31 Ağustos 2013 Cumartesi

Suriye'ye OIası Askeri Müdahale ve Sonuçları



Şam’ın doğusunda bulunan ve Esad karşıtlarının yoğun olarak yaşadığı Guta Mahallesi’ne yönelik 21 Ağustos tarihinde gerçekleştirilen ve kimin yaptığı tam olarak anlaşılamayan kimyasal saldırı sonrası dünya kamuoyuna yansıyan tüyler ürpertici görüntüler, 2011 yılı başlarından beri rejim taraftarları ve muhalifler arasında kanlı bir içsavaşın yaşandığı Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleyi dünya kamuoyunda yeniden konuşulur hale getirdi. Türkiye kamuoyunu oluşturan kesimlerin daha çok dış (Batı bloğu yanlısı ya da Batı karşıtı) ve iç politik (AK Parti yanlısı ya da muhalifi) konumlandırmalarına göre ezberden konuştukları Suriye konusunda, bir dış müdahalenin konuşulduğu şu günlerde tarafsız bir değerlendirme yapmak ve Türkiye kamuoyunu doğru bilgilendirmek şart oldu. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.
Konuyu futbol takımı tutar gibi analiz edenlerden farklı olarak Suriye’deki olayların gelişimiyle ilgili bazı temel tespitlerle başlayalım.
  1. Arap Baharı’nın 2011 yılında Suriye’ye sıçramasıyla başlayan olaylar, başlangıçta büyük ölçüde iç dinamiklere dayanıyordu ve tek partili otoriter bir rejime tepki olarak haklı temelde gelişen muhalefet hareketleriydi.
  2. Esad yönetiminin bu muhalif hareketleri doğru bir yöntemle yatıştırmak yerine, AK Parti hükümetinin Gezi Parkı protestolarına karşı uyguladığı yanlış yöntemin kat ve kat fazlasını yaparak korku içerisinde halkına yönelik aşırı güç kullanmaya başlaması, Suriye’de olayları bir içsavaş durumuna getirdi. Bu noktada Esad yönetimi dış desteğini ve saygınlığını kaybederken, dünya kamuoyunda muhalefete yönelik büyük sempati ve destek oluştu.
  3. Bu ortamda Türkiye’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ısrarlarıyla Suriye’ye yönelik bir uluslararası askeri müdahale dünya kamuoyunda konuşulmaya başlandı. Ancak Libya’dan sonra Suriye’yi de Batı’ya kaptırmak istemeyen Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti, bu yöndeki talepleri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden 2’si olarak daha ilk günden reddettiler ve meşru bir uluslararası müdahaleyi baştan engellediler.
  4. Uluslararası meşru bir müdahaleye kapıların kapanmasının ardından Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye, artan katliamlar sonrasında muhaliflere silah ve lojistik destek sağlayarak içsavaş yoluyla rejimi değiştirmek yönünde bir strateji benimsediler. Bu strateji Amerika Birleşik Devletleri ve Batı kamuoyundan da destek aldı. Ancak bu destekle beraber olay kısa sürede içsavaşı finans ve koordine etme boyutuna ulaştı. Farklı ülkelerden gelen eli silahlı radikal İslamcı unsurlar Suriye rejimini devirmesi için bu ülkeye sokuldu.
  5. Suriye’de içsavaşı kazanması için yapay olarak oluşturulan muhalefetin parçalı yapısı ve radikal İslamcı unsurlardan oluşması, kısa sürede bu plana yönelik Batı kamuoylarındaki desteği azalttı. Bu yapılan stratejik hata sonucunda, Esad yönetimi dünya kamuoyunda Batı emperyalizmine karşı radikal İslamcı unsurlarla savaşan bir milli lider olarak algılanmaya başladı ve kaybettiği desteği yeniden kazandı.
  6. Esad yönetimi algı yönetimi konusunda kazandığı bu zafere rağmen sahada cihatçı uluslararası unsurların savaşa girmesiyle ülkenin yarısından fazlasında kontrolü kaybetti. Ancak Esad, kendisini devirmek isteyen en önemli güç olan Türkiye’ye karşı bir kontra-atak yaptı ve Suriye’de birçoğunun vatandaşlık hakkı dahi bulunmayan Kürtlerin örgütü PYD’ye (PKK’nın Suriye kolu) bazı sözler (muhtemelen özerklik) vererek Kuzey bölgelerinde kontrolü onlara devretti.
  7. Esad’ın bu kendisi açısından akıllı hamlesi sonrasında Kuzey Irak’ın ardından Kuzey Suriye’de de bir Kürt entitesi ile karşılaşmak riskiyle yüzyüze gelen Türkiye kamuoyunda AK Parti ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yürüttüğü dış politikaya yönelik huzursuzluklar ve eleştiriler artmaya başladı.
  8. Türkiye kamuoyunda yükselen eleştirilere rağmen Davutoğlu televizyonlardan Şam yönetimine meydan okudu ve Esad’ın “haftalarının sayılı” olduğunu iddia etti, zira uluslararası militanlar Suriye’de ilerlemeye devam ediyorlardı. Davutoğlu bu konuyu aynı zamanda yabancı basında “Yeni Osmanlıcı” adı verilen ve iddialı hedefleri olan dış politikasının da önemli bir test alanı olarak görüyordu.
  9. Savaşı kaybedeceğini anlayan Esad, güçlerini belli bölgelerde yoğunlaştırma stratejisini benimsedi ve nükleer programı nedeniyle İsrail ve Batı dünyasının tehditlerine maruz kalan İran İslam Cumhuriyeti ve onunla beraber hareket eden Lübnan merkezli Hizbullah’ın desteğini kazandı.
  10. Suriye’nin ardından sıranın kendisine gelmesinden endişe eden İran’dan gelen milisler ve Hizbullah üyelerinin savaşa girmesiyle savaş dengesi değişti ve Esad güçleri yeniden kaybettiği yerlerde kontrolü sağlamaya başladılar. Türkiye’nin dış politikadaki Yeni Osmanlıcılık iddiaları bu süreçte test edildi ve sonuç alınamamasıyla birlikte kesin olarak başarısız oldu.
  11. Bu durum Türkiye’nin daha doğrusu AK Parti hükümetinin uluslararası itibarını yerle bir etti. Türk hükümeti uluslararası bir müdahale için diplomatik çabalara ağırlık verdi ancak bir sonuç alamadı. Türk hükümetinin dış politikada yaşadığı bu istikrarsızlık; sınırda patlayan bombalar, düşürülen uçaklar, mülteci kampları için harcanan paralar ve bu kamplarda yaşanan bazı olaylar sonucunda iç politikaya da yansımaya başladı.
  12. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi, “düzen kurucu” bir “bölgesel güç” olduklarını iddia etmelerine karşın kendi başlarına çözemedikleri Suriye krizi konusunda son Washington gezisinde yakın müttefik olarak gördükleri Amerika Birleşik Devletleri’ni harekete geçirmek için büyük çaba gösterdi. Ancak ülkesinde iç politikada yeterince başı ağrıyan Obama, tüm destek verici sözlerine karşın bu konuda çok istekli gözükmedi ve somut bir adım atmadı. ABD Başkanı daha önce açıkladığı “Suriye’de kimyasal silah kullanılmasının kırmızı çizgileri olduğu” yönündeki söylemini sürdürdü.
  13. 21 Ağustos’ta kimin yaptığı anlaşılamayan kimyasal saldırı sonrasında yansıyan görüntüler Mısır darbesine odaklanmış dünya kamuoyunda gözleri yeniden Suriye’ye çevirdi ve Esad yönetimine yönelik tepkileri arttırdı. Ayrıca 2011’den beri süren içsavaşta ölenlerin sayısının 100.000’i bulduğu açıklandı. Esad yönetimi saldırıyı kendilerinin yapmadığını açıkladı.
  14. Büyük tepki çeken Guta saldırısı sonrasında ABD, Türkiye, İngiltere ve Fransa yetkilileri, Birleşmiş Milletler kararı olmadan da Suriye’ye bir müdahale yapılabileceği yönünde açıklamalar yaptılar. Ancak Birleşmiş Milletler heyetinin henüz bir sonuca ulaşmaması ve saldırıyı kimin yaptığının anlaşılmaması nedeniyle bu ülkelere yönelik kamuoyu desteği sınırlı kaldı. İngiltere’de Başbakan David Cameron, müdahale için gereken yetki yasasını İngiliz Parlamentosu’ndan geçiremedi. Fransa’da ise sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande, sol bir liderden beklenmeyecek ölçüde Amerikan yanlısı çizgide politika izleyerek operasyona koşulsuz destek vereceklerini belirtti.
  15. Gelinen nokta itibariyle Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’nın başını çekeceği ve geçmişte Bill Clinton döneminde yapılan Kosova müdahalesine benzeyen sınırlı bir askeri müdahalenin birkaç gün içerisinde yapılacağı düşüncesi dünya kamuoyuna hâkim oldu. Amerikan Başkanı Obama henüz kararını vermediğini ancak sivillere yönelik öldürücü sarin gazı kullanılarak yapılan saldırılara karşı kayıtsız kalamayacaklarını açıkladı. Amerikan kaynakları müdahalenin sınırlı olacağını ve tek amacının Suriye rejimini kimyasal silah kullanmaktan caydırmak olduğunu ısrarla vurguladılar. Ancak Amerikan kamuoyunda muhalefette El Nusra gibi El Kaide uzantısı unsurların bulunması büyük şüphe ve tepkiler yaratmaya devam etti.[1] Her zaman müdahaleci olmakla suçlanan Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan aday adaylarından Newt Gingrich bile Suriye’ye müdahaleye açıkça karşı çıktı.[2] Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Esad yönetimin savaşı kazanırken kimyasal silah kullanmasının mantıksız olduğu ve Nobel Barış Ödülü sahibi Obama’nın sınırlı da olsa bu müdahalede ölebilecek insanlar için de endişelenmesi gerektiğini açıklaması, Rusya’nın müdahaleye yönelik olumsuz tavrını bir kez daha gösterdi.
Birleşmiş Milletler Suriye Soruşturma Komisyonu üyesi Carla Del Ponte’nin Suriye içsavaşında kimyasal saldırıların muhalefet tarafından yapıldığını ve Suriye yönetiminin kimyasal saldırı yaptığına dair hiçbir kanıtları olmadığını belirten açıklaması

Gelinen nokta itibariyle Suriye krizinde dünya lideri olduğunu belirten Amerika Birleşik Devletleri’nin kayıtsız kalması, elbette bu ülkenin “lider” imajına zarar verecek bir noktaya gelmiştir. Ancak Obama yönetiminin BM heyetinin kimyasal saldırıyı Suriye rejiminin yaptığına dair kesin bir kanıt sunmadan bu işe girişmesi, operasyonun meşruiyetine ve ABD imajına bu meseleye kayıtsız kalınmasından daha da büyük bir zarar verebilir. Bu nedenle her ne olursa olsun öncelikle saldırının kim tarafından yapıldığı ortaya çıkarılmalıdır. Saldırının Suriye yönetimi tarafından yaptığı ortaya çıkarsa, operasyona yönelik dünya kamuoyundaki destek artacaktır. Ancak bu noktada operasyonun amaçları da çok iyi belirlenmelidir. Suriye’de devam eden içsavaşa diplomatik yolla çözüm bulmanın kolay olmadığı ortadadır. Bunun çeşitli ve güçlü sebepleri vardır. Örneğin, sanılanın aksine Suriye’deki mevcut durum enerji fiyatlarının yükselmesiyle gelirleri artan Rusya’nın işine gelmektedir. Rusya, Suriye konusunda son tahlilde Tartus Üssü’nü koruyabileceği bir bölünme senaryosuna razı olabilecektir. Ancak mevcut durum; hem enerji fiyatları, hem de Suriye rejimine yeni silah satışları anlamında Rusya’nın işine gelmektedir ve bu durumun sürmesi için çaba göstereceklerdir. İran için de Suriye krizinin uzaması faydalıdır. Zira bu şekilde Suriye, İran için bir “ön cephe” vazifesi görmekte ve Batı kamuoyunda nükleer programının yarattığı tepkileri gölgelemektedir. Amerika Birleşik Devletleri için de Suriye krizinin uzaması, başta Körfez ülkeleri olmak üzere müttefiklerine yeni silah satışlarının yolunu açan olumlu bir gelişme olarak okunabilir. Ancak olayın Suriye rejiminin mutlak bir zaferine dönüşmesi, elbette Amerika’nın yenilgi aldığı görüntüsünü yaratarak bu ülkeye zarar verebilir. Bu nedenle içsavaşın uzaması ABD açısından da o kadar olumsuz bir gelişme değildir. İsrail açısından bakılınca da, kendisine karşıt iki farklı gücün yani İran yanlısı anti-emperyalist Esad yönetimi ya da radikal İslamcı el Nusra’nın birbirlerini öldürmeye devam etmesi aslına bakılırsa oldukça olumlu bir gelişmedir. Görülebileceği üzere Suriye konusunda büyük aktörlerin hiçbiri aslında barışı o kadar da istememektedir. Zaten bu nedenle Suriye içsavaşının Lübnan içsavaşına (1975-1990) benzer şekilde uzun yıllar sürebileceği fikri akıllara gelmektedir. Son tahlilde Suriye içsavaşının kolay kolay bir kazananı olmayacağı ortadadır. Bu nedenle ABD’nin yapması muhtemel operasyonun hedefi de daha çok kimyasal silah olduğundan şüphelenen tesislerin vurulması ve kamuoyundaki gazın alınmasına yönelik olacaktır. Bu anlamda operasyonun sonuç getirmesi zor gözükmektedir. Ancak ve ancak rejim güçleri ya da muhaliflerde, -her kimde olursa olsun- kimyasal silahların güvenli bir şekilde yok edilmesi ya da ülke dışarısına çıkarılması durumunda operasyon başarılı olacak ve insanlık adına olumlu bir gelişme kabul edilebilecektir.
Böyle bir ortamda elbette en büyük zarar gören ülke Suriye krizinin yarattığı istikrarsızlıkları ve güvenlik risklerini yaşamak zorunda kalacak olan Türkiye’dir. Bu da Türk dış politikasında yapılmış tarihi bir yanlışlığa işaret etmekte ve dış politikada maceracı yollara girmeden çok daha kapsamlı analiz ve planlar yapmak gerektiğini ortaya çıkarmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci


[1] Robert Fisk, “Does Obama know he’s fighting on Al-Qa’ida’s side?”, The Independent, Erişim Tarihi: 31.08.2013, Erişim Adresi: http://www.independent.co.uk/voices/comment/does-obama-know-hes-fighting-on-alqaidas-side-8786680.html.
[2] “Gingrich: Stay our of Syria’s civil war”, CNN, Erişim Tarihi: 31.08.2013, Erişim Adresi:http://edition.cnn.com/2013/08/27/opinion/gingrich-syria-stay-out.

27 Ağustos 2013 Salı

Profesör Daniel Pipes'la Mülakat


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) adına Amerikalı ünlü Profesör Daniel Pipes'la Orta Doğu üzerine kısa bir e-mülakat gerçekleştirdim. Aşağıda bu mülakatı Türkçe ve İngilizce olarak okuyabileceğiniz linkleri bulabilirsiniz.




Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Bo Şilay Vakası


Ülkemiz basınında fazla yer etmese de, Çin Halk Cumhuriyeti ve dünya kamuoyunda aylardır konuşulan bir olay; Çin Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticilerinden eski Çongçing valisi ve Ticaret Bakanı Bo Şilay’ın yargılanması olayıdır. Bu yazıda Bo Şilay’ın başına gelenleri ve bunun anlamını sizin için yorumlamaya çalışacağım.

Herşey 2 Şubat 2012 tarihinde, Kasım 2011’de Çonçing kentindeki bir otel odasında ölü bulunan İngiliz işadamı Neil Heywood cinayetini araştırmakla görevli Çongçing polis şefi Wang Lijun’un başka bir göreve atanmasıyla başladı.[1] Bu atama aslında Çongçing polis şefi ile kentin valisi Bo Şilay arasında bir sorun olduğunu ele veriyordu. Bu durum üzerine Wang Lijun, 6 Şubat’ta Çongçing yakınlarındaki Çengdu’daki Amerikan Konsolosluğuna sığınmak istedi, ancak Konsolosluk Çin polisi tarafından sarıldı.[2] Uzun uğraşlar sonucu Wang Lijun ikna edilerek Konsolosluktan çıkarıldı, fakat bu olay Bo Şilay üzerindeki soru işaretlerini arttırdı. 15 Mart’ta Çin Komünist Partisi tarafından Şilay’ın görevden alındığı açıklandı. Nisan 2012’de İngiliz hükümetinin isteği üzerine yeniden araştırılmaya başlanan Neil Heywood cinayetinde dahli bulunduğu düşünülen Bo Şilay ve karısı Gu Kaylay (Kailai) hakkında soruşturma açıldı. Çin gazetelerinde Şilay ailesi hakkında yazılar çıkmaya başladı. 26 Nisan’da Amerikan New York Times gazetesi Şilay ve yakınlarının Çongçing’de bir telefon dinleme şebekesi kurduklarını yazdı.[3] 26 Temmuz’da Şilay’ın karısı Gu Kaylay ve yardımcısı Zhang Xiaojun, Çin devlet haber ajansının geçtiği haberde Heywood cinayetinden sorumlu olmakla suçlandı.[4] 20 Ağustos’ta Şilay’ın karısı Kaylay mahkemece İngiliz işadamı Neil Heywood’u zehirleyerek öldürmek suçundan idam cezası aldı, ancak cezasının infazı ertelendi.[5] 2012 Eylül’ünde tüm bu olayların başlamasına neden olan polis şefi Wang Lijun’un davası sona erdi ve Lijun beklenenden az bir cezaya (15 yıl hapis) çarptırıldı.[6] Bu durum Lijun’un polisle işbirliği yaparak Şilay’ın suçlarını itiraf ettiği şeklinde yorumlandı. Bunu izleyen günlerde Bo Şilay Çin Komünist Partisi’nden ve Parlamento’dan atıldı ve dokunulmazlığı kaldırılarak hakkında rüşvet, görevi kötüye kullanmak ve yolsuzluktan davalar açıldı. Mahkeme birkaç gün önce 22 Ağustos 2013’te başladı. İddianamede Bo’nun ülkenin çeşitli bölgelerinde yürüttüğü resmi görevler sırasında “işadamları ile işbirliği yaparak kamu projelerinden kişisel çıkar sağladığı, yüklü miktarlarda rüşvet kabul ettiği ve mevkisini kullanarak Bo’nun eşi Gu Kaylay’ın sahibi olduğu şirkete maddi menfaat sağladığı” suçlamaları yer alıyor.[7] Çin siyasal tarihinin en büyük skandalı olarak gösterilen bu dava daha şimdiden Hollywood’un ilgisini de çekmiş durumda. Bu skandal hakkında Çinli gazeteciler Hi Pin ve Huang Vinguang’ın yazdıkları kitabın Hollywood’daki çeşitli film yapımcılarınca beğenildiği ve sinemaya aktarılmak istendiği ifade ediliyor.[8]

Elbette bir cinayet ve çeşitli yolsuzluklara konu olan Bo Şilay vakasının öncelikle kriminal bir vaka olduğu ortada. Ancak konuya daha uzaktan soğukkanlı bir şekilde bakınca, bu olayın sadece adli bir dava olmadığı ve bir siyasi operasyona dönüştüğü de kısa sürede fark edilebiliyor. Zira Çin Komünist Partisi’nin efsanevi isimlerinden Bo Yibo’nun oğlu[9] ve oldukça karizmatik bir kişi olan Şilay’ın, kısa süre içerisinde (2012 sonbaharında düzenlenen 18. Parti Kongresi) Çin Komünist Partisi Politbüro üyesi olmasının konuşulduğu günlerde patlak veren skandal, aynı zamanda Şilay ve ona yakın isimlerin devletten ve partiden tasfiye edilmelerini de sağladı. Oysa 2007 yılında Çongçing valisi olan Şilay’ın o tarihten başlayarak organize suç çetelerine karşı başlattığı savaş, onu Çin halkı gözünde muteber bir isim haline getirmişti.[10] Şilay bu durumdan cesaret alarak Politbüro’ya seçilme isteğini ifade etmiş ve 2009 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin 60. kuruluş yıldönümünde Mao Zedong’un meşhur Kırmızı Kitap’ından alıntılar yer alan cep telefonu mesajlarıyla Deng Xiaoping sonrası liberalleşen Çin siyasetine meydan okuyan devrimci bir hava yaratmıştı.[11] Şilay bununla da yetinmemiş ve Mao’nun meşhur Kültür Devrimi’ni hatırlatan bir kampanya ve Çongçing modeli olarak adlandırılan çeşitli sosyal politikalar geliştirmişti.[12] Bu nedenle rakipleri Şilay’a “küçük Mao” dahi demişlerdi.[13] Çongçing halkından büyük destek almayı başaran Şilay’ın bu nostaljik sol kokan politikaları, Çin’in ekonomik büyümesine paralel olarak halen tek partili komünist siyasal düzenini dünyaya ihraç etmesinden çekinen Batılı çevreleri de oldukça korkutuyordu. Bu nedenle Şilay’ın yargılandığı bu günlerde, ne kadar kötü bir insan olduğu ve yönetim stilinin acımasızlığı hakkında Batı basınında sıklıkla haberler yer almaktadır.[14]

Şilay’ın yargılanması elbette Çin Halk Cumhuriyeti’nin tek partili yönetiminin dünyaya verdiği bir mesaj olarak da algılanmalıdır. Zira -ne kadar güçlü olursa olsun- bir üst düzey yöneticinin bu kadar küçük düşürücü  bir biçimde yargılanabilmesi, Çin’de adalet sisteminin iyi işlediğinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir ve Çin Komünist Partisi’nin klasik komünist ve tek-partili yönetim hastalıkları olan yolsuzluk ve nepotizmle mücadele edebileceği fikrini dünya kamuoyuna verebilir. Bo Şilay’ın hüküm giymesine dünyada kesin gözüyle bakılırken, idam cezasının beklenmediği ifade ediliyor.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ  



[1] “Bo Xilai scandal: Timeline”, BBC, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-17673505.
[2] “Bo Xilai scandal: Timeline”, BBC, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-17673505.
[3]Ousted Chinese Leader Is Said to Have Spied on Other Top Officials”, New York Times, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2012/04/26/world/asia/bo-xilai-said-to-have-spied-on-top-china-officials.html?pagewanted=all.
[4] “Bo Xilai scandal: Timeline”, BBC, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-17673505.
[5] “Çin Komünist Partisi Bo Şilay’ı affetmedi”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25385890/.
[6] “Bo Xilai scandal: Timeline”, BBC, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-17673505.
[7] “En büyük skandalın mimarı yargılanıyor”, Ntvmsnbc, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25461908/.
[8] “Bo Şilay skandalı sinema filmi oluyor”, Habertürk, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/833057-bo-silay-skandali-sinema-filmi-oluyor.
[9] “Bo Xilai”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Bo_Xilai.
[10] Kent Ewing (2011), “Mao’s army on the attack”, Asia Times Online, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/atimes/China/MF04Ad01.html.
[11] Kent Ewing (2011), “Mao’s army on the attack”, Asia Times Online, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/atimes/China/MF04Ad01.html.
[12] “Bo Xilai”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Bo_Xilai.
[13] Rosemary Righter (2012), Bo Xilai’s Sacking Signals Showdown In China’s Communist Party”, Newsweek, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.thedailybeast.com/articles/2012/03/15/bo-xilai-s-sacking-signals-showdown-in-china-s-communist-party.html.
[14] Örneğin; In Rise and Fall of China’s Bo Xilai, an Arc of Ruthlessness”, New York Times, Erişim Tarihi: 27.08.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2012/05/07/world/asia/in-rise-and-fall-of-chinas-bo-xilai-a-ruthless-arc.html?pagewanted=1&_r=0&ref=boxilai.

20 Ağustos 2013 Salı

Mısır Darbesini Nasıl Yorumlamalı?


Mısır’da gerçekleşen darbenin üzerinden uzunca sayılabilecek (1,5 ay) bir süre geçti… Özellikle son iki haftadır Müslüman Kardeşler’in organize ettiği gösterilere karşı Mısır Ordusu’nun sabrını tüketme noktasına geldiği ve katliamlara başladığı anlaşılıyor. Ülkemizde ise bu konu çok yanlış bir şekilde iç politika uzantısı şeklinde tartışıldığı için, Türkiye kamuoyu birçok konuda olduğu gibi bu konuda da karpuz gibi ortadan ikiye yarılmışa benziyor. Adalet ve Kalkınma Partisi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar başarıyla uyguladığı Soğuk Savaş döneminden kalma kutuplaştırma siyasetini Mısır konusunda da uygulamaya çalışması bu noktada kuşkusuz en önemli etken. Peki, Mısır darbesini mutlak yandaş ve mutlak karşıt çevrelerden kendimizi ayrıştırarak demokrat bir perspektifte nasıl yorumlamalı? Bu yazıda bu soruya yanıt arayacağım.
Mısır’da yaşananlarla ilgili olarak ilk söylenmesi gereken şey, yapılanın açık bir askeri darbe olduğudur. Mısır Ordusu, demokratik açıdan pek çok sıkıntısı olan bir seçimle de olsa halkoyuyla seçilmiş olan İhvan ya da Müslüman Kardeşler hareketinin desteklediği Hürriyet ve Adalet ve Partisi’nin adayı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi silah zoruyla görevden almıştır. Buna siyaset bilimi literatüründe coup veya coup d’état yani darbe adı verilir. Elbette darbeler kötüdür ve darbeleri kınamak gerekir. Ancak şunu da unutmamalıyız ki; Mısır’da darbe öncesi yaşananların da kesinlikle demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur ve şu ana kadar yaşananlar Mısır’ın bir demokrasiye hazır olmadığını göstermektedir. Neden mi?
Demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından birisi de devlet ve özellikle hukuk sisteminin dine dayalı olmaması, yani laiklik esaslarına dayanmasıdır. Bugüne kadar dünyada dini esaslara dayalı bir demokrasi kurulduğuna şahit olunmamıştır. Mursi Cumhurbaşkanlığında kabul edilen Mısır’ın yeni anayasasına da baktığımızda demokrasiye uygun bir metinle karşılaşmadığımızı belirtmek zorundayız. Çok sayıda kıraathane olmasına karşın “kıraat” kültürünün pek olmadığı ülkemizde kimse okumadığı için bugüne kadar köşe yazıları ya da televizyon tartışmalarında pek ifade edilmeyen bu hususu şöyle açıklayabiliriz.
Örneğin, Mısır anayasasının ilk maddesi bir ümmet anlayışından bahsetmekte, ikinci maddesi de İslamiyet’i resmi din olarak kabul etmekte ve İslam hukuku olan Şeriat’ı temel yasal kaynak olarak göstermektedir.[1] Bunlar demokratik bir ülke için asla kabul edilemeyecek sertlikte olan yasalardır. Mısır’ın yüzde 10’unu oluşturan Hıristiyan yurttaşlar (Kıptiler), bu anayasada resmi din İslam olduğu için rejim tarafından alenen dışlanmaktadırlar. Yeni anayasanın 3. maddesinde Hıristiyan ve Yahudilere referans yapılarak onların da kendi dini kurallarına göre işlem yapabilmelerinin önü açılmakta, ancak diğer dinlere herhangi bir güvence getirilmemektedir. Bu da diğer dinleri yok sayan ve açıkça inanç özgürlüklerine aykırı bir tutumdur.[2] Dahası bu çizgi; ortak bir yurttaş kavramı ve tekli bir hukuk sistemi getirmeyerek, ülkeyi bölünmeye ve parçalanmaya iten bir anlayışı temsil etmektedir. Oysa bugüne kadar kurulmuş tüm demokrasilerde laik ve tekil hukuk sistemleri geçerli olmuştur. Mısır’ın yeni anayasası ve İhvan’ın şimdiki çizgisinden demokrasi ve demokratikleşme beklemek hayalperestliğin ötesinde bir saflıktır. Dahası bu anayasada, İslam’ın da sadece Sünni yorumuyla ilgili bir referans yapılarak, diğer İslam anlayışları yok sayılmaktadır. Anayasanın 219. maddesinde vurgulanan bu durum elbette İslam içerisinde de ayrımcı bir tutuma işaret etmektedir.[3] Bu noktada yeni anayasa, 4. maddesinde El Ezher Üniversitesi’ni Şeriat hukuku anlamında danışılması gereken bir merci olarak göstermektedir. Oysa önceki 1971 anayasasında böyle bir hüküm bulunmamaktaydı.[4] Aslında Şeriat hukuku ve İslam’ın resmi din olması durumu 1971 anayasasında da olan bir maddeydi. Ancak bu durum benim nazarımda Mısır’ın demokratikleştiğini değil, aynı otoriter çizgide devam ettiğini ve demokrasiye hazır olmadığını ispatlayan bir gerçektir.[5] Mısır’da gerçekten bir demokrasi kurulacaksa bu laik esaslara göre olabilecektir.
Bunlara ek olarak, yeni anayasanın 8. ve 9. maddeleri eşitlikten söz etmesine karşın kadınlar ve azınlıklarla ilgili anayasada özel bir madde olmaması bu noktada şüpheleri arttırmakta[6] ve İhvan karşıtı korkuları körüklemektedir.[7] Anayasanın 10. maddesi aile, 11. maddesi dini ve yurtsever değerleri öne çıkararak, yine Batı tipi demokrasilere göre oldukça tartışmalı kabul edilebilecek bir pozisyon almaktadır. Oysa liberal ve gerçekten demokratik bir anayasada, yurttaşın dindar ya da yurtsever olup olmaması değil, kanunlara saygılı olması vurgulanmalıdır. Yine yeni anayasada karşımıza çıkan bir diğer sorun; Mısır Ordusu’nun bu anayasada zayıflatılması değil, güçlendirilmesi durumunun karşımıza çıkmasıdır. Örneğin anayasanın 195. maddesinde Savunma Bakanı’nın generaller arasından atanması zorunluluğu vurgulanmaktadır.[8] Ordunun bütçesi de, anayasanın 197. maddesinde yarısı generaller tarafından oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’ne bırakılmakta, böylelikle ordu yasal denetimin dışına çıkarılmaktadır.
Bu ve benzeri örneklerden görülebileceği üzere, Mısır anayasası bildiğimiz anlamda bir demokrasiye elverişli bir yapı ortaya koymamaktadır. Zaten Müslüman Kardeşler hareketi ideolojisinin de Batı tipi bir demokrasi anlayışıyla örtüşmediğini itiraf etmek zorundayız. Bu anlamda Şeriat taleplerini gizlememeleri bağlamında İhvan, ancak Türkiye’deki en radikal siyasal İslamcı hareketlerle eşleştirilebilecek bir çizgidedir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İhvan hareketine sempati duyması da, bu partinin demokratik çizgisine ciddi şekilde gölge düşürmektedir.
Bu noktada Batı tipi demokrasi ve İslamcılık ilişkisinde Huntington’ın dikkat çektiği 3 farklı modelden söz edebiliriz.[9] Bunlardan ilki El Kaide tipi örgütlerin ve İran İslam Devrimi’nin ideolojisi olan reddiyecilik (rejectionism), ikincisi tepeden inmeci Jakoben bir modernleşme öngören Kemalizm ve benzeri modernleşmeci hareketler, üçüncüsü de modernleşmeyi tabandan gerçekleştirmeyi planlayan ancak bunu zamana yayan ve din ile gelenekleri Kemalizm’e göre çok daha fazla önemseyen reformizm (reformism) modelidir. Mısır’da İhvan’dan reformist olması beklenmiş; ancak İhvan ve Mursi giderek reddiyeci bir çizgiye kaymaya başladığı noktada dünya dengeleri bir darbeyi zorunlu kılmıştır. Mısır’ın bundan sonra ihtiyacı olan da, bir anlamda kendi Kemalizm dönemleriyle demokrasiye uygun kültürel ve ekonomik altyapının sağlanmasıdır. Demokrasiye geçiş son derece zor ve sancılı bir süreçtir, bu nedenle Mısır’ın önce modernleşmesi ve ekonomik sorunlarını çözmesi daha doğru bir stratejidir. Aksi takdirde yaşanacak olan, önce kısa süreli bir demokrasi, ardından ise koyu bir baskıcı teokrasidir.
Bu nedenle Mısır’ı ve Mısır halkını gerçekten seven ve önemseyen insanların, içeride fazla oy almak adına bu meseleyi sömürmek yerine Mısır’a destek vermesi daha doğru bir strateji olacaktır. Elbette en baştan darbeyi kınamak ve demokrasiyi öncelemek doğru bir stratejidir. Ancak meseleye derinden bakınca, demokratik bir anayasa ve demokrasi kültürü olmadan dine dayalı bir demokratik rejim kurmanın mümkün olmadığını söylemek de biz demokratların boynunun borcudur.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Article 1: The Arab Republic of Egypt is an independent, united sovereign state that cannot be divided. Its system is democratic. The Egyptian People forms part of both the Arab and the Islamic community (umma). It is proud to belong to the Nile basin and the African continent, reach into Asia, and contribute positively to human civilization.
Article 2: Islam is the state’s religion, and Arabic is its official language. The principles of Islamic law (sharia) form the main source of legislation.
Mısır anayasasını İngilizce okumak için; http://niviensaleh.info/constitution-egypt-2012-translation/.
[2] “Egyptian Islamists Approve Draft Constitution Despite Objections”, New York Times, Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2012/11/30/world/middleeast/panel-drafting-egypts-constitution-prepares-quick-vote.html?ref=world&pagewanted=all&_r=0.
[3] Article 219: The principles of Islamic law (sharia) include general evidence, the foundational principles of Islamic jurisprudence (usul al-fiqh), the reliable sources from among the Sunni schools of thought (madhahib).
Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://niviensaleh.info/constitution-egypt-2012-translation/.
[4] “Egypt’s New Constitution: How it Differs from Old Version”, Voice of America, Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://www.voanews.com/content/egypt-constitution/1572169.html.
[6] “Egyptian Islamists Approve Draft Constitution Despite Objections”, New York Times, Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2012/11/30/world/middleeast/panel-drafting-egypts-constitution-prepares-quick-vote.html?ref=world&pagewanted=all&_r=0.
[7] Article 8: The state guarantees the ways of realizing justice, equality and freedom. It commits itself to facilitating the expression of compassion and solidarity among members of society. It guarantees the protection of individuals and their families and of property. It works toward securing the basic necessities for all citizens, as prescribed by law.
Article 9: The state commits itself to providing security, tranquility and equality of opportunity for all citizens, without discrimination.
Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://niviensaleh.info/constitution-egypt-2012-translation/.
[8] Article 195: The Minister of Defense is the general commander of the armed forces. He is appointed from among the officers.
Erişim Tarihi: 20.08.2013, Erişim Adresi: http://niviensaleh.info/constitution-egypt-2012-translation/.
[9] Huntington, Samuel Phillips. The clash of civilizations and the remaking of world order. New York: Simon & Schuster, 1998. Print, s. 72-74.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

"Türkiye'de Basın Özgürlüğü" konulu röportajım


"Türkiye'de Basın Özgürlüğü" konusunda Romence bir makale yayınlayan Moldova internet sitesi Media.Azi, bu makalede benim görüşlerime de yer verdi. Aşağıda bu makaleye ulaşabileceğiniz linki bulabilirsiniz.


Avustralya Genel Seçimlerine Doğru




7 Eylül 2013 Cumartesi günü yapılacak olan Avustralya genel seçimleri öncesinde siyasi parti ve liderler arasındaki rekabet kızışıyor. Bu yazıda ülkemizde fazla tanınmayan Avustralya siyasal aktörleri ve yaklaşan seçimler hakkında size bilgi vermeye çalışacağım.
Yaklaşan seçimlerde yarışacak olan iki önemli aktör; kısa bir süre önce parti içerisindeki liderlik yarışında Başbakan Julia Gillard’ı devirerek yeniden genel başkanlık koltuğuna oturan merkez sol Avustralya İşçi Partisi[1] lideri ve önceki Başbakan Kevin Rudd (Kevin Rad) ve onun karşısında merkez sağı temsil eden ve 1 Aralık 2009’dan beri partisinin genel başkanlık koltuğunda oturan Avustralya Liberal Partisi[2] lideri Tony Abbott (Toni Ebıt) olacaktır. Seçimler sonucunda Avustralya’nın 44. Parlamentosu oluşacak ve Rudd’ın liderliğindeki İşçi Partisi üst üste 3. defa seçimleri kazanmayı deneyecektir. Ancak İşçi Partisi’nin karşısında bulunan Avustralya Liberal Partisi de seçimlere son derece iddialı hazırlanmakta ve merkez sağ ve milliyetçi çizgideki diğer partiler olan LNP (Liberal National Party of Queensland – Queensland Liberal Milli Partisi), kısaca Nationals olarak bilinen National Party of Australia (Avustralya Milli Partisi), National Party of Western Australia (Batı Avustralya Milli Partisi) ve kısaca CLP olarak bilinen Country Liberal Party (Liberal Taşra Partisi) ile seçimlere bir seçim koalisyonu ile girmektedir.[3] Son yapılan anketler Abbott liderliğindeki koalisyonun seçimleri az bir farkla (% 52 – % 48) kazanacağını göstermektedir.[4] Ancak seçimlere henüz zaman olduğu ve farkın küçüklüğü düşünüldüğünde seçimleri Rudd’ın kazanması da sürpriz olmayacaktır.
2010 yılında yapılan son seçimlerde; hem Avustralya İşçi Partisi ve hem de Avustralya Liberal Partisi liderliğindeki merkez sağ koalisyon 72’şer milletvekili çıkarmayı başarmıştı. 150 milletvekilinin bulunduğu parlamentodaki kalan 6 sandalye ise bağımsızlar, Avustralya Yeşiller Partisi ve Bob Katter liderliğindeki Avustralya Partisi (Katter’s Australian Party) arasında paylaşılmıştı. Yeşiller’in tek milletvekili ve 3 bağımsızın desteğini kazanan İşçi Partisi seçimler sonrasında zor da olsa hükümeti kurmayı başarmıştı.[5] 76 üyeli Senato’da ise Avustralya Liberal Partisi liderliğindeki merkez sağ koalisyon 34 üye ile öndeydi. Onları 31 senatör ile Avustralya İşçi Partisi, 9 senatör ile Avustralya Yeşiller Partisi ve 1’er senatör ile DLP (Democratic Labour Party – Demokratik İşçi Partisi) ve bağımsızlar izliyordu. 7 Eylül’deki seçimlerde Avustralya Parlamentosu (Temsilciler Meclisi) 150 üyesi ile tamamen yenilenecekken, Senato’da ise 40/76 oranında kısmi yenilenme yaşanacaktır.[6] Seçimler öncesinde Başbakan adaylarını tanımakta da fayda var.
1957 doğumlu olan Avustralya İşçi Partisi lideri Kevin Rudd, 2007-2010 yılları arasında Başbakanlık yapmış deneyimli bir politikacıdır.[7] 2006-2010 yılları arasında İşçi Partisi liderliği yapan Rudd, kısa bir süre önce parti içerisindeki seçimle Başbakan Julia Gillard’ı devirmiş ve yeniden genel başkan olmuştur.[8] Daha önce ülkesi adına diplomatlık yapan Rudd, ilk kez 1998 seçimlerinde Temsilciler Meclisi’ne girmeyi başarmıştır. 2006 yılında partisinde genel başkan seçilen Rudd, lider olarak girdiği ilk seçimlerde 2007 yılında büyük başarı kazanmış ve Başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Rudd’ın ilk icraatları dünya kamuoyunda da oldukça ses getiren işler olmuş; Kyoto Protokolü’nü imzalayan Rudd, Amerika Birleşik Devletleri’ne destek amacıyla Irak Savaşı’na katılan askerlerini geri çekmiş, ayrıca ülkesinde yaşananlar ve “kaybolan nesiller” nedeniyle yerli Avustralyalılardan özür dilemiştir.[9] Rudd’ın bir diğer ilginç özelliği ise, hemcinsler arasında evliliğe destek veren ilk Avustralya Başbakanı olmasıdır.[10] 2010 yılında parti içerisinde liderliği Julia Gillard’a kaptıran Rudd, yine de seçimler sonrası kurulan İşçi Partisi hükümetinde Dış İşleri Bakanı görevini üstlenmiştir. 2012 yılında Gillard’ı devirmek için harekete geçip başarısız olan Rudd, nihayet 2013 Haziran ayı sonunda yeniden genel başkanlık koltuğuna oturmuştur. Rudd’ın genel özellikleri değerlendirildiğinde dış politikaya hâkimiyeti ve dürüst imajı en büyük avantajı olarak göze çarpmaktadır. Diplomatlığı döneminde Stockholm ve Pekin gibi kentlerde görev yapmış[11] olan Rudd, rakibi Abbott’a göre daha ağır bir aday gibi durmaktadır. Rudd Başbakanlığı döneminde de aslında halktan genel olarak destek almış, ancak 2009 yılından itibaren küresel ekonomik kriz nedeniyle popülaritesi düşmeye başlamıştır. Siyasi sığınmacılar konusundaki özgürlükçü tutumu da Rudd’ı sağcı-milliyetçi çevrelerde eleştiri konusu yapmaktadır.
Rudd’ın rakibi ise kendisi gibi 1957 doğumlu Tony Abbott’dır. İngiltere doğumlu olan Abbott, üniversite öğrencilik yıllarından beri sol karşıtı duruşuyla tanınmış ve hatta bu uğurda dayak yemiş bir sağcı politikacıdır.[12] Öğrencilik yıllarında boks sporuyla da uğraşan Abbott, oldukça karizmatik ve sert görünüşlü bir siyasetçidir. Sidney Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi eğitimi alan Abbott, sonrasında Oxford Queen’s College’da yüksek lisans yapmıştır. İşadamı, yönetici ve gazeteci olarak çalışan Abbott, 2001 yılında uzun süre iktidarda kalmış ünlü politikacı John Howard’ın hükümetinde Bakan olarak görev yapmaya başlamış ve ilk büyük çıkışını gerçekleştirmiştir. 2003 yılında Sağlık Bakanı olarak atanan Abbott, 2007 yılına kadar bu pozisyonda görev yapmış ve ülke çapında şöhrete kavuşmuştur. 2009 yılında parti başkanlığına seçilen Tony Abbott, seçimler öncesinde oldukça iddialı demeçler vermektedir. Siyasi sığınmacılar konusunda daha kısıtlayıcı bir politika izleyeceğini açıklayan Abbott, ayrıca kaçakçılıkla mücadelede de seçmenlere sert önlemler vaat etmektedir.[13] Abbott’ın bir diğer özelliği, beklenenin aksine Aborjinler ve yerlilerle ilişkilerde sertlik yanlısı olmaması, hatta Aborjinler için özel bir Başbakan atayacağını söylemesidir.[14]
Avustralya’da seçimler müthiş bir rekabete sahne olacak ve seçimleri son düzlükte öne çıkan aday kazanacaktır. Uluslararası Politika Akademisi (UPA) adına Avustralya seçimlerini de sizin için takip edeceğim.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; http://www.alp.org.au/.
[2] Web sitesi için; http://www.liberal.org.au/.
[3] “Australian federal election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Australian_federal_election,_2013.
[4] “Election 2013: poll shows Coalition ahead after first week of campaign”, The Guardian, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/world/2013/aug/10/election-2013-poll-shows-coalition-ahead-after-first-week-of-campaign.
[5] “Australian federal election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Australian_federal_election,_2013.
[6] “Australian federal election, 2013”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Australian_federal_election,_2013.
[7] “Kevin Rudd”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Kevin_Rudd.
[8] “Avustralya’da Kevin Rudd Başbakan Julia Gillard’ı Devirdi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/avustralyada-kevin-rudd-basbakan-gillardi-devirdi/.
[9] “Kevin Rudd”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Kevin_Rudd.
[10] “Kevin Rudd becomes first Australian prime minister to support gay marriages”, The Telegraph, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/australiaandthepacific/australia/10147708/Kevin-Rudd-becomes-first-Australian-prime-minister-to-support-gay-marriage.html.
[11] “Kevin Rudd”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Kevin_Rudd.
[12] “Tony Abbott”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Tony_Abbott.
[13] “Australia election: Tony Abbott proposes tough asylum measures”, BBC News, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-23721965.
[14] “Tony Abbott”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.08.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Tony_Abbott.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

İzmir Sermayesi İzmir Halkının Çok Gerisinde


Yıllık iznim için geldiğim memleketim İzmir’de halkımız ve bazı siyasetçilerle görüşmeler yapma şansı yakaladım. İzmir halkının genel kanısı, önümüzdeki aylarda yapılacak olan yerel seçimlerde tüm sorunlara rağmen Cumhuriyet Halk Partisi’nin büyükşehir belediyesini alacağı şeklindeydi. Ancak eskiden çok kesin konuşan İzmirlilerin bu defa seçim tahminlerinde çok daha ihtiyatlı olduklarını gözlemledim. Bunun temel nedeni de İzmirlilerin kentin durumundan ve ilerleyişinden memnun olmamaları yani sıklıkla kullandıkları ifadeyle “İzmir’in köye dönmesi” meselesi… Ancak bu noktada merkezi hükümetten yeterince destek alamayan ve davalarla boğuşan İzmir Büyükşehir Belediyesi kadar İzmir halkının çok gerisinde kalmış ve modern dünyaya uyum sağlayamamış İzmir sermayesinin payının da az olmadığını düşünüyorum. Neden mi? İşte size İzmir sermayesinin durumunu özetleyen trajikomik bir olay.

Geçtiğimiz günlerde tüm Türkiye ve dünyada ses getiren ve büyük destek toplayan Gezi olaylarına destek verdiği için İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden iki akademisyen, Prof. Dr. Sevda Alankuş ve Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Lyndon Way, üniversite yönetimi tarafından kendilerine telefon edilerek işlerine son verildiğini öğrenmişler. Kısa sürede akademi dünyasında infial yaratan olay sonrasında İzmir Ekonomi Üniversitesi hocaları ve öğrencileri olaya büyük tepki göstererek işlerine son verilen akademisyenlere sahip çıkmış ve üniversite yönetimini protesto etmişler. İzmir Ekonomi Üniversitesi öğrencileri ve mezunları kamuoyuna bir duyuru da yaparak olayı şiddetle kınamışlar. Tüm dünyada sermayenin özgürlüklerin önünü açması, liberalizmin temel dayanağı olan düşünce ve ifade özgürlüğünü genişletmesi düşünülürken, alaturka demokrasinin alafranga makyajlı kenti güzel İzmir’e geldiğimizde sermaye özgürlükleri kısıtlayan bir tutum alabiliyor. Düşünün ki, İzmir Ekonomi Üniversitesi, İzmir Ticaret Odası (İZTO) tarafından kurulmuş bir vakıf üniversitesidir. Üniversitenin kurucusu ve Mütevelli Heyeti Başkanı Ekrem Demirtaş aynı zamanda İZTO Yönetim Kurulu Başkanı’dır. İzmir sermayesinin dünyaya verdiği görüntü sermayenin demokrasi getirmeyeceği şeklindedir. Elbette ülkemiz düşünce ve basın hayatında son yıllarda çok geride kalmış İzmir entelektüellerinin buna bir tepki göstermesini beklemek hayaldir. Ancak en azından bu üniversitenin saygınlığını biraz olsun kurtaran öğrencilerine ve mezunlarına destek vermek bu kadar mı zordu? Bu karara imza atan ve akademik özgürlüklere alenen savaş açan İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin mütevelli heyeti üyelerinin isimlerini de buradan sizinle paylaşmak istiyorum;

Ekrem DEMİRTAŞ (Mütevelli Heyeti Başkanı)
Akın KAZANÇOĞLU
Metin AKDURAK (Mütevelli Heyeti Başkan Yrd.)
Vahdet SARIKAYA
Prof. Dr. Tunçdan BALTACIOĞLU
İsa AYKANAT
Mizyal AKIMSAR
Nuri ÖZPAMİR
Jak ESKİNAZİ
Sefa SELGEÇEN
M. Ertan SOYDAN
Turan ŞEN
Cüneyt GÜLEÇ
Prof. Dr. Attila SEZGİN (Onursal Üye)
Ender KIZILTOPRAK
Prof. Dr. Levent GÜREL

İzmir halkının özgürlükler anlamında çok gerisinde kaldığı anlaşılan İzmir sermayesi güzel İzmir’in gelişmişlik seviyesine yakışmıyor. İzmir halkının onlara zaman içerisinde çok güzel cevap vereceğini ve özgürlüklere sahip çıkacağını umuyorum. Bu gibi özgürlüklere düşman yönetimlerin elindeki üniversitelerde elbette ki bilim ve medeniyet gelişmeyecektir. Bu nedenle İzmir’in demokrat çevrelerinin Lucien Arkas ve benzeri demokrat işadamlarının önayak olmasıyla en kısa süre içerisinde İzmir’e yakışacak kalite ve büyüklükte yeni bir üniversitenin (daha önceki bir yazımda önerdiğim taşınılması düşünülen Buca Kaynaklar’daki eski halin yerine yapılabilecek Özgür İzmir Üniversitesi veya Demokrat İzmir Üniversitesi olabilir) kurulmasını diliyorum. Belki bu sayede İzmir’in lekelenen imajı biraz olsun düzeltilebilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci