29 Eylül 2023 Cuma

Dr. Sina Kısacık'la Almanya'nın Enerji Politikası Hakkında Mülakat

Dr. Sina Kısacık, 4 Mayıs 1979 Adana doğumludur. Lisans eğitimini Uluslararası İlişkiler alanında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde tamamlamış, Yüksek Lisans derecesini Avrupa Birliği alanında Galatasaray Üniversitesi'nden almış, Doktora derecesini ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında Yeditepe Üniversitesi'nde elde etmiştir. 1 Ekim 2021 tarihinden bu yana Kıbrıs İlim Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi’ne bağlı Uluslararası İlişkiler bölümünde Dr. Öğr. Üyesi olarak görev yapmaktadır. Kısacık'ın akademik çalışma alanları; Rus Dış Politikası, Türk Dış Politikası, Orta Asya, Kafkasya, Arktik, Çin ve enerji jeopolitiği/güvenliği politikalarıdır. 

Ozan Örmeci: Değerli hocam, artık bir gelenek olduğu üzere, çeşitli ülkelerin siyaset ve dış politikaları üzerine yazdığım kitaplarda yer alması için sizinle o ülkenin enerji politikası ve portföyü üzerine bir mülakat gerçekleştiriyorum. Şimdi sırada Almanya kitabı olduğu için, bu vesileyle de Almanya’nın enerji politikası hakkında uzman görüşlerinize başvurmak istiyorum.

Genel bir değerlendirmeyle başlamak gerekirse, son Ukrayna krizine kadar Almanya’nın enerji politikalarında diğer ülkelere kıyasla dikkat çeken temel özellikleri nelerdi? Söz gelimi, Fransa nükleer enerjiyi yaygın bir ülke olarak bilinirken, Almanya da yenilenebilir enerji konusundaki kapsamlı yatırımlarıyla biliniyordu. Bu, ne derece doğruydu ve Almanya’nın enerji ihtiyacını karşılamak için kullandığı yöntemler ve bu konuda ortak olarak seçtiği ülkeler kimlerdi?

Sina Kısacık: Öncelikle böylesine çok önemli bir konuda kitap çalışması hazırlamanızdan ötürü size tebriklerimi sunuyorum Sayın Ozan Örmeci hocam. Bana mülakat fırsatı verdiğiniz için de teşekkürlerimi arz ediyorum size. 

Alternatif enerji kaynakları olarak nitelendirilen -rüzgâr, su, güneş ve biokütleden sağlanan enerji- Avrupa Komisyonu’nun Enerji Politikası’ndaki en dikkat çekici amaçlarından birisini oluşturmaktadır. Söz konusu amaç paralelinde, Birlik, yenilenebilir (alternatif) enerji kaynaklarına yönelmek suretiyle hem çevre üzerindeki baskının, hem de fosil kaynaklardan ötürü vuku bulan dışa bağımlılığın bir nebze olsun azaltılmasını hedeflemektedir. AB’nin 2003 senesinde yayımladığı Beyaz Kitap’ta, alternatif enerji kaynağı kullanımı konusundaki hedefi, söz konusu enerji kaynağının toplam enerji kullanımındaki payını 2010 senesinde yüzde 6'dan yüzde 12'ye (elektrik ve ısıtma), 2020 senesinde ise yüzde 22'ye çıkarmak olan ilan edilmiştir. Söz konusu hedefe dönük olarak, üye ülkeler, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeyi sağlamak için birtakım politikalar ortaya koymuşlardır. Eğer sahadaki milli politika Birlik hedefleriyle uyum arz etmiyorsa, Komisyon tarafından uyulma zorunluluğu bulunan mecburi hedefler geliştirilebileceği öngörülmüştür. Fakat alternatif enerji hedeflerine erişebilmek zaman geçtikçe zorlaşmıştır. Örneğin, Birlik tarafından yenilenebilir enerji için öngörülen 2010 senesi itibariyle yüzde 12 oranının yakalanabilmesi için 1990-1999 dönemindeki yenilenebilir artış oranının iki katına ulaşılması şart olmuştur. Söz konusu zaman zarfındaki toplam artış yüzde 15 oranında cereyan etmiştir ki, mevzubahis oran toplam enerji kullanımına yansıması yüzde 4,5-5 oranında gerçekleşmiştir. Adı geçen alandaki finansal, mali ve yönetimsel engeller ile birtakım alternatif kaynakların rekabet edebilirliğinin yetersizliği, alternatif enerji olan yatırım yönelimini azaltan bir unsurdur. 

Tüm gelişmelere karşın, alternatif enerji kaynaklarının payında yükselmesi doğrultusunda birtakım müspet gelişmeler de söz konusudur. Yenilenebilir enerji alanında hidroelektrik yüzde 90'lık bir oranla ilk sırada kendisine yer bulmaktayken, yenilenebilir kaynaklar olarak kıymetlendirilen rüzgâr ve güneş enerjisinde özellikle Batı Avrupa’da dikkat çekici gelişmeler yaşanmıştır. Birlik genelinde, Danimarka Almanya ve İspanya’nın rüzgâr ve güneş enerjisinde göstermiş olduğu süratli gelişmenin yanı sıra, Avusturya, Yunanistan ve yine Almanya’nın özellikle güneş enerjisi alanında kaydettiği ilerlemeler kayda değerdir. Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan “Avrupa’da Enerji ve Ulaşım: 2030’a Doğru” adlı çalışmada, AB-15 için enerji kaynakları bağlamında yenilenebilir enerjinin oranı yüzde 6 olarak ilan edilmiştir. Söz konusu çalışmada yüzde 6'lık oranın 2030 yılı itibariyle ancak yüzde 8 olabileceği tahmin edilmiştir. Ocak 2008’de, Avrupa Komisyonu, 2020 senesine değin sürdürülebilirlik hedeflerini 20-20-20 enerji ve iklim paketi olan ilan etmiştir. Adı geçen paket şu unsurları içermiştir:

Sera gazı salınımlarının yüzde 20 oranında düşürülmesi,

Enerji kullanımında yenilenebilir enerjinin payının yüzde 20 seviyesinde yükseltilmesi,

Birinci enerji kullanımında yüzde 20 tasarrufun sağlanması.

Avrupa Birliği Ortak Enerji Politikasının “20-20-20” hedefinin ikinci bileşeni olan yenilenebilir enerjiden yararlanma oranının toplam enerji kullanımı içindeki payının yüzde 20'ye yükseltilmesi ele alındığında, Birlik’in yenilenebilir enerji politikasına çok büyük bir önem atfettiği ve yenilenebilir enerji yatırımlarında ilk sırada yer aldığı ifade edilebilir. Eurostat’ın istatistiklerine bakıldığında, Birlik içerisinde yenilenebilir enerjinin toplam payının genel enerji karışımında 2004-2012 döneminde takriben yüzde 20 artış gösterdiği görülmüştür. Söz konusu yükselişin en dikkat çekici sebebi, yenilenebilir enerji teknolojileri geliştirilmesi için üye ülkeler tarafından verilen teşviklerin yanı sıra, yenilenebilir enerji olarak benimsenen rüzgâr, güneş ve biokütle benzeri enerji elde etme çeşitlerinin maliyetlerinde düşüşler yaşanmasıdır. Yenilenebilir enerji türleri arasında toplam olarak en fazla pay biokütleye aittir. Öteki yenilenebilir enerji çeşitleri yalnızca elektrik elde etme bağlamında bir etkiye sahipken, biokütleden çok çeşitli enerji biçimi için yararlanılabilmektedir. Bundan ötürü, Eurostat’ın 2014 verilerine bakıldığında, biokütlenin payı yüzde 50 ila 60 arasındadır. Toplam yenilenebilir enerjinin üçte ikiye yakınının biokütle olduğu noktasına ek olarak, son zamanlarda maliyet düşüşünden ötürü güneş ve rüzgâr enerjilerinin de payında yükseliş kaydedildiği görülmektedir. 2008-2012 arasındaki dönemde fotovoltaiklerin maliyetleri takriben yüzde 70 ve rüzgâr türbinlerinin maliyeti takriben yüzde 25 oranında bir azalma kaydetmiştir. Netice olarak, buradan güneş ve rüzgâr enerjilerinin kullanımında teşvik ve destek alınmaksızın artış yaşanabileceği anlaşılmaktadır. Fakat bu döneme değin olan gelişim dikkate alındığında, yüzde 20'lik yenilenebilir enerji hedefine erişmede Birlik’in ciddi meydan okumalar yaşayacağı ifade edilebilir. İlk hedef olarak ortaya konulan sera gazının düşürülmesi kolayca gerçekleştirilebilirken, ikinci hedef olan toplam enerji karışımı içerisinde yenilenebilir enerji çerçevesinde yüzde 20'lik orana ulaşma ciddi bir tehlike altındadır. Söz konusu durum, ülkelerin iktisadi sistemlerinin daralma yaşamasından ve mevzubahis bunalımın uzun sürmesi halinde doğal olarak yenilenebilir enerjiye destek verecek mali yardımların tesisinin zorlaşmasından ötürü adı geçen alana gerçekleştirilecek yatırımların daha zor bir hale gelerek yenilenebilir enerji alanına ehemmiyet ve öncelik verilemeyecek olmasından kaynaklanmaktadır. İktisadi bunalımı şiddetli bir şekilde tecrübe eden ve yenilenebilir enerji konusunda yüksek potansiyele sahip İspanya ve Portekiz gibi ülkelere ilaveten, İtalya, Yunanistan ve İrlanda yenilenebilir enerji kullanımına dönük hedeflerini ve bunun için tahsis edecekleri teşvik ve mali yardımları azaltmak zorunda kalmışlardır. Yenilenebilir enerji yatırımlarına geçme ve bunların teşvik edilmesi bağlamında söz konusu minvalde olumsuz etkiler olabileceğinin altı çizilmelidir. Bu noktada dengeleyici unsur olarak söz konusu dönemlerdeki fosil yakıtların maliyetlerinin ciddi bir biçimde yüksek olmasıdır. Bu çerçevede ele alındığında, yenilenebilir enerjiye geçiş dikkat çekici bir ivme yakalamış ancak iktisadi bunalımın mevzubahis neticeleri yenilenebilir enerji hedefine erişilmesinin önüne taş koymuştur.

Birlik’in yüzde 20'lik yenilenebilir enerji kullanımı hedefi üye ülkeler arasında potansiyel ve kapasite ölçütlerinde farklı bir yapı arz etmektedir. Örnek vermek gerekirse, Malta’nın yenilenebilir enerji payının 2020 itibariyle yüzde 10 olması beklenirken, İsveç bakımından söz konusu değer yüzde 49'dur. Hedeflere varılması hususunda da benzer farklılıklar yaşanabilecektir. Bazı ülkeler hedeflerine erişirken, diğerlerinin öngörülerine erişmesi hususunda ciddi problemler yaşamaları söz konusu olacaktır. Berlin, söz konusu öngörüye erişme bağlamında ciddi teşvikler sunmuştur. Fakat Berlin, yüzde 20 olan Birlik hedefinin altında bir rakam olan yüzde 18'i hedeflemektedir.

Nükleer santrallerde sıklıkla istifade edilen yakıt, yenilemeyen bir kaynak sınıfındaki uranyumdur. Uranyumdan yakıt olarak istifade edilebilmesi için “zenginleştirme” işleminden geçirilmesi şarttır. Doğal uranyum, yoğun olarak (yüzde 99,284) Uranyum-238’den meydana gelmektedir. Uranyum zenginleştirme işlemi doğal uranyumun içerisinde yüzde 0,711 oranındaki U-235 izotopunun toplam uranyum içerisindeki oranının yükseltilmesi demektir. “Zenginleştirme” işlemi vasıtasıyla U-235 oranı yükseltilir. Söz konusu işlemle ulaşılan farklı yüzdelerde, nükleer enerji veyahut nükleer silah elde etme maksadıyla kullanılacak özelliğe haiz kaynak elde etmek mümkündür. Elektrik elde etmeye yönelik nükleer güç santrallerinde ise yüzde 2 ila 5 arasında zenginleştirilmiş uranyum kullanımı söz konusudur. Günümüz koşullarında uranyum zenginleştirme uygulaması Fransa, Almanya, Hollanda, İngiltere, ABD, Rusya Federasyonu, Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti, Brezilya, Arjantin ve Pakistan tarafından yapılabilmektedir. Uluslararası Atom Enerjisi Örgütü (UAEA), mevzubahis ülkelerin uranyum zenginleştirme çalışmaları sıklıkla denetlemektedir.

Kasım 2016 itibariyle 31 ülkede toplam 450 nükleer reaktör faaliyet halinde olup, bunların yaş ortalaması 28'dir. Nükleer enerjinin elektrik elde etme içerisindeki payı 1996 senesinde yüzde 18 olmak suretiyle en yüksek düzeyine erişmesini takiben, 2012 senesinde yüzde 12 ve 2013 senesinde ise yüzde 11 olarak cereyan etmiştir. Mevcut durumda nükleer enerjinin payı yüzde 4,4 olup, söz konusu oran 1984 senesinden bu yana kaydedilen en düşük değere tekabül etmektedir. Hâlihazırda, dünya üzerinde aktif durumda bulunan 450 nükleer reaktörün 99 adedi Amerika Birleşik Devletleri’nde, 58 adedi Fransa’da, 43 adedi Japonya’da, 36'sı Rusya Federasyonu’nda ve yine 36 adet de Çin Halk Cumhuriyeti’ndedir. Kasım 2016 itibariyle Nükleer Enerji Enstitüsü’nün verilerine göre, yapımı süren santral sayısı 60 olup, bunların 20'si Çin Halk Cumhuriyeti’nde, 7'si Rusya Federasyonu’nda, 5'i ise Hindistan’da yapılmaktadır. Yapımı süren santrallerin toplam kurulu güçleri ise 59,917 megavattır. Avrupa geneline baktığımızda ise, nükleer endüstri, çatışan siyasi güçlerle karşı karşıyadır. Bir yandan Belçika, Almanya, İtalya, İspanya ve İsveç’te kamuoyu muhalefeti nükleer güç santrallerinin kapatılması için hükümetleri zorlamışlardır. Bu ülkelerin arasında yer alan İtalya’da, nükleer güç santralleri faaliyetlerine devam etmekte, ancak Roma, önümüzdeki 10 ile 20 yıl arasındaki bir süreçte ömrünü tamamlayacak ve tamamlamaya yakın olan bu nükleer santralleri kapatmayı planlamaktadır. Öte yandan, Finlandiya, Fransa, Rusya Federasyonu ve Doğu Avrupa’daki birçok ülke nükleer gücün daha genişletilmiş kullanımından yanadırlar. Bu ülkelerin nükleer enerji konusundaki yaklaşımlarının üzerinde enerji güvenliği endişeleri önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle Fransa, bu noktada nükleer güce çok fazla bağımlılığından ötürü eşsiz bir vakayı teşkil etmektedir. Fransa’nın elektrik üretiminde bir kapasite fazlası bulunmakta ve mevcut şartlarda kendi elektriğinin yaklaşık yüzde 78'ini nükleer güçten elde etmektedir. Kapasite fazlalığından ötürü, Fransa, komşusu olan ülkelere sıklıkla elektrik satmıştır. Ancak bazı zamanlarda bu enerjiyi satamamış ve bazı hafta sonlarında nükleer santrallerini kapatmak zorunda kalmıştır.

Öte yandan, Avrupa Birliği ülkeleri genelinde petrol temelli enerji tüketiminin büyük bölümünün büyük bir olasılıkla tamamının sadece taşıma odaklı olduğu ve fuel-oil ile ısınmanın artık olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulursa, Birlik içerisinde nükleer enerji tüketiminin yüzde 20'den fazla olduğu Fransa’da çok üst seviyede gerçekleştiği ve Almanya ile bazı ülkelerde yüzde 30'dan da fazla olduğu bir gerçektir (bazı ülkelerde bu oran sıfır veya çok düşüktür). Buna ek olarak, uzun yıllardır devletlerarası anlaşmalar sonucunda, Paris, nükleer atık depolama işini Berlin ile iş bölümü içerisinde gerçekleştirmekte olup, Almanya’nın nükleer atık idaresinde dünyada ilk sırada yer aldığı gerçeği unutulmamalıdır. Yine bu minvalde, Berlin, çevre teknolojilerinin neredeyse hepsinde ilk sıradadır. Avrupa özelinde Norveç çok yüksek seviyede hidroelektrik üretmesine rağmen nükleer enerjiden istifade etmemektedir. İsveç ise, yüksek düzeyde hidroelektrik kullanmasına ilaveten, nükleer enerjiden de yararlanmaktadır. İtalya örneğinde ise, bu ülke nükleer enerjiden istifade etmemekte, fakat Kuzey Afrika ülkelerinden gerçekleştirdiği dış alım sayesinde yüksek miktarda doğalgaz kullanır durumdadır.

Avrupa özelinde birçok ülke tarafından Fukuşima faciasının ertesinde nükleer enerjiden vazgeçilmiştir. Hâlihazırda reaktörü bulunmayan veya yeni nükleer reaktör yapımına izin vermeyen ülkeler arasında Avusturya, Danimarka, Yunanistan, İtalya, İrlanda ve Norveç’i saymak mümkündür. Belçika, Almanya, İspanya ve İsveç ise, yeni nükleer santral yapmama ve hâlihazırdakileri ise kapatmayı kararlaştırmışlardır. Berlin, konunun uzmanları tarafından “U dönüşü” biçiminde nitelendirilebilecek yeni bir enerji politikası ilan etmiştir. Bahse konu yeni politikanın odak noktasını var olan santralleri belli bir plan çerçevesinde devre dışı bırakarak, nükleer enerjiden vazgeçme ve yenilenebilir enerji stratejilerine öncelik verme oluşturmaktadır.

Diğer yandan, yalnızca devletler değil, aynı zamanda nükleer enerjiden dikkat çekici miktarda kazanç sağlayan birtakım dev firmalar da nükleeri terk etmeyi kararlaştırmışlardır. Örneğin, Fukuşima faciası evvelinde Rus Rosatom firmasıyla 2030 senesine değin 400 adet nükleer reaktör inşa etmek için anlaşma yapan Alman enerji devi Siemens, kazanın ertesinde “nükleer enerji defterini kapatmış olduğunu” ilan etmiştir. Bu minvalde, Siemens’in Başkanı Peter Löscher, “Siemens için bundan böyle yüzyılın projesi yenilenebilir enerjiye dönüş yapmaktır” ifadesini kullanmıştır. Avrupa Birliği ise, var olan 145 nükleer reaktöre ilaveten İsviçre ve Ukrayna’da bulunan nükleer santrallerin geniş kapsamlı stres testlerine tabi tutulmalarını kararlaştırmıştır ki, mevzubahis testlerin amacı Japonya’da vuku bulan felaketten ders alınmak suretiyle aynı tür bir hadisenin Avrupa’da cereyan etmemesi için zorunlu önlemlerin ortaya konulması olarak ilan edilmiştir. İtalya, Haziran 2011’de yüzde 95'lik bir oranla nükleer enerjiye, suyun özelleştirilmesine ve dokunulmazlığa “hayır” oyu kullanmıştır. 9 Nisan 2017 tarihinde ise Fransa’da dönemin hükümetinin Çevre Bakanı Segolene Royal tarafından açıklanan bir kararda, ülkenin en eski nükleer santralinin 2020 senesi itibariyle kapatılacağı ilan edilmiştir. Royal tarafından Twitter’da yapılan bir paylaşımda, Fessenheim Tesisi’nin kapatılması hakkındaki kararın imzalandığı ve Resmi Gazete’de o gün sabah yayımlandığı açıklanmıştır. Karara göre, Normandiya Sahilindeki Flamanville’de inşa edilmekte olan yeni reaktör hizmete alınır alınmaz Fessenheim Tesisi kapatılacaktır. Söz konusu Fessenheim Nükleer Tesisi 1977 senesinden bu yana faaliyette olup, Almanya’nın Fransa ile olan sınırının yakınında konuşlanmaktadır. Mevzubahis karar, görev süresi Mayıs 2017’de biten dönemin Devlet Başkanı Francois Hollande’ın 2012 senesindeki Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında verdiği taahhüdün kısmen yerine getirilmesi anlamına gelmektedir. Hükümetin kararı, Fransa’nın nükleer tesis işletmecisi EDF’nin Flamanville Tesisi’nin başarılı bir şekilde devreye alınmasıyla birlikte Fessenheim Tesisi’nin kapatılmasıyla ilgili tazminat almasından sonra bu tesisin kepenklerini indireceğini açıklamasında bulunmasını takiben gelmiştir.

Teknolojinin her alanına bakıldığında, kazalardan çıkarılan derslerin teknolojinin gözden geçirilerek ilerlemesinde ve geliştirilmesinde çok büyük önem arz ettiği görülür. Güvenlik önlemlerinin geliştirilmesi ve tasarımların derinliğine güvenlik anlayışı içinde gelişme göstermesi için kazalardan çıkarılan dersler oldukça büyük önem taşır. Gerçekleşen kazaların detaylı olarak incelenmesi ve ne olduğunun tam olarak anlaşılması için detaylı analizler kazanın gerçekleştiği günlerden itibaren gerek ticari şirketler, gerek üniversiteler, gerekse araştırma laboratuvarları tarafından titizlikle yapılmasını gerekli kılmaktadır. Güvenlik ve güvenilirlik hedefleri; güvenli ve güvenilir işletme, kazaların yönetimi ve sonuçlarının asgariye indirilmesi, saha dışı acil durum önlemlerine ihtiyacın azaltılması unsurlarını kapsar. Nükleer güç santralları geçmişte yüksek güvenlik ve güvenilirlik standartlarına uygun icraat sergilemiştir. Ancak buna rağmen, Çernobil faciası ve son olarak Japonya’da Fukuşima faciası, uluslararası toplumun endişelerine yol açmıştır. Çernobil civarındaki en fazla kirlenen bölgelerde 135.000’den fazla insan boşaltılıp, yeniden yerleşime tabi tutulmuştur. Ayrıca reaktör merkezli 30 km yarıçapındaki bir alan yasak bölge olarak ilan edilmiştir. Buna ilaveten, 1979 senesinde ABD’deki Three Mile Island, 1986 senesinde Ukrayna’daki Çernobil ve 2011 senesinde Japonya’daki Fukuşima nükleer santrallerindeki kazalar ve bunların ertesinde meydana gelen çevre felaketleri, nükleer enerjinin geleceğini tartışmalı duruma getirerek “Nükleer Rönesans” olarak nitelendirilen dönemin askıya alınmasına neden olmuştur.

Fukuşima faciasının ertesinde öncelikle Almanya olmak üzere sayısız ülke nükleer programlarını sona erdirmek suretiyle 2025 senesine değin ülkelerindeki nükleer tesisleri kapatacaklarını ilan etmişlerdir. Önümüzdeki yakın bir dönemde büyük kurulu güçlere sahip durumdaki nükleer santral teknolojisi 300 Megawatt’tan daha düşük kurulu güce sahip nükleer santraller tarafından ikame edilmesi öngörülmektedir. Söz konusu yeni uygulamalar vasıtasıyla tehlike faktörünün azaltılmasına ilaveten, elektrik ağı üzerinde dağıtık enerji değerler dizisinin hayata geçirilmesi düşünülmektedir. Mevcut şartlarda küresel elektrik enerjisi talebinin takriben yüzde 15'lik bölümü nükleer güç santrallerince karşılanmaktadır. Nükleer teknolojide ise 2030'lu seneler itibariyle dördüncü nesil nükleer reaktörlerden istifade edilebileceğine ek olarak nükleer yakıt olaraksa uranyumun toryum ile ikame edilebileceği öngörülmektedir.

Erişim Adresi: https://www.cleanenergywire.org/factsheets/germanys-energy-consumption-and-power-mix-charts, (Erişim Tarihi: 29 Eylül 2023).

Erişim Adresi: https://www.umweltbundesamt.de/en/topics/climate-energy/renewable-energies/renewable-energies-in-figures, (Erişim Tarihi: 29 Eylül 2023).

Ozan Örmeci: Rusya’nın Ukrayna’yı işgali nedeniyle yıllardır devam eden ve bitme aşamasına gelen Kuzey Akım-2 projesi önce durduruldu, sonra da bir Amerikan operasyonu olarak ifade edilen sabotajla yok edildi. Kuzey Akım-2 projesinin önemi neydi ve bunun kaybı Almanya, Rusya ve genel olarak Avrupa için ne anlama geliyor?

Sina Kısacık: Doğalgaz konusuna bakıldığında Avrupa özelinde tüketimin önümüzdeki yıllarda neredeyse istikrarlı olması beklenirken, aynı esnada özellikle Hollanda ve Kuzey Denizi’ndeki üretim düşüşlerinden ötürü yerel gaz üretiminde de yıllık yüzde 3,5’luk ortalama bir düşüş olacağı tahmin edilmektedir. Bu bağlamda, Avrupa’nın gaz tedarik kaynaklarının çeşitlendirilmesi Avrupa Birliği açısından uzun bir zamandan bu yana öncelikli bir konu olmuştur. Rusya ve AB üyeleri arasındaki 2006 ve 2009 gaz savaşlarına ilaveten, Rusya’nın Kırım’a 2014 senesinde gerçekleştirdiği müdahale ertesinde diplomatik gerilimlerin tırmanmasını müteakiben, AB, Güney Gaz Koridoru’nu faaliyete geçirmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın coğrafi çevresinden tedarikleri mümkün kılarak AB’nin Rus gazına yönelik bağımlılığını azaltma olasılığı, Birlik’in Enerji Birliği Stratejisi'nde ifade edildiği gibi enerji esnekliğinin artmasına yardımcı olabilir. Avrupalılara güvenilir ve de maliyeti uygun enerji tedarikinin sağlanması tedarik rotalarının çeşitlendirilmesini içermektedir.

Erişim Adresi: https://www.gisreportsonline.com/r/nord-stream-2/, (Erişim Tarihi: 29 Eylül 2023).

Birçok AB ülkesi, Rusya’yı enerji sektörü için bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Bu çerçevede,  Avrupa’ya ucuz Rus gazı sağlayabilecek Kuzey Akım 2’nin inşası ve tamamlanma ihtimali, Almanya, Avrupa ve ABD’den yetkililer tarafından büyük bir muhalefetle değerlendirilmiştir. Artan enerji bağımlılığı ile birlikte siyasi, ticari ve teknik faktörler kesintiler bağlamında tedarik kırılganlığını artıracaktır. Rus gazının diğer alternatiflere kıyasla daha ucuz olması ve bulunabilirliğinden ötürü önümüzdeki yıllarda da Rusya’nın Avrupa’nın hâkim doğalgaz tedarikçisi olacağı tahmin edilmektedir. Çünkü öncelikle, sıvılaştırılmış doğalgaz gelecekte Rus gazı ile rekabet edemez ve ikinci olarak, AB kendi gaz piyasası ölçeğinde talebi karşılamak için yeterince gaz tedarikçisine sahiptir. Sonuçta, bu durumdan pay almak çok zordur. Nihayetinde gaz fiyatı, pazar tercihleri için tek bir değişken olmamalıdır. Avrupa, özellikle LNG, Hazar Denizi ve Akdeniz olmak üzere Rus gazına alternatif oluşturmak maksadıyla kendi pazarlık gücünü artırabilmek için tedarik kaynaklarını farklılaştırmalıdır. Daha fazla alternatif daha çok seçenek anlamına gelmekte ve böylelikle Kuzey Akım 2 bağlamında Rus gazına Avrupa’nın yaklaşımı politikleştirilebilmektedir. Örneğin, Almanya Brunsbüttel ve Wilhelmshaven’de inşa edilecek LNG terminalleri ile kendi çeşitlendirme stratejileri çerçevesinde ABD’den LNG alabilecek ve de sonuç olarak eğer LNG’nin fiyatı yüksek olsa bile bu durum Atlantik ötesi ilişkileri (NATO) teşvik edebilecektir.

Rusya ve AB arasında günümüzde Kuzey Akım 2’nin gerçekleştirilmesi ve askıya alınması konusunda devam eden tartışmaları daha iyi anlamlandırabilmek için bazı istatistiklere bakılması iyi olacaktır. Örneklendirmek gerekirse; 2008-2018 döneminde Rusya’nın AB gaz dış alımlarındaki payı yüzde 39,4’ten yüzde 40,4’e çıkacaktı. Norveç, söz konusu çerçevede AB’nin ikinci ana gaz tedarikçisi olacaktı. Norveç’in 2008 senesinde yüzde 22 olan oranı 2018’de yüzde 18,1’e düşecekti. Üçüncü ana tedarikçi olan Cezayir’in payı ise söz konusu dönemde düşmüşken, Katar’ın payı neredeyse iki kat artmıştır. Esasında AB’nin üç çeyrek boyunca (yüzde 70.3) ithalat kaynakları Rusya, Norveç ve Cezayir olmuştur. AB, ciddi bir biçimde Rusya’nın enerji ve tedariklerine ihtiyaç duymaktadır ki, yaklaşık olan Rus doğalgazı, petrolü ve katı yakıtları için neredeyse üçte birdir. Eurostat verilerine bakıldığında, 2018 senesinde AB ülkelerinin enerji bağımlılığı yüzde 58,2 gibi yüksek bir rakam olacaktı. Bu bağlamda İtalya’nın oranı yüzde 76,3’ken, Fransa’nın oranı yüzde 46,6, Almanya’nın yüzde 63.6 ve İspanya’nın ise yüzde 73,3 olmuştur. Tüm bunlar, AB’nin enerji güvenliğine tehdit teşkil etmektedir. Buna ilaveten, bahse konu bağımlılık büyük oranda Rusya’ya yönelik olup, bu durum Avrupa’ya meydan okuyan ve de enerji kaynaklarından baskı unsuru olarak yararlanan bir ülkeye işaret etmektedir.

Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-europe-63044747, (Erişim Tarihi: 29 Eylül 2023).

Dünyanın en büyük ticari piyasası olan AB, enerji bağımlılığının üstesinden gelmeye çalışmakta ve tedarik kaynaklarının güvenliğini sağlamayı öncelemektedir. Bu amaca yönelik olarak, AB, bir stratejik hedef şeklinde kendi üyeleri arasında bir Enerji Birliği kurma konusunda kararlı olmuştur. Birlik içerisinde benimsenmesi istenen ana amaç, üye ülke hükümetlerine baskı yaparak tanımış oldukları sözleşmeleri ya da düzenlemeleri uygulamalarını sağlamaktır. Öte yandan, Gazprom, farklı piyasaları keşfetme konusunda problem yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde gücünü birleştirmeye çalışmaktadır. Bazı ülkeler, örneğin Polonya, Almanya ile kıyaslandığında doğalgaz için yüzde 40 daha fazla tazmin etmeye çalışmaktadır. Rusya ile yakın enerji ilişkileri geliştiren ve bu ülkelerin arasını bulmaya çalışan Macaristan ise Enerji Birliği planını desteklememektedir. Fransa, bir yandan bu plana destek verirken, diğer yandan da Avrupa Komisyonu’nun dahil olmak istediği alanları sınırlama niyetindedir. Rusya, Orta ve Doğu Avrupa enerji piyasalarındaki kontrolünü muhafaza etmek için ihracat piyasalarına rakiplerinin girişini önlemeye çalışmaktadır. Bu kapsamda, örneğin Gazprom’un verileri incelediğinde, 2019 senesinde Rus enerji şirketi Gazprom Export LLC Avrupa ülkelerine toplam olarak 198,97 milyar metreküp gaz sağlayacaktı. Batı Avrupa ülkeleri ve Türkiye firmanın Rusya’dan transferlerinin yaklaşık yüzde 77sini oluşturmaktayken, Orta Avrupa ülkelerinin oranı ise yüzde 23 olmuştur. Söz konusu durum paralelinde Eurostat tarafından 19 Nisan 2022 tarihinde yayımlanan verilere göre 2021 senesinde AB’nin doğalgaz ithalat bağımlılığı yüzde 83 olmuştur ki, bu oran 2020’deki yüzde 84’lük oranın sadece bir puan altıdır. İthalattaki bu küçük azalmanın sebebi ise, AB üye devletleri tarafından daha önce dönemlerde yapılan ithalat sonucu elde edilen stoklardan istifade etme olmuştur. Esasında kayıtların tutulmaya başlandığı 2008 yılına kıyasla doğalgaz rezervlerindeki düşüş 2021 senesinde önemli olmuştur. 2021 senesi itibariyle gaz ithalatları bağlamında en fazla bağımlılığa sahip olan ülkeler Malta (yüzde 104), İsveç (yüzde 102)  Litvanya (yüzde 101) olmuştur ki, bunlar kendi stoklarını artırmışlardır. Buna karşılık gaz ithalatlarına en az bağımlı olan ülkeler ise Romanya (yüzde 24), Danimarka (yüzde 26)  ve Hollanda olmuştur. Toplam enerji karışımı bağlamında gazın önemi göz önünde bulundurulması gerekliliği ithalat kesintilerinin muhtemel etkisi ile açıklanabilmektedir. İsveç, Finlandiya ve Estonya’da ithalat bağımlılığı neredeyse yüzde 100'ken, enerji karışımında doğalgazın payı mukayeseli olarak küçük kalmıştır ki, bu oran sırasıyla yüzde 3, yüzde 7 ve yüzde 8 biçiminde vuku bulmuştur. Buna karşılık enerji karışımında doğalgazın payının en yüksek olduğu ülke yüzde 40 ile İtalya olup, onu Hollanda takip etmektedir. Ancak Hollanda’da bu bağımlılık oranı o kadar yüksek düzeyde değildir; bunun sebebi ise, ülkenin içerisinde doğalgaz üretiminin gerçekleştiriliyor olmasıdır. 2020 senesine kıyasla doğalgaz ithalatları bağlamında önemli artışlar kaydeden ülkeleri şöyle ifade edebiliriz: Malta (2020: yüzde 96, 2021: yüzde 104); İrlanda (yüzde 64’ten yüzde 71’e) ve Romanya (yüzde 17’den yüzde 24’e). Madalyonun diğer tarafına baktığımızda ise, esas düşüşler şu şekilde gerçekleşmiştir: Letonya (yüzde 121’den yüzde 61’e), Avusturya (yüzde 73’ten yüzde 51’e) ve Slovakya (yüzde 88’ten yüzde 69’a).

Kuzey Akım Doğalgaz Boru Hattı Projesi, Baltık Denizi’nin altından gidecek olan ve Rusya’yı doğrudan Almanya’ya bağlayacak bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu boru hattı denizaltından giden deniz aşırı bir doğalgaz boru hattı olup, iki boru hattından meydana gelmesi öngörülmüştür ki, bunlar Vyborg’dan Greifswald yakınındaki Lubmin’e giden bir hat ve de Ust-Luga’dan Lubmin’e gidecek ve Kuzey Akım 2 olarak adlandırılacak iki boru hattıdır. Kuzey Akım’ın toplam kapasitesi senede 55 milyar metreküptür. Kuzey Akım 2 ile birlikte bu miktarın toplamda 110 milyar metreküp olması öngörülmektedir. Tüm bu konular, Moskova’nın ilgili alanda etkinliğini artıracak endişe veren bir konu olarak gündemdedir ki, bundan ötürü ABD, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bu plana muhalefet etmektedirler. Örnek vermek gerekirse, Şubat 2022 Rusya-Ukrayna Savaşı’nın patlak vermesine kadar AB’deki bu konudaki durum şu şekilde özetlenebilir: Kuzey Akım 2’nin yapımına yönelik tartışmalar gittikçe şiddetlenmiştir. Örneğin, Almanya ve Avusturya gibi ülkeler güçlü bir biçimde projeye destek verirken, diğer yandan aralarında Polonya ve Doğu Avrupa ülkelerinin olduğu diğerleri boru hattına yönelik muhalefetlerini seslendirmişlerdir. İlk gruptaki ülkeler, Kuzey Akım 2’yi tamamen AB’ye gaz transferini artıracak ekonomik bir proje olarak değerlendirirken, diğerleri ise bu projeyi Rus gazına AB’nin bağımlılığını daha da artıracak bir proje olarak değerlendirmişlerdir. Mesela 2018 senesinde Almanya’ya düzenlediği bir resmi ziyaret esnasında, dönemin Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, Kuzey Akım 2’ye muhalefetinin altını çizerek Almanya’nın bunun bir parçası olmaması gerektiğine işaret etmiş ve de sürecin Komisyon tarafından durdurulması gerektiğini ifade etmiştir. AB düzeyinde Avrupa Komisyonu’nun projeye yönelik memnuniyetsizliği şu şekilde çok iyi örneklendirilebilir: Kuzey Akım 2 Projesi, Enerji Birliği’nin yeni tedarik kaynakları, rotaları ve tedarikçilere erişme hedefine katkıda bulunmamaktadır. Buna ilaveten, bahse konu hat tek bir tedarikçiye AB gaz piyasasında pozisyonunu daha da güçlendirme fırsatı verebilecek olup, tedarik rotalarının daha çok yoğunlaşmasına neden olabilecektir. Bu gelişmeler paralelinde Rusya’nın Ukrayna’ya Şubat 2022’nin sonunda gerçekleştirdiği saldırıdan ötürü mevcut Alman hükümeti Kuzey Akım 2’nin sertifikasyon sürecini askıya almıştır. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, bu konu hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Günümüzdeki durum tamamen farklıdır ve sonuç olarak güncel gelişmeler ışığında Kuzey Akım 2 bağlamında durumu yeniden değerlendirmeliyiz. Alman Ekonomi Bakanlığı’nın geçen Ekim ayında yaptığı boru hattının tedarik güvenliği tehdidi oluşturmadığı  yönündeki kararını geri çekmiştir ki teknik görünmekte ancak gerekli bir idari adım olması neticesinde boru hattının lisanslandırılması süreci artık gerçekleştirilemez ve bu sertifikasyon olmadan Kuzey Akım 2’de faaliyete geçemez." Bu açıklamalar paralelinde, Ukrayna Dışişleri Bakanı Dimitri Kuleba tarafından yapılan açıklamada mevcut şartlarda Berlin’in kararının ahlaki, siyasi ve uygulama açısından doğru bir adım olduğuna işaret edilmiş, gerçek liderliğin zor zamanlarda zor kararlar alma anlamına geldiğini vurgulayarak Berlin’in bu hareketinin sadece bu kanıtladığına dikkati çekmiştir.

Ozan Örmeci: Rusya’ya yönelik yaptırımlar nedeniyle Almanya’nın Rusya ile siyasi ve ekonomik ilişkileri minimum seviyeye çekildi. Başbakan Olaf Scholz, başlarda biraz tereddüt gösterse de Rusya ile ilişkileri Ukrayna krizi çözülmeden düzeltemeyeceklerini ilan etti ve Ukrayna’ya yönelik maddi ve askerin desteğin yanı sıra, ülkesinin askeri harcamalarını da artırdı. Peki, Rusya olmadan Almanya enerji ihtiyacını nasıl karşılayacak?

Sina Kısacık: 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askerî harekâtıyla başlayan Moskova-Kiev Savaşı, Avrupa enerji güvenliğinin sağlanması bağlamındaki endişeleri yeniden gündeme getirmiştir. Rusya’ya uygulanan geniş kapsamlı yaptırımlar her ne kadar bu ülkenin enerji sektörüne yönelik olmasa da, Moskova tarafından kendisine yönelik uygulanan politikalara özellikle AB ülkelerine yönelik doğalgaz kesintilerini yürürlüğe koyması neticesinde, Avrupa, Rusya’yı devre dışı bırakan yeni tedarikçi arayışları ve alternatif enerji kaynaklarına yönelmeye başlamıştır. Bu bağlamda ön plana çıkan ülkelerden birisi ise Katar’dır. Ancak Katar Enerji Bakanı tarafından yapılan açıklamada ülkesinin veyahut herhangi bir ülkenin Rusya’yı Avrupa’ya tedarik ettiği doğalgazı münhasıran sıvılaştırılmış biçiminde tedariki için kapasitesinin bulunmadığını ifade etmiştir. Katar Enerji Bakanı, yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştır: “Katar’da üretilen doğalgazın büyük bir kısmı uzun dönemli kontratlarla Asyalı alıcılara bağlıdır. Katar’ın doğalgaz hacminin yalnızca yüzde 10-15’i Avrupa’ya ihraç edilebilecektir. Rusya Avrupa’nın ihtiyacının yüzde 30-40’ını sağlıyor. LNG ile bu açığı kapatabilecek tek bir ülkenin olduğunu düşünmüyorum.

Bahse konu açıklama, Avrupa’nın enerji güvenliği meselesindeki kaygılarının artmasına yol açmıştır. Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, konu hakkında yaptığı açıklamada şu hususların altını çizmiştir:“Rusya ile yaşanan krizde Rus doğalgazına fazla bağımlı olduğumuz ortaya çıkmıştır. Tedarikçileri çeşitlendirmeleri ve yenilenebilir enerjiye muazzam yatırım yapmaları gerekmektedir. Bu krizi Rusya üretti ve mevcut gerginlikten Rusya sorumludur. Şimdi yaptırım paketini süratle sonlandıracağız. Şimdiye kadar yaptığımız gibi ortaklarımızla yakından koordine edeceğiz. Yaptırımlar, Rusya’nın eylemlerinden sorumlu kişi ve şirketleri hedef almakta olup, ayrıca Rus Ordusu'nu finanse eden, Ukrayna’nın istikrarsızlaştırılmasına katkı veren bankaların yaptırım kapsamında olacaktır. Kremlin’in saldırgan politikalar izlemesini mümkün olduğunca zorlaştıracağız. Almanya’nın Kuzey Akım 2 boru hattı projesinin onay sürecini durdurma kararı doğrudur. Kuzey Akım 2, Avrupa’nın tamamına enerji arz güvenliği ışığında değerlendirilmelidir. Çünkü bu kriz, Avrupa’nın Rus doğalgazına hala çok fazla bağımlı olduğunu göstermiştir. Tedarikçilerimizi çeşitlendirmeli ve yenilenebilir enerjiye muazzam yatırım yapmalıyız. Bu enerji bağımsızlığımıza stratejik bir yatırımdır.”

Bu kapsamda yaşanan önemli bir gelişme ise, Berlin’in Rus enerjisine bağımlılığını ortadan kaldırmaya dönük olarak sıvılaştırılmış doğalgaz alımı için Doha ile bir anlaşma imzalaması olmuştur. Fakat adı geçen kontrat, uzun dönemli bir çözümü içermektedir. Neticede sadece petrol bakımından Avrupa’dan günlük 285 milyon dolar değerinde olduğu düşünülen paranın Rusya’ya gidişine sekte vurması açısından ilgili sözleşmenin kısa dönemde herhangi bir neticesinin olmadığı tahmin edilmektedir. Almanya Ekonomi Bakanı Robert Habeck tarafından konu hakkında yapılan açıklamalarda şu hususlara işaret edilmiştir: “Uzun vadeli bir enerji ortaklığına, bir işbirliğine girmenin kesin olarak kabul edildiğini söyleyebilmem harika. Artık bu yolculuğa dâhil olan şirketler Katar tarafıyla sözleşme görüşmelerine girecek”. Ancak 2025 yılına değin LNG çıktısını takriben ikiye katlaması öngörülen Katar’dan yapılması düşünülen dış alım mevzusunda detay paylaşılmamıştır. Habeck, Avrupa’nın Rusya’dan sağlanan enerji akışını sıfırlama süreci içerisinde bulunduğu sözünü vermesine karşın son derece temkinli davranmasının arkasında şu sebep yatmaktadır: çünkü mevcut şartlarda Almanya’da LNG depolamasını gerçekleştirecek bir tesis bulunmamaktadır. Brunsbüttel ve Wilhelmshaven’da iki LNG tesisi inşasına onay verilmesine rağmen bunlar yapımı üç sene alabilecektir. Bu çerçevede vurgulanması gereken bir husus ise, Berlin tarafından 2020 yılında Moskova’dan takriben 56 milyar m3 doğalgaz dış alımının gerçekleştirilmiş olmasıdır. Adı geçen düzlemde Berlin’in doğalgaz dış alımının takriben yüzde 55’i Rus kaynaklıyken, Almanya içerisindeki doğalgaz talebinin yüzde 40’lık bölümünü endüstri teşkil etmiştir. Buna ek olarak, AB tarafından Rusya’dan gerçekleştirilen toplam doğalgaz dış alımı takriben 168 milyar m3’tür. Doha, örneğin 2020 yılında 106 milyar m3 olarak ürettiği LNG’nin dikkate değer bir bölümünü Asya piyasalarına ihraç etmiştir.

Ozan Örmeci: Yeni Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan, geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada Avrupa’nın yakın gelecekte bir enerji kriziyle karşılaşmak durumunda kalabileceğini belirtti. Bu, ne ölçüde doğru? Rus doğalgazını doğalgaz merkezi haline gelen Türkiye’nin Avrupa’ya aktarması bu konjonktürde geçerli olabilir mi? Avrupalı aktörler ve ABD’nin buna yönelik tavrı sizce nasıl olacaktır?

Sina Kısacık: Türkiye’de neredeyse tüm sektörlerde kullanılan petrolün ve doğalgazın yüzde 90’ı ithal edilmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’nin özellikle Rusya ve İran gibi önde gelen enerji üreticisi ülkelere yüksek oranda bağımlı olduğu yorumu yapılabilir. Türkiye’nin 2023 yılı itibariyle dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birisi olma hedefi doğrultusunda enerji tüketimi konusunun Ankara açısından tedarik güvenliği konusunu önceliklendirdiği saptanabilir. Türkiye, coğrafi konumu itibariyle dünya üzerinde ispatlanmış hidrokarbon kaynaklarının yüzde 70’inden fazlasının yer aldığı bir coğrafyada konumlanmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ve Hazar havzası kaynaklarının AB’ye taşınması bağlamında en hayati enerji rotalarından birisini oluşturmaktadır. Ankara, bu bağlamda gerçekleştirilen ve faal durumda bulunan birçok başarılı boru hattı projesi ile güvenilir bir ortak olduğunu kanıtlamıştır. Ankara’nın uygun bir enerji sistemi yaratmak maksadıyla tedarik ve tedarikçilerini çeşitlendirmesi şu unsurları içermektedir: zaman, miktar, maliyet, maliyeti karşılanabilirlik ve sürdürülebilirlik. Bunun uluslararası boyutu ise, birden çok enerji üreticisi ile stratejik ortaklıklar geliştirmektir. Bunlar arasında özellikle Rusya (hidrokarbonlar, taşımacılık ve nükleer güç), Bakü (upstream, downstream ve hidrokarbonların taşınması), Aşkabat (upstream ve hidrokarbonlar), Tahran (hidrokarbonlar) ve Bağdat (upstream, downstream ve hidrokarbonların taşımasıdır) sayılabilir. 14 Ekim 2022 tarihi itibariyle Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye’nin Rus doğalgazını Avrupa taşımanın en güvenilir yolunun Türkiye olduğunu açıklamasından sonra, her iki ülke, Türkiye’nin Trakya bölgesinde bir enerji dağıtım merkezi kurulması konusunda ortak çalışmaya başlamışlardır. Türkiye’nin bu bölgede bir dağıtım merkezi bulunmasına karşın, bu sadece ulusal amaçlar için kullanılmaktadır. Yeni kurulacak bu tesis ise, uluslararası bir dağıtım merkezi olacaktır. Erdoğan ve Putin tarafından yapılan açıklamada, her iki tarafın Enerji Bakanlıklarının ortak çalışmalarını kendilerine sunduktan sonra gerekli adımların atılacağı ifade edilmiştir. Enerji hub, hidrokarbon boru hatları, nükleer güç santralleri, hidro santraller ve diğer enerji kaynakları kanalıyla enerji dağıtımının kontrol mekanizmasını içermektedir. Buna ilaveten, iç gereksinimlere ek olarak ihracat veya satış opsiyonları sağlamaktadır. Nihayetinde Türkiye mevcut bir ithalatçı olarak enerji hub olma bağlamında kaynak çeşitliliğine ve de ihracatçı seviyeye yükselme şansına sahip olmalıdır. Bu çeşitlilik, ulusal ve uluslararası topraklarda inşa edilecek büyük stok kapasitelerini ve ticaret merkezlerini içermelidir. Hublar bağlamında bazı örnekler bulmak mümkündür; fakat bunlar kısmen hub özelliklerini barındırmaktadır ki, örnek olarak Henry gas hub veya Baumgarten gas hub verilebilir. Bu şartlar altında, Türkiye, hidrokarbon kaynaklarının bulunmamasından, sınırlı depolama olanaklarından ve de mevcut enerji anlaşmalarındaki kısıtlardan ötürü enerji hub değildir.

Öte yandan, Putin tarafından yapılan açıklamada Avrupa’nın kendi merkezlerinde olan çılgınlık olduğuna işaret edilmiş ve de Avrupalı tüketiciler için gazın fiyatının büyük oranda Türkiye’deki merkezde belirleneceği vurgulanmıştır. Bu gerçek bir duruma işaret etmekte olup, şu anda 4,6 milyar metreküplük kapasitesi ile Avrupa’nın en büyüğü olan Silivri Yeraltı Doğalgaz Depolama Tesisi ile daha fazla bile gerçekleştirilebilir durumdadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan açıklamada, kendileri tarafından yapılan yatırımların ülkeyi doğalgaz keşfi, işletimi ve depolanması alanlarında en güvenli seviyeye getirene dek devam edeceği vurgulanmış ve Avrupa’daki enerji krizi kaynaklı sorunların Türkiye’de yaşanmaması için tüm önlemlerin alınacağına dikkat çekilmiştir.

Yevgeniya Gaber’e göre, Türkiye’nin bölgesel enerji altyapısında önemli bir rol oynama arzusu sadece jeopolitik gerekçelerle değil, aynı zamanda ekonomik ve teknik açıdan da uygundur. Fakat enerji hub haline dönüşebilmenin başarılması bağlamında, Rusya, bu planın ana bir parçasını teşkil edemez. Çünkü enerji hub olmanın ana felsefesi çeşitli unsurları içermektedir ki, bunlar; var olan rotaların ve tedarikçilerin çeşitlendirilmesi, bağımsız bir kurum kanalıyla karar almada bağımsızlık, fiyatları belirleyen piyasa talebi ve tedarik, potansiyel ortakların projelere dahil olma konusunda siyasi niyetidir. Rusya bunlardan hiçbirine cevap vermemektedir.

Buna karşılık, Putin’in Türkiye’yi bir Rus gaz hubı yapma düşüncesi Ankara’nın Rus fosil yakıtlarına bağımlılığını artırabilir, enerjinin dışında Türkiye’nin Rusya’ya olan stratejik bağımlılığını derinleştirebilir ve Türkiye’nin zaten Batı ile karmaşık olan ilişkilerine daha da zarar verebilir. Türkiye, son yıllarda Rusya’ya olan gaz alım bağımlılığını düşürme konusunda sıvılaştırılmış doğalgaz ithalatlarını artırma ve enerji karışımına daha fazla yenilenebilir kaynak ilave etme yoluyla ilerleme sağlayabilmiştir. Fakat Türkiye, halen yüksek oranda Rus enerji tedariklerine bağımlı durumdadır ki, bu örneklendirmek gerekirse Türkiye’nin 2021 senesindeki iç gaz talebinin yüzde 44,9’u Gazprom tarafından sağlanmıştır. Uzmanlar tarafından yapılan açıklamada, zaman zaman bakım sebebiyle geriye kalan Rus gazını Türkiye’ye aktaran Türk Akım Boru Hattındaki kapatmalara ilaveten, Putin’in Türk Akımı’na yönelik beklenen saldırılar konusundaki temelsiz iddiaları Ankara açısından içerisinde bulunulan dönemde zorlu zamanların yaşanmasına sebebiyet verebilir. Rusya ile anlaşmayı sorunlu hale getirebilecek birtakım teknik sorunlar da mevzubahistir. İlk olarak, Mavi Akım’ın mevcut 16 milyar metreküplük kapasitesi sadece Türkiye’nin iç ihtiyaçlarını karşılamak için gaz pompalamaktadır. Türkiye’yi Rusya’ya bağlayan diğer bir hat olan Türk Akımı ise toplam olarak 31,5 milyar metreküp kapasiteye sahiptir. Bu kapasiteler, iki adet Kuzey Akım’ın toplam kapasitesi olan 110 milyar metreküpü ikame edemez. Bunun yanı sıra, bu rota teoride bile olsa Yunanistan, Kuzey Makedonya, Sırbistan ve Macaristan gibi küçük Güney Avrupa piyasasını besleyebilir ki, örneğin Almanya gibi Rusya gazının büyük alıcıları ise Kuzey’de konumlanmaktadır.

İkinci olarak halihazırda bir savaş bölgesi olan Karadeniz’de yeni boru hatlarının inşası fiziksel güvenliği, önemli yatırımları, gelişmiş derin deniz offshore inşaat teknolojilerini ve boru hattı döşeme gemilerini gerektirmektedir ki, bunların hepsi yeni AB yaptırımlarının muhtemel hedefleridir. Rusya, bu projelerin güvenliğini garanti edemez ve Batılı şirketler ise bunlara yatırımlar, teknoloji ve de sigorta sağlama konularında gönülsüz olacaklardır. Üçüncü olarak, Avrupa Birliği kendisini Rusya’dan uzaklaştırmaya karar vermiş ve daha güvenilir ortaklar aramaya yönelmiştir ki, Birlik mevcut koşullarda önemli bir karbonsuzlaştırma sürecini devam ettirmekte ve Moskova’yı güvenilir bir ortak olarak görmemektedir.  Rusya-Ukrayna Savaşı başladığından bu yana, AB, 2021 senesinde yüzde 43,5 olan Rus gaz ithalat oranını yüzde 7,5'e düşürmüştür. 

Özetlemek gerekirse, önümüzdeki 20 senede Türkiye’yi bir enerji merkezi ya da hub olarak konumlandırmak uygun değildir. Çünkü başlangıçta bir enerji merkezi olabilmek için, Türkiye, tüm enerji kaynak türlerini üretmeli, depolamalı, satmalı/ticaretini yapmalı ve de bunları üzerinden taşımalıdır. İkinci olarak, büyük yatırımlar ve uzun dönemli enerji politikaları önemlidir. Küresel ölçekte, Türkiye’nin enerji transfer miktarı beklendiği gibi önemli değildir. Günümüzdeki ekonomik ve politik şartlardan ötürü komşu ülkeler Türkiye’yi nadiren bir enerji geçiş rotası olarak kullanmaktadırlar.

Erişim Adresi: https://www.dw.com/en/will-turkey-ever-become-a-russian-gas-hub/a-65053534, (Erişim Tarihi: 29 Eylül 2023).

Rusya ve Ukrayna arasında 2000li yıllarda Avrupa’ya gaz taşımacılığına yönelik yaşanan olumsuz tecrübeler, Moskova’yı yeni alternatif taşımacılık rotalarını yeniden düşünmeye ve bu bağlamda Ukrayna’yı devre dışı bırakan enerji rotalarını geliştirmeye yöneltmiştir. Söz konusu çerçevede, özellikle 2022 senesinin sonu itibariyle Türkiye gündeme gelmiş durumdadır. Ankara’nın Moskova tarafından bu konuda yapılan teklifi kabul etmesini müteakiben, her iki başkent de Türkiye’nin Trakya bölgesinde muhtemel bir enerji hub tesisi kurulmasına yönelik çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bu ortak Türk-Rus girişiminin başarılı olup olmaması ihtimali, her iki ülkenin yakın çevresindeki konjonktürel enerji gelişmeler ve 2022 Rusya-Ukrayna Savaşı’nın muhtemel sonuçlarınca belirlenecektir. Türkiye’nin enerji ithalatlarına yüksek oranda bağımlılığına karşın, Ankara, tedarik rotası farklılaştırmasında önemli bir role sahiptir. Bu jeopolitik güçten yararlanmak suretiyle, Türkiye, kendisini bir enerji koridoru hatta bir enerji hub şeklinde konumlandırmak çabasındadır. Daha yeni olarak Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Enerji Ticaret Merkezi” söylemini de benzer şekilde kullanmıştır. Siyasetçiler ve konunun uzmanları bu durumları birbirlerinin yerine kullansalar da, bunlar farklı sonuçları barındırmaktadır. Türkiye’nin enerji geçiş koridoru olması durumu Rusya’yı, Hazar havzasını ve Ortadoğu’yu sadece Türk piyasasına değil, aynı esnada Avrupalı nihai kullanıcılara bağlayan hidrokarbon boru hatlarının ve bunların ilgili sistemlerinin çeşitliliğinin yaratılması ve kullanılmasını gerektirmektedir. Buna karşın, bir enerji hub haline gelmek daha meydan okuyucu bir sorumluluktur ki, bu çok geniş bir petrol ve doğalgaz sistemlerine ilaveten sıvılaştırılmış doğalgaz ticaretini sadece geçiş durumlarında ve düzenlemelerinde etkileme kapasitesine sahip olarak etkileme bağlamında değil aynı esnada bu sistem kanalıyla bazı hidrokarbonların geçişi çerçevesinde yeniden satımını da zorunlu kılmaktadır.

Bu bağlamda Rusya Federasyonu’nun konu hakkındaki resmi tutumunu 22 Eylül 2023 tarihinde Rusya Federasyonu İstanbul Başkonsolosu Andrey Buravov, şu şekilde detaylandırmıştır:“Enerji alanındaki anlaşmalar ve projeler, Rus-Türk iş birliğinin amiral gemisi ve temelidir. Doğalgaz merkezi projesi ile birlikte ulusal, bölgesel ve Pan-Avrupa enerji güvenliğinin sağlanmasının en önemli unsurudur. Mevcut projelerin (Türk Akımı, Akkuyu nükleer santrali) uygulamasının kazan- kazan biçiminde karşılıklı yarara dayalı iş birliğinin açık bir örneği olduğu söylenebilir. Rusya güvenilir bir enerji üreticisi, Türkiye de güvenilir bir enerji tüketicisi ve Türkiye, büyük bir enerji merkezi olarak rolünü güçlendirme fırsatı buldu. Söz konusu iki proje de en yüksek çevresel ve teknolojik normları ve standartları karşılamakta ve şu anda Rusya ve Türkiye büyük bir doğal gaz merkezini Türkiye'de kurma projesini görüşüyorlar.

Ozan Örmeci: Bu keyifli mülakat için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Sina Kısacık: Bende size en içten teşekkürlerimi sunarım. Buna ilaveten çalışmalarınızda başarılar ve de kolaylıklar diliyorum. Son olarak böylesine önemli bir kitap çalışmasına imza attığınız için şahsınızda sizi ve kurumunuzu çok tebrik ediyorum. Selamlarımı ve de saygılarımı sunuyorum size.

Tarih: 29.09.2023

Suudi Arabistan-İsrail İlişkilerinde Önemli Gelişmeler

Ortadoğu’da kuruluş sürecinde yaşanan tartışmalar nedeniyle yerel aktörlerin birçoğunca başlarda istenmeyen bir aktör olan İsrail, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kurduğu yakın ilişkiler ve zaman içerisinde hem askeri anlamda, hem de ekonomi ve diplomasideki üstün başarıları sayesinde son yıllarda bölgedeki en güçlü aktörlerden birisi haline gelmiştir. Bu, 193 civarında olan Birleşmiş Milletler (BM) üyesi devletin 165’inin artık İsrail’i tanımasıyla da istatistiki anlamda ispatlanabilir bir durumdur. Öyle ki, kuruluş döneminde İsrail’i tanıyan Türkiye’den sonra, 1979’da Enver Sedat'ın Başkanlığında Mısır’ın İsrail’i tanıması çok önemli bir dönüm noktası olmuş, 1994’te de Mısır’a Kral Hüseyin'in yönettiği bir diğer Arap devleti Ürdün eklenince, İsrail’in Ortadoğu'daki konumu güçlenmeye başlamıştır. 

Ancak İsrail’in bu konuda sayısal anlamdaki asıl atılımı, ilginç bir şekilde diğer konularda pek de başarılı bulunmayan Donald Trump’ın ABD Başkanlığı dönemine denk gelmiş ve Trump’ın zorlayıcı diplomasisi sayesinde, İsrail’deki merkez sağ/aşırı sağ çizgideki Benyamin Netanyahu hükümeti, İbrahim Anlaşmaları ile 2020 yılı içerisinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Sudan (resmi tanıma henüz olmadı ama karar alındı), Fas (1994’te alınan karar uyarınca 2020’de resmi tanıma yapıldı), Bahreyn ve Butan gibi 5 ülke tarafından daha tanınmayı başarmıştır. Bu ülkeler arasında özellikle BAE’nin İsrail’i tanıması, Abu Dabi’nin Arap/İslam coğrafyasındaki önemli konumu ve diğer ülkeleri etkileyebilme kapasitesi nedeniyle Tel Aviv (Kudüs) adına tarihi bir başarıdır.[1] Ancak elbette İsrail açısından kendisini güvenliğe almak hususunda kritik eşik, Mısır ve Türkiye ile birlikte Sünni İslam dünyasının en önemli merkezlerinden olan Suudi Arabistan tarafından tanınmak olacaktır.

İsrail’i tanıyan ülkeler yeşil renkte (165/193)

2018 yılında yazdığım bir makalede, Yapısalcı Realizm teorisi temelinde, o dönem Amerikan dış politikasının İran karşıtı çizgisini sürdürmesi ve İran nükleer programının bölge ülkelerinde yarattığı endişelerin devam etmesi durumunda, Suudi Arabistan’ın belirli garantiler karşılığında (Filistin Devleti’nin tanınması) İsrail’i tanımaya doğru sürüklenebileceğini yazmıştım.[2] Her ne kadar ABD’de İran karşıtlığının dış politikasının en önemli gündem maddesi yapan Trump yönetimi şimdilik iktidardan uzaklaşsa ve yerine Tahran’la ilişkiler konusunda daha mutedil Joe Biden yönetimi işbaşı yapsa da, ABD’nin İran’la ilişkileri geçen zaman içerisinde düzelmedi ve Seyyid İbrahim Reisi’nin Ağustos 2021’de Cumhurbaşkanı olmasından sonra da ilişkiler daha da sertleşerek, İran nükleer anlaşması (JCPOA) tamamen rafa kaldırıldı. Bu anlamda, İran’ın nükleer programının artık bu ülkenin nükleer silahlara erişim sağlayabileceği bir aşamaya geldiği bizzat İsrail Savunma Bakanlığı tarafından açıklanırken[3], bu konunun gündemde kalması ve İsrail ile Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinde tehdit algılamasını tetiklemesi mümkündür.   

Muhammed Bin Salman ve Benyamin Netanyahu

Bu konuda yaşanan güncel bir gelişme ise, Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi ve ileri yaşı nedeniyle devlet işlerine pek vakit ayıramayan Kral Selman bin Abdülaziz’in önünde ülkenin fiili lideri olan Muhammed bin Salman’ın Amerikalı ünlü yayın kuruluşu Fox News’e verdiği güncel bir röportajda[4], “Suudi Arabistan ile İsrail’in her geçen gün daha da yakınlaştığını” belirterek, iki ülke arasındaki paktın, “Soğuk Savaş’tan bu yana gerçekleştirilen en büyük anlaşma” olacağını söylemiş olmasıdır.[5] Muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayına adı karıştığı için son yıllarda reformist kimliği yara alan genç Veliaht Prens, konuşmasında keskin ifadeler kullanmasa da, “Filistinlilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi”ni bir ön şart olarak belirtmiş; ancak bunun Filistin Devleti’nin tanınması mı, yoksa başka bir şey mi anlamına geldiği net olarak anlaşılmamıştır.[6] Salman, İsrail’i kimin yönettiğinin kendilerini ilgilendirmediğini de belirterek, Netanyahu ile anlaşabileceğini ima etmiştir.

Bu konuda iki ülkenin önümüzdeki aylarda hızlanabilecek olmasının bir diğer sebebi de, yakın gelecekte nükleer güce erişmiş ve çok sayıda kullanıma hazır nükleer başlık üretmiş bir İran’ın bölgesel güç konumunu sağlamlaştırarak, ABD ve İsrail üzerine yapacağı baskıyla ilerleyen yıllarda Filistin Devleti’nin tanınmasını sağlaması durumunda, Tahran’ın İslam dünyasındaki konumunun ve prestijinin diğer tüm devletlerin önüne geçebilecek olmasıdır. Birçok Batılı danışmanla çalışan Suudi yönetimi, bu payeyi İran’a kaptırmak istememesi nedeniyle, Filistin Devleti’nin makul sınırlar içerisinde tanınması karşılığında İsrail’le diplomatik ilişkilerini başlatma kararı alabilir. Bu, bence kesinlikle sürpriz olmaz ama elbette diplomasi tarihi adına önemli bir dönüm noktası olacağı kesindir. Bu konuda bir diğer önemli faktör ise, diplomaside son yıllarda sürekli irtifa kaybeden ve ekonomik olarak da Çin'in gölgesinde kalmaya başlayan ABD'nin bir başarı hikâyesine ihtiyaç duymasıdır. Bu nedenle, Biden yönetimi veya 2024 seçimleri sonrasında 2025'te işbaşı yapacak başka bir yönetim, İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesine hem Ortadoğu dengeleri, hem de ABD'nin kendi başarısı adına ihtiyaç duymaktadır ve bunu kesin olarak destekleyecektir. Suudi Arabistan'ın ABD'nin bölgedeki en büyük savunma sanayisi müşterisi, İsrail'in ise bölgedeki en yakın ve güvenilir Amerikan müttefiki olması da, kuşkusuz Washington'ın bu iki yakın olduğu ülkeyi bir araya getirme çabasına büyük dayanak sağlamaktadır.   

Sonuç olarak, Ortadoğu coğrafyasının makus talihi, bölgedeki ülkelerin ve halklarının -Avrupa ülkelerinin ve halklarının aksine- sekülerleşme ve uluslaşma süreçlerini henüz tamamlayamamış ve geri kalmış olmalarıdır. Bu durum, ekonomisi iyi durumda olan Suudi Arabistan, Katar ve BAE gibi ülkeler için bile geçerlidir. Bu ülkelerde bile, yaşam koşulları ve insani gelişmişlik seviyesi Batılı ülkelere kıyasla çok geridedir. Hatta bu bölgede Batılı bir devlet olarak kurulan İsrail bile, zaman içerisinde bölge dinamiklerine uygun olarak, daha güvenlikçi mantıkta hareket eden, dini değerleri siyasal ve günlük yaşama yoğun şekilde dahil eden ve demokrasi çıtasını düşüren bir devlet haline gelmiştir. Bu anlamda, içeride yaşadığı ciddi sorunlara rağmen nükleer silahlara erişmesi durumunda bölgesel nüfuzu ciddi anlamda artabilecek olan İran karşısında, İsrail ile Suudi Arabistan’ın birbirlerini tanımaları şaşırtıcı bir gelişme olmayabilir. Zira bu, hem iki ülkenin, hem de ABD'nin yararına bir gelişme olacaktır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] The Economist (2020), “The Arab countries most likely to recognise Israel”, 20.08.2020, Erişim Tarihi: 29.09.2023, Erişim Adresi: https://www.economist.com/middle-east-and-africa/2020/08/20/the-arab-countries-most-likely-to-recognise-israel.

[2] Bakınız; Ozan Örmeci (2018), “İsrail-Suudi Arabistan Yakınlaşması Gerçeğe Dönüşebilir Mi? Yapısalcı Realist Bir Analiz”, International Journal of Economics, Administrative and Social Sciences (IJEASS), Cilt 1, Sayı: 1, Aralık 2018, ss. 60-100.

[3] Şalom (2023), “İsrail Savunma Bakanı: ‘İran´ın 5 nükleer silah yapmaya yetecek uranyumu var’”, 04.05.2023, Erişim Tarihi: 29.09.2023, Erişim Adresi: https://www.salom.com.tr/haber/127367/israil-savunma-bakani-iranin-5-nukleer-silah-yapmaya-yetecek-uranyumu-var.

[4] Röportajın tamamı buradan izlenebilir; https://www.youtube.com/watch?v=w0NxI44yBDM.

[5] Jennifer Holleis (2023), “Suudi Arabistan-İsrail dostluğu: Hayal mi, gerçek mi?”, DW Türkçe, 27.09.2023, Erişim Tarihi: 29.09.2023, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/suudi-arabistan-i%CC%87srail-dostlu%C4%9Fu-hayal-mi-ger%C3%A7ek-mi/a-66937420.

[6] Al Arabiya English (2023), “Saudi Crown Prince interview with Fox News”, 22.09.2023, Erişim Tarihi: 29.09.2023, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=w0NxI44yBDM (04:00-06:00 dakikalar arasındaki bölümde izlenebilir).  

27 Eylül 2023 Çarşamba

Interview with Dr. Klaus Jürgens

 

Dr. Klaus Jürgens is a German journalist and political analyst from Britain who closely watches and extensively writes about Turkish Foreign Policy and Türkiye’s relations with the Western countries. Jürgens regularly appears on TRT World and shares his analyses and opinions with the Turkish public and international audiences.

You can follow his works and interviews from his Twitter account: https://twitter.com/KlausJurgens

***********************************************************************************

Ozan Örmeci: Mr. Klaus Jürgens, thank you for the opportunity. Could you please tell us more about your professional career and your interest in Turkish Politics and Turkish Foreign Policy as academic fields?

Klaus Jürgens: My interest in all things; Turkish Foreign Policy and Turkish Politics in general started via a deviation, so to speak. I had been active in German and European non-governmental organisations, respectively, including being the chairperson of a European wide youth and student movement platform fully financed by the European Commission in Brussels. This involvement, paired with attending training courses for youth leaders at the site of the Council of Europe in Strasbourg, were the catalyst for my wish to one day either get involved in ‘adult’ politics myself, or alternatively lecture and write about politics. Always considering European enlargement as a positive development and having had the pleasure of knowing many people with Turkish background, it became clear after 1999 that especially one country caught my researcher’s eye: the Republic of Türkiye (Turkey). To make this point even more frank, I was never a supporter of a ‘Superstate Europe’, but preferred a multicultural, multifaith, socially inclusive Europe and Türkiye absolutely has her place in that ‘House Europe’ as many of my generation referred to as the post-Maastricht European Union.

The logic continuation was eventually starting to lecture about EU Law for Business Administration and designing Türkiye’s first ever university course syllabus teaching about Türkiye’s Small and Medium Sized Enterprises (SME) in cross-border ventures focusing on relations with Austria, Germany, and the United Kingdom. Certainly, having obtained a post-graduate degree from London School of Economics (LSE) in the domain of Government facilitated this venture to a great extent. And where business goes first, foreign and international relations, respectively, often follow in their footsteps hence a link between cross-border strategic partnerships in both dimensions became my focus, by now for well over the past two decades.

More recently, running my own media representation company in London and working as a political analyst, plus communications strategist focusing on Türkiye. Then, the Republic of Türkiye Directorate of Communications accepted me as a panellist related to various topics; for example the UN Reform or relations with NATO both in Türkiye and abroad, most recently in Stockholm. Besides, honoured to regularly being featured on TRT World television both in Istanbul and from time to time in London, too. What’s more, contributing to NEX24 online news platform in Germany and TRT Germany in Berlin. New academic analysis soon to be published in Insight Türkiye about the nation’s foreign policies featuring a close look at EU accession, UK bilateral relations, and the United Nations reform.

Ozan Örmeci: Türkiye is often criticized in the Western press and academia due to its alleged authoritarian transformation. It is a fact that the degree of civil liberties and political freedoms are decreased in recent years. However, there could be some outside factors strengthening this trend rather than President Erdoğan and his government’s preferences. In that sense, how do you consider Türkiye’s current political regime? What we can -as Turkish citizens- do to improve the quality of democracy in our country?

Klaus Jürgens: Having witnessed Türkiye’s stellar rise from a country belittled by so-called allies and friends to a proud yet never selfish nation employing a 360-degree foreign policy is a success story. I often ask myself, how come that studied men and women living abroad and active in the domains of politics, business, and media continue to portray modern Türkiye as an authoritarian state?

You asked about what you as Turkish citizens can do and said with all due respect and modesty, reforming a nation and embarking on the path towards full-fledged democracy must be considered as work in progress, there is no finite version of democracy as countries, people, attitudes change over time.

My suggestion: figuratively speaking, continue on your path to keep reaching for the stars with your feet solidly on the ground. In other words, your nation reformed itself from A to Z since early in 2003, individual freedoms were introduced, military tutelage abolished, the PKK issue addressed, infrastructure projects were implemented in all four corners of the country, world class health service became the order of the day, and that further list would fill quite some book chapters by itself.

The Turkish people are a proud nation and for so many decades after the Second World War, all this pride was taken away first by self-styled ‘elites’ in the country, and then by tutelage-inspired foreign actors including the United States of America. Modern Türkiye is no longer hostage to the fake Westernization project of those past fake elites.

Ozan Örmeci: Germany is the most important partner of Türkiye in Europe. Economic and social relations are very intense and well developed and political relations seem less problematic compared to Turkish-French or Turkish-Greek relations. What is your opinion about the perception of Türkiye in Germany? What could be the ideal model of relationship between Türkiye and Germany as well as Türkiye and the European Union?

Klaus Jürgens: Unfortunately, and over the past decade even German mainstream media reverted to Türkiye-bashing. The good news is, however, that neither the business community nor the ‘ordinary’ men and women on the street buy into that ill-fated hate speech. Same as in other countries from the moment onwards that modern Türkiye declared a 360-degree foreign policy based on expertise and political clout some circles started to panic; paraphrased, who is afraid of a democratic and successful Türkiye highly respected on the global stage?

The difference between your examples France and Greece is that over there even elected office holders seem to wake up in the morning and search for which negative statement they can make today about Türkiye. In Germany too, there are anti-Türkiye undercurrents fuelled by FETÖ and PKK cells on the ground, but seldom would leading politicians (at least not of the current government) speak up against Türkiye in that biased manner found elsewhere.

Another good news: step by step, the number of Türkiye-bashers in Europe is dwindling – think ever improving bilateral relations between Rome and Ankara or consider London and Ankara.

You asked for a kind of model – well here are my thoughts: as modern Türkiye and by now for many decades turned herself from a provider of much needed post-Second World War labour forces in Europe, mostly Germany, but even as far as Australia, into a leading globally recognized economic powerhouse; thus, reversing trends one hundred percent, any successful bilateral relations should be based on an ‘seeing eye to eye’- approach. Much needs to be done, but I still think that more mutually beneficial German-Turkish relations are the only viable blueprint for long-lasting future of EU-Türkiye relations.

Berlin should actually pave the way for closer Türkiye-EU relations and agreeing on the EU-wide visa-liberalization should be one such urgent, step plus the modernization of the Customs Union.

Ozan Örmeci: Germany’s new coalition government and Prime Minister Olaf Scholz found themselves in the midst of a war and political crisis due to Russian invasion of Ukraine. This led to some serious political consequences in Germany such as expanding military expenses substantially and trying to cut all relations with Moscow. Do you think German government could achieve its energy dependency without Russian support in the coming years?

Klaus Jürgens: Foreign observers of modern German politics often struggle to coming to terms with Berlin’s delicate balancing act with regards to contacts with Moscow. In order to understand today’s hesitations to cut all links and ties with Russia due to the war situation in Ukraine, one must travel back in time. On the one hand, German political elites were split between favouring a clear transatlantic course, that is putting good relations with Washington well ahead of any attempts of achieving the same towards Moscow, whilst on the other hand a very outspoken ‘Moscow faction’ became ever more relevant in decision-making. It would be too easy to allocate the former position to conservative circles and leaving the latter earmarked for the Left. As example, post-war Social Democracy in Germany was divided on exactly that same ideological fault lines. Never accepting two Germanys, as a fact, it nevertheless became obvious that any attempts at establishing more humanitarian relations between East Berlin and Bonn needed to go via Moscow, with similar considerations applied to contacts with other satellites of the past Soviet Empire.

Before being elected to higher offices, both former Chancellor Gerhard Schröder and current Chancellor Olaf Scholz were actively involved in what was labelled All European Youth and Student Cooperation, with frequent young party member’s delegation visiting East Berlin, Moscow, Prague, and/or Budapest. The order of the day was not automatically agreeing to whatever demands originated from the side of Washington and trying to allow Germany finding her own foreign policy-making formula, including becoming a bridge between West and East.

The 1976 general elections with Helmut Schmidt as the victor were interpreted as indicator of the transatlantic circles coming out on top, but as the SPD was a political party often likened to a super-tanker impossible to change direction in a minute, previous more Moscow inclined tendencies had never been put aside. During the tough years on the opposition banks, the SPD established close relations with the newly emerged Green Party and eventually managed to continue on a more Moscow-interested line – soon to be Chancellor Gerhard Schröder, and later today’s office holder Olaf Scholz underlined this perfectly.

The public is equally divided often characterized as "gespaltene Öffentlichkeit", or divided/split public opinion (https://www.nzz.ch/international/ukraine-krise-warum-viele-deutsche-auf-putins-seite-stehen-ld.1666582?reduced=true). When the Ukraine War started, an absolute majority was in favour of sanctions and supporting Ukraine. The pro-Ukraine stance has not shifted except few voices in far-left political circles, but the question of whether to completely severe all ties with Russia is still a hot and controversial pick.

Can Germany become independent from Russian energy supplies? Technically speaking 'yes'; figures speak for itself or in other words, from 55 % to zero. But it remains to be seen whether Russia could get back into the picture in the medium-term future. Neighbouring Austria is a case in point still relying on imports despite speaking up against the war in Ukraine. My assumption: price will be the ultimately decisive factor.

Can Germany in its delicate geopolitical position forever turn a cold shoulder vis-à-vis Moscow? I would not think so – there will be no world anytime soon without Moscow to be taken into consideration as an influential political actor.

Will the German public tolerate an ever-increasing amount for military expenditure faced with a substantial economic post-pandemic crisis? I would not think so and even conservative leaders think that way, let us remember the rift between Donald Trump and Angela Merkel on that issue.

Ozan Örmeci: Political leaders in Germany often serve longer than one term. In case of strong right-wing leaders such as Kohl and Merkel, it can take even more than a decade. So, what do you think about the performance of the current government and Germany’s political future after the 2025 federal elections?

Klaus Jürgens: My guess is that the "Ampel-Koalition", the traffic light coalition, will actually survive. You mentioned the long-lasting Conservative leader’s success stories, but let us not forget that in many fellow European nations left-wing politicians achieved exactly the same long time in office, François Mitterrand as a key example from France.

The German electorate mostly shies away from experiments at the ballot box – and ever more so in troubling times. My modest assumption: another coalition with the Social Democrats in a certain form of leading actor, by all means in another Grand Coalition as much as the German electorate dislikes this formula.

My greatest worry is, however, the negative impression the current German Foreign Minister Annalena Baerbock leaves in the international arena which brings me to a point I make quite often: Professor Christopher Hill back in 2003 argued that foreign policies should have a certain public opinion dimension, will say governments should take public opinion much more into account when devising international relations. The current FM and all her blunders will make the Germen electorate think twice before accepting her again as FM in whatever new coalition government will be formed in 2025.

Ozan Örmeci: Could you please suggest us some gifted people you follow to better understand Turkish Politics and Turkish Foreign Policy?

Klaus Jürgens: Over the years, I had the pleasure to meet with many experts and scholars as well as journalists who chose Türkiye’s foreign relations as their major academic interest. This includes personalities both from within Türkiye and from abroad:

- Dr. Valeria Giannotta, Rome, Director Türkiye Observatory, CeSPI, and in charge of commenting about relations between Türkiye and Italy,

- Prof. Paolo von Schirach, Washington, President Global Policy Institute BAY University, and a frequent guest speaker on Türkiye-US and transatlantic relations in general,

- Yönet C. Tezel, Stockholm, Ambassador of the Republic of Türkiye,

- Ozan Ceyhun, Vienna, Ambassador of the Republic of Türkiye,

- Faruk Kaymakcı, Brussels, Ambassador of the Republic of Türkiye to the European Union,

- Dr. Tarek Cherkaoui, Istanbul, Manager TRT World Research Centre,

- Yusuf Erim, Istanbul, Editor at Large TRT World.

Thank you very much for your interest in my reflections, truly appreciated. All success with your upcoming publication(s), too

Ozan Örmeci: Thank you very much for your precious time. We wish you all the best in your studies and we hope to see you soon in the "Turkish-American Relations in the 21st Century" conference to be hold at Istanbul Aydın University. 

Date: 27.09.2023