. sırada), bu alanda başarılı bir ülke görünümündedir.

Listenin en alt sıralarına bakıldığında ise; yolsuzluk algısının en yüksek olduğu ülkeler Somali, Kuzey Kore, Sudan, Afganistan, Güney Sudan, Irak, Türkmenistan, Özbekistan, Libya, Eritre, Yemen, Venezuela, Haiti, Gine Bissau, Angola, Suriye, Burundi, Zimbabve, Myanmar (Burma) ve Kamboçya olarak sıralanmaktadır. Bu ülkelerin çoğu Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde yer almaktadır. Bu durum da, ekonomik geri kalmışlığın aslında yolsuzluk ve devlete güvensizlik gibi birçok farklı sorunu da beraberinde getirdiğini ortaya koymaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; https://www.transparency.org/.
[3] Bir örneği için; Alex Cobham (2013), “Corruption Perceptions”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 14.10.2015, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2013/07/22/corrupting-perceptions/.

9 Ekim 2015 Cuma

Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması


Başkanlık koltuğundaki son yılına giren Barack Obama, belki de son büyük başarısını Trans-Pasifik Ortaklığı (Trans-Pacific Partnership) adı verilen ve 12 ülkeyi kapsayan dev ticaret anlaşmasını finalize ederek sağladı.[1] ABD’nin Atlanta kentinde yapılan son müzakere turunda sağlanan mutabakat, 12 üye ülkenin Ticaret Bakanlarının katılımıyla düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu. Bu yazıda Trans-Pasifik Ortaklığı anlaşmasının içeriğini ve jeopolitik açıdan önemini açıklamaya çalışacağım.

Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan 12 ülke (Brunei, Şili, Yeni Zelanda, Singapur, Avustralya, Kanada, Japonya, Malezya, Meksika, Peru, ABD, Vietnam) arasındaki ekonomik bariyerleri kaldıracak olan Trans-Pasifik Ortaklığı[2], temellerini 2002 yılında Yeni Zelanda, Singapur ve Şili arasında imzalanan Pasifik 3 (P3) anlaşmasından almaktadır.[3] Daha sonra Yeni Zelanda, Singapur, Şili ve Brunei arasında 3 Haziran 2005 tarihinde imzalanan ve 2006 yılında yürürlüğe giren Trans-Pasifik Stratejik Ekonomik Ortaklığı ya da Pasifik 4 (P4) adıyla bilinen serbest ticaret anlaşması, P3’ü bir adım ileri taşımıştır. Bu anlaşmalar, üye ülkeler arasında gümrük vergilerini 2006 yılına kadar yüzde 90 oranında, 2015 yılında ise tamamen kaldırma ilkesine dayanmaktaydı.[4] Anlaşmanın daha önemli bir seviyeye gelmesi ise, 2008 yılında ABD’nin bu platforma dahil olmasıyla mümkün olmuştur.[5] 2008 yılında Avustralya, Vietnam ve Peru, 2010 yılında Malezya, 2012 yılında Meksika ve Kanada, 2013 yılında ise Japonya bu sürece katılmışlardır.[6] Anlaşmaya yakın bir gelecekte Filipinler, Tayland, Güney Kore ve Tayvan’ın da katılması beklenmektedir.[7]

Yıllar süren müzakereler neticesinde geçtiğimiz gün açıklanan anlaşma, dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan 800 milyon insanın kaderini etkileyecek tarihi nitelikte bir ekonomik girişimdir.[8] Johns Hopkins Üniversitesi Ekonomi Profesörü Michael Plummer ve Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü ekonomisti Peter Petri’nin ortak araştırmalarına göre; TPP’nin ABD ekonomisine net getirisi yıllık 77 milyar dolar olarak ifade edilmektedir.[9] Anlaşma ile, dünya ekonomisine de yıllık 295 milyar dolarlık ekstra kazanç yaratılacağı belirtilmektedir.[10] Anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için, ABD Kongresi ile beraber diğer 11 ülkenin parlamentosunca da onaylanması gerekmektedir. Ancak bu sürecin o kadar kolay olmayabileceğini belirtenler de vardır. Zira anlaşmadan farklı ekonomik çıkar gruplarının olumsuz etkilenmesi söz konusu olabilir.


Trans-Pasifik Ortaklığı anlaşmasına katılan ülkeler

Anlaşmayla ilgili ciddi eleştiriler de mevcuttur. Örneğin, 2016 yılındaki Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin adayı olması beklenen Hillary Clinton, Amerikan işçilerini ve çevreyi korumak ve ulusal güvenliği geliştirmek konusunda anlaşmanın gerekli yüksek standartları sağlayamadığını savunmaktadır.[11] Demokratların bu çekincelerinin, büyük ölçüde partinin geleneksel reflekslerine dayandığı ifade edilmektedir.[12] Bu nedenle, Demokrat bir Başkan olan Obama’ya, bu konuda Cumhuriyetçi Parti temsilcilerinden daha yoğun destek verildiğini görmek şaşırtıcı değildir.[13] Social Europe dergisinde anlaşmayı değerlendiren ünlü ekonomist Joseph Stiglitz ve Adam Hersh ise, bu anlaşmanın lobi gruplarının baskısıyla yapıldığını ve tam olarak serbest ticareti amaçlamadığını iddia ediyorlar.[14] Yazarlara göre; başta ilaç şirketleri olmak üzere birçok sektördeki dev firma, bu anlaşma sayesinde halklar üzerinde daha büyük güce sahip olacaklar. Foreign Policy dergisinden Rick Rowden’a göre ise; gelişmiş ekonomilerle (ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Singapur) gelişmekte olan ekonomileri (Brunei, Şili, Malezya, Meksika, Peru, Vietnam) bir araya getiren bu anlaşma, eşit güçte olmayan devletleri aynı kurallara göre yarışmaya zorlayan adaletsiz bir niteliktedir.[15] Bu nedenle, anlaşma nedeniyle gelişmekte olan ülkelerin firmaları ve yeni gelişen sektörleri çok zor rekabet koşullarıyla karşılaşabilir ve sonuçta, gelişmiş ülkelerin firmaları karşısında teslim bayrağı açabilirler. Anlaşmanın bir diğer zorluğu ise, bu anlaşmanın ulusal hukuk sistemlerinin üzerinde birtakım sonuçlarının olacak olmasıdır. Rowden’ın belirttiği diğer olumsuz unsurlar ise; anlaşmanın ülkeleri finansal krizlere daha açık hale getirebilecek olması, kamu sağlığı konusunda sorunlar yaratması, gelişmekte olan ülkelerin teknolojiye erişimine engel olması ve Asya ekonomik gelişiminin mimarı olarak gösterilen devlet kontrolündeki ya da devlet destekli şirketleri zor durumda bırakmasıdır.[16]  

Anlaşmaya jeopolitik bir perspektiften bakıldığında ise, ABD’nin Asya’da Çin’in agresif ekonomik büyüme ve yayılma stratejisine karşı bir denge unsuru olarak Trans-Pasifik Ortaklığı’nı devreye soktuğu iddia edilebilir. Zira Asia Pivot politikasını başlatan Başkan Obama’nın da bir defasında söylediği gibi, “Bölgedeki kuralları biz yeniden yazmazsak, Çin yeniden yazacaktır”.[17] Unutulmamalıdır ki, Çin’in öncülüğünde yeni kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası[18], IMF ve Dünya Bankası’na dayalı ve şu günlerde bazı ülkelerde pek de popüler olmadığı görülen Bretton Woods sisteminin temellerini sarsan iddialı bir hamledir.[19] Dahası, Çin’in Asya-Pasifik bölgesi başta olmak üzere, Afrika, Ortadoğu ve daha birçok coğrafyada yaptığı cazip ikili ekonomik anlaşmalar ve uluslararası anlaşma girişimleri, bu ülkeyi ABD karşısında ekonomik olarak her geçen gün daha avantajlı konuma getirmektedir.[20] ABD’nin bu gibi hamlelere askeri yöntemler yerine ekonomik yöntemlerle cevap vermesi ise, dünya barışı ve ekonomik istikrar adına olumlu karşılanmalıdır. Zira -serbest piyasa ekonomisinin temel mantığına da uygun olarak- ABD ve Çin arasında artan ekonomik rekabet, bölge ülkelerinin ve dünya ekonomisinin gelişimine daha büyük katkılar sağlayabilir. Çin’in yakın zamana kadar “kendisini çevrelemek” olarak gördüğü bu hamleye, şimdilerde daha ılımlı bakmasıysa, bu ülkenin de serbest piyasa ekonomisinin rekabet koşullarına riayet etmek istediğini gösteren önemli bir gösterge olarak okunmalıdır.   

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Jackie Calmes (2015), “Trans-Pacific Partnership Is Reached, but Faces Scrutiny in Congress”, The New York Times, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2015/10/06/business/trans-pacific-partnership-trade-deal-is-reached.html.
[2] Resmi web sitesi için; https://ustr.gov/tpp/.
[5] Chris Daniels (2008), “First step to wider free trade”, The New Zealand Herald, 10.02.2008, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.nzherald.co.nz/business/news/article.cfm?c_id=3&objectid=10491556.
[6] “Trans-Pacific Partnership”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/Trans-Pacific_Partnership.
[7] Joshua Kurlantzick (2015), “Who Else Will Join the TPP?”, CFR, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://blogs.cfr.org/asia/2015/06/29/who-else-will-join-the-tpp/.          
[8] David Francis & John Hudson (2015), “Obama Finally Gets His Pacific Trade Deal”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2015/10/05/obama-finally-gets-his-pacific-trade-deal/.
[9] “Trans Pasifik Ortaklığı'nda anlaşma sağlandı”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.ntv.com.tr/ekonomi/trans-pasifik-ortakliginda-anlasma-saglandi,ugwBC01D4U27E_8FXMVcGg.
[10] Anthony Fendom (2015), “Trans-Pacific Partnership: Hawaii Talks End Without Deal”, The Diplomat, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://thediplomat.com/2015/08/trans-pacific-partnership-hawaii-talks-end-without-deal/.
[11] “Hillary Clinton Trans-Pasifik anlaşmasına itiraz etti”, Bloomberg HT, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1829128-hillary-clinton-trans-pasifik-anlasmasina-itiraz-etti.
[12] Randi Brown (2015), “TPP? TTIP? Key trade deal terms explained”, Brookings, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.brookings.edu/blogs/brookings-now/posts/2015/05/20-trade-terms-explained.
[13] Bates Gill & Tom Switzer (2015), “The TPA Victory: America's Place in the Pacific Century Secured?”, The National Interest, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://nationalinterest.org/feature/the-tpa-victory-americas-place-the-pacific-century-secured-13197.  
[14] Joseph Stiglitz & Adam Hersh (2015), “The Trans-Pacific Free-Trade Charade”, Social Europe, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.socialeurope.eu/2015/10/the-trans-pacific-free-trade-charade/.
[15] Rick Rowden (2015), “9 Ways the TPP Is Bad for Developing Countries”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2015/07/07/9-ways-the-tpp-is-bad-for-developing-countries/.
[16] Rick Rowden (2015), “9 Ways the TPP Is Bad for Developing Countries”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2015/07/07/9-ways-the-tpp-is-bad-for-developing-countries/.
[17] Gerald F. Seib (2015), “Obama Presses Case for Asia Trade Deal, Warns Failure Would Benefit China”, The Wall Street Journal, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://www.wsj.com/articles/obama-presses-case-for-asia-trade-deal-warns-failure-would-benefit-china-1430160415.
[18] Web sitesi için; http://www.aiibank.org/.
[19] Rebecca Liao (2015), “Out of the Bretton Woods”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/2015-07-27/out-bretton-woods.
[20] Bu konuda bir yazı için; Anthony Fendom (2015), “China Deals Up Pressure On TPP”, The Diplomat, Erişim Tarihi: 09.10.2015, Erişim Adresi: http://thediplomat.com/2015/06/china-deals-up-pressure-on-tpp/.