25 Ağustos 2009 Salı

Kürt Sorunu ve Kürt Açılımı



Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden bugüne kadar süregelmiş olan Kürt sorunu veya daha resmi bir söylemle Güneydoğu sorunu; çeşitli sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik ve uluslararası boyutları bulunan çok karmaşık bir konudur. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti devleti; ulu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm diyene” sözünde vücut bulan ilerici ve bütünleştirici milliyetçilik anlayışı ile Kürt kökenli yurttaşlarımızı Cumhuriyet’in asli unsuru ve birinci sınıf vatandaşları kabul etmişse de, gerek kimi ırkçı kişiler, ön yargılı toplumsal gruplar ve devlet görevlilerinin Türkiye Kürtlerine yönelik ayrımcı ve dışlayıcı tutumları, gerekse de bölgenin geri kalmışlığı ve feodal yapısına dayalı olarak gelişen Kürt milliyetçiliği ve din temelli isyanlar karşısında ürken devletin uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle Kürt sorunu özellikle son 30 yıldır çok şiddetli bir şekilde kendini göstermektedir. Bugünlerde Kürt sorunu hükümetin yapmayı planladığı ancak çerçevesini iyi belirlemediği için toplumda büyük bir kutuplaşma ve endişe yaratan Kürt açılımı ile yeniden gündemdedir. Bu açılımın Amerika Birleşik Devletleri ordusunun Iraklı Kürt grupların desteğiyle işgal ettiği Irak’tan çıkmasına yalnızca birkaç ay kala alelacele hazırlanıyor olmasının garipliği bir yana, hükümetin bu konuda kendine kılavuz olarak gerçekte Kürt sorununun dış politik boyutu hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan ve tamamen 12 Eylül acımasızlığının yarattığı travma altında yaşayan (dolayısıyla ölçülü-mantıklı düşünemeyen) eski Stalinist, yeni liberal uçuk-lunatik aydınları seçmesi toplumda olan endişeleri misliyle arttırmaktadır. Kürt sorununun devasa bir konu olması sebebiyle o konuya fazla girmeden bu yazıda hükümetin yapmaya çalıştığı Kürt açılımıyla ilgili endişelerimi ve düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.

Öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ve Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin sözlerinde görebildiğimiz bu projenin dışarıdan yönlendiriliyor olduğu fikrine yoğunlaşalım. Her ne kadar hükümet, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi ve liberal entelijensiyamız aksini iddia etse de, bu projenin tamamen dışarıdan kaynaklanan bir süreç sonucunda geliştiğini görmek zor değil. Zira 7 senedir bu konuda çeşitli çabaları olmasına karşın somut ve kapsamlı bir adım atmaktan kaçınan ve hatta daha önce terör örgütünü kınamaması nedeniyle Demokratik Toplum Partisi ile görüşmeyi reddeden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, ABD ordusunun Iraklı Kürt grupların desteğiyle işgal ettiği Irak’tan çıkmasına yalnızca birkaç ay kala Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün birden ortaya attığı “Kürt sorununda güzel şeyler olacak” açıklaması sonrası aniden düğmeye basması ortada bir gariplik olduğunu gösteriyor. Afganistan’dan sonra Irak’ta da büyük bir hüsrana uğrayan Amerika Birleşik Devletleri, bölgeyi terk etmeden önce en azından Kuzey Irak bölgesinde kurdurduğu ve enerji kaynaklarını da içeren Kürt federe bölgesini Türkiye’nin kontrolüne bırakarak güvence altına almak ve Kürt bölgesini göstererek Irak’a demokrasi götürdüğünü iddia edebilmek istiyor. Ancak Kuzey Irak Kürt yönetimi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaptığı vahşice eylemler nedeniyle sık sık savaş durumuna getiren PKK terör örgütü nedeniyle ABD bölgenin ileride Arap grupların saldırılarının yanı sıra Türk ordusunun da hedefi olabileceğini düşünüyor ve işte tam da bu nedenle PKK’nın tasfiyesini daha doğrusu siyasallaşmasını ve Kuzey Irak-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesini öngören bir süreci hükümetimize empoze ediyor. Son seçimlerde “tek bayrak, tek vatan, tek millet” sloganlarıyla Anadolu’nun dört bir yanından milliyetçi-muhafazakâr oyları toplayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 7 sene sonunda bu ani kararını başka türlü yorumlamak gerçekten mümkün değil. Ayrıca hükümetin görevlendirdiği İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın “bu süreç yılbaşına kadar bitecek” gibi açıklamaları da 80 yıldır çözülemeyen bu sorunun bu kadar acele ile halledilmek istenmesinin arkasında ABD’nin bölgeden çekilecek olmasının yattığını gösteriyor. Yani Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun tüm hayalci değerlendirmelerine ve enerji politikalarında atılan bazı doğru adımlara karşın hükümetin ABD’ye olan göbek bağı olanca gücüyle devam ediyor ve ABD’nin emrettiği bir süreç Türk iç politikasını tamamen şekillendirebiliyor.

Ancak bu sürecin dışarıdan yönlendiriliyor olmasının çok büyük hatalara yol açabilecek bir tarafı var. Bugün ABD silahları arkasına saklanarak kendilerine gerçekte olandan çok daha büyük bir güç vehmeden Kuzey Iraklı Kürt gruplar, ABD’nin bölgeden çekilmesi sonrası oluşacak yeni güç dengelerinde şimdiki güçlerinden önemli bir bölümünü kaybetmek zorunda kalacaklar. İşte tam da bu nedenle şu an bölgenin gerçek güç dengeleri oluşmadan atılmaya çalışılan bu adım aslında Kürt tarafını daha avantajlı bir konuma geçirmek için tasarlanmış gibi gözüküyor. Zira ABD’nin bölgeden çıkışı sonrası Sünni ve Şii Arap grupların saldırılarına ve tehditlerine maruz kalacak olan Kuzey Irak yönetimi bu durumda yakın bir gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik meydan okur tavrından caymak (bu konuda Talabani’nin PKK’lı teröristleri isteyen Türkiye’ye yönelik “Size bir Kürt kedisi bile vermem” açıklaması hala hafızalardadır) ve iç savaş tehlikesine karşı ülkemizle çok daha iyi geçinmek durumunda kalacaktır. Öyleyse ülkemizin menfaatleri bu durumda “bekle ve gör” politikasını daha makul kılıyorsa hükümetin bu konudaki aceleci tavrının mantığı nedir? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti hükümeti kendi ülke çıkarlarından, kendi halkının çıkarlarından ziyade Iraklı Kürt grupların çıkarlarını mı savunmak için iktidardadır? Bu soruyu bugün hangi etnik kökenden gelirse gelsin tüm vatandaşlarımızın sormaya hakkı vardır. Zira Türkiye Kürtlerini bu projede sadece bir araç olarak ele alan ABD ve AKP hükümetinin bu açılımla esas amacı Kürt kökenli yurttaşlarımızı daha iyi bir yaşama kavuşturmak değil, ABD’nin kontrol ettiği ve enerji kaynaklarını sömürdüğü Kuzey Irak bölgesini güvence altına almaktır. Ayrıca bu konuda Henri J. Barkey ve David Phillips gibi Amerikalı uzmanların hazırladıkları raporların hükümetin söylemleriyle benzeşmesi bu projenin dışarıdan yönlendirildiği izlenimini güçlendirmektedir.

Elbette bunu yorumları yaparken tamamen Türkiye halkının menfaatleri doğrultusunda bir değerlendirme yapıyor ve Kürtlere yönelik herhangi bir düşmanca tavır içine girmiyoruz. Zaten büyük önderimiz Mustafa Kemal’in de Afet İnan’la beraber hazırladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı eserinde Türklerin “ırk kardeşi” olarak nitelendirdiği Kürtlerimizi sevmek ve onların yaşam koşullarını geliştirmekten başka bir düşüncemiz olamaz. Ancak Irak’ta katledilen 1 milyon insanın vebalini boyunlarında taşıyan Iraklı Kürt gruplar elbette ki ABD’nin bölgeden çekilmesi sonrası elde ettikleri ve ülkemizi Şemdinli ve Ergenekon Operasyonları gibi kimi girişimlerle istikrarsızlaştırmak için kullandıkları aşırı gücün en azından bir bölümünü Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Iraklı Arap gruplara devretmek zorunda kalacaklardır. Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken acele etmek değil, son derece sakin olmak ve beklemektir. Hükümetin bu acelesi sürecin dışarıdan yönlendirildiği görüşünü doğrulamakta ve Türk milletinde büyük tepkiye yol açmaktadır. Süreci doğru okuyan CHP ve MHP de hükümete bu yolla yüklenerek oylarını hızla arttırmaktadırlar. Bu süreç sonunda AKP’nin iktidarını kaybetmesi hatta AKP’nin süreci yönlendiren önemli isimlerinin sonraki dönemde Yüce Divan’lık olmaları gibi riskler bulunmaktadır. Bu anlamda son oluşan dengeler incelendiğinde büyük olasılıkla 2010 Kasım’ında yapılacak olan genel seçimlerde ortaya çıkacak olan bir CHP-MHP koalisyonu çok uzakta gözükmemektedir. CHP bu koalisyonun büyük ortağı olmak için şu an hala daha avantajlı olmasına karşın (bu noktada Sarıgül’ün ortaya çıkışı CHP oylarını azaltabilir), MHP’nin AKP’den de kopan oylarla tarihinde bir ilki gerçekleştirerek yüzde 20’leri aşabileceğini öngörmekteyim (Ancak MHP’nin de oylarının bir bölümünü Osman Pamukoğlu’nun partisine kaptırma riski bulunmakta). Yine AKP’den kopan oyların Abdüllatif Şener, Demokrat Parti ve Saadet Partisi’ne akabilme olasılığı gözükmekte. Bu nedenle AKP’nin yüzde 40’lardan yüzde 20'lere dahi düşebileceği bir süreci dışarıdan dayatılması nedeniyle kendi eliyle başlattığı iddia edilebilir. (Elbette bu tahminler sürecin şu anki kontrol dışı ve halktan büyük tepki çeken şekilde devam etmesi durumunda geçerli olabilecek olan senaryodur.)

Yine de bu aşamadan sonra vazgeçilmesi daha tehlikeli olabilecek olan bu sürecin ulus-devlet ve üniter yapımızı bozabilecek noktalara gitmemesi için hükümetimize yapılabilecek bazı tavsiyeler mevcuttur. Öncelikle hükümetin, bugün gerek Kürt sorunu gerek tüm diğer meselelerde sorunların temel kaynağının ekonomik olduğunu görerek bir an önce neo-liberal saplantılarından vazgeçerek bölgede devlet eliyle yatırımlar yapması ve bölgenin işsiz ve radikalleşmeye müsait gençlerine iş temin etmesi gerekmektedir. Terör örgütüne yönelik toplumda büyük bir öfke uyandıran sempatik yaklaşımlardan vazgeçilmeli ve bölge halkına DTP aracılığı ile değil direkt olarak hükümetin kendisi ulaşmaya çalışmalıdır. Sorunlarının çözüleceğine, iyi bir iş ve yaşam imkânı bulunabileceğine inanan bölge halkı siyasal fikirleri ne olursa olsun bu noktada DTP-PKK çizgisinden rahatlıkla uzaklaşabilecektir. İkinci olarak hükümet sonradan büyük hayal kırıklıkları yaratabilecek aşırı isteklerin önüne geçmek için bir an önce bu açılımın çerçevesini belirlemeli ve milli kimliği orta ve uzun vadede bozmayacak ölçüde Kürt kökenli yurttaşlarımıza kültürel-bireysel haklar temin etmelidir. Bu anlamda bazı üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin kurulması ve Kürtçe seçmeli derslerin üniversite dil dersleri müfredatına sokulması atılabilecek olumlu adımlardır. Ancak hükümetin Taraf Gazetesi’nde ifade edildiği gibi Kürtçe’yi eğitim dili olarak kabul etmesi ya da bir üst milli kimlik olarak kabul ettiğimiz Türklüğü anayasadan kaldırması gibi durumlar Türkiye’nin orta ve uzun vadede bölünmesini garanti altına almak olacaktır. Dil birliğini koruyamayan bir millet mutlaka günü geldiğinde çözülecektir. Türklüğün bir üst kimlikten alt kimliğe indirgenmesi (özellikle sandıkta güçlendikçe kendini bir Padişah olarak görmeye başlayan Başbakan bu konuda çok yanlış açıklamalar yapmaktadır) tarihsel süreç içerisinde doğal olarak oluşmuş Türk milleti kavramını anlamsızlaştıracak ve Türkiye’yi yine orta ve uzun vadede bölünmeye ya da federatif bir devlet olmaya zorlayacaktır. Üçüncü önemli nokta, 1 Eylül’de sözde ateşkes için verdiği süre dolacak olan PKK’nın, sınır askeri birliklerce çok iyi kontrol edilerek Kuzey Irak’ta Kandil-Mahmur bölgesinde hapsedilmeye devam etmesi ve süreç netleşene kadar eylem yapmasının engellenmesidir. Zira PKK’nın bu aşamada yapacağı yeni eylemler toplumda yaratacağı öfke nedeniyle süreci baltalayabilir ve hükümeti çok zor durumlara düşürebilir. Dördüncü olarak, bu açılımları bireysel-kültürel haklar ve Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılması gibi sembolik adımlarla ölçülü bir şekilde götürecek olan hükümetin ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası Kuzey Iraklı Kürt gruplarla masaya oturması ve PKK’nın tasfiyesi için bir plan yapması gerekmektedir. Bu noktada Iraklı Kürt yerel yönetiminin ABD’nin bölgeden çıkışı sonrası düşeceği dezavantajlı durumdan istifade edilmeli ve kendi istikrarlı durumlarının Türkiye’nin tavrına bağlı olacağı ifade edilmelidir. Hoş olmasa da dış siyaset ülkelerin kendi çıkarlarına uygun olarak planlar yaptıkları kirli bir oyun alanıdır dahası 1 milyon insanın ölümüne ortak olmuş Iraklı Kürt grupların bugün medyamızca sunulan mağdur imajından artık vazgeçmemiz gerekmektedir. Beşinci olarak, hükümet Cumhuriyet’in temel prensiplerine yönelik düşmanca açıklamaları ve tutumlarıyla rejim karşıtı grupları güçlendirmekten vazgeçmeli ve kucaklayıcı bir siyasetle toplumun tamamına hitap etmeye çalışmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın artık öfke nöbetlerine yenik düşmeyerek, laik, sol, Kemalist, milliyetçi seçmenleri de kucaklayabilecek ılımlı bir söylem tutturması ve ortamı daha fazla germemesi gerekmektedir.

Hükümetin dışarıdan dayatılan bu zorlu sürece girmek zorunda kalması eğer devlet kurumları uyumlu ve yakın bir geleceği hesap ederek çalışırsa hayırlı sonuçlara vesile olabilir. Kuzey Iraklı Kürt grupların zayıflaması ülkemizdeki bugünkü hukuki ve siyasal birçok anormalliklerin düzelmesi ve olağan dengelerin oluşması anlamına gelebilir. Yine açılım sonucu Kürt kökenli yurttaşlarımıza sunulacak olan makul haklar artık Türkiye Kürtlerinin (tabii ki aşırıcı-ölçüsüz olanların değil) kendilerini daha mutlu ve sistemle barışık hissetmelerine yol açabilir. Ancak hükümetin ucu açık ve sınırları belirlenmeyen bir süreçte ısrar etmesi ve bu konuda ABD’nin baskısına boyun eğerek acele etmesi Türkiye’yi iç çatışmaların ve toplumsal gerginliklerin yaşanacağı olağanüstü dönemlere de götürebilir. Türk milliyetçiliğinin tarihsel olarak aynı bugünkü gibi reaksiyoner-tepkisel olarak geliştiği ve Misak’ı Milli sınırlarına varoluşsal bir anlam yüklediği düşünülürse, hükümetin yanlış adımları MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kontrol altında tutmaya çalıştığı milliyetçi öfkenin sokaklara taşmasına yol açabilir. Bu nedenle hükümet bir an önce bu açılımın sınırlarını makul bir ölçüde belirlemeli ve topluma açıklamalı ve bunlara ek olarak muhalefet partilerini de mutlaka sürece dâhil etmelidir. Bu son süreçle beraber maskeleri iyice düşen ve özgürlükçü-solcu-liberal etiketlerinin ardında Washington ve Brüksel’den aldıkları talimatları yerine getirdikleri ispatlanan medya tetikçilerinin de toplumu kutuplaştıracak ve Türkiye’yi bir iç savaş ve darbe ortamına sürükleyecek olan aşırı söylemleri ve kışkırtıcı açıklamalarını hükümetin bir an önce durdurması akıllıca olacaktır.

Ozan Örmeci

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Muhammed Ali


17 Ocak 1942 doğumlu eski ünlü ağır sıklet boksörü olan Muhammed Ali’nin gerçek ismi Cassius Marcellus Clay’dir. Ancak Ali Müslüman olduktan sonra kendisinin Muhammed Ali ismiyle çağrılmasını istemiş, köle soyadı olan Clay’i reddettiğini açıklamıştır. Ali Louisville Kentucky’de fakir ve köle olarak çalışan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda kardeşinin yakın mesafeden attığı taşlardan kaçarak yaptığı antrenmanların neticesinde tarihin en önemli savunmaya dayalı boksörlerinden birisi olmuştur. Kendine özgü kelebek dansı ile de tanınır. Uzun kolları ve üstün tekniği nedeniyle kendisinden daha güçlü rakipleri mağlup edebilmesi de onun popülaritesinde önemli bir etkendir. Ancak kanımca esas popülaritesi Müslüman zenci hareketinin aktif isimlerinden birisi olması ve Amerikan hükümeti ile yaşadığı sorunlardan ileri gelmektedir. Bu dönemde ünlü zenci Müslüman lider Malcolm X’in yakın bir arkadaşı ve yoldaşı olmuştur. Elijah Mohammed’in etkisiyle bir ara Malcolm X’le araları bozulsa da, onun ölümünde Elijah Mohammed’in parmağı olduğuna inandığı için Nation of Islam hareketinden bir süre sonra ayrılmıştır. Vietnam Savaşı’nı protesto ettiği ve orduya katılmayı reddettiği için Ali’nin boks lisansı elinden alınmış ve ağır sıklet dünya şampiyonu olduktan sonra yıllarca zor koşullarda yaşamıştır. Bu dönemde yaptığı “Benim Vietkonglularla alıp veremediğim yok (I ain't got no quarrel with those Vietcong)” , “hem onlar beni hiç aşağılamadılar” gibi açıklamaları nedeniyle Soğuk Savaş çılgınlığının yaşandığı ülkesinde adeta vatan haini ilan edilmiştir.


1960 Roma Olimpiyatları’nda ABD adına altın madalya kazanarak ilk çıkışını yapan Ali, daha sonra kariyerine müthiş bir başlangıç yapmış ve üst üste nakavtla kazandığı maçlar sonrası dönemin büyük şampiyonu Sonny Liston’ın bir numaralı rakibi haline gelmiştir. Sonny Liston’ı yenerek ilk kez 1964 yılında altın kemeri kazanmıştır. Bu maçtan önce basın toplantısında söylediği "You can’t hit what you can't see (Göremediğin şeye vuramazsın)" açıklaması hala hafızalardadır. 1965 yılında Liston’a karşı ünvanını başarıyla korumuş ve ününü pekiştirmiştir. Aynı dönemde çılgın kişiliği ve yaptığı olay açıklamalarla da basının ve seyircilerin gözdesi olmuştur. Howard Cosell ile yaptığı röportajlar ve ona yaptığı şakalarla (mesela canlı yayında peruğunu çıkartması) bir spor yıldızından efsaneye ve televizyon yıldızına dönüşmüştür. Aynı dönemde kendisini dünyanın en seksi adamı, en güzel yüzün sahibi ve dünyanın kralı ilan etmiştir. Kendisini Ali olarak çağırmak istemeyen ve onun çocuklara kötü örnek olduğunu iddia eden çocukluk idolü Floyd Patterson ve Ernie Terrell’i ringde çok fena dövmüş ve Terrell maçında her yumruğu sonrası "What’s my name (Benim adım ne)" diye haykırmıştır. 1967-1970 yılları arasında kendisine uygulanan yasak nedeniyle boks yapamayan Ali, bu dönemde zenci hakları konusunda mücadelesine ağırlık vermiştir. 1970 yeniden boksa dönen Ali, başlarda antrenmansız yılların da etkisiyle oldukça kötü bir performans sergilemiştir. Fight of the Century (Yüzyılın maçı) olarak bilinen maçta 1971 yılında ezeli rakibi Joe Frazier’a yenilen Ali'nin, 1973 yılında da Ken Norton ile yaptığı maçta çenesi kırılmış ve böylece 2. mağlubiyetini almıştır. Bu kötü dönemi disiplinli çalışmasıyla kısa sürede atlatan Ali rövanş maçlarında Norton ve Frazier'ı hakem kararlarıyla mağlup ederek 1973 yılında yeniden eski günlerine dönmüştür. 1974 yılında o zamanlar oldukça genç olan Don King’in organize ettiği "The Rumble in the Jungle (Ormanda Kavga)" adıyla bilinen Kinşasa Zaire’deki meşhur maçta; Joe Frazier'ı sürpriz bir şekilde mağlup ederek altın kemeri kazanmış olan yeni şampiyon George Foreman’ı inanılmaz bir maç sonunda nakavt etmiş ve yeniden altın kemeri kazanmıştır. Bu maçta kendisinden çok daha genç ve güçlü rakibini yorarak Ali tarihin en önemli taktiksel galibiyetlerinden birini almıştır. Ayrıca Zaire halkıyla olan yakınlığı sayesinde kendisi artık Afrika’da da bir kahramandır. 1975 yılında "The Thrilla in Manila (Manila'da Korku Filmi)" adıyla bilinen maçta Filipinler'in başkenti Manila'da daha önce yenildiği Joe Frazier’ı bir kez daha yenerek (bu kez hakem kararıyla değil teknik nakavtla) altın kemerini koruyan Ali artık boks dünyasının en büyüğü olduğunu kanıtlamıştır.


1979 yılına kadar ağır sıklet boks şampiyonu olarak zirvede kalan Ali, 1980 yılında aldığı iki mağlubiyetten sonra aktif spor yaşamına veda etmiştir. Ne yazık ki bu büyük sporcu boks yaşamı sürecinde aldığı darbeler nedeniyle senelerdir Parkinson hastalığından muzdariptir. Kızı Leyla Ali de önemli bir bayan boksör olmuştur. Ali ismiyle hayatı yakın zamanda filme çekilmiş ve kendisi Will Smith tarafından başarıyla canlandırılmıştır. Çapkın bir adamdır, birçok evliliği olmuştur. Profesyonel boks yaşamında sadece 5 kez yenilen (biri emekliliğine doğru, son ikisi emekliliğinden hemen öncedir) Muhammed Ali, 36 yaşına kadar boks dünyasının efsane ismi olmayı başarmıştır. 61 maçının 56’sını kazanmış ve dahası 37’sini nakavtla kazanmayı bilmiştir. Ağır Parkinson hastalığına rağmen yaşamına devam eden Ali, Time 100 listesine girmiş gerçek bir Amerikan efsanesidir.


Ozan Örmeci

21 Ağustos 2009 Cuma

Türkiye'de Neden Demokrasi Yok?


-->
Demokrasi terimi Türkiye’de son yıllarda anlamı ve özü bilinmeden de olsa en çok kullanılan kelimelerden biri haline geldi. Bu duruma en azından slogan düzeyinde de demokrasi bilincinin yayılması açısından olumlu bakmak mümkün. Ancak Türkiye’de sağlıklı işleyen ve milli iradeyi temsil eden demokratik bir rejimin yürürlükte olduğunu iddia edenlere sorulmak üzere bazı sorularım olacak. Umarım bu sıkıntılar aşılarak Türkiye’de gerçekten demokratik bir rejimin hüküm süreceği ve sağlıklı bir milli irade temsilinin gerçekleşeceği günleri gelecekte görebiliriz.
İlk olarak demokrasi bilindiği üzere özgür bireylerin yapacağı özgür tercihler üzerine kurulu bir rejimdir. Ancak ülkemizin başta Güney Doğu Anadolu bölgesi olmak üzere çeşitli bölgelerinde halen hâkim olan feodal yapı nedeniyle bu bölgelerde kişilerin kendi aşiret reisleri, beyleri, toprak sahiplerinin buyrukları dışında özgür bir seçim yapabildiklerini iddia etmek son derece zordur. Nitekim Atatürk’ün çok istemesine rağmen gerçekleştiremediği toprak reformu nedeniyle bu ve benzeri feodal yapının egemen olduğu yerlerde hangi partinin seçileceği bölgenin elit kesimlerinin tercihlerine göre şekillenmekte ve demokrasi sadece görünürde işlemektedir. Benzer bir şekilde Anadolu’da ve büyükşehirlerimizin çeşitli bölgelerinde yaygın olarak görülen cemaat-tarikat yapılanmaları nedeniyle, demokrasinin dayandığı temel unsur olan özgür birey ülkemizde hızla yok olmakta ve bireylerin tercihleri şeyhler, dervişler tarafından belirlenerek görünürde demokratik olan bir rejimde bazı siyasal partiler çeşitli aşiret-tarikat-cemaat-çıkar odakları ittifakına dayalı şekilde iktidara gelebilmektedirler. Artık hepimizin görmesi gereken şey; Cumhuriyet’in hedeflediği özgür ve bağımsız, akıl ve bilimi kendine rehber edinmiş çağdaş insanı yaratamayan ülkemizde demokrasicilik oyunuyla avutulduğumuz sürece sürekli yerimizde sayan, uyutulmaya ve geri kalmaya devam eden bir toplum olarak kalacağımızdır.
Türkiye’de demokrasinin reel anlamda uygulanmasını engelleyen bir diğer önemli faktör ülkemizde demokrasinin yalnızca bir prosedürler ve kurallar rejimi olarak algılanması ve demokrasinin bir yaşam kültürü olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesidir. Evinde karısını döven ve onun hangi partiye oy vereceğine kendisi karar veren dogmatik düşüncedeki baskıcı insanlarla, koşulsuz itaat düzenini barındıran şeyh-mürit ya da ağa-köylü ilişkisine dayalı bir sosyal çevrede demokrasinin yalnızca sandıkta gerçekleşebileceğini zannetmek büyük bir yanılgıdır. Demokrasinin hane içinden başlayarak camiye, kışlaya, okullara, çeşitli devlet kurumlarına, siyasal partilere (parti içi demokrasi) uzanmadığı bir düzen içerisinde demokrasinin gerçek anlamda uygulanabilmesi imkânsızdır. Böyle bir düzen içerisinde oynanan demokrasicilik oyunu da her zaman için ülkenin gelişmesinden, ilerlemesinden yana olan kesimlerin zararına işleyecek bir süreci beraberinde getirmektedir. Oysa istediğimiz demokratik rejim, demokrasiyi herkesin bir yaşam kültürü olarak benimsediği ve böyle yaşadığı uygar ve barışçıl bir toplumda uygulanabilir.
Üçüncü olarak ünlü Karşılaştırmalı Politika uzmanı Adam Przeworski’nin tabiriyle “şehirdeki tek oyun” olan yani toplumun tüm kesimleri tarafından içselleştirilen ve sınırları bilinen demokratik rejim ülkemizde demokrasi dışı aktörlerin varlığı nedeniyle böyle bir kurumsallaşma düzeyine erişememiştir. Öncelikle mevcut laik sistemi değiştirmek isteyen ve ılımlı İslam ya da daha kısıtlı ölçekte şeriat devleti gibi talepleri olan radikal dinci unsurların ve güçlü cemaatlerin varlığı ve onların demokratik rejime olan olumsuz bakışları demokrasinin kökleşmesini engelleyen önemli faktörlerdendir. Yine ayrılıkçı terör örgütünün silahları gölgesinde siyaset yapan ve bu nedenle demokrasiyi baltalayan Kürt milliyetçisi hareket nedeniyle demokratik rejimin yerleşmesi oldukça zor bir hale gelmektedir. İslamcı ve Kürt milliyetçisi hareketlerin demokrasi dışı metot ve hayallerini gören laik yurtsever çağdaş kesimlerde de özellikle toplumsal kutuplaşmanın arttığı dönemlerde bu hareketlere karşı yapılabilecek bir askeri müdahale umudu doğmakta ve böylelikle demokrasi karşıtı akımların varlığı nedeniyle çağdaş çoğunluk da demokrasiden uzaklaşmaktadır. Bu karşılıklı korkular birbirlerini beslemekte ve demokrasinin ülkemizde tek oyun haline gelmesini engellemektedir. Demokrasi karşıtı aşırıcı akımların belki de en büyük zararları yarattıkları korkular ve güvensizlik nedeniyle karşı taraflarındaki insanları da demokrasi dışı çizgiye çekebilmeleridir.
Dördüncü olarak, Türkiye’deki mevcut siyasal sistemin demokratik anlamda en büyük sıkıntılarından birisi de ülkemizde güçler ayrılığı ilkesinin layıkıyla uygulanamamasıdır. Siyasal partilerin içerisindeki demokrasi eksikliği nedeniyle, lider sultasının hükümet sürdüğü partilerimizde yarı-tanrı hüviyetine bürünen siyasal liderler ülkemizde yasama erkinin seçilmiş milletvekilleri tarafından bağımsız ve hür iradeleriyle gerçekleşmesini engellemektedir. Bu nedenle özellikle tek başına iktidar olabilen bir siyasal partide liderin aşırı baskın gücü sayesinde yasama ve yürütme erkleri tek elde toplanmakta ve aslında padişahlık rejiminden çok da farklı olmayan bir tek adam yönetimi sahne almaktadır. Günümüz Türk siyasetinde AKP milletvekillerinin iradeleri üzerinde ipoteği bulunan AKP genel başkanı ve başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde biriken büyük güç aslında bir Osmanlı padişahından eksik değildir zira tüm yasama ve yürütme güçleri kendi elleri arasındadır. Bu durumu engelleyen ve yürütmenin aşırı güçlenmesine engel olmayan çalışan yargı erkimiz de, hem yandaş medya tarafından yapılan kasıtlı yıpratma kampanyaları, hem de fiziki yetersizlikleri nedeniyle oldukça güç duruma düşürülmekte ve yapılması düşünülen hukuk reformu ile de yürütmenin kontrolüne sokulmaya çalışılmaktadır. Yargının da yürütmenin yani Başbakan’ın kontrolüne gireceği bir Türkiye hiç kuşkusuz Nazi yönetiminden farksız bir totaliter-faşist tek adam diktatörlüğü halini alacak ve zaten yalnızca görünürde uygulanan demokrasi tamamen ortadan kalkacaktır.
Beşinci olarak, Türkiye’nin aşırı dış borçlanma ve teknolojik-kültürel bağımlılığı yüzünden Batılı büyük ülkelerin güç kavgalarına sahne olan bir ülke olması sebebiyle ülkemizde demokrasi daima Batı’nın demir perdesi altında gerçekleşen bir rejim özelliği göstermektedir. Ülkenin Amerika Birleşik Devletleri’ne olan bağımlılığı nedeniyle ortaya konan ekonomik ve politik tercihler daima kısıtlı kalmakta ve halkın gerçek anlamda hislerine tercüman olabilecek bir iktidar kurulamamaktadır. Bugün iktidarda AKP gibi İslamcı ve Batı karşıtı kökenlerden gelen bir parti iktidarda olmasına karşın, Türk halkının lehine fakat ABD ve İsrail’in aleyhine politikaların uygulanmakta zorluk çekilmesi bunun en somut ispatıdır. O nedenle iç meseleler gibi gördüğümüz birçok konu aslında dışarıdan manipüle edilmeye son derece açıktır. Bu da ülkemizde gerçek anlamda bir demokrasinin uygulanmasını imkânsız kılmaktadır. Gelişen küreselleşme sürecinde artan çok uluslu-dev şirketler ve tröstlerin ülkemiz üzerindeki etkileri nedeniyle de demokrasinin uygulanması daha zor hale gelmektedir.
Altıncı olarak, gerek sosyalist solun zayıflaması ve sınıfsal politikaların zayıflayarak yerini kimlik politikaların alması, gerekse Türkiye’de iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin etnik-mezhepsel ayrımcılık politikaları nedeniyle son yıllarda hızla artan aşırı kimlik aidiyetleri nedeniyle ülkemizde demokratik yarış bir sınıfsal-demokratik tercih ya da projelerin yarışmasından ziyade etnik ve mezhepsel kimliklere göre şekillenmektedir. 2007 ve 2009 seçimleri sonucunda ortaya çıkan haritalara bakıldığında bu durum kolaylıkla görülebilir. Sahilde modern yaşamın hüküm sürdüğü gelişmiş bölgelerde çoğunlukla Cumhuriyet Halk Partisi (CHP’nin asıl güçlü olması gereken varoşlarda farklı eğilimler mevcut), Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı ve terör tehdidinin var olduğu Güney Doğu Anadolu vilayetlerimizde Demokratik Toplum Partisi, muhafazakâr yaşam tarzının hâkim olduğu iç Anadolu bölgelerimizde ise AKP ya da Milliyetçi Hareket Partisi ağırlığı son iki seçimde net olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum aslında ülkemizde demokratik siyasetin bittiğini ve insanların yalnızca kendi kimlikleri ve yaşam tarzlarına göre oy verdiğini göstermekte ve demokratik bir rejimin var olmadığını bizlere ispatlamaktadır.
Yukarıda çok basit bir düzeyde de olsa anlatmaya çalıştığım 6 temel sebep; yani 1-) özgür insanın yaratılamayışı, 2-) demokrasinin bir yaşam kültürü olduğu gerçeğinin göz ardı edilerek sadece oy vermekle demokrasinin gerçekleştiğinin zannedilmesi, 3-) demokrasi dışı eğilimlerin hala kimi gruplarda yaygın olarak görülmesi, 4-) güçler ayrılığı ilkesinin uygulanamaması, 5-) Batılı ülkelerin Türkiye üzerindeki hesapları ve ağırlıkları ve 6-) insanların yalnızca kimliklerine ve yaşam tarzlarına göre oy vermeye başlamış olmaları nedeniyle ülkemizde sağlıklı bir demokrasinin var olduğunu iddia etmek bana oldukça anlamsız gözükmektedir.
Ozan Örmeci