21 Nisan 2010 Çarşamba

Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi


-->
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce yaptığı açıklamalarla gündeme gelen başkanlık sistemi ve parlamenter sistem farklılıkları, aslında uzunca bir süredir Karşılaştırmalı Politika alanında devam bir tartışmadır. Bu yazıda kısaca parlamenter sistem ve başkanlık sisteminin özelliklerini anlatarak, olumlu ve olumsuz özelliklerini tartışmaya açmaya çalışacağım.
1. PARLAMENTER SİSTEM
Parlamenter rejim tarihsel gelişmelerin ürünüdür ve esas anlamıyla 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’deki uygulamalarla ilk kez ortaya çıkmıştır. Diyebiliriz ki; parlamenter rejim üç aşamalı gelişim gösteren monarşik rejimin sonuncu biçimidir. Mutlak monarşilerin yükselen burjuvazinin talepleri karşısında meşruti monarşilere dönüşmesi sonrası parlamenter monarşi diyebileceğimiz dönemle beraber parlamenter sistem Avrupa ülkelerinde gelişmeye ve yerleşmeye başlamıştır. Kıta Avrupa’sında parlamenter rejim ilk olarak 1814 yılında Fransa’da kurulmuş, Fransa’yı Belçika ve Norveç izlemiştir. Genelde parlamenter sistemlerde iki başlı yürütme vardır. Bu yürütme ikiliği; Devlet başkanı (kral veya cumhurbaşkanı) ve Başbakan’dan (hükümet ve bakanlar kurulunun başı) oluşur. Parlamenter sistemde Başbakan’ın yetkileri Devlet başkanına göre çok daha kapsamlı olmalıdır, aksi takdirde parlamenter sistem değil yarı-başkanlık sistemi oluşur. Parlamentarizm esas itibariyle üç ilkeye dayanır; yürütme ve yasama arasında eşitlik, iki güç arasında işbirliği ve her iki gücün birbiri üzerinde sahip oldukları etkileme yetenekleri. Parlamenter sistemde genellikle çift-meclisli (bicameral, Meclis-Senato) yapı görülür ancak Türkiye örneğinde olduğu gibi tek meclisli parlamenter sistem de olabilir. Parlamenter sistemde kabinenin (yürütme) uygulamalarının Parlamento tarafından denetlenmesi ve yasaların Parlamento tarafından (yasama) yapılması esastır. Parlamenter sistemin hakkıyla işleyebilmesi için parti içi demokrasinin varlığı şarttır zira genel başkanların parti içi demokrasi olmayan ortamlarda aşırı güç kazanması nedeniyle milletvekillerinin yasama erkini hakkıyla ifa etmeleri imkânsızlaşır. Parlamenter sistemler; hükümetin üstün olduğu parlamenter rejimler ve parlamentonun üstün olduğu parlamenter rejimler olarak ikiye ayrılabilir. Hükümetin üstün olduğu parlamenter rejimlere verilebilecek en iyi örnek İngiltere’dir. Bu ülkedeki iki partili siyasal sistem ve çoğunluk seçim sistemi nedeniyle gücün tek bir partide toplanması ve parti içi demokrasinin sınırlı oluşu nedeniyle başbakanların büyük güç sahibi olması bunda etkilidir. Ayrıca başbakanların kanun hükmünde kararname yetkileri vardır. Türkiye de Cumhurbaşkanı’nın aşırı yetkileri sayılmazsa bu sisteme örnek gösterilebilir. Parlamentonun üstün olduğu parlamenter rejimler daha çok geçmişte görülen (Fransız 3. ve 4. Cumhuriyeti, Federal Batı Alman Cumhuriyeti) ve başbakan ve hükümetin yetkilerinin sınırlı olduğu rejimlerdir. Çok partili siyasal sistem ve nispi temsil seçim sisteminin uygulandığı ülkelerde rejimler bu iki sistem arasında yerlerde konumlanırlar.
2. BAŞKANLIK SİSTEMİ
Başkanlık sisteminde ise parlamenter sistemden farklı olarak devlet başkanı veya Cumhurbaşkanı direkt halk tarafından seçilir. Bu sistemde yürütme devlet başkanı ve onun oluşturacağı kabineye, yasama ise Meclis’e aittir ve güçler bölüşülmüştür. Başkan halk tarafından seçildiği için güvenoyu alması gerekmez ve Meclis tarafından düşürülemez. Başkanlık sistemine en uygun örnek Amerika Birleşik Devletleri’dir. Zaten başkanlık sistemi daha çok Amerika (Kuzey ve Güney Amerika) ülkelerinde görülür. Başkanlık sisteminde bir anlamda yürütme Başkan’a, yasama Kongre’ye aittir. Başkanın Kongre’yi (Meclis) dağıtma yetkisi yoktur. Kongre’nin de Başkan’a güvensizlik oyu vererek düşürme yetkisi bulunmamaktadır. Ancak Başkan veto yetkisiyle Kongre’nin işleyişine müdahalede bulunabilir. Halk tarafından seçilen ve tüm yürütme erkini elinde bulunduran Başkan kabineyi tamamen kendisi seçer ve başka partilerden kişilerle de çalışabilir[1]. Kabine üyeleri senatör veya kongre üyesi olmak zorunda değildir. Bu sistemde güç tek bir kişiyle özdeşleşmekte, başkana çok fazla yetki verilmektedir. Başkanlık sisteminde Başkan seçildiği 4 yıl süreyle sorumsuzdur ve tüm yürütme erkini elinde bulundurur. Ancak istediği yasaları çıkarabilmek için Kongre’yi ikna etmek zorundadır. Başkanlık sistemi demokratik krizlere daha açıktır. Latin Amerika ülkelerinde Başkan’ın geniş yetkileri nedeniyle geçmişte sık sık diktatoryal rejimler kurulmuştur. Yine askeri darbeler bu ülkelerde sık görülmüştür. Başkan’ın Kongre’yi ikna edememesi durumunda bu sistemde kilitlenme (deadlock) meydana gelebilir. Başkan istediği hiçbir yasayı Kongre’den geçiremez. Demokrasinin özü kabul edilen çatışma ve uzlaşı bu sistemde fazla görülmez.
3. BAŞKANLIK SİSTEMİ VE PARLAMENTER SİSTEM KARŞILAŞTIRMASI
Yüzeysel yapılan değerlendirmelerde Başkanlık sisteminde başkanın direkt halkoyuyla seçilmesi Parlamenter sisteme göre daha demokratik bir özellik olarak vurgulanır. Oysa Parlamenter sistemde de seçmen oyunu belli bir partiye verirken o partinin liderinin başbakan olması isteğini göz önünde tutmaktadır. ABD gibi iki rakip parti arasındaki siyasal farklılıkların çok sınırlı düzeyde olduğu ülkelerde Başkanlık seçimi daha çok bir propaganda ve reklam yarışı özelliği taşımakta, adayların karizmaları ve kişisel-ticari bağlantıları seçmenin tercihinde etkili olmaktadır. Oysa Parlamenter sistemde Başbakan olması istenen kişiler partilerinin siyasal çizgilerinin temsilcileri olarak yarışmakta ve ülke genelinde daha yaygın kabul gören siyasal anlayış, ideoloji halkın oyuyla iktidara taşınmaktadır.
Karşılaştırmalı Politika uzmanı Juan Linz’e göre[2] Başkanlık sistemlerinde seçimlerde uygulanan çoğunluk sistemi nedeniyle sistem kutuplaşmanın yoğun olduğu toplumlarda çıkmaza kadar sürüklenebilmektedir. Oysa Parlamenter sistemde uygulanan nispi temsil ve d‘Hondt sistemleri gücün tek elde toplanmasındansa bölüştürülmesini sağladığı için daha sağlıklı ve demokratik bir yöntemdir. Ünlü siyaset bilimci Giovanni Sartori'nin "blame game (suçlama oyunu)" adını verdiği Başkan-Kongre zıtlaşması sorununun olmaması için ancak Amerika'da olduğu gibi rakip partilerin birbirleriyle hemen hemen aynı şeyleri söylemeleri, hedeflemeleri gerekmektedir. Oysa Parlamenter sistemde yürütme mecliste çoğunluğu bulunan, dolayısıyla yasamayı da büyük ölçüde şekillendiren parti veya partiler tarafından kurulduğu için devlet idaresi daha kolay olmakta, sistem daha zor krize girmektedir.
Juan Linz‘e göre iki sistem arasındaki bir diğer önemli fark; Başkanlık sisteminde Başkan’ın görev süresi boyunca yerini istediği sürece koruyabilmesine olanak veren düzenlemelerdir. Oysa Parlamenter sistemde mecliste hükümetin ve Başbakan’ın düşürülmesi olasıdır. Ayrıca başkanlık sisteminde tüm ulusun ve devletin tek bir kişiyle -Başkanla- özdeşleşmesi demokrasi açısından olumsuz bir eğilimdir. Zira tüm yürütme erki elinde bulunan Başkan böyle bir sistemde istediği takdirde muhalif gruplara çok sert uygulamalara yönelebilir. Başkanlık sisteminde oluşabilecek bir diğer sorun partileriyle ilişkileri sınırlı düzeyde olan Başkanların ülkeyi kurumsal olmayan şahsi bir şekilde yönetebilmelerine prim vermesidir. Oysa Parlamenter sistemde sivil toplum örgütleriyle bağlantılı olan partilerin tüm eksikliklerine rağmen kurumsal yapıları bulunmakta ve bu da demokrasinin kurumsallaşması ve pekişmesi açısından olumlu bir etki yapmaktadır.
Bunlara karşın Jose Antonio Cheibub ve Fernando Limongi “Parliamentary and Presidential Democracies Reconsidered" makalelerinde Parlamenter sistemde gerekli siyasal düzenlemelerin yapılmaması (seçimlerdeki baraj sistemi) gerçek anlamıyla azınlık hükümetlerinin kurulmasına yol açmaktadır. Zira Başkanlık sisteminde oyların yarısından bir fazla oy alan partinin adayı başkan olabilirken, Parlamenter sistemde yalnızca yüzde 10 oyla bir parti tüm yasama ve yürütme gücünü tekeline alabilmektedir. Scott Mainwaring'in “Presidentialism, Multipartism, and Democracy” makalesinde sunduğu istatistikler de Parlamenter sistemin Başkanlık sistemine göre daha başarılı olduğunu ortaya koymaktadır. Mainwaring'e göre günümüzde 31 pekişmiş demokratik rejimin yalnızca dördü Başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Başkanlık sistemlerinden yalnızca yüzde 22,6'sı yaşayabilirken, bu oran Parlamenter sistemlerde yüzde 60 dolaylarındadır.
Türkiye gibi padişahlık ve tek-adam yönetimi geleneğinden gelen ve üzüntüyle söylemek gerekirse demokrasi kültürünün halkın bir bölümüne hala yerleşmediği bir ülke için de, Başkanlık sisteminin son derece sakıncalı sonuçları olabileceği ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görülen popülist otoriter yönetimlere yol verebileceği şimdiden akıllara gelmektedir.
Ozan Örmeci


[1] ABD Başkanı Barrack Obama’nın Cumhuriyetçi Parti’den Robert Gates’i savunma bakanı olarak yeniden görevlendirmesi buna iyi bir örnektir.
[2] Başkanlık sistemi-Parlamenter sistem tartışmaları konusunda önemli bir otorite olan Juan Linz’in “The Virtues of Parliamentarism” ve “The Perils of Presidentialism” makaleleri mutlaka okunmalıdır.

20 Nisan 2010 Salı

"Türkiye'de Farklı Olmak" ve Atatürk Düşünce Derneği'nin Toplumsal Yaşama Etkileri


-->
Prof. Dr. Binnaz Toprak yönetimindeki bir kurulun 12 Anadolu kenti ve İstanbul’un Sultanbeyli ile Bağcılar semtlerinde 401 kişi ile görüşerek yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırması, ilginç konusu ve bulgularıyla uzun bir süredir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Her ne kadar dini duyguları olduğu gibi, bilimi de siyasal emellerine alet etmeyi kendilerinde hak görenler bu araştırmaya burun kıvırsa ve araştırmanın Açık Toplum Enstitüsü tarafından finanse edilmesi kuşku ve üzüntü yaratsa da, araştırma sağlam metodolojisi ve Türkiye’nin toplumsal yaşamına ve Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin işlevlerine ilişkin son derece önemli tespitleriyle okunmayı ve tartışılmayı hak ediyor.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ve siyasal iktidar tarafından planlı bir biçimde gerçekleştirilen muhafazakâr-İslami dönüşümün toplumsal yaşama etkisini konu alan araştırma, kısaca özetlemek gerekirse farklı din, mezhep, inanç ve yaşam biçimi sahiplerine özellikle Anadolu kentlerinde baskının arttığı sonucuna ulaşıyordu. Prof. Dr. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” olarak adlandırdığı bu konu üzerine medyada uzun tartışmalar yapıldı ve sorunun haklılığı tüm kesimlerce kısmen de olsa kabul edildi. Ancak siyasal iktidarın bu konuda bunca tartışmanın üzerine dahi hiçbir somut adım atmaması, birçok kişide araştırmanın ulaştığı sonuçların en azından iktidar tarafından o kadar da olumsuz algılanmadığı düşüncesini uyandırdı. Araştırma sonucu karşımıza çıkan en önemli bulgulardan birisi de; son yıllarda uygulanan sistematik baskı ve psikolojik savaş taktikleri nedeniyle insanların adeta bir suçmuş gibi algılamaya ve korkmaya başladığı Atatürkçülük veya Kemalizm ideolojisini sahiplenen en önemli kurum durumundaki Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin, siyasal-ideolojik özelliklerinin yanı sıra medeni ve çağdaş bir yaşamın gerektirdiği toplumsal kültürel koşulların oluşmasında da rol oynadığının ortaya çıkmasıydı. Siyasal görüşleri birbirinden oldukça farklı olmasına ya da henüz siyasal bilinçleri oluşmamasına karşın, çeşitli sebeplerle (Alevi olmaları, Kürt kökenli olmaları, uzun saçlı ya da küpeli olmaları vs.) Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerine giden gençler yapılan derinlikli röportajlarda, şehirde gördükleri baskılar ve özellikle İslami kesimden aldıkları tehditler sonrası ADD şubelerini adeta birer “kurtarılmış bölge” olarak gördüklerini samimiyetle ifade ediyorlardı. ADD şubeleri; gençler ve baskıya maruz kalan vatandaşlarımız için aynı zamanda kadın ve erkeğin tüm çağdaş ülkelerde olduğu gibi bir arada bulunabileceği, insanların zevklerine uygun bir şekilde giyinebilecekleri ve özgürce davranabilecekleri bir siyasal okul ve adeta Frankfurt Okulu’nun ünlü düşünürü Jürgen Habermas’ın “burjuva kamusal alanı” kavramına benzeyecek şekilde bir özgür tartışma platformuydu. Yani ADD şubeleri Atatürkçü bilinç yaratmalarının yanı sıra, çağdaş yaşam ve demokratik kültürün Anadolu coğrafyasından silinmemesi adına da çok önemli bir işlev görüyordu.
Elbette bu sonuçları inceledikten sonrasında ADD şubelerinin işlevleri üzerine daha iyi düşünme fırsatı bulan ben, dernek başkanı değerli eğitmen Ercan Uzun’un daveti üzerine Uşak Atatürkçü Düşünce Derneği’ne kayıt oldum ve kısa bir süre önce gerçekleşen seçimlerde yönetim kuruluna da girerek derneğin çalışmalarına aktif olarak katıldım. Derneğe düzenli olarak gidip gelmeye başladıktan sonra yaptığım gözlemler, her ne kadar Uşak şehri araştırmaya konu olan birçok Anadolu şehrinden çağdaş yaşam anlamında çok daha şanslı olsa da, Prof. Dr. Binnaz Toprak ve ekibinin bulgularını doğrular nitelikteydi. Uşak gibi birkaç yüz bin kişinin yaşadığı çok da küçük sayılmaması gereken ve Batı Anadolu’da yer alan bir şehirde dahi son yıllarda farklı yaşam biçimleri ve kimlikler üzerine giderek artan baskılar sonucu ADD şubesi her kesimden insanın buluşup özgürce tartışabildikleri bir sığınak haline gelmişti. Şehirde neredeyse hiçbir kültürel faaliyet gerçekleşmezken, ADD sayesinde şehre senede 3-4 tiyatro oyunu gelmekte, konserler, paneller, konferanslar, gençlik şölenleri, toplantılar, çalıştaylar düzenlenmekte ve daha önemlisi gençlerin dünyanın her yerinde olduğu gibi kadın-erkek birbirinden ayrılmadan beraber hareket edebilmeleri sağlanmaktaydı. Buna ek olarak dernek üyelerinin çıkardığı “Çağdaş Kürsü” adlı dergi de, şehrin kültürel-politik yaşamına önemli bir katkı olarak dikkat çekiyordu.
Sonuç olarak Prof. Dr. Toprak’ın araştırması ve şahsi gözlemlerim sonucunda vardığım nokta; siyasal iktidarın çeşitli uygulamaları nedeniyle bugün 1970’lerin çok daha gerisinde sosyal-kültürel hayatları bulunan ve Dubai modeli örneğine uygun olarak sadece abdestli kapitalizme göre düzenlenmiş büyük mağazalardan ve tüketim kültüründen ibaret bırakılmaya çalışılan Anadolu kentlerinde ADD şubelerinin çağdaş yaşamın korunması ve demokrasi kültürünün yayılması adına işlev gören ve yurtiçi ve yurtdışında demokratik rejimi savunduklarını iddia edenlerce mutlaka desteklenmesi gereken kurumlar olduğu yönündedir. Demokrasiyi sadece prosedürlerden ibaret zanneden şaşkın liberaller, yakın bir gelecekte ADD, ÇYDD gibi sivil toplum kuruluşlarının zayıflaması durumunda İstanbul’dan üzerine ahkâm kestikleri ve çölleştirilmeye çalışılan Anadolu kentlerinde demokrasi kültüründen bihaber milyonların yetiştiğini fark ettiklerinde ne diyecekler çok merak ediyorum. Ama olsun, iyi ki ADD’ler hala var ve iyi ki Türkiye’nin çağdaş dünyadan ve demokratik değerlerden kopmaması adına milyonlarca destekçisiyle beraber hala faaliyet gösteriyorlar.

Ozan Örmeci