31 Ocak 2024 Çarşamba

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel ile Söyleşi: İkinci Yüzyılında Cumhuriyet ve Türk Dış Politikası


Doç. Dr. Oğuzhan Göksel, Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Daha öncesinde, Ekim 2014-Şubat 2021 tarihleri arasında İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışmıştır. Ayrıca, Ocak 2018’den beri Britanya merkezli hakemli bir uluslararası dergi olan New Middle Eastern Studies'de editörlük ve yayın kurulu üyeliği görevlerini üstlenmektedir. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden lisans derecesini almıştır. Çalışmalarına Britanya’da bulunan Durham Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde Orta Doğu alanında tamamladığı yüksek lisans derecesi ile devam eden Göksel, Durham Üniversitesi’nde hazırladığı “Assessing the Turkish Model: The Modernisation Trajectory of Turkey through the Lens of the Multiple Modernities Paradigm” başlıklı teziyle doktora çalışmalarını 2015 yılında tamamlamıştır. Modernleşme ve toplumsal değişim teorileri, karşılaştırmalı siyaset, kalkınmanın ekonomi politiği ve dış politika analizi konuları üzerine uzmanlaşan Göksel’in çeşitli uluslararası dergilerde ve kitaplarda yayınları bulunmaktadır. Göksel’in, 2018 yılında yayımlanan ve editörlüğünü Prof. Dr. Hüseyin Işıksal ile beraber yaptığı Turkey’s Relations with the Middle East: Political Encounters after the Arab Spring adlı kitabı, ünlü uluslararası yayınevi Springer tarafından basılmıştır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Oğuzhan hocam merhaba. Genç kuşaktan en beğendiğim Türk akademisyenlerden biri olarak çalışmalarınızı ilgiyle takip ediyorum. Ayrıca editörlüğünü yaptığım kitaplara, Kurucu Genel Koordinatörlüğünü yaptığım Uluslararası Politika Akademisi’ne ve 2020 yılında yayın hayatına başlayan UPA Strategic Affairs dergisine katkılarınız nedeniyle de size teşekkürü bir borç biliyorum. Bu mülakatımızda hem akademik bilgilerinize başvurmak, hem de genç meslektaşlarımıza ve meslektaş adaylarımıza örnek olması açısından size bazı mesleki sorular yönelteceğim. Tekrar zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Oğuzhan hocam, doktora derecenizi İngiltere’deki saygın yükseköğretim kurumu Durham Üniversitesi’nden aldınız. İngiltere’deki akademik yaşamı iyi biliyorsunuz. İngiltere ve Türkiye’deki yükseköğretimi kıyasladığımızda ne gibi farklılıklar göze çarpıyor? Sizce burada veya oradaki temel sorunlar nelerdir?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Değerli Ozan Hocam, sizinle çeşitli kitap projelerinde iş birliği yapmak ve hem Uluslararası Politika Akademisi’ne, hem de editörlüğünü yaptığınız UPA Strategic Affairs dergisine katkıda bulunabilmek benim için şeref ve büyük bir mutluluk. Bir meslektaş olarak bana her daim gösterdiğiniz nazik ilgi ve destekten dolayı minnettarım. Bu fırsatlar için asıl ben çok teşekkür ederim.

Bahsettiğiniz gibi, bu ülkelerde hem öğrencilik yaptım, hem de öğretim üyesi olarak ikisinde de çalışma fırsatım oldu. Bu bağlamda, iki ülkenin yükseköğretim kurum ve kültürlerini kıyasladığımda birbirlerine üstün ve zayıf olduğu yönler var. Yani Türkiye’deki kamuoyunun ezici çoğunluğunun düşündüğünün aksine, İngiltere, kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’daki yükseköğrenimin her yönü ülkemize göre daha gelişmiş değil. Bu çok indirgemeci, hatta Oryantalist bir bakış açısıdır. Örneğin, İngiltere’de hâkim olan yükseköğrenim modeli hibrit/karma diye adlandırabileceğimiz bir sistemdir. Buna göre, üniversiteler, hem devlet tarafından yayın başarıları ölçüsünde finansal destek alıyorlar, hem de canı isteyen herkes Oxford, Cambridge ve LSE gibi saygın kurumlara dilediği miktarda bağış yapabiliyor. Bu durum, söz konusu bağışı gerçekleştiren özel sektör güçlerinin veya yabancı hükümetlerin bu prestijli kurumların istihdam davranışları ve hatta fikir özgürlüğü üzerinde belirli bir nüfuz sahibi olması anlamına geliyor. Tahmin edeceğiniz üzere, bu durumun çok ciddi tehlikeleri de var bilimsel üretim açısından; hele de siyaset, uluslararası ilişkiler ve ekonomi gibi sosyal bilimler bağlamında.

Türkiye’nin yükseköğrenimi ise, devlet üniversiteleri ve tamamen özel şahıslarca yönetilen vakıf üniversiteleri olarak keskin çizgilerle ayrıldığı için sistemimiz aslında – yani ülkede mevcut siyasi iktidardan bağımsız olarak düşündüğümüzde – teorik olarak akademisyenlerin ders ve yayın tercihlerinde daha özgür olabileceği bir yapıya sahip. Tabii bu teorik özgürlük alanı ülkede uzun yıllardır devam eden siyasi iktidarın tercihleri doğrultusunda genişliyor veya daraltılıyor. 2002-2013 yılları arasında görece geniş bir akademik özgürlük alanı varken, 2013’den günümüze tam tersi bir süreç tecrübe ediyoruz. Fakat bu olumsuz durum yükseköğrenim sistemimizin bizatihi kendisinden kaynaklanmıyor. İngiliz hibrit sisteminin ise kendisi – Türkiye’ye kıyasla hemen her açıdan çok daha gelişmiş bir Britanya demokrasisi içerisinde var olmasına rağmen – yapısal olarak sorun üretmeye meyilli bir model.

Ancak sanırım elimizde olanla yetinmek veya övünmek yerine asıl sahip olmamız gereken zihniyet hep eksik yanlarımıza odaklanıp, daha başarılı ülkelerden feyz alarak toplumumuzun kalkınmasına katkı sağlayabilmektir. Bu açıdan düşündüğümde, Türkiye’nin yükseköğrenimi İngiltere’ye kıyasla maalesef büyük zaaflardan mustarip. Konu başlıkları halinde değinecek olursam, şöyle bir kısa liste yapabilirim:

  • Akademisyenlerin ortalama gelir düzeylerinin özellikle son yıllarda ekonomiyi sarsan enflasyonun da etkisiyle mesleğin toplumsal katma değerinin oldukça altında kalmış olması. Bu durum, maalesef hızla mesleğin geleceğini ve saygınlığını tehdit edecek düzeylere varmaktadır.

  • Türkiye’deki sosyal bilimler yükseköğretiminin İngiltere’ye kıyasla halen büyük ölçüde didaktik ve yüzeysel olması. Toplumların ilerlemesini sağlayan yükseköğretim türü öğrencilere bu teoriyi veya şu formülü ezberletmekten ziyade, onlara mezun olduklarında hem kişisel hayat kalitelerini artırıcı, hem de iş pazarında karşılaşacakları sorunları çözmelerine yardımcı olacak somut beceriler kazandırmak olmalıdır. Mesela kendi başlarına güvenilir bilgilere dayalı araştırma yapmayı öğrenmek, topluluk önünde ilgi çekici bir sunum yapabilmek ve herhangi bir konuda mevcut fikirlerin ötesine geçip eleştirel analizler yapabilmek gibi becerileri sayabiliriz. Son on yılda akademisyenlerimiz arasında pedagoji konusunda bilinç düzeyi artmakta, ancak halen sosyal bilim müfredatlarının çoğunluğu belirli beceriler kazandırmaya değil zihinlere – çoğunlukla eskide kalmış – bilgileri aktarmaya yönelik olarak hazırlanıyor. Örneğin, 21.yüzyılın en büyük atılımlarından biri olmaya aday olan "büyük veri"yi elde edip bunları değerlendirmemize yardımcı olacak yazılımları (Python vb.) kullanma becerisine sahip ne kadar öğretim üyelerimiz ve öğrencilerimiz bulunuyor sosyal bilim fakültelerinde?

  • İngiltere’de büyük oranda çözülmüş, ancak ülkemizde kronikleşmiş nepotizm sorunu yükseköğretimimizde de etkisini hissettiriyor. Özellikle ülkemizin siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinin birçoğunun – hatta kamuoyumuzca çok saygın kurumlar olarak nitelendirilenlerde dahi – istihdam tercihlerini yayın performansı gibi ölçülebilir bilimsel veriler yerine bölümde hakim olan gruba ideolojik yakınlık veya kafa dengi olmak gibi 21. yüzyılın yükseköğretiminde yeri olmaması gereken bir davranış tarzı belirliyor.

En iyisi bu soruya olan cevabımı bu noktada sonlandırayım, çünkü bu konu üzerine kütüphaneler dolduracak miktarda çalışmalar yazılabilir ve bizim buradaki alanımız kısıtlı.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de hem bir vakıf üniversitesinde (İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi), hem de bir devlet üniversitesinde (Marmara Üniversitesi) çalıştınız. Vakıf-devlet üniversiteleri farkları ve akademisyenler açısından kolaylıklar ve zorluklar bağlamında bir değerlendirme yapmanız mümkün müdür?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: İlk olarak bu konuya dair akademik camia tarafından en iyi bilinen meseleyle yani özlük haklarıyla başlayabiliriz. Malum devlet üniversitelerinin akademisyen ve idareci çalışanlarına sağlayabildiği iş güvenliği, maaş zamlarındaki öngörülebilirlik, yeşil pasaport ayrıcalığı ve emeklilikte edinilen birtakım avantajlar vakıf üniversitelerinde bulunmuyor. Bu genel olarak doğru bir bilgi, ancak meselenin detaylarının vakıf üniversiteleri arasında radikal şekillerde değiştiğini de aklımızda tutmalıyız.

Örneğin, Koç Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi gibi başat vakıf üniversiteleri akademisyenlerine devlet üniversitelerinin üzerinde ortalama maaş geliri, yayın ve konferans teşvik destekleri sağlayabiliyor. Ayrıca buralarda çalışan akademisyenlerin nesnel performans çıktılarını sağladıkları ölçüde belirli bir iş güvenliğine sahip olduğunu biliyoruz. Fakat bunlar gibi az sayıda olumlu örneğin ötesine bakacak olursak, vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu devlet üniversiteleri karşısında ciddi zorluklar içeriyor. Birçoğu devletin altında veya yakın maaşlar sunarken, 9-18 saatleri arasında kart basma zorunluluğu veya devlette standart olan haftalık 10 saatlik ders yükünün en az iki katı ders saatlerini akademisyenlerin sırtına yükleyip, bir de üzerine yayın performansı bekliyorlar.

Özlük hakları konusunda vakıf üniversitelerinde yaygın görülen başka bir tuhaf durum ise, aynı işi yapan ve benzer profesyonel tecrübe/unvanlara sahip akademisyenler arasında nereden kaynaklandığı meçhul maaş farklarının bulunması. Birçok vakıf üniversitesinde yönetimler tarafından akademisyenlerin performanslarını ölçmek için hiçbir nesnel çalışma yapılmıyor; ders yüklerinin, idari görevlerinin, konferans ve yayın performanslarının genel bir bilançosu çıkarılmıyor. Ancak maaşlar arasında dramatik farklar olabiliyor ve bu kurumsal dayanışma kültürünü ciddi anlamda zedeleyebiliyor.

Yukarıda değindiklerimin ötesinde vakıf ile devlet üniversiteleri arasında tabii olarak öğrenci sayıları ve ortalama öğrenci giriş puanları açısından belirgin farklar var. Devlet üniversitelerinin en büyük zaafı genel olarak sosyal bilim bölümlerine her yıl kabul edilen öğrenci sayılarının en az 70 ile 150 arasında olmasıdır. Bu öğretim üyelerinin belirli becerileri (sunum yapmak gibi) öğrencilere kazandırması bağlamında ciddi bir sıkıntı yaratıyor. Vakıf üniversitelerinin çoğunluğu bu anlamda daha az öğrenci sayılarıyla avantajlıdır; ancak burada da sorun öğrenci giriş puanlarının burslu olanla olmayan aralarındaki dramatik farklardan ötürü büyük uçurumlar içermesidir. Öğrencilerin bilgi, beceri ve ilgi seviyeleri aralarında ortak bir bilişsel zeminde buluşmalarını engelleyecek düzeyde farklar olması vakıf üniversitelerinin yukarıda değindiğim en yüksek kalitede olanlarında dahi öğretim üyelerinin çözmekte zorlandığı büyük bir sorun teşkil ediyor.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Cumhuriyetin 100. Yılında Nasıl Bir Dış Politika? adlı editörlüğünü Eren Alper Yılmaz ile birlikte yaptığım 2023 Nobel Yayınları basımı kitapta, “İkinci Yüzyılın Türk Dış Politikası İçin Dersler ve Beklentiler” başlığı altında ilginç görüşlerinize yer verdiniz. Son dönemde Türk Dış Politikası’nda ortaya çıkan temel sorunlar sizce nelerdir? “Dünya beşten büyüktür” söylemleriyle sizce Türkiye planlı bir Üçüncü Dünyacı politikaya mı yöneliyor, yoksa bu iktidarın Batı ile ilişkilerde yaşadığı sorunlara yönelik daha taktiksel bir yönelim mi?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Son dönemde Türk Dış Politikası'nda ortaya çıktığına inandığım sorunlarla, sorduğunuz soru, yani Türkiye’nin Üçüncü Dünyacı bir noktaya evirilip evirilmediği tartışması yakından bağlantılı. Ülkemiz dış politikasının özellikle son on yılda en çok vizyon ve sistem sıkıntılarından mustarip olduğunu gözlemliyorum. İktidar partisinin 20 yıldan fazladır adeta bir seçim kazanma makinesi olması; uzun vadeli dış politika hedefleri belirleyip, bunları elde etmemize yardımcı tutarlı davranışlar izlemekte de aynı mahareti gösterdiği anlamına gelmiyor. Bahsettiğiniz kitap bölümümde de değindiğim üzere, dış politikamız son yıllarda dozu giderek artan bir şekilde iç siyasete malzeme edilen popülist tavırlarla ilerliyor.

Belirli bir günde ülkemizi yakından ilgilendiren bir kriz her ne olursa olsun (örneğin Covid-19 salgını, İsrail-Filistin çatışması veya Rusya-Ukrayna Savaşı), konuya dair Ankara’nın aldığı dış politika kararları hemen her zaman iktidarın muhalefet karşısında mevzi elde etmesi temel amacı etrafında şekilleniyor. Ben, siyaset ve ekonomideki karar alma süreçlerinin seçkinci şekilde kapalı kapılar ardında teknokratlar tarafından – halktan asgari veya sıfır katılımla – yönetilmesini savunan biri değilim. Ancak dış politika gibi bir ülke vatandaşlarının mümkün olan en çoğunun çıkarlarını gözeterek (azami kamu yararı) kararlar alınmasının şart olduğu bir alanda Ankara’ya yön veren bakış açılarının sosyal medya kavgalarında ve miting meydanlarında kitlelerin kulağına hoş gelecek afaki söylemler üretme odaklı olmasından çok rahatsızım.

Kısa vadeli seçim yatırımları üreten bir dış politika tarzı uzun vadede başımıza çok büyük dertler açabiliyor. Tek bir güncel örnek verecek olursam, ABD-Türkiye-Yunanistan üçlüsü arasındaki savaş uçağı satış krizinin kökenlerini hatırlatmak isterim. Bir Rus savaş uçağı Türkiye-Suriye sınırında o günkü Davutoğlu hükümetinin emri veya izniyle uzun uzadıya soğukkanlılıkla düşünülmeden düşürüldü. Söz konusu karar, o günün siyasi gündeminde seçim miting meydanlarında ve sosyal medyada “Moskova’ya racon kesme başarısı” olarak sunuldu. Lakin bu anlık karar sonradan bizi mahcup edip, Rusya’dan özür dileme mahiyetinde S-400 hava savunma sistemleri satın almaya sürükledi; böylelikle Rusya ile süren diplomatik krizi başarıyla çözdüğümüzü düşündük. Ancak bu anlık çözüm de bizim NATO ülkeleriyle beraber üzerinde çalışılan, parasını ödemiş olduğumuz yüksek teknolojili modern F-35 savaş uçağı üretim projesinden çıkarılmamıza yol açtı. İşte şimdi bu kararlar silsilesinin bizi getirdiği noktada 40 yıllık F-16’ları yüksek satış fiyatlarına güçlükle satın alabiliyoruz, Ege-Doğu Akdeniz sahasındaki kadim rakibimiz Yunanistan ise görece oldukça uygun koşullarda F-35’ler elde ediyor ve de bize karşı muhtemel bir hava kuvvetleri çatışmasında ciddi ölçüde kıyaslamalı üstünlük elde ediyor. Plansız dış politika kararlarımızın işte bunun gibi daha çok sayıda ibretlik örneğini verebilirim. Maalesef bu dış politika sistemsizliği ne mecliste muhalefet tarafından gündeme getiriliyor, ne basında ciddiye alınıyor ne de kamuoyu arasında yeteri kadar tartışılıyor…

Sadede gelecek olursam; Türkiye’nin Üçüncü Dünyacılık, BRICS-yanlılığı vs. olarak tasarlanmış tutarlı bir dış politika stratejisi bulunmuyor. Dün söylenen sözler bugün unutuluyor, dış politikamız gündelik rüzgârlarla bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenip duruyor. Söz konusu durumun oluşmasında kamuoyumuzun çok büyük bir payı var. Sosyal medya üzerinde yaygın rastlanan dış politika tartışmaları “bak geçmişte Başbakan Ecevit ABD Başkanı (Clinton) karşısında el-pençe divan dururken, şimdi liderimiz onların karşısında bir bacağı diğerinin üzerinde rahat oturuyor” tipi akıllara durgunluk verecek kadar şekilci ve yüzeysel bir fikir düzeyinde sabitlenmiş. Dış politika üzerine düşünen, yazan çizen insani sermayemizin durumu buysa hükümete veya muhalefet partilerine kızmak sorunun asıl kaynağını ve sorumlularını aklamaktan başka bir işe yaramıyor. F-35 ile F-16 savaş uçaklarının kıyaslamalı analizi üzerine teknik uzmanlar tarafından üretilmiş bilimsel literatüre bakalım dediğinizde kitlelerce size yöneltilen yanıt onun yerine liderin bacağına, oturuş şekline bakalım oluyorsa, yukarıda özetlemeye çalıştığım sıkıntının kısa vadede çözümü için maalesef umut ışığı yok demektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Arap Baharı sürecinde Türkiye ve Avrupa merkezli yayınlarda “Türk modeli” kavramı öne çıkarılmış ve özellikle AK Parti iktidarının İslamcılık ve demokrasiyi harmanlayan yapısı övülerek, buna benzer rejimlerin İslam dünyasında da iktidara getirilebileceği ve bu sayede seküler diktatoryal askeri rejimler ya da monarşik rejimlere bir alternatif üretilebileceği düşünülmüştü. Ancak bu beklentiler pek de yerine gelmedi ve Ortadoğu coğrafyasında demokratikleşme yerine otoriterleşme hâkim oldu. Hatta bu süreçten Türkiye de etkilendi ve Gezi Parkı eylemleri sonrasında giderek demokrasi çıtasının düştüğü bir süreç yaşandı. Sizce bu süreçte neler yanlış gitti ve hangi hatalar yapıldı?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Sonda söyleyeceğimi bu sefer ilk başta söyleyeyim: Aslında bu çok yerinde bir soru, ancak buna verecek kısa ve öz bir yanıtım yok maalesef. Çok girift, sosyo-ekonomik, kültürel, sosyolojik boyutları olan bir araştırma sorunsalı bu; gerçek anlamda yalnızca çok kapsamlı ve multi-disipliner analizlerle anlaşılmaya başlanabilir. Türkiye’de demokratik erozyon üzerine benim de birkaç yayınla naçizane katkı vermeye çalıştığım geniş bir akademik literatür oluştu; ilgilenenlere tavsiye ederim.

Konuya dair fikrimi çok kısaca belirtmeye çalışayım: Ben de Türkiye’nin özellikle 2013 yılından – ve aslında daha da öncesinden – itibaren bir otoriterleşme süreci içerisinde olduğu tezine katılanlardanım. Ancak bizde gözlemlediğimiz bu olgu bana kalırsa Mısır, Suriye, Libya ve Tunus gibi sözde “Arap Baharı” ülkelerinde 2011’den sonra yaşanan başarısız demokratikleşme girişimlerinden çok ayrı düşünülmesi gereken bir süreçtir. Malum Ortadoğu’da Lübnan ve İsrail gibi görece eski demokratikleşme tecrübelerinin dışında hiçbir vasat demokrasi dahi bulunmuyor. Türkiye’de ise, anayasallaşma ve meşruti monarşi süreci 1876’da, Cumhuriyet rejimine geçiş 1923’de, çok-partili demokratik yarış mücadelesi ise 1950’de başladı. Arada yaşanan tüm askeri darbe kesintilerine rağmen artık 70 yılı aşmış, çok-sesli bir demokratikleşme olgumuz var.

Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutladığımız bu sene diyebiliriz ki, henüz dünya standartlarının üzerinde ileri düzey bir demokratik yapı oluşturmayı başaramadık. Malum Cumhuriyet olmak ile demokrasi olmak eşanlamlı değil. Fransa’da meşhur 1789 Devrimi’ni takiben 1792’de Cumhuriyet ilan edildi, ancak orada da modern dünyanın en eski demokratik Cumhuriyeti ABD’de de demokratik kurumların sağlamlaşması uzun zaman ve ateşli mücadelelerle mümkün olabildi. Örneğin, Afrikalı-Amerikalılar 1776’dan 1865’e kadar köle statüsündeyken, ancak 1960’lı 1970’li yıllarda beyaz çoğunlukla görece yakın sosyo-ekonomik haklar elde etmeye başladılar. Dolayısıyla, yaşadıklarımızdan bir toplum ve onun aydınları olarak sürekli yeni dersler çıkararak uzun demokrasi yolumuza yılmadan devam edeceğiz. Demokratikleşmenin bir karizmatik kurucu babanın tek başına kuramayacağı kadar zor bir kurumsal düzen olduğunu, yine bir karizmatik liderin de tek başına yıkamayacağı kadar derin bir kültür dünyası olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Bugün gönlümüzden geçen her şeyi gerçekleştirememiş olabiliriz, ancak ben yine de Türkiye’nin uzun vadeli rotasının Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki ülkelere çeşitli yönlerden ışık tutabilecek derecede evrensel – ancak kendine has bir tarihsel sürecin de ürünü olan – bir demokrasi ve insani kalkınma modeli üretmeye haiz olduğuna inanıyorum.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Oğuzhan hocam, Türkiye iç siyasetine dair de iyi bir okur olduğunuzu bilerek, önümüzdeki yerel seçimler öncesinde mevcut siyasi parti ve blokların durumu hakkında bir değerlendirmenizi rica ediyorum.

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: İşte en zor soruya söyleşinin en sonunda vardık! Türkiye siyasetinin 2024 yerel seçimleri arifesinde çok kaygan bir zemini var. 5 yıl önce 2019’da yapılmış olan bir önceki yerel seçimin sonuçları da daha çok kısa süre önce 2023’ün yaz başında yapılmış olan genel seçimler de 2024 seçimlerine ışık tutmuyor; çünkü bu son iki seçimde mevcut olan ittifaklar yapısı bugün tamamen alt üst olmuş durumda. Cumhur İttifakı, yükselmekte olduğu kimilerince düşünülen Yeniden Refah Partisi’nin diğer ittifak bileşenlerine karşı takındığı görece mesafeli tavır bir kenara bırakılırsa, büyük oranda birlikteliğini koruyor. Lideri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarı sürdükçe de bu ittifak siyasetin temel aktörü olacak gibi görünüyor.

Millet İttifakı ise İYİ Parti’nin her seçim bölgesinde kendi adayını çıkartma kararı ve kendine temel rakip olarak iktidar partilerini değil de CHP’yi belirlemesinin ardından tamamen dağıldı. Güncel adı DEM Parti olan siyasi hareketi ise ikircikli bir tavır içerisinde gözlemliyoruz; bir taraftan parti liderliğinin CHP ile sürdürdüğü görüşmeler var, öte yandan ise Demirtaş ailesi ile iktidar zümrelerinin yapmış olabileceği sürpriz bir işbirliği iddiaları… Bu karmaşık tablonun üzerine özellikle metropollerde ağır hissedilen ekonomik krizin muhalefete avantaj sağladığı gerçeğini akılda tutalım, fakat CHP-İYİ gerilimine ek olarak CHP’de yaşanan Genel Başkan değişikliğinin getirdiği iç çalkantılar ve aday tartışmalarının ise iktidara avantaja olabileceğini varsayalım. Tüm bunların yanı sıra bir de seçim anket şirketlerinin hemen hepsinin son genel seçimde göstermiş oldukları başarısız performansı hatırlayalım. Mesela – hangi tarafa yakın olursa olsunlar – hiçbir anket şirketi MHP’nin yüzde 6-7’den fazla oy alabileceğini bilemedi. Yani bu şirketlerin çalışmaları da bizlere güvenilir bir veri seti sunmaktan çok uzak durumda.

Yukarıda bahsettiğim değişkenlerin hepsini alt alta topladığımda, benim zihnimde oluşan yerel seçim tablosu hiç berrak değil açıkçası. Belki de son yılların en bilinmezlerle dolu, birçok büyükşehirde en başa baş gitmeye müsait ve de muhtemel şokları barındıracak seçimlerine doğru hızla ilerlemekteyiz. Benim kendi adıma emin olduğum tek konu, İYİ Parti’nin bu seçimden hiçbir dikkate değer seçim bölgesi zaferi elde edemeyip, en büyük yenilgiyi alarak çıkacağıdır. Eğer İstanbul ve Ankara başta olmak üzere CHP-AKP (AK Parti) adaylarının sıkı sıkıya yarışacağı alanlarda muhtemel CHP yenilgileri çok küçük yüzdesel oranlar sonucu olarak ortaya çıkarsa da, İYİ Parti muhalif cenahta büyük bir cadı avının hedefi olacaktır. Ancak İYİ Parti’nin kâğıt üzerinde tecrübeli siyasi liderliğinin bizlerin gördüğü bu muhtemel tabloyu düşünememiş olma imkânları pek yok zannediyorum.

Doğal olarak, en yakından takip edilecek olan İstanbul ile Ankara seçimleri olacak; özellikle İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun – bu sefer çok daha dağınık ve hatta birbirine düşmüş muhalif partiler havuzuna rağmen – ikinci defa İBB’yi kazanması durumunda bir sonraki genel seçimin en iddialı olacak iki Cumhurbaşkanı adayından birinin belli olabileceğini düşünüyorum. Sonuç olarak, ciddi ölçüde çekişmeli geçecek yerel seçimlere dair analiz ve hatta tahminlerde bulunmaya çalışacak meslektaşlarımıza ve gazeteci arkadaşlarımıza can-ı gönülden sabırlar dilerim!

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bu keyifli söyleşi için size teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim. Saygı ve sevgilerimle.

Tarih: 30/01/2024


30 Ocak 2024 Salı

Dr. Hazar Vural Jane İle Mülakat: İran Dış Politikasında Güncel Gelişmeler

Dr. Hazar Vural Jane, 2009 yılında Bahçeşehir Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını 2012 yılında Harp Akademileri, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler bölümünde “İran Toplum Yapısının Dış Politikasına ve Ortadoğu Güvenliğine Etkileri” başlıklı teziyle tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde “Velayeti Fakih ve İran Dış Politikası: Ali Hamaney’in Konumu” başlıklı doktora tezini ise 2019 yılında savundu. Dr. Hazar Vural Jane, İstanbul Aydın Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümünde öğretim üyesidir. İran, Ortadoğu Siyaseti ve Dış Politika Analizi başlıca araştırma alanları arasındadır.

Ozan Örmeci: Sayın hocam, bize vakit ayırdığınız için Uluslararası Politika Akademisi (UPA) okurları adına size teşekkür ederim. İsterseniz güncel bir konu ile sohbetimize başlayalım. İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın İbrahim Reisi, iki kez ertelenen Türkiye ziyaretine bugün (24 Ocak 2024) itibariyle başladı. Cumhurbaşkanı Reisi’nin ziyaretinde önemli konu başlıkları sizce neler olacaktır? Türkiye-İran ilişkileri, günümüzde sizce ne durumda ve gelecek yıllarda ilişkiler nasıl gelişebilir?

Hazar Vural Jane: Ben teşekkür ederim. Çok önemli bir zamanda, 10 yıldır devam eden ve bu sefer 8. kez gerçekleştirilen Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) mekanizması ile iki bölgesel gücün hem ikili ilişkileri, hem de bölge sorunlarını ele almaları açısından önemlidir. Ziyaretin en üst düzeyde gerçekleşiyor olması, başta terör, bölge güvenliği, ikili ve ekonomik ilişkiler açısından iki ülkenin ilgili taraflarının karar alıcılar üzerinden bir araya gelerek ilişkileri geliştirmesi önem arz etmektedir. “Karşılıklı güven ve müşterek menfaatler temelinde derinleştirmeye” önem verildiği Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından vurgulanmıştır.

Reisi-Erdoğan

Türkiye-İran ilişkilerini anlamak için, ilk önce şunu göz önünde bulundurmak gerekir; bu iki bölgesel güç, Ortadoğu güvenliği açısından çok önemli iki ülkedir, birbirleriyle olan sınırları doğal bir güç karşılaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Yapısal farklılıkları ve ideolojik konumlanışları bir yana, ilişkileri iş birliği çerçevesinde geliştikçe, iletişim kanalları daima açık oldukça en başta iki komşu Türkiye ve İran, sonrasında da Ortadoğu güvenliği açısından daima olumlu sonuç beklenecektir. 8. Türkiye-İran YDİK toplantısında somut işbirliği vurgusuyla ikili 10 yeni anlaşmaya imza atılmıştır. Aslında yakın geçmişe baktığımız zaman, bölgede süreklilik arz eden krizler silsilesi göz önünde bulundurulduğunda, bir takım konularda farklı düşünceleri ve konumlanışları olsa da (Suriye’de yaşandığı gibi), Türkiye ve İran ilişkilerinin bugün iyi bir seviyede olduğu söylenebilir. Bilhassa bölgenin terör, çatışma ve savaşlar ihtimalinde yahut belirsizliklerle dolu birçok kriz içinde bulunduğu göz önüne alınırsa, Türkiye ve İran'ın sorumluluğunun ne kadar yüksek olduğu da ortaya çıkar. Tekrar vurgulamak gerekirse, kesintisiz diyalog çerçevesinde iş birliği alanlarının güçlendirilmesi ve en az bunlar kadar önemli olan iki toplumun birbirini daha yakından tanıma ihtiyacı mevcuttur. Türk basını yıllardır İran'ı Batı haber ajansları üzerinden okurken, İran için böyle bir sorun yoktur. Yine İranlılar Türkiye'ye daha sık gelirken, Türklerin İran'a ziyaretleri oransal olarak çok düşüktür. Bunu neden önemli gördüğümüzü şöyle açıklamakta fayda var; çünkü siyasi krizler zaman zaman gerçekleşebilir, bunun toplumlar arasındaki yanlış anlaşılmalar yahut propagandaya kurban giden bir takım algılamalara sebep verdiği söylenebilir. Fakat toplumlar arası bağlar kuvvetlendikçe, bu olumlu etki edecek ve eski kalıplaşmış varsayımlar ortadan kalkacaktır. Toplantıda 30 milyar dolar ticaret hacmi hedefi yinelenmiştir. Potansiyel bundan çok daha fazlasına işaret etmektedir. Keza en önemli ortak sorun olarak terör konusuna da değinilmiş ve terörle mücadelede PKK, PYD, YPG ve PJAK'a karşı iş birliği vurgulanmıştır. Bölge güvenliğini ve istikrarını daha fazla tehdit edecek adımlardan sakınılmasının önemi üzerinde mutabık kalınmıştır.

Ozan Örmeci: Filistin’de 7 Ekim tarihinde Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısıyla başlayan savaş ve türbülans süreci halen devam ediyor. Başlarda Hamas’a yönelen tepkiler, İsrail’in Gazze’de sergilediği aşırı güç kullanımı ve toplu cezalandırmaya dayalı sert politikalar nedeniyle özellikle İslam dünyasında çok farklı yönde gelişiyor. İlginçtir ki, Batılı ülkelerde de İsrail’in terörle mücadelesine verilen desteğin yanı sıra, bu yöndeki eleştiriler güçleniyor. Böyle bir ortamda, Hamas’a açıktan destek veren iki ülke olarak İran ve Türkiye ön plana çıkıyorlar. Bir diğer yakıcı gündem maddesi ise, İran destekli Şii milis grupların Lübnan (Hizbullah), Suriye-Irak (Haşdi Şabi) ve Yemen (Husiler) gibi bölgelerde yoğunlaşan İsrail ve Batı ülkelerle çatışmalarının bölgesel bir savaşa dönüşmesi riski. Nitekim Yemen’deki olaylara tepki olarak ABD ve Birleşik Krallık’ın geçtiğimiz gün bu ülkedeki bazı hedefleri bombalaması dikkat çekti. Siz, İran’ın bölgedeki stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Tahran için kontrollü gerginlik mi, yoksa bölgesel savaşa yönelik hamleler mi ağır basıyor?

Hazar Vural Jane: İran'ın bölge stratejisine baktığımız zaman bu soruya yekten cevap vermekte fayda var; bölgesel savaş, başta İran olmak üzere bölgedeki hiçbir devlet tarafından istenilecek bir durum değildir. Bunu diğer bölge güçleri için de söyleyebiliriz. İran, bölgede topyekûn bir savaşı doğal olarak istemez; çünkü İran, savaşın ne demek olduğunu iyi bilen ülkelerden birisidir. Bildiğiniz gibi, İslam Cumhuriyeti ilanından kısa bir süre sonra Irak'la 8 yıl boyunca çok büyük bir savaş yaşanmıştır. Son yıllara baktığımızda, İran’ın çevresinde işgaller ve terörün, daha sonrasında bölgede ise farklı araçlarla savaşın zaten devam ettiğini görüyoruz. İran’ın ABD ile olan karşılaşmasında, Donald Trump döneminde uygulanan "maksimum baskı politikası"na vekalet savaşları üzerinden Ortadoğu'da verilen reaksiyonları, çok uzun süre ambargolara maruz kalan ve eski bir imparatorluk bakiyesi olan büyük bir ülkenin cevabı olarak görmek daha doğru olacaktır. Elindeki tüm araçlarla gücünü arttırarak, çeşitli iş birlikleri ile -ki bunu da Latin Amerika’ya kadar yaptığını görüyoruz- yerli savunma sanayi ürünleri ile gücünü göstererek, İran'ın bir tür bölgesel güç olma idealinde devam ettiği söylenebilir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası tüm çalkantılara rağmen İran’ın nüfuzunun bölgede arttığı da rahatlıkla söylenebilir. İran dış politikası, rasyonel bir dış politikadır. Yeri geldiğinde mezhepsel yakınlıklar üzerinden, yeri geldiğinde anti-emperyalist bir motivasyonla iş birliklerine gider. Kriz anlarında basında çokça konuşulduğu gibi duygusal reflekslerle cevap vermek yerine hazırlanarak gereken ölçüde bir cevap verdiği görülür; bunu General Kasım Süleymani'nin öldürüldüğü zamanda da gözlemledik. Bu ay içerisinde İran’da Kirman’da terör saldırılarından sonra da gördük. İran’ın bölgedeki iş birliklerini de bu çerçevede okumakta fayda var; günümüzde güç karşılaşmaları birçok araçla birçok şekilde gerçekleşiyor. Bir bakıma, bu da bir denge unsuruna dönüşmüş durumda ve son yıllara baktığımızda bunun bölgeyi daha büyük sıcak çatışmalardan koruduğu dahi iddia edilebilir. Filistin ve Gazze konusu ise, son dönemdeki gerginliğin tırmanmasının en önemli sebebidir. İran’la iş birliği içindeki gruplar bu duruma kayıtsız kalamıyorlar.

Ozan Örmeci: İran nükleer programı konusu, son dönemde basında pek yer almıyor. Ancak İran’ın kısa süre içerisinde atom bombası yapım sürecini tamamlayabileceğine dair kısa süre önce konunun uzmanları tarafından ifade edilen iddialı görüşler söz konusu. Bu bağlamda, İran nükleer programına ve nükleer güç kullanımına ilişkin İran’daki yerel aktörlerin (Dini Lider, muhafazakârlar, reformistler, Devrim Muhafızları vs.) görüşleri konusunda bize detaylı bilgi verebilir misiniz?

Hazar Vural Jane: Nükleer çalışmalar konusu ve nükleer güç kullanımı aslında İran İslam Cumhuriyeti'nin 45 yıllık tarihine baktığımız zaman her zaman gündemde olmuştur, bunu net olarak görmekteyiz. Yani devrim (İran İslam Devrimi) sonrası ilk yıllarda nükleer çalışmalar fetva ile durdurulmuş, fakat İran-Irak Savaşı'nın uzaması sonrasında, Tahran, bütün enerji kartlarını tek elde toplamak yerine ve nükleer güçlerle çevrili olduğunu göz önüne alarak, bu hususu ulusal olarak bir güç ve donanım konusu olarak algılanmış, İran için de bu kadar önemli bir konuda dışarıdan bir müdahalenin kabul edilemeyeceği ve kendi kararını kendi verme arzusu öne çıkmıştır. Bu ne demektir; nükleer çalışmalar konusunda -ki İran her zaman NPT'ye taraf bir devlet olarak kalmıştır-, Tahran, siyasi olarak devlet düzeyinde en üst seviyeden başlayarak hiçbir zaman nükleer bomba yapmak arzusu olmadığını ama nükleer çalışmaların en doğal hakkı olduğunu ve buna yine İran'ın kendisinin karar vereceğini söylemiştir. Aslında nükleer çalışmalarda politik hafıza ve rejimin karakteristik özellikleri çerçevesinde dışarıdan bir gücün ya da bir takım araçların müdahalesine karşı bir duruş söz konusudur. Yani İranlılar, nükleer çalışmalarının dış bir dayatma ve engele uğramasından ziyade ülkenin kendi içinde bir karar olduğu noktasında durdukları söylenebilir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı yetkililerinin, ABD Başkanı Trump'ın kararıyla nükleer anlaşmadan çekildikten sonra yaptıkları açıklamalarda, İran'ın nükleer anlaşmaya sadık kaldığını ve bütün gereklilikleri üzerine düşen kısmıyla yerine getirdiğini ortaya koymaktadır.

Son döneme baktığımız zaman, İranlı liderler nükleer programın barışçıl olduğunu hâlâ vurgulamaktadır. Resmi açıklamalar, "İran, tüm uluslararası hak ve yükümlülüklerinin tamamen bilincindedir ve bu çerçevede ajansla iş birliğini sürdürecektir" şeklinde olmuştur. Konuyla ilgili bir diğer dikkat çekici gelişme de, Temmuz 2023 tarihinde Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Hicabi Kırlangıç ile İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed Eslami’nin bir araya geldiği toplantıda İran ile Türkiye arasında nükleer enerji alanında iş birliği ve ikili ilişkiler görüşülmüş ve Eslami, “İran’ın nükleer enerji alanındaki tecrübe ve kazanımlarını Türkiye ile paylaşmaya hazır olduğunu” belirtmiştir. Büyükelçi Kırlangıç ise, Türkiye’nin farklı ülkelerin barışçıl nükleer enerji çalışmalarını desteklediğini belirterek, "Bu doğrultuda İran'ın da barışçıl nükleer enerji hakkını destekliyor ve İran'a yönelik tek taraflı yaptırımları uluslararası toplum ve bölge için zararlı görüyoruz" demiştir. Özetlersek,  İran nükleer çalışmaları bölgede caydırıcılık açısından diplomasi masasında da bir araç olarak önemli bir konudur. İran, nükleer enerji çalışmalarını kararlılıkla sürdürmektedir.

Ozan Örmeci: Nükleer güce erişmiş ve bölgesel güç özellikleri ağır basan bir İran’la yaşamanın bölge ülkeleri (Türkiye, Irak, Suriye, İsrail, Ürdün vs.) sizce neler olabilecektir? Bu konuda bize bir gelecek perspektifi sunabilir misiniz?

Hazar Vural Jane: Bölgede İran’ın nükleer güç olması güç dengelerini bozacağından, tabii ki Türkiye açısından da istenmeyen bir durumdur. Suudi Arabistan da zaman zaman nükleer bir İran’ın kabul edilemez olduğunu ve bunun kendilerini de nükleer güç olmaya iteceğini söylemektedir. Son yıllarda konuyla ilgili gelişmelere baktığımız zaman, 2010'daki Türkiye-Brezilya-İran Antlaşması'nda da ortaya çıktığı gibi Türkiye konunun uluslararası örgütler nezdinde gerektiği ölçüde nükleer çalışmalar düzeyinde kalması için destek olmuştur. Fakat bölgesel güç özellikleri ağır basan bir İran ile yaşamak noktasında aslında bu Türkiye için de söylenebilir. Türkiye de son yıllarda savunma sanayiinde yerlileşmesini arttırarak, bölgeye yönelik dış politikasında değişiklikler yaparak arabuluculuk faaliyetlerini arttırarak yeni bir perspektif çizmektedir Dolayısıyla, önemli olan dengeyi korumak ve bölgede istikrar için bir arada var olmayı başarmaktır.

Ozan Örmeci: Değerli hocam, kıymetli görüşleriniz için teşekkür eder, size ve ailenize başarılar ve mutluluklar dileriz.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 30.01.2024

Les élections locales turques de 2024 approchent


Introduction

Après les élections présidentielles et législatives de mai dernier, le peuple turc est prêt à voter à nouveau le 31 mars 2024 pour élire les dirigeants municipaux (maires) de 81 villes dont 30 métropoles ainsi que 922 districts. Après sa victoire décisive il y a quelques mois, le président turc Recep Tayyip Erdoğan tente désormais de reprendre le contrôle des deux plus grandes villes de Turquie, Istanbul et Ankara, aux mains du principal parti d’opposition pro-laïc, le CHP (Parti républicain du peuple). Erdoğan maintient son pacte électoral appelé « Cumhur İttifakı » (l’Alliance populaire) avec des partis ultranationalistes tels que le MHP (Parti d’action nationaliste) et le BBP (Parti de la grande unité). L’opposition, en revanche, est toujours en turbulence après la défaite choquante de mai dernier et les partis d’opposition se présenteront seuls aux élections locales, sans leur coalition électorale « Millet İttifakı » (l’Alliance nationale) précédemment établie. Dans cet article, je vais expliquer quelques points chauds à surveiller de près lors des élections locales turques de 2024.

Istanbul

La compétition la plus importante aura lieu à Istanbul, la capitale économique du pays. À Istanbul, l’actuel maire du CHP, Ekrem İmamoğlu, a été élu deux fois lors des élections locales de 2019 et est devenu un champion de la démocratie grâce à l’annulation des premières élections. Depuis lors, İmamoğlu a travaillé très dur et est devenu une personnalité politique nationale et même internationale grâce à ses efforts de relations publiques, ses visites diplomatiques et ses projets ferroviaires (métro) réussis. İmamoğlu veut être réélu en mars prochain et devenir le candidat de l’opposition à la présidence en 2028. Issu d’une famille modeste de Trabzon, İmamoğlu pourrait être considéré comme le « sosie » de gauche et plus laïc du président Erdoğan avec son identité démocratique musulmane, caractéristiques de la région de Karadeniz (mer Noire) et personnalité ambitieuse. En ce sens, les élections locales de 2024 ne sont pas une élection ordinaire pour İmamoğlu et s’il gagne, il serait presque certain qu’il deviendra le candidat de l’opposition à la présidentielle lors des prochaines élections (probablement en 2028).

Mais comme le président Erdoğan était un ancien maire d’Istanbul et qu’il comprend qu’İmamoğlu pourrait être un adversaire coriace contre le candidat de son parti (peut-être même à nouveau lui-même) lors de la prochaine élection présidentielle, il a choisi Murat Kurum, ancien ministre de l’Environnement, de l’Urbanisation et du Climat. Erdoğan fera probablement de son mieux pour faire élire Kurum en usant de son influence sur les médias et la bureaucratie d’État. L’avantage de Kurum réside dans la position dominante de son parti dans la politique turque au cours des deux dernières décennies. De plus, sa connaissance de la gentrification et son expérience antérieure au TOKİ (l’Administration du développement du logement de Turquie) font de lui un candidat idéal pour Istanbul, une ville gigantesque présentant un risque énorme de tremblement de terre dévastateur. Cependant, comme les élections locales à Istanbul sont souvent perçues comme une chance pour la survie de la démocratie multipartite dans le pays, de nombreux électeurs ne regarderont pas les capacités et les connaissances de Kurum, mais plutôt son attachement au parti au pouvoir, l’AK Parti (Parti de la Justice et du Développement), souvent accusé d’avoir mis en place un régime de plus en plus autoritaire en Turquie.

Une autre dimension importante à Istanbul est la performance des autres partis. Par exemple, le Parti de la Victoire d’extrême droite anti-immigrés (Zafer Partisi) a choisi un ancien politicien du MHP, Azmi Karamahmutoğlu, qui pourrait voler des voix à Kurum et à İmamoğlu. En revanche, le candidat du Parti İYİ (Bon Parti) à la mairie d’Istanbul, Buğra Kavuncu, pourrait ne pas atteindre un pourcentage élevé en raison de la polarisation/confrontation İmamoğlu-Kurum entre les électeurs. Le parti pro-kurde DEM, quant à lui, a le potentiel de devenir le faiseur de roi lors des élections locales de 2024 à Istanbul. Le parti pourrait choisir l’épouse de son leader emprisonné Selahattin Demirtaş, Başak Demirtaş, comme candidate à la mairie d’Istanbul. En tant qu’élégante politicienne pro-démocratique et épouse tourmentée, Mme Demirtaş pourrait obtenir des votes élevés, notamment ceux provenant des électeurs kurdes et féminins, et pourrait aider Murat Kurum à faire passer Ekrem İmamoğlu. En ce sens, la décision du parti DEM de présenter ou non un candidat déterminera le sort de la course. En outre, la décision finale du nouveau parti islamiste de la tradition d’Erbakan, le Nouveau Parti du Bien-être (YRP), pourrait également avoir une grande influence sur le résultat électoral. Jusqu’à présent, les négociations entre l’AK Parti et le YRP n’ont pas abouti à un accord entre les deux parties et les responsables de YRP déclarent que l’AK Parti n’a pas proposé d’offre concrète. Ainsi, le YRP pourrait rivaliser avec son candidat en mars, ce qui pourrait diminuer les voix de Murat Kurum de quelques pour cent. Quel que soit le scénario, je pense que la course sera trop serrée et que Kurum ou İmamoğlu remporteront les élections avec une petite marge (1 à 3 %). Les sondages d’opinion actuels suggèrent également qu’İmamoğlu a une petite avance sur Kurum, mais la différence n’est que de quelques points.

Ankara

Dans la capitale turque, la compétition se déroulera encore une fois entre deux grands partis ; l’AK Parti et le CHP. Le candidat du CHP à Ankara et maire sortant Mansur Yavaş a de nombreuses personnalités puisqu’il est issu d’un milieu ultranationaliste (tradition MHP), mais candidat à un parti social-démocrate. De plus, il s’identifie à Ankara. Ainsi, il peut facilement recueillir les voix des électeurs de gauche et de droite. Mais pour reprendre Ankara, le président Erdoğan n’a pas répété l’erreur qu’il avait commise en 2019 et a choisi cette fois un homme politique local d’Ankara, l’ancien maire de Keçiören, Turgut Altınok. Altınok, comme Yavaş, est un homme politique local bien connu à Ankara et il a été à plusieurs reprises maire de Keçiören au sein de différents partis de droite. En ce sens, Erdoğan a choisi le meilleur candidat possible parmi les alternatives face au puissant Yavaş. La chef du Parti İYİ, Meral Akşener, a quant à elle choisi Cengiz Topel Yıldırım comme candidat à la mairie. Cependant, Yıldırım n’a pas de réelle chance face à Yavaş et Altınok, surtout dans une atmosphère de polarisation qui favoriserait les candidats les plus forts.

En ce sens, deux candidats ultranationalistes issus de la tradition des Loups Gris (Ülkü Ocakları) s’affronteront dans la capitale turque, ce qui montre le manque d’équilibre de la politique turque, avec une gauche faible et une politique dominante de droite. Comme à Istanbul, à Ankara également, il semble que seuls quelques points d’avance détermineront le vainqueur. Les sondages actuels suggèrent que Mansur Yavaş est le favori et a plus de chances de remporter les élections. Cependant, l’écart entre les deux candidats est inférieur à trois points, ce qui montre que tout peut arriver. En outre, je dois ajouter que lors de l’élection présidentielle de 2023, les sondages d’opinion ont induit les gens en erreur et n’ont pas prévu la victoire d’Erdoğan.

Autres villes importantes

À Izmir, le nouveau leader du CHP, Özgür Özel, a pris une décision choquante et a remplacé l’actuel maire d’Izmir, Tunç Soyer, par le maire de Karşıyaka, Cemil Tugay. L’AK Parti a en revanche choisi Hamza Dağ comme candidat. En outre, le professeur Ümit Özlale, candidat du parti İYİ à Izmir, est également qualifié de personnalité de premier plan par les médias turcs. Cependant, sauf cas de force majeure, il semble que le candidat du CHP, Cemil Tugay, remportera facilement les élections, car Izmir est connue pour sa forte tradition laïque et républicaine. Des sondages antérieurs suggèrent également que le CHP a actuellement une avance de 15 à 16 points à Izmir.

À Antalya, le président Erdoğan a choisi Hakan Tütüncü, le maire de Kepez, comme candidat à la mairie. Le CHP a en revanche décidé de continuer avec le maire sortant Muhittin Böcek. La compétition à Antalya sera également très intéressante puisque les deux partis ont un soutien presque égal et qu’Antalya est la deuxième destination touristique la plus importante de Turquie après Istanbul. Les sondages actuels suggèrent que le CHP n’a qu’un avantage de 0,5 point à Antalya, ce qui montre que tout pourrait arriver le 31 mars 2024.

En dehors de ces grandes villes peuplées et riches, il est presque certain que l’AK Parti continuera à dominer la politique turque et à remporter la plupart des municipalités. Cela est lié au succès du parti et de son leader incontesté, le président Erdoğan, à atteindre tous les segments de la société avec des services de santé et sociaux de haute qualité. En outre, le soutien des pays du Sud global au président Erdoğan est également clair. Par exemple, le président russe Vladimir Poutine se rendra en Turquie en février pour montrer sa solidarité avec le gouvernement turc et améliorer les relations turco-russes. Mais le pourcentage que le parti/bloc obtiendra doit être interprété comme le niveau de satisfaction de la population à l’égard du régime actuel. En outre, la performance électorale du nouveau parti pro-kurde DEM sera également un indicateur important puisqu'elle montrera la tendance parmi les électeurs kurdes.

Conclusion

Enfin, les élections locales turques de 2024 constitueront une étape importante pour la trajectoire politique de la Turquie. Avec une opposition affaiblie perdant les communes de deux grandes villes ; Istanbul et Ankara, la transformation politique de la Turquie vers un État plus autoritaire pourrait s’accélérer. Ou, dans le cas où l’opposition conserverait son pouvoir et/ou l’étendrait, nous pourrions être plus optimistes quant à une transition vers une démocratie à grande échelle dans un avenir proche, à partir d’un régime autoritaire compétitif. J’espère que le peuple turc prendra la meilleure décision…

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ


2024 Turkish Local Elections are Approaching

 

Introduction

After the presidential and parliamentary elections last May, Turkish people are ready to vote once again on March 31, 2024, for electing the municipal leaders (mayors) of 81 cities including 30 metropolitan cities as well as 922 districts. Following his decisive victory a few months ago, Turkish President Recep Tayyip Erdoğan now tries to take back control of Türkiye’s two biggest cities, Istanbul and Ankara, from the main opposition party, pro-secular CHP’s hands. Erdoğan keeps his electoral pact called “Cumhur İttifakı” (People’s Alliance) with ultranationalist parties such as MHP and BBP. The opposition on the other hand is still in turbulence following the shocking defeat last May and opposition parties will contest the local elections alone without their previously established “Millet İttifakı” (Nation Alliance) electoral coalition. In this piece, I am going to explain some hot spots to be closely watched in the 2024 Turkish local elections.

Istanbul

Ekrem İmamoğlu vs. Murat Kurum

The most important competition will take place in Istanbul, the economic capital of the country. In Istanbul, the current mayor from CHP (Republican People’s Party), Ekrem İmamoğlu, was elected twice in the 2019 local elections and became a champion of democracy due to the annulment of the first election. İmamoğlu worked very hard since then and became a national and even an international political figure with his PR efforts, diplomatic visits, and successful railroad (metro) projects. İmamoğlu wants to get reelected this March and to become the presidential candidate of the opposition in 2028. Coming from a modest family from Trabzon, İmamoğlu could be considered as the left-wing and more secular “doppelganger” of President Erdoğan with his Muslim democratic identity, Karadeniz (Black Sea) region characteristics, and ambitious personality. In that sense, the 2024 local election is not an ordinary election for İmamoğlu and if he wins, it would be almost certain that he will become the opposition’s presidential candidate in the next election (probably in 2028).

But since President Erdoğan was a former Istanbul mayor and he understands that İmamoğlu could be a tough opponent against his party’s candidate (maybe even himself once again) in the next presidential election, he chose Murat Kurum, former Minister of Environment, Urbanization, and Climate Change as his bloc’s candidate. Erdoğan will probably do his best to get Kurum elected by using his influence over the media and state bureaucracy. Kurum’s advantage is his party’s dominating position in Turkish Politics in the last two decades. Moreover, his knowledge of gentrification and earlier experience at TOKİ (Housing Development Administration of Türkiye) makes him an ideal candidate for Istanbul, a gigantic city with having huge risk of a devastating earthquake. However, since the local election in Istanbul is often perceived as a chance for the survival of multiparty democracy in the country, many of the voters will not look at Kurum’s capacity and knowledge, but rather his attachment to the governing party, AK Parti (Justice and Development Party), which is often blamed for setting up an increasingly authoritarian regime in Türkiye.

Another important dimension in Istanbul is the performance of other parties. For instance, the anti-immigrant far-right Victory Party (Zafer Partisi) chose a former MHP politician Azmi Karamahmutoğlu, who could steal some votes from both Kurum and İmamoğlu. İYİ Parti (Good Party) Istanbul mayoral candidate Buğra Kavuncu on the other hand might not reach a high percentage due to the İmamoğlu-Kurum polarization/confrontation among voters. The pro-Kurdish DEM party on the other hand has the potential to become the kingmaker in the 2024 Istanbul local election. The party could choose the wife of its imprisoned leader Selahattin Demirtaş, Başak Demirtaş, as its Istanbul mayoral candidate. As an elegant pro-democratic politician and a bedeviled wife, Mrs. Demirtaş could reach high votes with especially votes coming from Kurdish and female voters, and could help Murat Kurum to pass Ekrem İmamoğlu. In that sense, the DEM party’s decision to put forward a candidate or not will determine the fate of the race. In addition, the new Islamist party within the Erbakan tradition, the New Welfare Party’s (YRP) final decision might be also very influential over the electoral result. So far, talks between AK Parti and YRP have not led to an agreement between the two sides and YRP officials state that AK Parti did not propose a concrete offer.[1] Thus, YRP could contest with its candidate in March and this might decrease the votes of Murat Kurum by a few percent. In any scenario, I think the race will be too close and either Kurum or İmamoğlu will win the election by a small margin (1-3 %). Current opinion polls also suggest that İmamoğlu has a small lead over Kurum but the difference is only a few points.[2]

Ankara

Turgut Altınok vs. Mansur Yavaş

In Türkiye’s capital, again the competition will take place between two big parties; the AK Parti and the CHP. CHP’s candidate in Ankara and the incumbent mayor Mansur Yavaş has many personalities since he comes from an ultranationalist background (MHP tradition), but contests from a social democratic party. Moreover, he is identified with Ankara. Thus, he can take votes easily from the left-wing and right-wing voters. But to take back Ankara, President Erdoğan did not repeat the mistake he made in 2019, and this time he chose a local Ankara politician, the former mayor of Keçiören, Turgut Altınok. Altınok, similar to Yavaş, is a well-known local politician in Ankara and he served many times as Keçiören mayor from different right-wing parties. In that sense, Erdoğan chose the best possible candidate among the alternatives against the mighty Yavaş. İYİ Parti leader Meral Akşener on the other hand picked Cengiz Topel Yıldırım as its mayoral candidate. However, Yıldırım does not have a real chance against Yavaş and Altınok, especially in a polarization atmosphere that would favor the stronger candidates. In that sense, two ultranationalist candidates coming from the Grey Wolfes (Ülkü Ocakları) tradition will compete in Türkiye’s capital, a fact that shows the lack of balance in Turkish Politics, with a weak left and dominating right-wing politics. Similar to Istanbul, in Ankara as well it seems like only a few points margin will determine the winner. Current polls suggest that Mansur Yavaş is the favorite and has a higher chance of winning the election.[3] However, the difference between the two candidates is less than three points, a fact that shows that anything could happen. Furthermore, I should add that, in the 2023 presidential election, opinion polls misguided people and did not foresee Erdoğan’s victory.

Other Important Cities

In Izmir, CHP’s new leader Özgür Özel made a shocking decision and he changed the current mayor Tunç Soyer of İzmir with the Karşıyaka mayor Cemil Tugay. AK Parti on the other hand chose Hamza Dağ as its candidate. In addition, İYİ Parti’s İzmir candidate Professor Ümit Özlale is also labeled as a high-profile figure by the Turkish media. However, unless a “force majeure” happens, it seems like the CHP candidate Cemil Tugay will win the election easily since İzmir is known for its strong secular and republican tradition. Earlier polls also suggest that CHP has a 15-16-point lead in İzmir at the moment.[4]

Cemil Tugay

In Antalya, President Erdoğan chose Hakan Tütüncü, the mayor of Kepez as the mayoral candidate. CHP on the other hand decided to continue with the incumbent mayor Muhittin Böcek. The competition in Antalya will be also very interesting since the two parties have almost equal support and Antalya is the second most important tourism destination in Türkiye after İstanbul. Current polls suggest that CHP has only a 0.5-point advantage in Antalya[5], a fact that shows anything could happen on March 31, 2024.

Other than these big, populated, and rich cities, it is almost certain that AK Parti will continue to dominate Turkish Politics and win most of the municipalities. This is related to the success of the party and its uncontested leader President Erdoğan in reaching all segments of the society with high-quality health and social services. Moreover, the support of the global south for President Erdoğan is also clear. For instance, Russian President Vladimir Putin will visit Türkiye this February to show solidarity with the Turkish government and improve Turkish-Russian relations.[6] But the percentage that the party/bloc will get, should be interpreted as people’s satisfaction level with the current regime. In addition, the electoral performance of the new pro-Kurdish party DEM will be also an important indicator since it will show the trend among the Kurdish voters.

Conclusion                                                                                                

Finally, the 2024 Turkish local elections will be an important step for Türkiye’s political trajectory. With a weakened opposition losing the municipalities of two big cities; Istanbul and Ankara, Türkiye’s political transformation into a more authoritarian state might gain pace. Or in case the opposition keeps its power and/or expands it, we might be more optimistic for a transition into a full-scale democracy in the near future from a competitive authoritarian regime. I hope the Turkish people will make the best decision…

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

Cover Photo: https://www.cnbc.com/2024/01/25/turkey-hikes-interest-rate-again-to-45percent-as-inflation-remains-stubbornly-high.html

 

FOOTNOTES

[1] https://www.voaturkce.com/a/yeniden-refah-partisinden-ittifak-cevabi-ak-partinin-somut-bir-teklifi-yok/7454848.html.

[2] See; https://artigercek.com/politika/istanbulda-dem-partili-son-anket-imamoglu-kurum-arasindaki-fark-yuzde-kac-282126h; https://artigercek.com/politika/orcden-istanbul-secim-anketi-imamaoglu-ve-akp-aday-basa-bas-279456h.

[3] https://t24.com.tr/foto-haber/ankara-secim-anketi-mansur-yavas-ve-turgut-altinok-arasindaki-puan-farki-yuzde-kac,28796.

[4] https://www.paraanaliz.com/2024/politika/son-secim-anketi-ankara-ve-istanbulda-chp-adanada-akp-onde-g-75500/.

[5] https://www.paraanaliz.com/2024/politika/son-secim-anketi-ankara-ve-istanbulda-chp-adanada-akp-onde-g-75500/.

[6] https://www.milliyet.com.tr/dunya/son-dakika-ruslar-putinin-ne-zaman-turkiyeye-gelecegini-acikladi-7071315.


26 Ocak 2024 Cuma

Prof. Dr. Sait Yılmaz'la Söyleşi

 

Sait Yılmaz, 1961 yılında İzmit’te doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduktan sonra babasının tayini nedeni ile liseyi memleketi olan Isparta-Yalvaç’ta bitirdi. 1982 yılında Kara Harp Okulu’ndan Piyade Teğmeni olarak mezun oldu. 1984’de Eğridir Komando Okulu’nu bitirdi, Bolu ve Hakkâri’de Komando Bölük Komutanlığı yaptı. 1988 yılında ABD-Virginia’da Havadan İkmal Kursu’nu tamamladı. 1991’de Kara Harp Akademisi’ni bitirdi. Bosna-Hersek’te 1994 yılında BM UNPROFOR Türk Barış Gücü’nde Harekât Subayı ve 1996 yılında Saraybosna’da NATO-SFOR’da Sivil-Asker İşbirliği Uzmanı olarak görev yaptı. 1997 yılında İtalya-Roma’da NATO Savunma Koleji eğitimini tamamladı. 1998-2001 yılları arasında NATO (SHAPE) Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı Karargâhı Belçika-Mons’da Kriz Yönetim Uzmanlığı görevi yaptı ve bu süre zarfında Almanya/Oberammergau’daki NATO Okulu’nda Kriz Yönetim Kursu Direktörü olarak “NATO’da Kriz Yönetimi” konferansları verdi. 1998-2000 yılları arasında ABD-Oklahoma Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Avrupa Programı’nda MA (Yüksek Lisans) eğitimini tamamladı. 2000-2005 yılları arasında ise Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doktora eğitimini yaptı. 2006 yılında Silahlı Kuvvetler’den kendi isteği ile emekli olmayı müteakip, Yrd. Doç. Dr. olarak Beykent Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi kadrosuna atandı. 2011-2014 yılları arasında İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (USAM) Müdürü olan Sait Yılmaz, 2012 yılında Doçent oldu. 2014-2017 döneminde Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce bölümünde kadrolu öğretim üyesi olarak dersler verdi. 2017 yılından beri Esenyurt Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümünde Profesör Doktor olarak görev yapmaktadır. Prof. Dr. Sait Yılmaz’ın güvenlik, savunma ve istihbarat konularında yayımlanmış çeşitli kitap ve makaleleri bulunmaktadır.[1]

Ozan Örmeci: Değerli hocam, bize vakit ayırdığınız için öncelikle size teşekkür ediyorum. İstihbarat ve güvenlik alanında çok önemli ve özgün Türkçe yayınlara imza attığınız için görüşlerinizi ciddiye alıyor ve yakından takip ediyorum. Bu görüşleriniz ve uyarılarınızın Türkiye ve dünyadaki çeşitli ülkelerin güvenlik birimleri ve ilgili araştırmacılarınca duyulması açısından da bu röportajı gerçekleştirmeyi düşündüm. Kabul ettiğiniz için tekrar teşekkürler.

Sayın hocam, sizin de yakından takip ettiğiniz üzere, 2016 sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde neredeyse hiçbir konuda iyi bir uyum sağlanamadı ve ilişkiler ya daha da gerildi, ya da kriz yaratmamak adına soğumaya bırakıldı. Bu durum Obama’nın son dönemi, Trump’ın 4 yılı ve Biden’ın 3 yıllık Başkanlığı sürecinde de devam etti. İkili ilişkilerde en temel mesele olarak Türkiye kamuoyunda ABD’nin Suriye’de PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG gibi gruplara verdiği destek gösteriliyor. Washington ise, bu konuda, Suriye’de temel mücadelenin IŞİD (DEAŞ) gibi terör örgütleriyle yapılması gerektiği, Suriye Kürtlerinin demokrasi, insan hakları ve kadın hakları gibi değerlere sahip çıktığı ve ABD müttefiklerinin bölgede beraber hareket etmeleri gerektiği gibi argümanlar üzerinde duruyor. Siz, ABD’yi yakından tanıyan bir araştırmacı olarak, Washington’ın bölgedeki stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD, bölgede bir PYD/YPG devleti veya özerk bölgesi mi istiyor? Yoksa bu konu Türkiye’yi klasik müttefikleriyle yeniden hizalandırmak ve Rusya ve Suriye rejimi ile mücadelede güçlü olmak için kullanılan geçici stratejik bir unsur olarak mı kıymetlendirilmelidir?

Sait Yılmaz: Aslında Türk-Amerikan ilişkileri uzun zamandır yolunda gitmiyor. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında ABD, Kürdistan ve Ermenistan kurulması planlarının içinde olmuştu ama ağırlığını daha çok misyonerlik faaliyetlerini geliştirdiği Ermenistan’a yöneltmişti. Bugünkü ABD’nin Ortadoğu ile ilgili planlarının başlangıcı olan Körfez Savaşı öncesine dayanıyor. Daha o dönemde ABD, Kürtlerle temas kurmuştu ve savaş ile birlikte Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu sözde sivilleri koruma bölgesi aslında Barzani devletçiğinin nüvesi olması yanında PKK terör örgütü ile pazarlıkların başladığı dönemdi. Nitekim ABD ile ilk kırılmayı 1991 yılında Cudi Dağı’na inen bir ABD helikopterinin PKK’ya malzeme indirirken yakalanması ile yaşadık. ABD’nin bölgedeki faaliyetlerini yakından izleyen Eşref Bitlis Paşa da spekülatif bir kazaya kurban gitti. Türkiye’de konuşlu Keşif Kuvveti ya da Çekiç Güç bir yandan Barzani’yi korurken, PKK’ya Saddam Ordusu'ndan sağlanan silahlarla hayat verildi.

ABD planlarının ikinci aşaması 2003 yılındaki Irak Savaşı ile geldi. Türkiye’yi Irak’ın kuzeyinde inisiyatif almasını istemeyen ABD, tezkereyi alamayınca Barzani devletçiğinin önünde bir engel kalmadı. 2005 yılında Amerikan askerlerinin yazdıkları anayasa ile ülke egemenliğinin yarısı (Cumhurbaşkanlığı, Savunma Bakanlığı, ülkenin kuzeyinde kendi parlamentosu ve Başbakanı olan özerk bölge) Kürtlere verildi. Kürtler kadar nüfusu olan Türkmenler ise Irak'ın kuzeyinden sürüldü ve sahipsiz kaldılar. TSK’nın başarılı operasyonları ve 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile tekrar yok olmasına aşamasına gelmiş PKK terör örgütü, 2003 yılında ABD’nin bölgeyi kontrolü ile tekrar hayat buldu. Ancak, Batılılar ve PKK, artık konuyu bir yandan da siyasallaştırma stratejisi içine girdiler. 2006 yılında, Ankara, “demokratik çözüm” yalanına ikna edildi. Lakin terörle müzakere ile bir yere varılamayacağı anlaşılınca, 2015-2016 yılındaki PKK’nın IŞİD’ten kopyaladığı Hendek Savaşları oldu. Ankara, PKK ile siyasi çözüm içinde Ortadoğu projesine de ikna edilmişti ve 2011 yılında başlayan Arap hareketlerinin Suriye ayağında alınan rol, sonunda Suriye’nin kuzeyinde de yeni bir Kürt devletçiğinin ortaya çıkmasına neden oldu.

Aradan geçen zaman zarfında 2007’de başlayan Balyoz ve Ergenekon operasyonları ile, ABD, Türk askerlerinden FETÖ üzerinden intikam aldı. 2016 yılındaki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ise ABD ile yollar oldukça ayrıştı. Bununla beraber, her ne kadar Ankara, Rusya ile ilişkileri Suriye ve S-400 örneklerinde geliştirse de, ABD ile Beşar Esad’ı devirme projesinde iş birliğine devam etti. Bugün gelinen aşamada, ABD ve Rusya ile ilişkilerimiz, ikisi ile de gergin ve her an yeni bir kriz çıkmaya müsaittir. ABD’nin istediği, Türkiye'nin her zaman kendi işaret çubuğunu izleyecek, zayıf ve kontrol edilebilir bir ülke olmasıdır. Bu yüzden de, ülkemizin en güçlü olduğu askeri gücü ve komuta kademesi öncelikli hedefi olmuştur. PKK terör örgütü ise, onun Ortadoğu’da yeni harita çalışmalarının vekil gücüdür. ABD, kendi kurduğu IŞİD öcüsünü kullanarak gerek PKK’ya, gerekse de Barzani’ye sözde terörle mücadele ediyor görüntüsü ile toprak kazandırırken, aslında kendi planlarını uygulamaktadır. Bu plan, İsrail’in güvenliği için İran’ın kolları kesilirken, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde yeni İsrail devletleri yani Kürt devletçikleri kurmaktır. Bu planın önündeki en büyük engel ise bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’dir.

PKK projesi en başından beri ABD içinde Demokratların projesi idi ve Obama dönemindeki “model ortaklık” ile Türkiye’ye BOP projesi havucu uzatılmıştı. Obama’nın yardımcıları Joe Biden ve (bugünkü dışişleri bakanı) Antony Blinken, siyasi kariyerlerini Rum ve Ermeni lobilerinin desteği ile yapmışlardır. Bunlar, Trump döneminde Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesini üç kez engellediler. Amerikan derin devleti olan Pentagon ve CIA, Trump’ın emirlerini "PKK projesine çok yatırım yaptık" diye uygulamadı. Bugün bu kişiler ABD’yi yöneten güç durumundalar. Türkiye’nin ne Irak, ne de Suriye’deki ABD varlığı ve planlarının önünde bir engel olmasını istemiyorlar ve PKK’ye lojistik, eğitim ve istihbarat desteği sağlıyorlar. 2016 yılından beri ABD ile kötüleşen ilişkiler Biden döneminde ise artık açık ekonomik ve savunma ambargolarına dönüştü.

Prof. Dr. Sait Yılmaz-Doç. Dr. Ozan Örmeci

Ozan Örmeci: Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman gerginlik yaratan konulardan birisi de, ABD-Türkiye ilişkilerinin pek de parlak olmadığı bir ortamda, Washington’ın komşumuz ve tarihsel rekabetimizin olduğu Yunanistan’da pek çok yeni askeri tesisler kurması olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda, ABD tarafı, yine bu tarz askeri yapılar ve önlemlerin Türkiye’ye karşı değil, Ukrayna’da yayılmacı politikalar izleyen Rusya’ya karşı yapıldığını vurguluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu görüşlere katılmıyor ve Washington’a yönelik sert eleştirilerini sürdürüyor. Yine, ABD’nin Yunanistan’a askeri olarak yerleşme stratejisini değerlendirdiğinizde, bir güvenlik bilimleri uzmanı olarak Türk-Amerikan ilişkileri adına neler öngörüyorsunuz?

Sait Yılmaz: NATO’dan dışlandık ve ittifakın güney kanadı de facto olarak artık Yunanistan oldu. Yunanistan’a kurulan yeni ABD üsleri, Türkiye’den aslında 10 yıl önce boşanmaya karar vermiş ABD’nin yeni adresi. Örneğin, Dedeağaç, uluslararası anlaşmalar ile askersizleştirilmiş bölge olmasına rağmen, Türkiye buraya ABD üssü kurulmasına sesini çıkarmadı. Son yıllarda Türkiye’den çalınan adalar da ayrı bir tartışma konusu. Biden’a göre, dünya demokratlar ve otokratlar olarak ikiye ayılıyor ve Türkiye, diğer tarafta. Geçen zaman zarfında Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de yalnızlaşan Türkiye, İran gibi hedef olmaya da başladı. Bu gelişmeler, tabii ki Türk-Yunan sorunlarını 1990’ların sonundan beri AB ile siyasallaştırmaya çalışan Yunanistan’ın işine geliyor. Geçmişte NATO’nun güney kanadının iki önemli ülkesi olan Türk-Yunan ilişkilerinde her zaman dengeli olmaya çalışan ve çatışma çıkmamasını isteyen ABD, şimdi bu dengeyi açıkça Yunan tarafına kaydırmış durumda. Gazze Savaşı’nın başlaması ile Doğu Akdeniz’e yerleşen Batı donanması ve Kıbrıs’taki üsleri hava harekâtı için kullanmaları dikkatle izlenmesi gereken konular. Yunanistan, her zaman olduğu gibi Türkiye’den daha fazlasını koparmak ve Ege’de bir oldu-bitti yaratmak için en uygun zamanı beklemek stratejisi izliyor.

Ozan Örmeci: Hocam yıllardır Çin Halk Cumhuriyeti’nin olası Tayvan işgali/ablukası konusunda çeşitli düşünceler öne sürüyorsunuz. Günümüzde, Çin’in ekonomik yükselişinin tüm önlemlere rağmen devam ettiği, ABD’nin görece zayıfladığı ve çok kutupluluk tartışmalarının yapıldığı, Tayvan’ı resmen tanıyan ülkelerin sayısının 12’ye indiği ve Çin’de Çin Komünist Partisi yönetiminin istikrarlı ve meşru yönetimini korumayı başardığı bir ortamda, ABD’nin seçim sürecinde Pekin’de Taipei’ye yönelik bir hamle gelebilir mi? Benzer şekilde, günümüzde olmasa bile, gelecekte Çin’in Tayvan’la birleşme politikasını barışçıl yöntemler dışında uygulamaya kalkması gibi bir risk sizce gerçekten söz konusu mu?

Sait Yılmaz: Rusya için Ukrayna ne ise, Çin için de Tayvan aynı rolü oynayacak yani tuzak bölgesidir. Rusya, Ukrayna’da tuzağa düşürüldü ve kara kuvvetlerinin üçte ikisi imha edildi. Asker sayısı yetmiyor ve bu yüzden NATO’nun kuzeyden yapacağı bir harekâta karşı oldukça hassas ve nükleer kartını dile getiriyor. Batı'nın Rusya planı, tıpkı 1990’da olduğu gibi, doğrudan savaşmadan Rusya’yı parçalamak üzerinedir. Bunu da askeri işgal ile değil, yönetim içinde bir darbe ile iktidarı değiştirerek sağlamaya çalışacaklar. Rusya ile ilgili bölünme senaryolarını önceki makalelerimde uzun uzun anlatmıştım. Çin ile ilgili planlar ise 2035 yılında Güney Çin Denizi’nde tetiklenecek bir savaşı bekliyor. Malakka Boğazı, Güney Çin Denizi’nde 7 ülke arasında devam eden egemenlik mücadelesi, Tayvan Sorunu ve Kuzey Kore gibi konular patlamaya hazır bir mayın zinciri ve Çin’in Tayvan’ı işgali bu ateşlemeyi yapacak. Pasifik Okyanusu’nda üç dalga halinde tertiplenecek Batılı güçler, ordularını bu savaşın gereklerine göre hazırlıyorlar. Planın diğer bölümünde, Çin’in kuzey ve batı sınırlarında (Mançurya, İç Moğolistan, Doğu Türkistan, Tibet, Hong-Kong vd.) çıkarılacak iç savaşlar var. Şu anda bu savaşın sahnesi hazırlanıyor ve Tayvan’a Çin müdahalesi ile düğmeye basılacak. ABD-Çin ilişkileri bir hegemonya mücadelesi ve bunun için gerekli katalizör tarihte hep olageldiği gibi büyük ve acımasız bir savaş. Çünkü sonunda yeni bir dünya düzeni kurulacak. Artık İkinci Dünya Savaşı’nın kurumları (BM, NATO, IMF, DTÖ vs.) bu dünyayı taşımıyor ve büyük savaştan sonra yenileri ortaya çıkacak. Muhtemelen tek dünya devleti kurulacak; yani yaşadığımız devlet esaslı dünyanın da sonuna geliyoruz. Bu gelişmeleri dünyanın geleceği ile ilgili makalelerimde anlatmıştım.

Ozan Örmeci: Türkiye, son yıllarda Batı ile bozulan ilişkileri, enerji sektöründe sağlanan uyumlu partnerlik ve Azerbaycan faktörü gibi nedenlerin de etkisiyle Rusya ile yakın ilişkiler tesis etti. Bu, 2015 jet krizi ve Büyükelçi Karlov’un öldürülmesi gibi krizlere karşın, günümüze kadar devam etti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rus lider Vladimir Putin arasında da karşılıklı güvene dayalı yakın ilişkiler sayesinde daha da taçlandı. Buna karşın, Rusya’nın Ukrayna politikası nedeniyle tüm Batı dünyasıyla ilişkilerini bozması Ankara ile ilişkileri de riskli bir sürece soktu. Fakat bu süreçte dahi, Türkiye, Moskova ile ilişkileri koparmadı, hatta kriz sürecinde Rus yatırımcı ve iş insanlarının Türkiye’ye yönelik yatırımları hızla arttı. NATO üyesi Türkiye ve NATO’nun temel hasmı olan Rusya arasındaki bu ilginç ortaklık sizce ilerleyen yıllarda nasıl sınamalara tabi tutulacaktır? Her iki ülkeden birisinde veya her ikisinde de liderliğin değişmesiyle birlikte geleneksel müttefiklik ilişkileri mi ağır basabilir?

Sait Yılmaz: Türkiye’nin özellikle 2016 yılı sonrası Rusya ile siyasi ve stratejik anlamdaki yakınlaşması daha çok ABD ile kötüleşen ilişkilere bir arayış olarak ortaya çıkmış ve Batı ile ilişkileri daha da kötüye götürmüştür. Burada sorulması gereken soru; Rusya ile olan ilişkiler Türkiye’nin yararına mıdır? Tarih boyunca 16 kez savaştığımız Ruslar, Ukrayna’da görüldüğü gibi Karadeniz’i ele geçirme, Suriye ve Libya’da görüldüğü gibi sıcak denizlere inme sevdasından vazgeçmemiştir. Bunu yaparken de, hep ABD’nin bıraktığı boşlukları doldurmak istemiştir. Ancak, Rus güvenlik kültürü ABD’den farklıdır. Kendini efendi olarak görür ve kırmızı çizgiler çizer ve sizden uymanızı bekler. Yoksa acımaz... El Bab’da çizdikleri yolun ötesine geçen iki üsteğmenimizi şehit ettiler, İdlip’te 55 askerimizi Rus uçakları şehit etti. Libya’da Türkiye’nin El Vataniye üssünün imha edilmesinin arkasında da Ruslar var. Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına destek olmasının arkasında YPG/PKK’yı kendisi ile ittifaka zorlama planı var. Karabağ’da Azerbaycan’a verilen desteğin arkasında da Amerikancı Paşinyan’ı cezalandırma niyeti vardı. Şimdi, ABD ve Rusya, Karadeniz’de Montrö için yeni bir oyun başlatıyorlar. Unutulması gereken bir konu, bu iki ülkenin Türkiye’nin haberi olmadan pek çok konuda birbiriyle anlaştıklarıdır. Özetle, bu iki ülkeyle ilişkilerimize pragmatik bakmalıyız ve birbirinin yerini alma beklentisi olmamalıdır. Son raddede, Türkiye’nin Batı ile iyi giden ilişkilerinin savunma ihtiyaçları ve ekonomik nedenlerle daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Ozan Örmeci: Türkiye’nin geleceğinde Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği sürecinin ne kadar etkili olabileceğini düşünüyorsunuz? AB, Kıbrıs Sorunu’nda uzlaşma sağlanamamasına karşın, Ankara’yı kendi yörüngesinde tutmak ve güvenliğini sağlamada Türkiye’den yardım almak adına bazı açılımlar (Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, vize muafiyeti vs.) gerçekleştirilebilir mi?

Sait Yılmaz: Türkiye, 1996 yılında Gümrük Birliği Anlaşmasını imzaladığında AB’nin zaten artık Türkiye’ye ihtiyacı kalmamış, istediklerini almıştı. 2006 yılında AB tam üyesi olma ütopyası sert bir duvara çarptı ve üyelik sürecinin aslında sanki bir savaş kaybedilmiş gibi mütareke süreci olduğu görüldü. Türkiye’nin önüne kabul etmesi mümkün olmayan şartlar Yunanistan ve Kıbrıs öne sürülerek dayatıldı ve süreç akamete uğratıldı. Bugün artık tam üyelik hayalden de öte ve ben zaten bu üyeliğe hiçbir zaman olumlu olarak bakmadım. İmparatorluk mirası olan ve Türk Dünyası ile büyük bir vizyonu gerçekleştirebilecek Türkiye’nin AB içinde sıkışması düşünülemezdi. Zaten AB de hiçbir zaman Türkiye konusunda samimi olmadı ve Türkiye’nin burnundaki halkayı çıkarmamak, yani hep kontrolünde tutmak istedi. Bugün AB’nin Türkiye ile çıkarları göçmenlerin durdurulmasına indirgenmiş durumda. Biraz para vererek göçmenlerin ülkelerine gelmesini önlemeyi büyük bir zafer sayıyorlar. En son İtalya Başbakanı'nın Libyalı göçmenleri Türkiye’ye göndermek için para teklif etmesi içler acısı durumumuzu göstermektedir. Bunun dışında, vize serbestisi ya da Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi konular bence kozmetik değer taşımaktadır.

Ozan Örmeci: Değerli hocam, kıymetli vaktinizi ayırdığınız için size çok teşekkür eder, nice önemli çalışmalara imza atmanızı dileriz.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 26.01.2024

 

[1] Yazarın bazı kitapları için, bakınız; https://www.kitapyurdu.com/yazar/dr-sait-yilmaz/35878.html; https://www.idefix.com/yazar/sait-yilmaz-260591.


ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın 2024 Davos Zirvesi Konuşması


İsviçre'nin Davos kasabasında her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum), özellikle 2000'li yıllarda küresel siyasetin ve ekonominin önemli aktörlerinin bir araya geldiği yüksek profilli ve önemli bir etkinlik (platform) haline gelmiştir. Etkinliğin 2024 yılı faaliyeti kapsamında, 15-19 Ocak 2024 tarihlerinde yine küresel siyaset ve ekonominin çok önemli bazı aktörleri Davos'a akın etmişler ve Dünya Ekonomik Forumu'nda çeşitli konuşma, panel ve lobi faaliyetlerine iştirak etmişlerdir. Bu kişilerden birisi de, 26 Ocak 2021'den bu yana 71. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanı olarak görev yapan deneyimli Amerikalı diplomat ve bürokrat Antony Blinken (1962-) olmuştur. Davos 2024 kapsamında Pulitzer ödüllü ünlü gazeteci ve The New York Times yazarı Thomas Friedman'ın moderatörlüğünü yaptığı bir oturuma katılan Blinken, bu oturumda Amerikan dış politikası hakkında merak edilen bazı hususlara yanıt vermeye çalışmıştır. Bu yazıda, Blinken'in özellikle Hamas-İsrail Savaşı ve Ortadoğu politikası kapsamında ifade ettiği görüşler özetlenecektir.

Son dönemde İsrail'in Gazze'de kullandığı aşırı güç kullanımı karşısında etkisiz kalması, 46. ABD Başkanı olarak görev yapan Joe Biden'ın ileri yaşı nedeniyle diplomaside pek etkin olamaması ve Rusya ve Çin gibi yükselen güçler karşısında mevzi kaybetmesi gibi hususlarda sıklıkla eleştirilen ABD'nin dış politika şefi durumunda olan Blinken, Friedman'ın sorusu üzerine, konuşmasına, Yemen'de Husilerin uluslararası ticareti engelleyen saldırılarına benzer şekilde ileri teknolojinin bazı gruplarca olumsuz amaçlar için kullanılabilmesinin yanı sıra, tarihte ilk kez, Arap devletleri ve diğer Müslüman devletlerin İsrail'le ilişkilerini normalleştirme yolunda oldukları tespitiyle başlamaktadır. Daha sonra, İsrail'in bölgede kendisini güvende hissedebilmesi için bir Filistin Devleti'nin kurulması gerektiğini belirten Blinken, ancak bu şekilde gerekli güvenlik ve entegrasyonun sağlanabileceğini vurgulamaktadır. Bunun için daha güçlü ve etkin bir Filistin Otoritesi'nin oluşturulması gerektiğini söyleyen Blinken, Filistin Devleti'nin kurulması ve Arap devletleriyle normalleşme sürecinin tamamlanması halinde, İsrail'in güvenliğine tehdit oluşturan İran'ın bölgede izole edileceğini ve yalnız kalacağını iddia etmektedir. Bunun gerçekleştirilebilir bir teori olduğunun altını çizen Amerikalı diplomat, ancak bu yolda zorlu kararlar alınması ve açık fikirli olunması gerektiğini belirtmektedir. Bu sürecin nasıl bir bölge, ülke ve dünyada yaşamak istediğimizle yakından alakalı olduğunu söyleyen Antony Blinken'a göre, Ortadoğu'da bölgeselleşme ve bu sürece İsrail'i de dahil etme anlamında tarihte daha önce görülmedik büyük bir şans olduğunu da sözlerine eklemektedir. Bu sürece İsrail yönetiminin de destek vermesi gerektiğini belirten Blinken, ancak bu ülkenin yönetimi konusunda İsrail halkının karar alması ve böylesi bir fırsatı kaçırmaması gerektiğini ifade etmektedir.

Daha sonra İsrail'in karşılaştığı 4 güncel zorlukla ilgili tespitle devam eden oturumda, Thomas Friedman, bu bağlamda; (1) İsrail'in Gazze'de aşırı güç kullanımı nedeniyle uluslararası kamuoyunda haklılık kozunu kaybetmeye başladığı, (2) Gazze'de savaş sonrasında kendisine yeni düzeni kurmada yardımcı olabilecek yerel bir ortakla hareket etmediği, (3) Bölge barışı için gerekli olan bölgesel entegrasyonda bir Filistin Devleti'nin olması gerektiği halde İsrail'in buna yanaşmadığı ve (4) İsrail'le barış içerisinde yaşayabilecek bir Filistin Devleti'nin kurulamadığı görüşlerini ileri sürmekte ve Blinken da bu görüşlere katılmaktadır. Blinken, bu bağlamda Filistinlilerin de İsrail halkı gibi doğru yönde hareket etmesi ve barış yönünde gayret göstermesi gerektiğini belirtirken, aynı zamanda etkin bir Filistin yönetiminin yolsuzluklardan arınmış ve temel hizmetleri iyi şekilde sağlayabilen yapıda olması gerektiğini ve bunun için de İsrail'le iş birliği yapılmasının doğru bir hamle olacağını söylemektedir. Büyük bir insani trajedinin ortasında olduklarını kabul eden Blinken, bu nedenle bu sürecin en kısa zamanda başlatılması gerektiğini de ifade etmektedir. Thomas Friedman'ın sorusu üzerine, en zorlu zamanda Dışişleri Bakanı olarak görev yapıp yapmadığı konusunda ise, Blinken, ABD Başkanı Biden'ın ABD içerisinde yaptığı büyük yatırımların ve ABD'nin yeni ve yüksek teknolojilerdeki üstün başarısının uluslararası arenada da görüldüğünü vurgulamakta ve ABD'nin son dönemde geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini yeniden güçlendirdiğini vurgulayarak, ülkesinin uluslararası siyasetteki gücünün hiç de azalmadığını ima etmektedir. Rusya ve Çin gibi ülkelerle rekabet konusunda bugün Batılı ülkelerin netleşmiş bir ajandaları olduğunu iddia eden Amerikan Dışişleri Bakanı, ikinci önemli başarıları olarak da Ortadoğu'daki tüm ülkelerin bölge siyasetine yön vermesi için ABD'nin geri dönmesi konusundaki isteklerini işaret etmektedir. ABD'nin Ortadoğu bölgesine angaje olmaması durumunda iki ihtimalin olduğunu vurgulayan deneyimli diplomata göre, (1) bölgede farklı ve Batılı değerleri (insan hakları, demokrasi, kadın hakları vs.) benimsemeyen bir güç oyun kurucu haline gelebilir veya (2) hiçbir ülkenin oyun kurucu olamaması durumunda bölgede büyük bir güç boşluğu ve kaos ortamı oluşabilir. Bu olumsuz senaryoların yanı sıra, ABD'nin de hiçbir zaman bölgede tek başına oyun kurucu olamayacağını söyleyen Blinken'a göre, ancak müttefikleriyle beraber hareket edecek bir ABD'nin varlığı halinde bölgede istikrar ortamı oluşabilecektir.

Oturumun sonraki bölümünde, ünlü gazeteci Thomas Friedman, Yemen'de Husilerin uluslararası ticaret ve deniz taşımacılığını engelleyen tutumları karşısında harekete geçilmezse küresel ekonominin zora gireceğini ve tüm ülkelerde enflasyonist baskının artacağını vurgularken, ABD'nin ve İngiltere'nin müdahalelerinin bölgesel bir savaşa dönüşmesi halinde ise yine bölgede çok olumsuz bir durumun oluşabileceğini ifade etmektedir. Friedman, Donald Trump gibi popülist bir politikacının bölgedeki istikrarsızlık ortamından seçim zamanında istifade edebileceğini de belirtirken, Başkan Trump'ın İran nükleer anlaşması-JCPOA'yi bozmasının Amerikan dış politikasındaki en büyük hatalardan birisi olduğunu da sözlerine eklemektedir. Blinken da bu görüşe katılmakta ve Obama döneminde müttefiklerin ve Çin ve Rusya gibi aktörlerin desteğiyle (P5+1) varılan İran nükleer anlaşmasının doğru bir adım olduğunu ve bu şekilde Tahran'ın nükleer amaçlarını kısıtlayabildiklerini, oysa Trump'ın anlaşmayı bozması nedeniyle artık İran nükleer programını kontrol etmelerinin zor olduğunu söylemektedir. Oturumun Ortadoğu bağlamındaki son bölümünde ise, Friedman'ın sorusu üzerine, Blinken, ABD için Yahudilerin hayatının Müslümanlardan daha değerli olduğu yönündeki görüşü reddetmekte ve herkese eşit yaklaştıklarını iddia etmektedir. Blinken, Gazze'de yaşananların da kendisini çok olumsuz etkilediğini ve bu konuda neler yapılabileceği (güvenlik sağlama, sivil ölümlerini önleme, insani yardım, bölge barışı vs.) konusunda çalıştıklarını vurgulamaktadır. 7 Ekim'de yaşananların İsrail halkının psikolojisi üzerindeki etkilerine de değinen Blinken, bunun bir daha asla yaşanmaması adına İsrail'in güvenlik kaygılarının giderilmesi gerektiğini de belirtmektedir. Bu bağlamda, Blinken, son olarak, "dehumanization" yani insandışılaştırma eğilimlerinin çok tehlikeli olduğunu da özellikle vurgulamaktadır.

Konuşmanın sonraki bölümünde, Blinken, Ukrayna-Rusya Savaşı ve Çin/Tayvan gerginliği gibi farklı konulara değinmektedir. Konuşmanın Ortadoğu bağlamındaki bölümlerinin genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Sekreter (Bakan) Blinken'ın ABD'nin geleneksel dış politika çizgisinde hareket ederek İsrail'in güvenliği konusunu öncelikli gündemi kabul ettiğini, ancak Filistin Sorunu'nun çözümü konusunda halen umutlu olduğunu belirtmek gerekir. Lakin bu bağlamda Amerikan yönetiminin İsrail'de Netenyahu yönetimine söz geçirememesi ve 2024 ABD Başkanlık seçimleri öncesinde Yahudi (İsrail) lobisi ile karşı karşıya gelmemek adına kararlı adımlar atamamasının ABD'nin inandırıcılığına zarar verdiğini belirtmek gerekir. Ayrıca bölge ülkelerinin ABD'ye olan güvenlerinin de Afganistan'da yaşananlar sonrasında arttığını iddia etmek bence gerçekçi değildir. Bu nedenle, ABD'nin öncelikle Gazze'de akan kanı derhal durdurması ve daha büyük bir insani trajediyi önlemesi gerektiği söylenmelidir. Bunun yanında, İsrail ve Filistin'de -ABD'deki seçim sonrasında oluşacak yeni dönemde- makul yönetimlerin işbaşına getirilerek İsrail-Filistin Sorunu'na iki devletli kalıcı bir çözüm bulunması ve İbrahim Anlaşmaları sürecinin devam ettirilerek (Suudi Arabistan'ı da anlaşmaya dahil ederek) bölgenin normalleştirilmesinin gerektiği söylenebilir. Bunun sonraki adımı ise, kuşkusuz, İsrail-İran gerginliğinin belli bir sınırlamaya tabi tutulması ve olası bir bölgesel ve nükleer savaşın önlenmesi olacaktır. ABD, halen bölgede oyun kurucu olabilecek tek aktör durumundadır ve müttefiklerinin yanında, Rusya ve Çin gibi büyük güçleri de belli ölçülerde süreçlere dahil ederek, Ortadoğu'da barış ve istikrarı ancak Washington sağlayabilir. Bu süreçte bir diğer kritik eşik ise, hiç şüphesiz, Türk-Amerikan ilişkilerinin düzeltilmesi olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

25 Ocak 2024 Perşembe

2024 Rusya Devlet Başkanlığı Seçimi


Giriş

Batı dünyası ile Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra da jeopolitik rekabetini/mücadelesini sürdüren ve NATO’nun genişlemesi ve komşusu Ukrayna’da Batı yanlısı eğilimlerin güçlenmesi üzerine ilk olarak 2014 yılında bu ülkeden Kırım’ı ilhak eden, daha sonra da 2022 Şubat ayından beri Ukrayna ile savaş içerisinde olan Rusya Federasyonu’nda, 15-17 Mart 2024 tarihlerinde Devlet Başkanlığı seçimi düzenlenecektir. Ülke tarihindeki 8. Başkanlık seçimi olan bu seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılan kişi ise, 1991-1998 döneminde ülkenin Kurucu Devlet Başkanı olan Boris Yeltsin’den sonra ilk olarak 2000-2008 döneminde ülkenin ikinci Devlet Başkanı olarak görev yapan, 2008-2012 döneminde üçüncü Devlet Başkanı olarak görev yapan Dmitri Medvedev’in ardından da 2012’den beri yine Devlet Başkanlığı görevini sürdüren eski KGB ajanı ve deneyimli Rus devlet adamı Vladimir Putin’dir (1952-). Bu yazıda, uluslararası medya ve düşünce kuruluşlarının herhangi bir rekabet beklenmediği halde şimdiden büyük ilgi gösterdikleri[1] 2024 Rusya Devlet Başkanlığı seçimi analiz edilecektir.

Rusya Hakkında Temel Bilgiler

1945-1991 döneminde Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) ile birlikte iki kutuplu dünya sistemindeki en önemli aktör olan ve komünizm ideolojisine dayalı farklı siyasal ve ekonomik modeliyle dünya siyasetine ve entelektüel hayatına yön veren Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından kurulan Rusya Federasyonu (kısaca Rusya), 1991 yılında kurulmuş, federalizme dayalı ve yarı-Başkanlık sistemiyle yönetilen bir Cumhuriyettir.[2] 21 Cumhuriyet, 9 Eyalet (Kray), 46 Bölge (Oblast), 2 federal statüye sahip şehir (Moskova ve St. Petersburg) ve 5 özerk bölgeden (Avtonomnaya Oblast/Avtonomnıy Okrug) oluşan 83 idari birimli bir federasyon olan Rusya[3], Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliği zamanından miras kalan devletçi ve otoriter siyasi yapısını, 1991’den beri uygulanan şok reformlarıyla piyasa ekonomisine geçilmesine rağmen halen korumaktadır. 1993 yılında yeni anayasasını belirleyen Rusya, anayasada yapılan yakın tarihli (2012) değişikle birlikte, önceden 4 yıl olan Devlet Başkanlığı görev süresini 6 yıla çıkarmıştır. 2021 yılında yapılan Rus Kozmonot ve Milletvekili Valentina Tereşkova’nın verdiği yasa teklifiyle yapılan yasal değişiklikle ise, normalde görev süresi 2024’te dolacak olan Vladimir Putin’in iki dönem daha Devlet Başkanı olabilmesinin önü açılmıştır.[4] Böylelikle, 2000 yılından beri, 2008-2012 dönemindeki Başbakanlığına rağmen, 24 yıldır Rusya’yı yöneten Putin, muhtemelen ömrü boyunca bu görevde kalmayı garantileyecek stratejik bir adım atmıştır. Bu şekilde, Putin’in Sovyet lideri Jozef (Joseph) Stalin’in 29 yıllık rekorunu bile kırması beklenmektedir.[5]

Rusya, Ukrayna Savaşı nedeniyle geçtiğimiz yıl ekonomisinde ciddi bir daralma yaşamış ve Uluslararası Para Fonu-IMF resmi verilerine göre 2022 yılında 2,24 trilyon dolar düzeyinde olan toplam gayrisafi milli hasıla (GDP) düzeyi, 2023 yılında 1,86 trilyon dolar düzeyine gerilemiştir.[6] IMF öngörülerine göre, Rusya, savaşın olumsuz etkileri nedeniyle, 2028 yılına kadar 2 trilyon dolar düzeyini geçemeyecek ve ekonomik açıdan vasat bir görünüm sergilemeye devam edecektir. Bu bağlamda, Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin ardından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Rusya, şimdilerde ABD, Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Brezilya ve Kanada gibi ülkelerin gerisinde ancak 11. sırada kendisine yer bulabilmektedir.[7] Önümüzdeki yıllarda Meksika, Güney Kore, Avustralya ve İspanya gibi ülkeler de, ekonomilerini geliştirerek, Rusya’nın önünde yer almaya başlayabilirler. Üstelik Rusya, kişi başına düşen yıllık gayrisafi milli hasıla (GDP per capita) konusunda da 13.000 dolar düzeyinde bir performansla dünyada ancak 68. sırada yer alabilmektedir.[8] Rusya’nın 2022 yılı itibariyle en önemli dış ticaret ortakları ise; Çin, Türkiye, Hindistan, İtalya ve Almanya’dır.[9] Ukrayna işgali nedeniyle Batılı ülkelerle ticaretine ciddi kısıtlamalar getirilen ve yüzünü doğuya dönen Rusya, son 1,5 yılda Çin ve Türkiye ile ticarette rekor düzeylere erişmiştir.[10] Rusya, UNDP insani gelişmişlik düzeyinde ise dünyada 52. sıradadır.[11]

Ancak yaklaşık 144-145 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık 9.[12] ve yüzölçümü açısından 17 milyon kilometrekarenin üzerinde yüzölçümü dünyanın açık ara en büyük ülkesi olan[13] Rusya’nın asıl gücü, inanılmaz zengin yeraltı kaynakları ve güçlü ordusuyla hasımlarına korku salan sert bir devlet olmasından kaynaklanmaktadır. Global Firepower sitesine göre halen ABD’nin ardından ve Çin’in önünde dünyanın en büyük ikinci askeri gücü olan Rusya[14], 9,4 milyon varil petrol üretimiyle dünyanın en önemli 6. petrol üreticisi[15] ve dünyanın en zengin doğalgaz kaynaklarına sahip ülkesidir[16]. Dahası, Rusya, Soğuk Savaş döneminde dünyanın iki süper gücünden biri olmasından kaynaklanan mirasın da etkisiyle, jeopolitika ve istihbarat gibi alanlarda önemli ölçüde yetişmiş insana sahip halen güçlü bir devlettir.

Bir dönem NATO’ya üyeliği dahi gündeme gelen ancak son yıllarda Batı dünyası ile ilişkileri bozulan Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimî üyesinden biri olmasının yanı sıra, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC), Bağımsız Devletler Topluluğu (CIS), Avrasya Ekonomik Birliği, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (SCO) gibi çok önemli uluslararası kuruluşlara üyedir. Amerikalı ünlü iktisatçı Richard D. Wolff’a göre, Rusya, ABD ve Avrupalı ülkeler tarafından uygulanan kapsamlı yaptırımlara ve ekonomik çöküş beklentilerine rağmen ayakta kalabildiyse[17], bunun temel nedeni Çin başta olmak üzere BRICS ülkeleriyle son yıllarda geliştirmeyi başardığı yakın siyasi ve ekonomik ilişkilerdir. Wolff’un ayakta kalabilme iddiaları doğru olsa da, IMF verileri ve öngörüleri, Rusya ekonomisinin savaştan olumlu etkilendiği görüşünü de kesinlikle doğrulamamakta, tam tersine Rusya ekonomisinin 2 trilyon doların altında kaldığı ve önümüzdeki 5 yıl içerisinde de bunu aşabilmesinin mümkün görülmediği anlaşılmaktadır. Bunu elbette önümüzdeki yıllarda Rusya’nın göstereceği ekonomik performans doğrulayacak ve yanlışlayacaktır.

Önceki Rusya Devlet Başkanlığı Seçimleri

İlk kez 1991 yılında özgür demokratik bir Devlet Başkanı seçimi için sandıkların kurulduğu Rusya’da, bu yıl içerisinde yapılan ilk Başkanlık seçimini bağımsız aday Boris Yeltsin kazanmış ve Rusya’nın ilk Devlet Başkanı olmuştur. 42,5 milyon oyla ve yüzde 58,56 destekle seçilen Yeltsin’i kısmen zorlayabilen tek kişi ise, 13,35 milyon oy alan ve yüzde 17,22 desteğe ulaşan Rusya Federasyonu Komünist Partisi adayı Nikolay Rijkov olmuştur.

1996 yılında, bağımsız aday Boris Yeltsin, 40,2 milyon oy ve yüzde 54,40 destekle yeniden seçilmeyi başarırken, Komünist Parti adayı Gennadi Züganov (Gennady Zyuganov) da 30 milyonun üzerinde oy ve yüzde 40,73 destekle kendisini epey zorlamıştır.

2000 yılında Züganov’un karşısına çıkan yeni lider Vladimir Putin, 39,7 milyon oy ve yüzde 53,44 destekle, 21,9 milyon oy ve yüzde 29,49 destekte kalan Züganov’a üstünlük sağlamış ve ikinci Rusya Devlet Başkanı olmuştur.

İktidara geldikten sonra oligarklarla giriştiği mücadele, Çeçenistan’da gösterdiği başarı ve Batı ile uyumlu ilişkileri sayesinde hızla desteği artan Putin, 2004 yılında Komünist Parti adayı Nikolay Haritonov (Nikolay Kharitonov) karşısında 49,5 milyon oy ve yüzde 71,91’lik rekor destekle bir kez daha seçilmeyi başarmıştır.

2008 yılında görev süresi dolan Putin Başbakanlığa geçerken, Putin’in aday gösterdiği sağ kolu Dmitri Medvedev, 52,5 milyon oy ve yüzde 71,25’lik destekle Komünist Parti adayı Gennadi Züganov’a fark atarak seçilmiştir.

2012 yılında komünist Züganov’un karşısına yeniden milliyetçi/otoriter Birleşik Rusya Partisi adayı Vladimir Putin çıkmış ve 45,6 milyon oy ve yüzde 64,35’lik üstün bir performansla, yine kolay bir seçim zaferi elde etmiştir.

Bu tarihten itibaren Devlet Başkanlığı süresi 4 yıldan 6 yıla çıkarken, Putin, 2018 yılında Komünist Parti adayı Pavel Grudinin karşısında da çok rahat bir zafer kazanmış ve 56,4 milyon oy ve yüzde 77,53’lük destekle yine üstünlüğüne dair bir şüphe bırakmayacak rahat bir galibiyet kazanmıştır. İşte aynı Putin, 2024 yılında bir kez daha 6 yıllığına Rusya Devlet Başkanı seçilmek için aday olmuştur.[18]

2024 Seçimleri: Sürpriz İhtimali Var Mı?

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 15-17 Mart 2024 tarihlerinde yapılacak Devlet Başkanlığı seçimlerini kazanmasına kesin gözüyle bakılmaktadır.[19] Zira Rusya’da siyaset ve ekonomi üzerinde devletin ciddi etkisi devam etmekte, Putin karşıtı karizmatik muhalif isimlerin ise siyasette yarışmasına izin verilmemektedir. Örneğin, aşırı milliyetçi çizgisine karşın özellikle gençlerin çok sevdiği Rus muhalif Aleksey Navalni, önce 2020 yılında zehirlenerek öldürülmeye çalışılmış, daha sonra da geçtiğimiz yıl içerisinde hapse atılarak siyasi kariyerine engel oluşturulmuştur.[20] Geçtiğimiz yıl Haziran ayında Putin’e isyan bayrağı açan ve darbe girişiminde bulunan Wagner askeri lideri ve aşırı milliyetçi siyasetçi Yevgeny Prigojin ise, Ağustos ayında uçağının şüpheli bir şekilde düşmesi nedeniyle hayatını kaybetmiştir.[21] Benzer şekilde, muhalif ve popüler isimlerden İlya Yaşin de Rus Ordusu hakkında 'sahte haber' yaymak suçundan 8,5 yıl hapse çarptırılmış ve susturulmuştur.[22] Bu seçime katılmak isteyen televizyon şöhreti ve barış yanlısı spiker Yekaterina Duntsova da başvurusunun reddedilmesi nedeniyle seçimde yarışmaktan alıkoyulmuştur.[23] Daha da önemlisi, siyaset bilimci Andreas Schedler’in “manipülasyon menüsü” adını verdiği görüşe göre, Rusya gibi otoriter rejimlerde, medya manipülasyonları, muhalif figürlere yönelik baskılar, seçim kurallarında yapılan değişiklikler ve sandık istifleme gibi yöntemlerle iktidarın gücünü koruması garanti altına alınmaktadır.[24] Bu bağlamda, Rusya’daki rejim, rekabetçi otoriterliğin ötesinde otoriter bir rejimdir ve seçimi kaybetme ihtimali yoktur.

Vladimir Putin

Bu anlamda, Putin’in karşısında toplumsal desteği güçlü ve karizmatik aday bulunmaması ve Rusya’daki otoriter siyasal sistem ve siyasal kültür de hesaba katıldığında, Putin’in seçimi kazanmasından ziyade, seçimi hangi oranla kazanacağının tartışma konusu olduğu söylenebilir. Savaşa ve ekonomik sorunlara rağmen Putin’in yüzde 70 üzerinde bir oyla seçilmesi Rus halkını mobilize etme ve propaganda konusunda Kremlin’in başarısına işaret edecekken, bunun altında ve yüzde 50’ler düzeyinde kalacak bir destek, işlerin iyi gitmediğinin anlaşılması adına önemli bir sinyal kabul edilebilecektir. Güncel bağımsız anketler, Putin’e seçimde verilen desteğin yüzde 78-80’leri bulabileceğini işaret etmektedir.[25] Nitekim Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov da, seçimlerin “demokrasiden çok maliyetli bir bürokratik işlem” olduğundan yakınmakta ve Putin’in yüzde 90 civarında destekle yeniden seçileceğini iddia etmektedir.[26] Carnegie Rusya uzmanı Andrei Kolesniko ise, seçimin Putin’in Ukrayna’da başlattığı savaşa Rus halkının meşru olarak bakıp bakmadığını ortaya koyacağını söylemektedir.[27] Nitekim 2022’de başlayan ve Putin’in Ukrayna’yı Nazilerden arındırmaya yönelik “özel askeri operasyon” adını verdiği işgal sürecinde, Rusya, Luhansk, Donetsk, Herson ve Zaporijna’yı topraklarına katmış, ancak bu bölgelerde kontrolü tam olarak sağlayamamış ve çok sayıda kayıp verdiği ve sivil ölümlerine yol açtığı için özellikle Batı kamuoyundan ciddi eleştiriler almıştır. Ayrıca, 110 milyon civarında seçmenin bulunduğu Rusya’da, 2018 Başkanlık seçimlerine yüzde 67,5 katılım düzeyi baz alınırsa, bu seçimde 70 ila 80 milyon arasında vatandaşın oy kullanacağı tahmin edilmektedir.[28] Rusya Dış İstihbarat Servisi (SVR) Başkanı Sergey Narışkin ise, ABD’nin Mart ayındaki Rusya seçimlerine müdahil olacağına dair bazı uyarı ve öngörülerde bulunmuştur.[29]

Nikolay Haritonov

Putin’in bu seçimdeki en ciddi rakibi ise yine Rusya Federasyonu Komünist Partisi adına yarışacak olan Nikolay Haritonov’dur.[30] Ancak adaylıkların açıklanması öncesinde yapılan anketlerde Putin’in ardından Rus halkının güvendiği tek siyasetçi olarak öne çıkan Başbakan Mihail Mişustin’in (kısmen de Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun popülaritesinden söz edilebilir) seçimde aday olmadığı da düşünüldüğünde[31], 75 yaşında ve pek de karizmatik bir siyasetçi olmayan Haritonov’un seçimde yüksek oy oranlarına ulaşması beklenmemektedir. Bunun sebebi ise, Rusya’da halkın yeniden komünist SSCB dönemine dönmeyi istememesi ve nostaljik duygulara/eğilimlere karşın, ekonomik açıdan gelişmiş ve güçlü bir devlette yaşamak istemeleridir. Putin ise, bunu ekonomik açıdan sağlayamamasına karşın, siyasi ve askeri başarılarla ve Rus milliyetçiliği ve gururunu okşayarak bunu kısmen başardığı için, halen halkın en çok güvendiği siyasetçi durumundadır. Ancak Haritonov’un bir şansı varsa, bu, önceki seçimlerde Komünist Parti’nin aldığı görece yüksek oy oranlarıyla alakalıdır. Nitekim 1996 Başkanlık seçimlerindeki yüzde 32’lik destek veya 1999 parlamento seçimlerindeki yüzde 24 ile 2021 parlamento seçimlerindeki yüzde 19’luk oy oranı, komünistlerin Rusya’da halen etkin bir güç olduğunu ortaya koymaktadır. Haritonov’un bu seçimde yüzde 20 ve altında bir oy oranına ulaşması muhtemel gözükmektedir. Ek olarak, başta adaylık başvurusu işleme alınmayan Haritonov’a[32], daha sonra ise Seçim Komisyonu tarafından izin verilmiştir.[33]

Leonid Slutski

Seçimde kısmen iddialı olabilecek bir diğer aday ise, 2022’de vefat eden çılgın siyasetçi Vladimir Jirinovski’nin kurduğu sağ/milliyetçi çizgideki Rusya Liberal Demokrat Partisi’nin lideri ve Başkan adayı olan Leonid Slutski’dir (Slutsky)[34]. 1999’dan beri Rusya Parlamentosu Duma’da milletvekili olan Slutski, Jirinovski kadar tanınmasa da, ülkesinde bilinen bir isimdir. Jirinovski ve partisi LDP’nin Başkanlık seçimlerinde en yüksek yüzde 9 (2008), Duma seçimlerinde de en yüksek yüzde 22-23 oy aldığı (1993) düşünülürse, Slutski’nin yüzde 10’un altında bir performans göstermesi beklenmelidir.

Vladislav Davankov

Seçimde aday olan yeni bir isim ise, 2020 yılında Rus kozmetik şirketi Faberlic’in kurucusu Alexey Nechayev tarafından kurulan liberal çizgideki Yeni İnsanlar Partisi veya Yeni Halk Partisi’nin (Novyye lyudi) Başkan adayı olan 1984 doğumlu genç siyasetçi Vladislav Davankov’dur.[35] Parlamentonun alt kanadı Duma’da Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Davankov, COVID-19 döneminde aşı karşıtı duruşuyla adından söz ettirmiş ve Putin rejiminden seçime girebilmesi konusunda vize almayı başarmıştır. 2023 Moskova Belediye Başkanlığı seçimlerinde de aday olan Davankov, Sergei Sobyanin karşısında yüzde 5 oyda kalmıştı.[36] Bu anlamda, Davankov ve partisinin yüzde birkaç oyu geçemeyeceği öngörülmektedir.

Ayrıca henüz adaylığı kesinleşmeyen ancak Putin’e yönelik sert muhalefetiyle son dönemde adından söz ettiren eski Duma Milletvekili Boris Nadezhdin de, halkın büyük desteği ve savaş karşıtı duruşuyla aday olabilecek güçlü bir aday görünümdedir.[37] Polonya merkezli Gazeta Wyborcza ise, dün geçtiği haberinde, Nadezhdin’in seçime katılmasının engellenebileceği ve hatta öldürülebileceği uyarısında bulunmuştur.[38]

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 Rusya Devlet Başkanlığı seçimi, sonucu önceden belli olan, fakat Rusya’nın Ukrayna işgali ve sonrasında uygulanan Batı yaptırımları nedeniyle içerisine düştüğü zor ekonomik ve siyasal durumun halk üzerindeki etkisini ölçmesi açısından test niteliğinde bir seçim olacaktır. Seçimin demokrasiden hatta rekabetçi otoriter sistemden bile uzak ve devlet gözetiminin ötesinde, devlet kontrolünde olacağı açıktır. Ancak bu durum, Rus siyasi kültürü ve devlet geleneğinin bir yansıması olup, sadece baskı ve korkuyla açıklanamayacak bir duruma ve ayrıca Putin rejiminin milliyetçilik ve sağ popülist politikalarla kendisini meşrulaştırmadaki başarısına işaret etmektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] Bu konuda bazı haberler için; Allison Meakem (2024), “Putin’s Russia Is Barely Pretending Its Elections Are Real”, Foreign Policy, 02.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://foreignpolicy.com/2024/01/02/russia-ukraine-war-putin-economy-navalny-prigozhin/; Ben Noble & Nikolai Petrov (2023), “Why we must pay attention to Russia’s election”, Chatham House, 01.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/publications/the-world-today/2023-12/why-we-must-pay-attention-russias-election; Pjotr Sauer (2024), “Vladimir Putin will use election to show war-weary Russia he’s still calling the shots”, The Guardian, 03.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2024/jan/03/vladimir-putin-will-use-election-to-show-war-weary-russia-hes-still-calling-the-shots.

[2] Rusya siyasal sistemi ve ekonomik yapısı hakkında detaylı bilgiler için, bakınız; Ozan Örmeci & Sina Kısacık (2018), Rusya Siyaseti ve Rus Dış Politikası, Ankara: Seçkin Yayınları.

[3] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Rusya Federasyonu'nun Siyasi Görünümü”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/rusya-siyasi-gorunumu.tr.mfa.

[4] Alexandra Odynova (2021), “Putin signs law allowing him to serve 2 more terms as Russia's president”, CBS News, 05.04.2021, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.cbsnews.com/news/vladimir-putin-president-russia-signs-law-allowing-2-more-presidential-terms/.

[5] Pjotr Sauer (2023), “Vladimir Putin to run for Russian president again in March 2024”, The Guardian, 08.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2023/dec/08/vladimir-putin-to-run-for-russian-president-again-in-march-2024.

[6] IMF (2023), “World Economic Outlook Database”, Ekim 2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2023/October/weo-report?c=512,914,612,171,614,311,213,911,314,193,122,912,313,419,513,316,913,124,339,638,514,218,963,616,223,516,918,748,618,624,522,622,156,626,628,228,924,233,632,636,634,238,662,960,423,935,128,611,321,243,248,469,253,642,643,939,734,644,819,172,132,646,648,915,134,652,174,328,258,656,654,336,263,268,532,944,176,534,536,429,433,178,436,136,343,158,439,916,664,826,542,967,443,917,544,941,446,666,668,672,946,137,546,674,676,548,556,678,181,867,682,684,273,868,921,948,943,686,688,518,728,836,558,138,196,278,692,694,962,142,449,564,565,283,853,288,293,566,964,182,359,453,968,922,714,862,135,716,456,722,942,718,724,576,936,961,813,726,199,733,184,524,361,362,364,732,366,144,146,463,528,923,738,578,537,742,866,369,744,186,925,869,746,926,466,112,111,298,927,846,299,582,487,474,754,698,&s=NGDPD,&sy=2021&ey=2028&ssm=0&scsm=1&scc=0&ssd=1&ssc=0&sic=0&sort=country&ds=.&br=1.

[7] The World Bank (2022), “GDP (current US$)”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD?most_recent_value_desc=true&year_high_desc=true.

[8] International Monetary Fund (2023), “World Economic Outlook Database”, Ekim 2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2023/October/weo-report?c=512,914,612,171,614,311,213,911,314,193,122,912,313,419,513,316,913,124,339,638,514,218,963,616,223,516,918,748,618,624,522,622,156,626,628,228,924,233,632,636,634,238,662,960,423,935,128,611,321,243,248,469,253,642,643,939,734,644,819,172,132,646,648,915,134,652,174,328,258,656,654,336,263,268,532,944,176,534,536,429,433,178,436,136,343,158,439,916,664,826,542,967,443,917,544,941,446,666,668,672,946,137,546,674,676,548,556,678,181,867,682,684,273,868,921,948,943,686,688,518,728,836,558,138,196,278,692,694,962,142,449,564,565,283,853,288,293,566,964,182,359,453,968,922,714,862,135,716,456,722,942,718,724,576,936,961,813,726,199,733,184,524,361,362,364,732,366,144,146,463,528,923,738,578,537,742,866,369,744,186,925,869,746,926,466,112,111,298,927,846,299,582,487,474,754,698,&s=NGDPDPC,&sy=2021&ey=2028&ssm=0&scsm=1&scc=0&ssd=1&ssc=0&sic=0&sort=country&ds=.&br=1.

[9] Statista.com (2023), “Export value of goods from Russia in 2022, by major country of destination(in billion U.S. dollars)”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.statista.com/statistics/1002015/russia-leading-export-partners/#:~:text=Russia's%20leading%20five%20export%20partners,billion%20U.S.%20dollars%20in%202022..

[10] VOA (2023), “Half of Russia's 2023 Oil and Petroleum Exports Went to China - Russia's Novak”, 27.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.voanews.com/a/half-of-russia-s-2023-oil-and-petroleum-exports-went-to-china---russia-s-novak/7414124.html; Gökhan Yıldız (2023), “Türkiye-Rusya ticaret hacmi 2023'te de 65 milyar doları aşacak”, AA, 23.11.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/turkiye-rusya-ticaret-hacmi-2023te-de-65-milyar-dolari-asacak/3062366.

[11] UNDP (2021), “Human Development Insights”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://hdr.undp.org/data-center/country-insights#/ranks.

[12] Worldometers (2024), “Countries in the world by population (2024)”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.worldometers.info/world-population/population-by-country/.

[13] Worldometers (2024), “Largest Countries in the World (by area)”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.worldometers.info/geography/largest-countries-in-the-world/.

[14] Global Firepower (2024), “2024 Military Strength Ranking”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.globalfirepower.com/countries-listing.php.

[15] Irina Slav (2023), “Top 10 Countries With Largest Oil Reserves”, Oil Price, 24.04.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://oilprice.com/Energy/Crude-Oil/Top-10-Countries-With-Largest-Oil-Reserves.html.

[16] The Economist (2012), “Natural gas reserves”, 05.06.2012, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.economist.com/graphic-detail/2012/06/05/natural-gas-reserves.

[17] Democracy at Work (2023), “Sanctions Against Russia Aren't Working - Economic Update with Richard Wolff”, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=YYN1NjbmFas.

[18] Kamiz Şeddadi (2023), “Putin 5'inci kez devlet başkanlığı için aday oluyor”, Rudaw, 16.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.rudaw.net/turkish/world/161220231; Dmitri Chirciu (2023), “Putin, devlet başkanlığı seçimi için resmen adaylık başvurusunda bulundu”, AA, 18.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/putin-devlet-baskanligi-secimi-icin-resmen-adaylik-basvurusunda-bulundu/3086036.

[19] Euronews (2023), “Rusya'da başkanlık seçimi 17 Mart'ta yapılacak, Putin'in zaferine kesin gözüyle bakılıyor”, 07.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2023/12/07/rusyada-baskanlik-secimi-17-martta-yapilacak-putinin-zaferine-kesin-gozuyle-bakiliyor.

[20] BBC News Türkçe (2023), “Rus muhalif siyasetçi Aleksey Navalni'ye 19 yıl daha hapis cezası verildi”, 04.08.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/articles/cgrgp886d5zo.

[21] Euronews (2023), “Rus paralı asker grubu Wagner'in lideri Prigojin'in öldüğü uçakta kimler vardı?”, 24.08.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2023/08/24/wagner-grubu-lideri-prigojinin-oldugu-ucakta-kimler-vardi.

[22] BBC News Türkçe (2022), “Rusya'nın önde gelen muhalif isimlerinden İlya Yaşin Rus ordusu hakkında 'sahte haber' yaymak suçundan 8,5 yıl hapse çarptırıldı”, 09.12.2022, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/articles/c72qvle73xno.

[23] Euronews (2023), “Rusya: 'Barış yanlısı' Dountsova'nın devlet başkanı adaylığının engellenmesine itirazı reddedildi”, 27.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2023/12/27/rusya-baris-yanlisi-dountsovanin-devlet-baskani-adayliginin-engellenmesine-itirazi-reddedi; Laura Kelly (2023), “Putin aims to leave nothing to chance in Russia’s 2024 election”, The Hill, 26.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://thehill.com/policy/international/4377945-putin-russia-presidential-election-2024/.

[24] Ben Noble & Nikolai Petrov (2023), “Why we must pay attention to Russia’s election”, Chatham House, 01.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/publications/the-world-today/2023-12/why-we-must-pay-attention-russias-election.

[25] AlJazeera (2023), “Putin confirms run for Russian presidency in 2024 election”, 08.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2023/12/8/putin-announces-run-for-russian-presidency-in-2024-election; Ruxandra Iordache (2023), “Russia’s Vladimir Putin says he will run for president in 2024 elections: State media”, CNBC, 08.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.cnbc.com/2023/12/08/russias-putin-says-he-will-run-for-president-in-2024-state-media.html.

[26] Ben Noble & Nikolai Petrov (2023), “Why we must pay attention to Russia’s election”, Chatham House, 01.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/publications/the-world-today/2023-12/why-we-must-pay-attention-russias-election.

[27] Pjotr Sauer (2024), “Vladimir Putin will use election to show war-weary Russia he’s still calling the shots”, The Guardian, 03.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2024/jan/03/vladimir-putin-will-use-election-to-show-war-weary-russia-hes-still-calling-the-shots.

[28] Reuters (2023), “The Russian presidential election: The who, what and when”, 08.12.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/world/europe/russias-putin-run-again-president-2024-2023-12-08/.

[29] Elena Teslova (2024), “Moscow claims US training people to interfere in Russia's 2024 presidential election”, AA, 11.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/en/europe/moscow-claims-us-training-people-to-interfere-in-russias-2024-presidential-election/3106073.

[30] Kampanya web sitesi için; https://xn--80aerjnfbkchp5ab.xn--p1ai/.

[31] Bakınız; https://wciom.ru/ratings/doverie-politikam/; https://wciom.ru/ratings/doverie-politikam/.

[32] AP (2024), “Russia approves 2 candidates for ballot against Putin in March election”, 05.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://apnews.com/article/russia-president-election-putin-slutsky-davankov-5e14c9747c595fbfbba599b0a1c3ccf9.

[33] AP (2024), “A Communist candidate gets approval to run in the Russian presidential election”, 09.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://apnews.com/article/russia-election-moscow-candidate-communist-nikolai-kharitonov-ab5d4598b76a23e7ca4c714dcbd2e29e.

[34][34] Web sitesi için; https://lslutsky.ru/.

[35] Kampanya web sitesi için; https://davankov2024.ru/.

[36] The Moscow Times (2023), “Moscow Mayor Sobyanin Wins Re-Election”, 11.09.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.themoscowtimes.com/2023/09/11/moscow-mayor-sobyanin-wins-re-election-a82417.

[37] Euro Topics (2024), “Rusya: Savaş karşıtı aday Putin'e meydan okuyor”, 23.01.2024, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://www.eurotopics.net/tr/314060/rusya-savas-karsiti-aday-putin-e-meydan-okuyor.

[38] GDH Haber (2024), “Haber 97850”, 24.01.2023, Erişim Tarihi: 25.01.2024, Erişim Adresi: https://gdh.digital/haber-97850.