22 Eylül 2009 Salı

ODTÜ




Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle 15 Kasım 1956 tarihinde “Orta Doğu Yüksek Teknoloji Enstitüsü” adıyla kurulan ve 29 Ocak 1957’de çıkarılan yasayla Orta Doğu Teknik Üniversitesi ismini alan Türkiye’nin en gözde üniversitelerinden olan ODTÜ; başlarda Kızılay’da üç katlı bir binada eğitim veren küçük bir üniversite iken, 1961 yılında Balgat’ta üniversiteye tahsis edilen dev arazi ve bu araziyi en şekilde değerlendiren efsane rektör Kemal Kurdaş’ın büyük çabaları sonucu Orta Doğu coğrafyasının en seçkin üniversiteleri arasına girmiştir. Kuruluş ilkeleri Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunacak, özellikle fen ve mühendislik alanlarında bu coğrafyanın gelişmesine yönelik çalışacak, Amerikan tipi eğitim alan kalifiye eleman yetiştirmek olan ODTÜ; daha sonraları sosyal bilimler bölümlerinin de açılmasıyla; Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığı ve emek yanlısı anti-kapitalist hak arayışının sembolü olmuş çok önemli bir eğitim kurumudur. Oysa ODTÜ Amerikalılar tarafından kurulduğu dönemde, uydudan bakıldığında Sovyetler Birliği’ne yönelmiş bir silah görüntüsü bulunan ve Amerikan tipi eğitim hizmeti sunan bir üniversiteydi.

ODTÜ’nün tarihi bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal tarihine de ışık tutmaktadır. Soğuk Savaş döneminde NATO süreciyle beraber Türkiye’nin ABD ve kapitalist Batı bloğu güdümüne girmesi, ekonomik, siyasal ve kültürel bağımsızlığını kaybederek adeta bir müstemlekeye dönüşmesi ancak bu uğurda tasarlanan silahın geri tepmesi sonucu bağımsızlıkçı ve sosyalist hareketlerin güçlenmesi ama maalesef sonunda sermaye destekli şiddetli bir darbe neticesinde yıllarca büyük emekler sonucu, canlar feda edilerek korunmuş son kalenin de düşmesinin hikâyesidir ODTÜ tarihi…

Peki nasıl oldu da boş bir arazide birkaç sene içerisinde kurulmuş, büyümüş ve ilerici değerlerin sembolü haline gelebilmişti ODTÜ? Belki de bu sorulara verilebilecek en anlamlı yanıt Kemal Kurdaş’tır. Bir cumhuriyet çocuğu olan Kemal Kurdaş; ODTÜ arazisine ilk fidanları kendi elleriyle dikmiş, kendi yetiştirdiği öğrencilerin öğretim görevlisi olarak üniversiteye dönmelerine ve sekiz yıl içerisinde çorak bir arazide dev bir eğitim merkezinin kurulmasına tanıklık etmiş, dahası bunların mimarı olmuştur. Mimarı diyoruz ancak planlayıcısı anlamında çünkü ODTÜ’nün çok değerli mimarı Kurdaş’ın çabalarıyla projesi zar zor kabul edilen Behruz Çinici’dir. Görüldüğü üzere atılan tüm olumlu adımlarda Kurdaş’ın ismi var. Ancak her şeyden önemlisi Kemal Kurdaş verdiği müthiş emekler neticesinde ODTÜ’ye emek yanlısı ruhunu kazandıran kişidir diyebiliriz sanırım. Bozkırın ortasında kolektif emeğin gücünü gösteren bir semboldür ODTÜ. Bilimsel çalışmaları, sonsuz yeşillikleri, modern mimarisi ve yerleşke planıyla tüm dünyada parmakla gösterilen, insan aklı ve emeğinin ürünü olan harikulade koca bir organizma.

1961’de dikilmeye başlanan milyonlarca fidan neticesinde ODTÜ ormanı bugün Ankara’nın akciğerleri konumunda çok önemli bir işlev görüyor. ODTÜ’nün binlerce mezunları, sistemi diledikleri ölçüde değiştirememiş olsalar da, Türk ve dünya bilimine, ekonomisine büyük katkıda bulunmaktalar. Türkiye’deki ilk “teknokent”in de kurulduğu yer yine ODTÜ. Eğitim kalitesi ve doğal güzelliğinin yanı sıra Türkiye’nin belki de en anlamlı heykelleri ODTÜ’de bulunmakta. Şadi Çalık’ın Atatürk anıtı, Hakkı Atamulu’ya ait “Kız figürü”, Tamer Başoğlu’nun meşhur “Bilim Ağacı”, siyasal vahşete duyulan bir tepkinin ürünü olan Mehmet Asatekin’in “2 Aralık 1977 Anıtı”, Hakkı Karayiğitoğlu tarafından yapılmış ve çeşitli efsanelere de konu olan “Kadın Heykeli” (rivayete göre matematik ve fizik bölümlerini aynı anda ve 3,5 senede bitirmeyi başaran çok başarılı bir kız öğrencinin mezuniyet günü can vermesi üzerine yapılmıştır bu heykel – ODTÜ efsaneleri) ve Rolf Westphal tarafından yapılmış ve her yıl 10 Kasım saat 09:05’te gölgesiyle “ATA” yazdığı rivayet edilen üçlü metal kiriş ve diğerleri… ODTÜ’nün her tarafı işte böyle siyaset, böyle sanat, böyle tarih ve böyle Türkiye kokuyor… Belki ODTÜ’lülerin düşledikleri henüz gerçekleşmedi, belki de hiç gerçekleşmeyecek... Ancak bir şeyi rahatlıkla söyleyebilirim; ODTÜ 53. yılında potansiyel enerjisini ve devrimci ruhunu hala azimle koruyor…


KAYNAKLAR

- “Atlas” Aylık Coğrafya ve Keşif Dergisi, Haziran 2006, sayı: 159

- ODTÜ Mezunları, http://odtumezunlari.gen.tr/

- ODTÜ, http://www.metu.edu.tr/

20 Eylül 2009 Pazar

Zizou ve Erdemle Atılan Kafa


2006 Dünya Kupası'nda oynadığı muhteşem futbol ve final maçında Marco Materazzi'ye attığı kalp durduran kafa sonucu kupaya dramatik bir şekilde veda edişiyle son günlerde gündemin ilk sıralarında bulunan Cezayir asıllı Fransız milli futbolcu Zinedine Yazid Zidane ya da lakabıyla Zizou, 23 Haziran 1972 tarihinde Marsilya'da dünyaya geldi. Üç kez FİFA yılın futbolcusu ödülüne layık görülmüş (1998, 2000, 2003), kariyerinde Şampiyonlar Ligi ve Dünya Kupası şampiyonlukları bulunan, Müslüman fakir bir göçmen ailesinin çocuğu olan Zizou'nun dünya futbol tarihinin en önemli isimlerinden biri ve Fransız ulusal kahramanı haline gelmesinin ilginç öyküsüne ve simgelediği değerlere birlikte göz atalım.

Zidane'ın babası bugün 70 yaşında olan İsmail Zidane, Cezayir'de geçen fakir bir çocukluğun ardından Fransa’ya göçen ve burada inşaat işçiliği, bekçilik ve berberlik yapmış olan çocuklarının çok sevdiği fakir ama gururlu bir baba. Zizou babası için “bize çalışkanlık, ciddiyet ve saygı öğretti, ancak bu şekilde hayatta bir yerlere gelinebilir” şeklinde konuşuyor. 1962'de Cezayir'in bağımsızlığına kavuşması sonrası ülkesine dönme hayalleri kuran ve bu konuda planlar yapan İsmail Zidane bu sırada eşi Malika ile tanışıyor ve çift evlenerek Fransa'da kalmaya karar veriyor. İki oğul ve bir kız çocuktan sonra 1972'de ailenin son çocuğu olan Zinedine Yazid Zidane dünyaya geliyor. O sıralarda Zidane ailesi Marsilya'nın fakir kuzey mahallelerinden Cité de la Castellane’da dört odalı bir evde yaşıyor. Burası Afrika ve Magrep kökenlilerin yaşadığı oldukça belalı, bol duvar yazılı ve az ağaçlı bir yer. Çete savaşları ve uyuşturucu satıcılarının arasında küçük Yazid beton blokların arasında futbol oynamaya başlıyor. Bu sıralarda Zidane'ın kız kardeşi İngilizce öğretmenliği eğitimi alıyor, erkek kardeşleri de semtin havuzunda görev yapıyor ve ailenin erkek çocukları sokaktaki tehlikelere karşı koyabilmek için hep birlikte judoya gidiyorlar. Zizou'nun ağabeylerinden Farid daha sonraları Cezayir Ordu Şampiyonası’nda ikinci olacak kadar iyi bir judocu oluyor. Küçük Zidane ise judoda pek başarılı değil. Ne yapsın, o da dünyanın en iyi futbolcusu olmaya karar veriyor. Ağabeyi Madjid’in anlattığına göre mahalle maçlarında yıldızlaşmaya başlayan Zinedine, geceleri kucağında futbol topuyla birlikte uyuyor ve sürekli futbol düşünüyor. Zizou'nun o zamanlardaki idolü Magrep ve Afrika kökenli Fransızların desteklediği Marsilya takımının Uruguaylı yıldızı Enzo Francescoli. Zidane daha sonra ilk erkek çocuğuna da ondan esinlenerek Enzo ismini verecektir. Zidane bugün hala Enzo Francescoli için “karşısında diz çökebileceğim tek adam” şeklinde konuşuyor.

Küçük Zidane zor ekonomik koşullar içerisinde Marsilya banliyölerinde ve "cul de sac"larında mahalle ağabeyleri ve arkadaşlarıyla beraber futbol maçları ve kavgalarla dolu bir çocukluk geçiriyor. Okulda çok başarılı olduğu söylenemez. ancak mahalle maçlarının tartışmasız yıldızı. 13 yaşında yaz tatili için gittiği Güney Fransa'daki Aix-en-Provence öğrenci kampının ise hayatında özel bir rolü var. Küçük Zizou orada AS Cannes takımı için yetenek avcılığı yapan Jean Varraud ile tanışıyor ve Varraud bu sessiz çocuğun futbol zekasından etkileniyor. Daha sonraları Zizou 1994 yılında ilk kez Fransa milli takımı formasını giydiği ve takımı 2–0 mağlupken oyuna girerek, Çek Cumhuriyeti’ne iki gol atıp bir puanı kurtardığı unutulmaz maçın çıkışında Varraud’ya telefon ederek duygusal bir teşekkür konuşması yapmıştır. Varraud’nun gayretleriyle genç Zinedine Cannes'da bir ailenin yanına yerleştiriliyor ve Cannes altyapısında futbol oynuyor. Bu dönemde Zizou hayatı öğreniyor ve yeteneklerini geliştiriyor. 17 yaşında AS Cannes’ın A takımına alındığında Zidane kendisine ilk iş olarak bir Levi's 501 alıyor. Bundan iki sene sonra ilk golünü attığında ise kendisine Clio marka bir otomobil hediye ediliyor. 1992'de Bordeaux’ya transfer olan genç Zizou, bu yıllarda karısı Veronique ile tanışıyor ve evleniyor. Veronique, Rodez yakınlarda bir köyden gelen mütevazı bir Fransız kadını. Dans eğitimi alan Veronique ile bir kafeteryada karşılaşan Zidane anında aşık oluyor ve mutlu devam eden 14 yıllık evliliğin başlangıcı bu yıldırım aşkı oluyor. Henüz 22 yaşında baba olan Zidane genç yaşta ağır bir sorumluluğun altına giriyor. Enzo’dan sonra Zidane’ların Luca, Theo ve Elyaz isimlerinde üç erkek çocukları daha olacak. 1992’de başlayan Bordeaux kariyerinde Zidane genç ve yetenekli bir oyuncu olarak hemen göze çarpıyor. 4 yıl süren Bordeaux kariyerinde göz dolduran ve Fransa A milli futbol takımına kadar yükselen Zidane, özellikle Ahmet Çakar'ın yönettiği ve Bordeaux'nun AC Milan’ı sahadan sildiği 3-0'lık efsane maç sonrası İtalyan menajerlerin dikkatini çekiyor ve 1996 yılında Juventus'a transfer oluyor.

Juventus'a teknik direktör Marcello Lippi’nin özel isteğiyle transfer edilen Zizou’dan ikinci Michel Platini olması bekleniyor. ama Zidane Platini’yi de geçerek Juventus’ta inanılmaz başarılı bir performans sergiliyor. Didane, vatandaşı Didier Deschamps ile birlikte Juventus’a iki “Serie A” şampiyonluğu getiriyor ancak Şampiyonlar Ligi'nde üst üste iki sezon (1996-1997 - 1997-1998) final oynamalarına karşın yenilerek kupayı kaybetmelerine engel olamıyor. Hem Cezayir, hem de Fransa vatandaşı olmasına karşın Fransa milli takımında oynamayı seçen Zizou, Fransa milli takımına çağrılmadan önce Cezayir milli takımında oynamak istiyor. Ancak o zaman ki milli takım antrenörü Abdelhamid Kermali Zidane’ı yavaş bulduğu için kadroya almıyor. Zidane da Fransa milli takımında oynamayı kafasına koyuyor ve Cezayirli antrenör sağ olsun Fransızlar ileride bir ulusal kahraman olacak yeni çok yetenekli bir genç futbolcu kazanıyorlar. Sonraları Juventus’ta bir efsane haline gelen Zidane’dan 1998 Dünya Kupası’nda tüm Fransızlar çok şey bekliyorlar. Ancak Zizou henüz ikinci maçında Suudi Arabistan’lı Fuad Âmin'e attığı tekme nedeniyle kırmızı kart görüyor ve 2 maç ceza alıyor. Fuad Âmin daha sonra Zidane’ı küfür ederek tahrik ettiğini ve onu izleyemeyeceği için iki maç ceza almasından suçluluk duyduğunu söylemiştir. Zizou cezasını bitirerek takıma dönüyor ve final maçında Brezilya’ya attığı 2 güzel kafa golüyle kupayı Fransa’ya getiriyor. Gollerinin yanı sıra müthiş oyun kuruculuğu ve liderliğiyle de takımın ve 1998 Dünya Kupası’nın tartışmasız yıldızı olan Zizou için Paris’te Arc de Triomphe’da Zafer Takı lazer ışıklarıyla "Merci Zizou” yazılıyor. Tüm siyasi sorunlara karşın Cezayir asıllı bir Müslüman çocuğu Fransız Devrimi ilkelerini (eşit yurttaşlık hakları) ispat edercesine artık bir ulusal kahraman oluyor. Zidane muhteşem kariyerine 2000 yılında Avrupa şampiyonluğunu da ekliyor. Final maçında Fransa Zidane’ın önderliğinde İtalya’yı Wiltord ve Trezeguet’nin golleriyle zor da olsa 2-1 mağlup ediyor.

2001 yılında astronomik bir ücret karşılığı Real Madrid’e transfer olan Zizou burada da takımını başarıdan başarıya koşturuyor ve 2002 yılında Bayer Leverkusen karşısında attığı muhteşem sol ayak vole golüyle takımına Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu getiriyor. La Liga’da da şampiyonluğa ambargo koyan Real Madrid’in yıldızı Zidane artık gerçek bir futbol efsanesi ve her şeyi başarmış bir şampiyondur. Ancak bu doyum hissi Zidane’ı ve ulusal takımdaki arkadaşlarını ilerleyen yaşlarıyla beraber gün geçtikçe formdan düşürüyor ve 2002 Dünya Kupası'nda Fransa gol dahi atamadan eleniyor. Real Madrid’de de klâs hareketlerine ve kritik gollerine karşın istediği başarıları yakalayamıyor Zizou ve bu karamsarlık ortamı nedeniyle 2002 Dünya Kupası sonrası Fransa milli takımından iznini istiyor. Ancak 2006 elemeleri öncesi büyük bir kampanya sonrası takımına geri dönmeyi kabul ediyor. Yine de kupaya yaklaşılırken eleme ve İspanya ligi maçlarında eski Zidane’ı sahada bulmak ne mümkün. Hatta 2006 yılında son maçlarından birinde Villarreal karşısında takımı 3-3'lük bir beraberlikle Santa Bernabeu’dan ayrılırken seyirciler Zidane’ı ıslıklıyor ve Zizou sahadan yaşlı gözlerle ayrılıyor. Herkes “Zidane bitti”, “Zidane yaşlandı” derken ona inananlar son bir kez onu izlemek için 2006 Dünya Kupası’na gözlerini çeviriyorlar. Fransa’nın grup maçlarındaki başarısız performansları sonrası herkes umutsuz. Zidane oldukça ağır ve yorgun gözüküyor. Takım arkadaşları Henry, Barthez gibi yıldızlar da bekleneni hiç veremiyorlar. Ancak Zidane bu ve hayranları hala ondan bir şeyler bekliyor. İspanya maçı öncesi herkes endişeliyken takım arkadaşı Eric Abidal şöyle konuşuyor; “İspanya çok iyi genç oyunculardan kurulu bir takım. Ancak onların bir Zidane’ı yok. Zidane’ı sahada göremeyebilirsiniz ama o zaman zaman tabelada kendini gösterir”... Ve Zidane kendini tabelada gösteriyor. 1-1 giden maçta Vieira’ya yaptığı asist ve Puyol’u çalımlayarak attığı müthiş golle Fransa sahadan 3-1’lik sonuçla galip ayrılıyor. “1998 ruhu canlandı” demeye başlıyor dünya spor medyası. Zizou’lu Fransa bunu tasdik edercesine kupa favorilerinden Brezilya ve Portekiz’i de eleyerek finale kadar yükseliyor. Zidane’ın dünya futbol tarihinin en büyük efsanesi olmasının önünde artık sadece bir engel var; o da İtalya. Zizou'nun bu son maçı öncesi herkesi onu ve ne kadar mükemmel bir futbolcu olduğunu konuşuyor.

Zizou final maçına da çok iyi başlıyor ve takımının kazandığı penaltıyı unutulmaz bir vuruşla ağlara pardon çizgiden içeri gönderiyor. Ancak sahaya genelde futbol oynamak değil oynatmamak için çıkan İtalyanlar ölü toplarda çok etkililer ve Materazzi skoru 1-1'e getiriyor. Sonrasında Fransa’nın ezici üstünlüğünde devam eden bir maç... Ancak kaleci Buffon ve Cannavaro’nun devleştiği İtalyan defansı hata yapmıyor. Ribery’nin santim farkıyla kaçan golü ve Henry’nin Buffon’un elinde eriyen yavaş vuruşları sonrası maç uzatmaya gidiyor. Zidane yorgun ve yaşlı ancak sahada hala takımı için elinden geleni yapıyor. Sagnol’a çıkardığı müthiş pastan sonra gelen ortaya yine kendisi kafa vuruyor ancak herkesin ayağa kalktığı bu unutulmaz anda galip Buffon oluyor. Zidane’ın müthiş kafasını zor da olsa kornere çeliyor. Fransa’nın atakları devam ediyor ancak oyunun durduğu bir anda ekranlara gelen görüntü milyarlarca insanı şok ediyor. Ekranda Materazzi ile tartıştığı görülen Zidane ani bir hareketle müthiş sert ve tehlikeli bir kafa atarak rakibini yere seriyor. Kariyerinde sert fauller ve çift sarı kart nedeniyle daha önce 13 kırmızı kartı bulunsa da, Zidane centilmenliğiyle bilinen bir futbolcu ve bu yüzden herkes şaşkın. Zidane’ı tanıyanlar bir şeylerin olduğundan ve futbolcunun dinine, etnik kökenine ya da ailesine yönelik bir hakaretin olduğundan eminler ama sonuçta Fransa sahada artık 10 kişi ve İtalya'nın atak yapacak gücü ve kalitesi olmasa da Zidane’sız bir Fransa moralsiz ve inançsız. Sonuçta kupayı penaltılarla İtalya kazanıyor ve Zidane muhteşem kariyerine böyle hazin bir şekilde nokta koyuyor. Kazandığı “altın top ödülü” artık ona ancak bir teselli ödülü olabilir. Ama Fransız halkı unutmuyor ve Zafer Takı’na bu sefer de “Zizou on t'aime (Zizou seni seviyoruz)” yazılıyor.

Kupayı İtalya kazanmasına karşın spor basınında İtalya’dan çok Zidane konuşuluyor maç sonrası. “Zidane neden ve nasıl böyle bir şey yapmış olabilir” diye soruyor herkes. Zidane bir süre sessiz kalıyor ve daha sonra yaptığı açıklamada Materazzi'nin annesi ve kız kardeşine üç kere küfür ettiğini ve bu nedenle sinirlenerek böyle bir şey yaptığını, yaptığından üzgün ancak pişman olmadığını söylüyor. Bazıları Materazzi’nin Zidane’a “terörist” dediğinin dudak okuma yöntemiyle açıkça görülebileceğini iddia ediyorlar. Materazzi ise Zidane’a küfrettiğini doğruluyor ancak anne ve kız kardeşine yönelik bir küfür olmadığını söylüyor. Küfür öncesi Zidane’ın formasını çektiği için “maç çıkışında istersen formaları değişebiliriz” demesi ağırına gitmiş olsa gerek. Sonuçta rasyonel ve profesyonel batı düşüncesi için bir mazeret olmamalı bu diye düşünüyor herkes ancak Zidane öyle büyük bir efsane ki, kalıpları aşmayı da başarıyor ve spor medyasında İtalyanlar hariç herkes onu haklı görüyor. İtalya antrenörü Marcello Lippi bile “onu tanıyıp da yardım etme, onu sevme ve koruma ihtiyacı hissetmemek mümkün değil” diyor.

Elbette Zinedine Zidane bu popülaritesini ve desteğini inanılmaz yeteneklerine ve çalışma azmine borçlu. Ama Zidane’ı tüm diğer oyunculardan farklı yapan farklı etnik ve dini kimliği ve tavırları. Zidane Müslüman ve Cezayir asıllı bir Fransız vatandaşı. Ancak Fransız Devrimi’ne dayalı tüm ilerici değerlerine karşın Afrika ve Magrep kökenli Fransız vatandaşlarının Fransa’da yaşadıkları sosyoekonomik problemler onları sokağa dökecek kadar ciddi boyutta. İşte Zidane tüm bu sorunlar yumağı içerisinde iyi bir örnek olarak sunuluyor Fransız gençlerine. Sisteme entegre olmuş, ülkesi için çalışan ve ülkesine çok faydalı olan örnek bir vatandaş. Ama Zidane farklılığını, kimliğini ortaya koymaktan çekinmiyor. Profesyonellik düşüncesi son derece yüksek Avrupalı futbolcular için küfür nedeniyle bir hareket yaparak takımını sahada eksik bırakmak affedilmeyecek bir hata. Ancak Zidane kendini farklı kimliğiyle öylesine kabul ettirebilmiş ki; hiçbir Fransız spor yazarı ona dil uzatmaya cüret edemiyor. Irkçı siyasi lider Jean Marie Le Pen dahi konu Zidane olunca aklına geleni söylemekten kaçınıyor. Çünkü Zidane milyonlarca farklı din ve etnik kökenden gelen, zor koşullarda yetişen Fransız vatandaşı için bir sembol, bir umut ışığı. Zidane imajının yok edilmesi; belki de Fransız Devrimi değerlerinin yok edilmesi ve Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi benzeri farklı medeniyet ve dine mensup kişilerin bir arada yaşamayacağı düşüncesinin ön plana çıkması olacak. Ancak tabii ki, Avrupa’da ve dünyada ırkçılar ve aşırı dinci gruplar hariç bunu kimse istemiyor. Zidane’ı; annesi ve kız kardeşine küfür ettirmeyen bıçkın tavrı, Müslümanları da farklı inanç ve kültürleriyle kabul etmek Avrupa’nın ayakta kalabilmesinin belki de tek yolu…

Zidane'ın bu unutulmaz kafası onun sokak kavgalarıyla geçen çocukluğunun bir ispatı niteliğinde son derece ustaca yapılmış tehlikeli bir vuruş. Ancak Zidane’ın son maçında yaptığı bu hareket belki de Batı mentalitesi ve profesyonellik adı altında çirkinliğin her türlüsünü sergileyen kişi, grup ve takımlara karşı yapılmış ve futbolun geleceğine yön vermesi gereken bir uyarı. Nasıl ki Müslümanlar düşünce özgürlüğü adı altında peygamberlerine ve dinlerine yapılan saldırıları kabullenemiyorlarsa, Zidane da kendisi için çok değerli olan annesi ve kız kardeşine edilen küfürleri profesyonellik ve kazanmak adına görmezden gelemiyor. Sporda, siyasette ve aslında her alanda kazanmak önemli tabii ki ama ahlaki olarak kaybetmeden kazanmalı. Zizou bize bir şeyler söylemeye çalıştı kanımca ama onu anlamak için önce dürüst olmalı, erdemlerin gerekliliğini hatırlamalıyız. Çok yaşa Zizou, yaptığın her şey için gönülden teşekkürler ve saygılar...

KAYNAKLAR
- "Yeni Aktüel", sayı: 53, 13-19 Temmuz 2006'da yayınlanan Alman Stern Dergisi'nde Stefanie Rosenkranz'ın yaptığı röportaj
- Zidane.fr, http://www.zidane.fr/

- Wikipedia, http://www.wikipedia.org/

* Bu yazı Ozan Örmeci’nin Elips Kitap’tan geçtiğimiz yıl piyasaya sürülmüş Popüler Kültür isimli kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için http://www.elipskitap.com.tr/kitaplar/kitap.php?id=376 adresine ve diğer internetten kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.


18 Eylül 2009 Cuma

İslam Konferansı Teşkilatı ve Türkiye




İslam Konferansı Teşkilatı (Organization of the Islamic Conference-OIC), İslami dünyanın sesini duyurmak ve haklarını savunmak amacıyla kurulmuş ve günümüzde 57 üye ülkesi bulunan, 1,5 milyara yakın Müslüman’ı uluslararası arenada temsil eden çok önemli bir enternasyonal kuruluştur. İslam Konferansı Örgütü; 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid’i Aksa’ya düzenlenen Siyonist saldırıya cevap niteliğinde ilk olarak 25 Eylül 1969’da toplanmış ve bu toplantıyla beraber kurulmuştur. 21. yüzyıla kadar İslam Konferansı Örgütü’nün uluslararası politikada oynadığı rol sınırlı kalmış ve İslami davaların savunulmasında başarısız kalınmış olsa da, 11 Eylül saldırıları ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında ortaya çıkan yeni dünya konjonktüründe İslam Konferansı Teşkilatı’na düşen rol ve bu kuruluşun önemi hızla artmaktadır. Dünya çapında İslam’ın imajının zedelenmesi ve Orta Doğu coğrafyasında ABD’nın neo-con (yeni muhafazakar) hükümetiyle beraber saldırganlığının artması neticesinde İslam Konferansı Teşkilatı ağır bir yükü omuzlamaya, yani İslam dünyasını temsil etmeye hazır olmalıdır. Bu yazıda ilk olarak İslam Konferansı Örgütü’nün kurulma ve gelişme süreci ile yapısını kısaca anlatmaya çalışacağım. Sonrasında Türkiye’nin bu kuruluşla tarihsel süreçteki ilişkileri ve Profesör Doktor Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bu kurumun genel sekreteri seçilmesiyle yaşanan son gelişmeleri de sizlere aktaracağım.

Abdullah Al Ahsan “The Organization of the Islamic Conference” isimli kitabında İslam Konferansı Örgütü’nün temellerinin “ümmet” anlayışına dayandığını iddia etmektedir. Ümmet kavramı bir çok anlamda kullanılıyor olmasına karşın Ahsan’ın ilgilendiği anlam “dini esaslar, dini bir çekirdek etrafında toplanmış devletler konfederasyonudur (a confederation round a religious nucleus)” (Al Ahsan, sayfa 2). Al Ahsan’a göre Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreci ve halifeliğin kaldırılması İslam dünyasını başsız ve karmakarışık bir durumda bırakmıştır (Al Ahsan, sayfa 11). 1926 yılından başlayarak İslami ülkeler bu konuda çeşitli uluslarası konferanslar, toplantılar düzenleyerek durumu tartışmıştır. Ancak 1926 yılında düzenlenen ilk önemli toplantıya çok önemli oranda Müslüman nüfusları bulunan Türkiye, Rusya, İran ve Afganistan gibi ülkeler delege göndermemişlerdir. 1940’lardan başlayarak İslam dünyasında birleşme yolunda önemli adımlar atılmış ve toplantılara katılım artmıştır. Abdullah Al Ahsan’a göre bunun iki önemli nedeni vardır. İlk olarak Kemalist Devrim ile başlayan dünya anti-emperyalist devrimler çağı etkisini göstermiş ve birçok İslam ülkesi Batı emperyalizminden kurtularak bağımsızlığını ilan etmiştir (Al Ahsan, sayfa 13). İkinci olarak İsrail-Filistin sorununun ortaya çıkması ve Filistin davasının İslam dünyasında büyük destek görmesi Orta Doğu ülkelerini birbirlerine yaklaştırmıştır (Al Ahsan, sayfa 14). Bu doğrultuda ilk geniş katılımlı İslam konferansı 1949 yılında Pakistan’da Karaçi’de düzenlenmiştir. Hemen ertesi yıl İran’da düzenlenen konferans Soğuk Savaş’ın hızlanması ve İslam dünyasının bu iki kutuplu dünya düzeninde ortada kalması neticesinde daha somut fikirlerin tartışıldığı ve İslam birliğinin ciddi anlamda gündeme geldiği ilk organizasyon olmuştur. Anti-siyonizm ve Cemal Abdül Nasır’la birlikte Mısır’dan başlayıp tüm Arap dünyasına yayılan Arap milliyetçiliği bu süreci hızlandıran diğer etkenler olmuştur. Ancak 1969 yılına kadar çabalar sonuçsuz kalmış ve somut bir proje geliştirilememiştir. 21 Ağustos 1969’da Mescid’i Aksa’ya düzenlenen saldırı İslam dünyasında inanılmaz büyük tepkiler doğurmuş ve İsrail’in provokatif saldırganlığı neticesinde Suudi Arabistan lideri Kral Faysal’ın gayretleriyle 25 Eylül 1969’da 24 ülkenin katılımıyla İslam Konferansı Örgütü Rabat’ta düzenlenen toplantıyla kurulmuştur (Al Ahsan, sayfa 17).

Türkiye’nin İslam Konferansı Teşkilatı’na katılması Mahmut Bali Aykan’ın “Turkey’s Role in the Organization of the Islamic Conference: 1960-1992” kitabında belirttiği gibi Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında o dönemde ciddi bir iç politika malzemesi ve kavga konusu yapılsa da, başbakan Süleyman Demirel’in Türk dış politikasının sürekliliğine olan inancını net bir biçimde ortaya koyması ve amacının komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmak olduğunu açıklamasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti de İslam Konferansı Örgütü’nde kurucu üye olarak yerini almıştır (Aykan, Mahmut B., sayfa 65). Rabat konferansından 6 ay sonra Mart 1970’de Cidde’de kuruluşun Genel Sekretaryası kurulmuş ve Kudüs tamamen kurtarılana kadar sekreterliğin burada kalması ön görülmüştür (Dr. Minhaj, A. Qidwai, “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050”). 2,5 yıl sonra Şubat 1972 tarihinde yapılan toplantıda üye ülkelerin Dış İşleri bakanları kuruluşun esasları üzerinde anlaşmış ve bir bildirgeyle bunları duyurmuşlardır. Minhaj A. Qidwai, “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050” isimli makalesinde bu esasları şu şekilde özetlemiştir;

İslam konferansı örgütü;
-Üye ülkeler arasındaki dayanışmayı arttırmak ve sorunlara çözüm bulmak
-Siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel alanlarda üye ülkeler arasında iş birliği sağlamak ve çeşitli alt kuruluşlarla bu uğurda çalışmalar yürütmek
-Tüm dünyada Müslümanların haklarını savunmak, seslerini duyurmak ve bağımsız, saygın bir hayat sürmeleri uğruna mücadele etmek
-Kutsal toprakları ve mekanları korumak
-Filistin davasına destek sağlamak ve konuyu dünya gündeminde tutmak
-Her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımcılığa karşı mücadele etmek ve emperyalizme karşı durmak
-Üye ülkelerinin birbirlerini daha iyi tanıması ve daha iyi ilişkiler kurması amaçlarıyla kurulmuştur.

Zaman içerisinde İslam Konferansı Örgütü’nün üye sayısı 57’yi bulmuş ve kuruluş Birleşmiş Milletler’den sonra en büyük ikinci uluslararası kuruluş olmuştur. Ayrıca İslam ülkeleri arasında kurulmuş en büyük kuruluş olma özelliği de bulunmaktadır. Sardar Ziauddin’in “A Choice Between Saudi and Turkey” makalesinde belirttiği gibi İslami Kalkınma Bankası (Islamic Development Bank), Kızılay (Red Crescent) ve "Islamic Educational, Scientific and Cultural Organization" gibi başarılı kurumlara ek olarak kurulan ve tüm bunları koordine etme görevini üstlenen İslam Konferansı Teşkilatı, günümüze kadar bu konuda pek başarılı olamamıştır. İslam Konferansı Örgütü bırakın dünya meselelerinde etkin bir kurum olmayı, kendi üye ülkelerinden aidat toplamakta dahi başarısız olmuş ve bir türlü gelişme gösterememiştir. İsrail’in topraklarını genişletmesi ve Batı emperyalizminin direkt veya direkt olmayan yollarla güçlenmeye devam etmesi bu kuruluşun başarısızlığının açık bir kanıtıdır. Yine İslami ülkelerde yaşanan ciddi demokratik, ekonomik ve sosyo-kültürel problemler İslam Konferansı Örgütü’nün bugüne kadar ne denli aciz kaldığını göstermektedir. Kuruluşun tek başarısının Yom Kippur Savaşı’nın takip eden süreçte 1973 Petrol Krizi’ne zemin hazırlamak ve bu sayede Batı emperyalizmini bir süreliğine durdurarak, Yaser Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne destek sağlamak olmuştur. Bu çaba neticesinde Yaser Arafat Birleşmiş Milletler genel kuruluna davet edilmiş, resmi olarak olmasa da Filistin BM tarafından tanınmıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler uygulamada bir getirisi olmasa da 1975 yılında Meksika’da yapılan toplantıda “Syonizm ırkçılıktır” önergesini kabul etmiştir. İslam Konferansı Teşkilatı’nın aciz durumunu 2004 yılında yapılan toplantıda konuşma yapan Dr. Abd Al-Wahid Belkeziz çok güzel özetlemiştir. Jonathan Gorvett’in “OIC Meeting Puts Turkey Centre Stage” makalesinden alıntılanan bu konuşmada Belkeziz, İslam dünyasının medeniyet yarışında ve haklarını savunmada ne denli geri kaldığı açıkça itiraf etmiştir: “The islamic world today stands unquestionably at a crossroads where it must embark upon a civilizational self-examination. Islamic world has been degraded, our rights downtrodden, our sanctities defiled, and our just causes defeated”. İslam Konferansı Örgütü’nün İngilizce kısa ismi olan OIC’nin de “oh i see” şeklinde esprilere konu olması boşuna değildir. İslam Konferansı Örgütü son Afganistan ve Irak işgallerinde de etkisiz bir kurum olarak kalmış ve bırakın işgalleri önlemeyi, sesini dahi duyuramamıştır. Ayrıca üye olmayan ülkelerde yaşayan Müslümanların haklarının savunulamaması da diğer bir önemli sorundur.

İslam Konferansı Teşkilatı uluslarüstü (supranational) değil, uluslararası (international) bir kuruluş niteliği gösterir ve üye ülkelerin egemenliği esasına dayalıdır. Bu yönüyle Avrupa Birliği’nden farklı olduğunu söyleyebiliriz. Teşkilat bildirgesinin 2. maddesinde yazdığı üzere üye ülkeler arasında çeşitli alanlarda iş birliğini sağlamak kuruluşun temel amacı olmuştur. Teşkilatın 4 önemli alt kuruluşu vardır: Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı (Conference of Kings and Heads of State and Government), Dış İşleri Bakanları Konferansı (The Conference of Foreign Ministers), Genel Sekreterlik ve Uluslarası İslami Adalet Mahkemesi (The International Islamic Court of Justice) (Abdullah al Ahsan, “The Organization of the Islamic Conference”, sayfa 23-24). Diğer birçok alt kuruma rağmen teşkilata yön veren belli başlı dört kurumun bunlar olduğunu söylemek doğru olacaktır. Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı kuruluşun en yetkili organı olup isminden anlaşıldığı üzere üye ülkelerin devlet başkanları ve krallarının katılımıyla toplanır. Normal olarak üç yılda bir toplanan Krallar ve Devlet Başkanları Konferansı, Dış İşleri Bakanları Konferansı’nın isteği üzerine olağanüstü toplantılar da yapabilir. Yetki olarak en yüksekte bulunmasına karşın kuruluşu esas yönlendiren organın Dış İşleri Bakanları Konferansı olduğunu söylemek doğru olacaktır (Al Ahsan, sayfa 49). Kuruluşu ilgilendiren bütün önemli kararlar genelde bu organ tarafından alınır. Normalde her sene bir defa toplanmasına karşın, olağanüstü toplantılar da yapılabilmektedir. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği model alınarak yapılandırılmış kuruluşun bir diğer önemli organıdır. İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği’nin başında kuruluşun genel sekreteri bulunmaktadır. Ona yardımcı olması için dört yardımcı genel sekreter görevlendirilmiştir. Genel sekreter ve dört yardımcı genel sekreter Dış İşleri Bakanları Konferansı tarafından yapılan seçimle belirlenir ve dört yıllık bir süre için göreve getirilir. Genel sekreterlik İslam Konferansı Örgütü için en önemli yetkili kişi olup, kuruluşu uluslararası platformda temsil etme hakkına sahiptir. Bütün alt kurumların çalışmaları da genel sekreter tarafından yönetilmektedir. Uluslarası İslami Adalet Mahkemesi ise 1981 yılında kurulmuş teşkilatın bir diğer önemli parçasıdır.

Şimdi de biraz teşkilatın karar alma mekanizmasına ve bildirgesindeki dikkat çekici maddelere göz atalım. Kuruluş bildirgesinin 8. maddesine göre kuruluşa üye olmak için “Muslim State (Müslüman Devlet)” olmak gerekmektedir. Bu terimin ne anlattığı pek açık olmamakla beraber İslami devlet yerine Müslüman devlet sözünün seçilmesinden kastedilenin Müslüman nüfusun yoğunlukta belki de çoğunlukta bulunduğu ülkeler olduğu çıkarımını yapabiliriz. Ancak Abdullah Al Ahsan’a göre İslam Konferansı Örgütü Müslüman devlet tanımını yapamamakta ve tutarsız politikalar izlemektedir (Al Ahsan, sayfa 46). Mesela Hindistan’da Müslüman nüfus bir azınlık olmasına karşın Hindistan’ın kuruluşa üyeliği önce reddedilmiş, daha sonra ise kabul edilmiştir. Uganda da Müslüman nüfus çoğunluğu oluşturmamasına karşın kuruluşa kabul edilen bir diğer ülkedir. İslam Konferansı Teşkilatı’ndaki karar alma süreci diğer uluslararası kurumlara çok benzemektedir. Üye ülkelerin çeşitli konularda önerge verme ve bu konuyu tartışma hakları bulunmaktadır. Konu önemli bulunup gündeme alınırsa, çeşitli toplantılar ve alt kurumların raporları doğrultusunda Dış İşleri Bakanları Konferansı’nca oylama sonucu kararlar alınmaktadır. Kararların geçerli olabilmesi için 2/3 çoğunluk gerekirken genelde tercih edilen yöntem oy birliğinin sağlanmasıdır (Al Ahsan, sayfa 49).

Şimdi de Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü içerisinde son dönemde artan etkinliğine göz atalım. Bildiğiniz üzere Milli Görüş geleneğinden gelen ancak ABD, yerli-yabancı burjuvazi ve büyük medya desteği ve Batı yanlısı söylemiyle 2002 yılında yapılan genel seçimlerde tek parti iktidarı kurmaya hak kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) temellerini Refah Partisi’nden almaktadır. 1995 genel seçimlerinde yüzde 21 oy alarak hükümeti kurma hakkını kazanan Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan, Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller’le Refahyol hükümetini kurarak, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk “İslami başbakanı” olmuştur (Morris, Melissa, “Walking the Line: Turkey’s Struggle with Islamism”). Refah Partisi’nin İslami söylemine karşın bir rejim değişikliği yapmaya çalışıp çalışmadığı tartışmalı bir konu olmasına karşın, partinin dış politika konusunda yaptığı bazı açılımlar ve özellikle Erbakan’ın meşhur Libya ziyareti 28 Şubat sürecini tetikleyen önemli faktörler olmuştur. 28 Şubat döneminde ön plana çıkan Çevik Bir gibi askeri unsurların İsrail ve Amerika’ya olan yakınlığı ise dikkat çekicidir. Zamanında büyük alkış tutulmasına karşın günümüzde medya tarafından alay konusu yapılan 28 Şubat süreci, AKP’nin yükselişini anlama konusunda kilit bir olaydır. Erbakan kadar sert bir Batı karşıtı söylemi olmamasına ve hatta aslında Batı ile iş birliği içinde olmasına karşın Recep Tayyip Erdoğan ve muhafazakar bir partinin iktidara gelmesi son dönemde İslam Konferansı Teşkilatı ve Türkiye’yi birbirlerine yakınlaştıran bir faktör olmuştur. Bu süreç AKP’nin tüm gayretlerine karşın büyük bir halk tepkisi ve CHP muhalefeti neticesinde reddedilen 1 Mart tezkeresi sonrasında hızlanmış ve Türkiye’ye yönelik sempatiler Orta Doğu coğrafyasında artmıştır. 1 Mart tezkeresinin reddinin Türkiye’nin AB ilişkilerinde de imajı açısında olumlu bir etken olduğu söylenebilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 19 mayıs 2004 tarihinde Romanya’ya gitmeden önce Esenboğa Havalimanı’nda İsrail’le ilgili yaptığı “devlet terörü” açıklaması da İslami ülkelerde büyük ses getirmiştir (Hürriyetim). Bu açıklamaya ek olarak Türkiye İsrail’in devlet terörü uygulamalarını protesto etmek için İsrail’deki konsolosunu geri çekmiştir (Gareth, Jenkins, “A Timely Shift”). Halktan da büyük destek gören tüm bu gelişmeler Türkiye’nin İsrail’e açık bir mesajı olarak algılanmıştır. Bu gelişmeler sonrasında Yahudi lobisinin etkisinin fazlasıyla hissedildiği Washington Times gibi bazı gazetelerde Türkiye ve AKP hükümeti aleyhinde sert yazıların çıkması dikkat çekicidir. Mesela Frank J. Gaffney Jr.’ın başbakan Erdoğan’a “İslamofaşist” yakıştırmasını yaptığı “No To Islamist Turkey” makalesi oldukça ses getirmiştir (Frank J. Gaffney Jr., “No To Islamist Turkey”, The Washington Times, http://www.washingtontimes.com/commentary/20050926-092005-9547r.html.

Başbakan Erdoğan’ın Amerika ile olan stratejik işbirliğini sık sık dile getirmesine karşın, hükümetin yaptığı bu açılımlar Türkiye’nin İslam Konferansı Teşkilatı ülkeleri arasında kredisini arttırmıştır. Bu gelişmeler meyvesini 15 Eylül 2004’te İstanbul’da yapılan Dış İşleri Bakanları Konferansı’nda vermiş ve Profesör Doktor Ekmeleddin İhsanoğlu kuruluşun Genel Sekreteri seçilmiştir. İhsanoğlu daha önce de teşkilatın “International research centre for islamic history, art and culture” organında görev yapmış ve başarılı çalışmalarıyla dikkat çekmiştir (Ziauddin, Sardar, “A choice between Saudi and Turkey”). Ancak kuşkusuz İhsanoğlu’nun seçiminde Türkiye’nin son dönemde izlediği politikaların etkisi büyüktür. İran, Mısır, Pakistan ve Malezya gibi ülkelerin seçimde Türkiye’ye verdiği büyük destek dikkat çekicidir. Sardar Ziauddin’e göre de İhsanoğlu’nun seçilmesi ve AB kapısına dayanmış Türkiye’nin kuruluştaki rolünün artması İslam Konferansı Örgütü için önemli bir şanstır. AKP hükümetinin ABD’ye olan göbek bağı ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne verdiği destek (Başbakan Erdoğan defalarca bu projenin eşbaşkanı olduğunu açıklamıştır), Ziauddin’in bu görüşlerini çürütür nitelikte de olsa zaman içerisinde Türkiye farklı bir dış politika esası belirleyebilir.

Sahar El-Bahr, “Al-Ahram Weekly” dergisinde yayınlanan “Reforming the OIC” makalesinde İhsanoğlu ile yaptığı röportajı aktarmış ve İhsanoğlu’nun teşkilatta reform yapılması yönünde yaptığı görüşleri aktarmıştır. İhsanoğlu’na göre ilk gerekli reform organizasyon bildirgesinde yer alan apartheid ve kolonicilik maddelerinin değiştirilerek, modern dünya düzenine göre ayarlanmasıdır. İkinci olarak İhsanoğlu teşkilatın isminin değiştirilerek uluslarası arenada etkin bir örgüt olabilmek için aktif bir siyaset izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. İhsanoğlu diğer enternasyonal kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilerek İslam Konferansı Örgütü’nün Müslüman dünyanın sesi olacak güçlü ve saygın bir kuruluşa dönüştürülmesini istemektedir. İhsanoğlu Filistin davasına verilecek desteğin kuruluşun önemli esaslarından biri olduğuna dikkat çekerken, kuruluş üyesi ülkelerin sosyo-ekonomik ve demokratik sorunlarının çözülmesinin de kuruluşun önemli bir görevi olduğunu vurgulamıştır. Dr. Minhaj A. Qidwai de Sahar El-Bahr gibi düşünmekte ve “Organization of islamic conference – Vision for 2050” makalesinde Müslüman dünyanın 4 önemli sorununa dikkat çekmektedir. Birinci sorun üye ülkelerdeki ekonomik problemler ve fakirliktir. Bu sorunun çözülmesi Qidwai için ilk sırada gelmektedir. İkinci olarak her ne kadar Orta Doğu ülkeleri emperyalizm ve sömürünün tarih boyunca kurbanı da olmuş olsalar, artık başkalarını suçlama (blame others) mentalitesinden kurtulmalı ve çözüm üretici yollar üzerinde durmalıdır. Üçüncü olarak teşkilat Kudüs’ün işgalden kurtarılması ve kutsal mekanların korunması konusunda daha aktif bir politika izlemeli ve İsrail’e karşı sesini yükseltmelidir. Son olarak Qidwai kuruluşun Amerikan emperyalizmi ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne karşı somut bir politika geliştirmesi gerektiğine inanmaktadır.

Bu yapılan değerlendirmeler doğrultusunda karşımıza çıkan tabloya yukarıdan bakmak gerekirse, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile Orta Doğu’daki petrol rezervlerini ve diğer doğal kaynakları olası bir ekonomik kriz tehlikesine karşı kontrol altına almak istediği ve de demokrasi götürmek, özgürleştirmek bahaneleriyle Orta Doğu’da İsrail ve kendisine yardımcı olacak uydu devletler (Kürdistan) kurmak istediği açıktır. Bu nedenle ortaya atılan “ılımlı İslam” modeli de ABD’nin AKP hükümetinden bir beklentisidir. Dick Cheeney’nin “The greater middle east – The Bush Administration’s Perspective” adlı makalesi bu konuda Amerika’nın tavrını açıkça göstermektedir. Amerika’nın Irak işgali sonrası İsrail ve kendisine uydu devlet olarak yardımcı olacak bağımsız bir Kürt devleti’nin kurulmasını istemesi ve yeni Irak anayasasını İslami esaslara dayandırması boşuna değildir. Bu noktada AKP hükümeti Kürt Açılımı projesiyle ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedir. AKP’nin ve Türkiye’nin önünde sanıyorum 3 seçenek vardır. Birincisi emperyalizme alet olmak ve emperyalist politikalara destek vererek bundan bir çıkar sağlamaya çalışmaktır. Ancak AKP’nin milliyetçi-mukaddesatçı tabanı ve Kemalist geleneğin “Yurtta sulh, cihanda sulh” düşüncesi doğrultusunda bu noktaya kayma şansı oldukça düşüktür. ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelik saldırgan açıklamalarına gösterilen tepkiler de bunu destekler niteliktedir. Bir ikinci yol Rürkiye’nin Batı ve Doğu arasında bir köprü görevi görerek uzlaştırmacı bir politika izlemesidir. Mahmut Bali Aykan da Türkiye’nin bu rolü iyi oynayabileceği kanaatindedir (Aykan, Mahmut B., “Turkey’s role in the organization of the islamic conference: 1960 – 1992” sayfa 128). Filistin-İsrail sorunu ve 1985’teki ABD-İran krizinde Türkiye’nin üstlendiği roller de buna yakın bir görüntü çizmektedir. Bir üçüncü seçenek ise Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak kendi iç dinamiklerine güvenmesi ve emperyalizmle bağlarını keserek Orta Doğu ve hatta Avrasya ülkeleriyle beraber anti-emperyalist bir cephe oluşturmasıdır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler kimliği ve İslami ülkelere kuşkucu yaklaşımı bu noktada bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar siyasal tarihimizde anti-emperyalist duruş ve Orta Doğu ülkelerinin haklarını savunmak İslami söylemi olan kesim değil, Kemalist ve sol çevrelerce uygulanmış olsa da (mesela Cezayir’in bağımsızlığı Demokrat Parti tarafından reddedilmiş ancak TSK tarafından 27 Mayıs sonrası kabul edilmiştir), AKP gelecekte bu noktada net bir tavır takınabilir. Fakat yine de rejim farklılıkları bu işbirliğinin ilerlemesi yolundaki en büyük engeldir. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in son İslam Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşma dikkat çekicidir. Bu konuşmada Sezer İslami ülkelerde reform yapılmasının gerekliliğine dikkat çekmiş ve bu süreci kaçınılmaz olarak nitelendirmiştir (Jonathan, Gorvett, “OIC meeting puts Turkey centre stage”). Liberal, NATO’cu ve Amerikancı kesimler dışında ülkemiz genelinde İslamcı, sosyalist, milliyetçi ve Kemalist çevrelerce şiddetle savunulan anti-emperyalizm ve Amerikan karşıtlığı bu üçüncü seçeneğin gerçekleşmesi için en büyük şanstır. Bağımsız ve kendine güvenen bir Türkiye yalnız kendisini değil, Orta Doğu ülkelerini de emperyalizm ve küreselleşme batağından kurtarmada kilit bir rol oynayabilir. Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeler ve çeşitli popüler kültür öğeleri anti-Amerikanizm’in boyutlarını açıkça sergilemektedir. Metal Fırtına kitabının best-seller olması, Kurtlar Vadisi’nin bir televizyon efsanesine dönüşmesi ve Cola Turka reklamları bunun en basit örnekleridir. Yapılan anketlerin sonuçları da bu doğrultudadır. Türkiye’nin oynayacağı rol ve uluslararası gelişmeler kısa vadede olmasa da, bir süre sonra ortaya çıkacak ve umuyoruz Türk halkının ve Kemalist prensiplerin doğrultusunda olacaktır.


KAYNAKLAR
- Al Ahsan, Abdullah, 1988, “The Organization Of The Islamic Conference”, The International Institute of Islamic Thought: Herndon, USA
- Aykan, Mahmut B., 1994, “Turkey’s Role In The Organization Of The Islamic Conference: 1960 – 1992”, Vantage Press: New York
- Wikipedia, http://www.wikipedia.org/
- Organization of the Islamic Conference website, http://www.oic-oci.org/
- Salt, Jeremy, “Turkey’s Military Democracy”, Current History, February 1999
- Qidwai, Minhaj, A., “Organization of Islamic Conference – Vision for 2050”, http://world.mediamonitors.net/layout/set/print/content/view/full/1493
- Morris, Melissa, “Walking the Line: Turkey’s Struggle with Islamism”
- Aras, Bülent, “Turkish-Syrian Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly, Fall 2002, http://www.24hourscholar.com/p/articles/mi_m2501/is_4_24/ai_101531218?pi=scl
- Bölükbaşı, Süha, “Behind The Turkish-Israeli Alliance: A Turkish View”, Journal Of Palestine Studies 113, Autumn 1999
- Çevik Bir & Martin Sherman, “Formula for Stability: Turkey Plus Israel”, Middle East Quarterly, Fall 2002, http://www.meforum.org/article/511
- Bacık, Gökhan, “The Limits of an Alliance: Turkish-Israeli Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly, Summer 2001, http://www.24hourscholar.com/p/articles/mi_m2501/is_3_23/ai_78804225?pi=scl
- Aras, Bülent, “The Academic Perceptions of Turkish-Israeli Relations”, Turkish Journal of International Relations, Vol.1, No.1, (Spring 2002)
- http://www.alternativesjournal.net/volume1/number1/baras.pdf
- Gorvett, Jonathan, “OIC Meeting Puts Turkey Centre Stage”, Al Jazeera net News Global, 16 June 2004
- Gareth, Jenkins, “A Timely Shift”, Al Ahram Weekly Online, 17-23 June 2004
- Ziauddin, Sardar, “The Muslim World: A Choice Between Saudi and Turkey”, New Statesman Online, 22 March 2004
- Sahar, Al Bahr, “Reforming the OIC”, Al Ahram Weekly Online, 21-27 July 2005
- Hürriyetim, http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@nvid~415161,00.asp
- Zakaria, Fareed, "Islam, Democracy, and the Constitutional Liberalism", Political Science Quarterly, 22 March 2004
- Cheney, Dick, “The Greater Middle East – The Bush Administration’s Perspective”, The Globalist, http://www.theglobalist.com/dbweb/storyid.aspx?storyid=3754
- Ülsever, Cüneyt, “The Greater Middle East Project”, http://www.turks.us/article.php?story=20040302235332632&mode=print
- Frank J. Gaffney Jr., “No to Islamist Turkey”, The Washington Times, http://www.washingtontimes.com/commentary/20050926-092005-9547r.htm
- Carroll, Thomas Patrick, “Ankara’s Strategic Alignment with Tel Aviv Implication for Turkey and the Region”, Middle East Intelligence Bulletin, Vol. 3 no: 5, May 2001
- Kaplan, Robert, “The Turkey-Israel Axis”, The Globalist, 23 March 2001


Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için http://yayinci.kibo.com.tr/prd/kibowebdetay.php?pub_id=1597&pid=650654 adresine ve diğer internetten kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

17 Eylül 2009 Perşembe

Şevket Süreyya Aydemir - Fikriyatı


1915 yılında Kafkas cephesine bir Türkçü-Turancı olarak giden Şevket Süreyya Aydemir, bilindiği üzere burada geçirdiği yıllar ve KUTV’da aldığı eğitim sonrası ülkesine örgütlü bir komünist olarak dönmüştür. Türkiye’ye dönüşünden sonra TKP’de siyasi faaliyetlerine devam eden, bir yandan da öğretmen olarak çalışan Aydemir, Mayıs 1925’te TİÇSF’nin Amele ve Teali Cemiyeti adına üzerinde “dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sloganı yazılı bir broşür dağıtması üzerine 1925 tevkifatı olarak bilinen olayda tutuklanır. Kendisine yapılan tüm telkinlere rağmen Vedat Nedim Tör’ün aksine diğer komünist arkadaşlarını ispiyonlamak istemez ve bu nedenle hapse atılır. Aydemir 10 yıl hapis cezası almış, arkadaşlarını ispiyonlayan Vedat Nedim ise serbest bırakılmıştır. Hapishanede Aydemir sosyalizm üzerine düşünmeye ve Kemalizm’e ön yargısız bir şekilde yaklaşmaya çalışır. Ona göre Kemalist Devrim dünya anti-emperyalist mücadele tarihinde Bolşevik Devrimi ile beraber yeni bir sayfa açılmasına yol açmış çok önemli bir tarihsel olaydır. Ve devrimin enternasyonal bir ideolojiye ihtiyacı vardır. Ekim 1926’da genel af ilan edilmesiyle Aydemir beklemediği şekilde serbest bırakılır. Artık daha önce Turancılık’tan komünizme sıçramış ideolojik çizgisi daha net ve şahsına münhasırdır.


Gerçekten Şevket Süreyya’nın ideolojik çizgisi hakkında net konuşmak doğru değildir. Kesin söyleyebileceğimiz şey kendisinin alışılmış kalıplara uygun bir komünist ve Kemalist olmadığıdır. Ayrıca ideolojik çizgisini net olarak belirlemeye engel teşkil edecek birkaç unsuru da belirtmeliyiz. Aydemir tek-parti döneminde bir devlet bürokratı olarak görev yapmış ve bu nedenle belki de her görüşünü istediği şekilde dile getirememiştir. İkinci olarak Aydemir’in ürünleri genelde 1920 ve 30’lar ve 1960’larda olmak üzere iki ana dönemde yoğunlaşır. Bu iki dönem arasında da belirli bazı farkların oluştuğu ortadadır. Nato sürecine rağmen 27 Mayıs sonrası Türkiye’de hızla yükselen sosyalist hareket nedeniyle 1960’larda Aydemir bazı konularda daha açık ve tutarlı bir tavır gösterme imkanı yakalamıştır. Aydemir’in ideolojik çizgisi hakkında kalıplara uygun yorumlar yapmak yerine isterseniz düşüncelerine biraz daha yakından göz atalım ve daha sonra genel bir değerlendirme yapalım. Bu konuda Aydemir’in 1920 ve 30’lardaki düşünceleri için İnkılap ve Kadro eseriyle Kadro Dergisi’ndeki yazıları ve 1960’lardaki düşünceleri için Yön Dergisi’ndeki yazıları ve Yön Dergisi hakkındaki kitaplardan yararlanmak sanırım faydalı olacaktır.


Şevket Süreyya; Kadro dergisinin ilk sayısının ilk sayfasında yer alan yazısında Kadro Hareketi ve kendisinin ideolojik çizgisi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bu yazı Aydemir açıkça amaçlarının Kemalist Devrim’in ideolojisini belirlemek ve içini doldurmak olduğunu belirtmiştir. Aydemir’e göre inkılâp henüz bitmiş değil, yeni başlamıştır. Ona göre askeri ve siyasal alanda yapılan devrimler, ekonomik ve siyasal alanda devam etmeli ve ideolojik bir temele oturtularak güçlendirilmeli, anlam kazanmalıdır. Kemalist Devrim genişlemeli ve derinleştirilmelidir. “O henüz son sözünü söylemiş, son eserini vermiş değildir. Tavsiye edilmiş bir zemin üstünde yarın ki Türk cemiyetinin, kendine has ve kendine uygun binası kurulabilmek için, inkılâbımız derinleşme ve genişlemelidir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no:1). İnkılâp ve Kadro eserinde Aydemir Kemalist Devrim’in yerel ve milli bir ideolojiden çok tüm milli kurtuluş mücadelelerine örnek olacak âlemşümul bir nitelikte olduğunu belirtmektedir. Onun düşüncesinde devrimin derinleşmesi ve korunması için şuurlu bir avangardın, kadronun devrimin ideolojisini yapması ve bunu halka yayması gerekmektedir. Aydemir ve diğer Kadrocuların ideolojik derinliğe verdikleri bu önem dünyanın 1930’larda içinde bulunduğu fazlasıyla gergin ve ideolojik siyasal ortam ve Kadrocuların Marksist geçmişleriyle alakalı olabilir. Yine Türk Devrimi’ni tarihsel süreçte bir yere oturtmak ve arkası gelmesi beklenen anti-emperyalist devrimlere öncülük edebilecek güçlü bir Türkiye isteği Kadrocuların ideoloji konusundaki ısrarlarında bir etken olabilir. Zaten Aydemir bu isteğini açıkça belirtmiş ve Kemalist Devrim’i dünyanın en anlamlı olaylarından biri olarak nitelendirmiştir. “Gerek milli mahiyeti gerek beynelmilel şümul ve tesirleri itibariyle, tarihin en manalı hareketlerinden biri inkılâbımızın, zatinde mündemiç bu ileri fikir ve prensip unsurlarını, şimdi inkılâbın seyri içinde ve onun icaplarına uygun bir şekilde izah işi, bugünkü Türk inkılâp münevverliğine düşen vazifelerin en acil ve en şereflisidir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no:1). Aydemir’e göre işte tüm bu düşünceleri gerçekleştirmek için Cumhuriyet’in ilerici bir yönetici kadro gereksinimi vardır. “İnkılâbın irade ve menfaati, inkılâbı duyan ve yürüten azlık, fakat şuurlu bir avangardın, azlık fakat ileri bir KADRO’nun iradesinde temsil olunur. Bu kadro, inkılâbın şeniyetinden çıkarılan ve onun seyrine uygun bir şekilde izah edildikçe şekilleşen ve nazariyeleşen prensipleri kendine şuur edinir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no:1). İşte Kadro Hareketi devlet elitlerine yakın bir grup olarak bu ideolojiyi belirlemeye talip olarak ortaya çıkmıştır.


Aydemir’in görüşlerini daha iyi anlayabilmek için isterseniz diğer ideolojileri yaklaşımı konusunda bazı noktalara değinelim. Aydemir ve diğer Kadrocuların liberalizme bakışı gayet açık ve net bir şekilde olumsuz ve küçümseyicidir. Kadrocular liberalizmi kapitalizmin demokrasiyle beraber kullandığı bir kılıf ve araç olarak görmüş ve bu nedenle şiddetle eleştirmişlerdir. Onlara göre kapitalist sistemin göbeğinde yer alan ülkeler diğer çevresel ülkeleri müstemleke (sömürge) ya da yarı-müstemleke (yarı-sömürge) haline getirmektedir. Özellikle Vedat Nedim’in işlediği bu kategorizasyonlarıyla Kadrocular Dünya Sistemi Teorisi’nin ulaştığı değerlendirmeye yaklaşık 40 yıl öncesinden ulaşabilmişlerdir. Yine Aydemir ve diğer Kadro Dergisi yazarlarının üzerinde durduğu bir konu 3 farklı ekonomi modelidir. Birinci model Sovyetler Birliği’nin başını çektiği, sosyalist ülkelerde görülen ve işçi sınıfı diktatoryasına dayalı planlı, devletçi ekonomidir. İkinci model ABD ve Milletler Cemiyeti ülkelerinde görülen ve büyük eşitsizliklere yol açtığı için eleştirilen kapitalist gelişme yoludur. Kadrocuların üzerinde durduğu yeni üçüncü model ise, bağımsız bir ulusal ekonomi arayışında olan ülkelerin izlemesi gereken ve bu ülkeleri sömürge olmaktan kurtaracak planlı milli ekonomidir. Liberalizmi “şuursuz iktisat siyaseti” olan gören ve “anarşik” tanımını getiren Kadro Hareketi yazarları ve hareketin ideolojik lideri Şevket Süreyya Aydemir, korumacı politikaları savunmuş ve otarşizme yakın bir ekonomik sistemden yana olmuşlardır. Kadro yazarları Büyük Buhran’ı da kendi perspektiflerinden açıklamaya çalışmışlardır. Kadroculara göre anti-emperyalist devrimlerle sarsılan Batılı ülkelerde bu kriz kapitalizmin çökeceğinin işaretlerini vermektedir. “İşte şimdi biz, emperyalizmin hem çöküş ve dağılış çağı içinde, hem de artık hayat usaresi kalmayan, düşkün fakat sırnaşık teaddisi karşısındayız” (Aydemir, “Emperyalizm Şahlanıyor Mu ?”, sayfa 10, Kadro no:16). Liberallerin sistemsizlik ve metotsuzluklarında yakınan Kadrocular Lenin’in emperyalizm teorisinden de fazlasıyla etkilenmişlerdir.


Kadro Hareketi’nin ve Aydemir’in faşizm ve nasyonal sosyalizme yaklaşımı da oldukça enteresan ve tartışmalı bir konudur. Bazı akademik çalışmalarda hiç bir kanıt sunulmamakla birlikte, Kemalizm, Kadro Hareketi ve İtalyan Faşizminin üçünün de otoriter nitelikli bir eğilim içinde oldukları ana temasından hareketle Kadro’nun faşizm kategorisi içinde incelemesi gerektiği ima edilmektedir. Giacomo Carretto’nun “1930larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler” adlı makalesi bu paralelde yazılmış en bilinen eserdir. ” (Türkeş, “Kadro Hareketi”, sayfa 53). Ancak Kadrocular’ın faşizme ve nasyonal sosyalizme bakışları kesin ve açık bir şekilde olumsuzdur. Kadrocular faşizmi bazı yarı-kapitalist ülkeler tarafından kullanılan ve burjuva sınıfının çıkarına yarayan bir korporatizm anlayışı olarak gördüğünü vurgulamıştır. (Belge, “Faşizm ve Türk Milli Kurtuluş Hareketi”, sayfa 36-39, Kadro no:8). Kadrocular daha sonraları fikirlerini daha da netleştirerek “faşizmin kapitalizmde doğal olarak var olan sınıf çatışmasını bastırmaya, uzlaştırmaya çalıştığını ve son analizde işçi sınıfının çıkarları pahasına sanayi burjuvazisinin çıkarlarını savunduğunu” belirtmişlerdir (Mustafa Türkeş, “Kadro Hareketi”, pg 127). Kadro’nun anti-emperyalist anlayışı da faşizm ve nasyonal sosyalizmle kesinlikle uzlaşmayacak ölçüde nettir. Kadro’nun bu tutumunu devlet politikası ve dönemsel koşullarla da açıklamak zordur. Zira İtalyan Faşizmi’nin Mare Nostrum politikası doğrultusunda Akdeniz’deki saldırgan tavrına karşı açıkça net bir tavır koyan Türkiye Cumhuriyeti devleti, Hitler’e rağmen Almanya ile olan ekonomik ilişkileri kesmemiş ve bundan istifade etmiştir. Ancak Kadrocuların hem İtalya, hem de Almanya’daki rejimlere karşı muhalif tavrı bu anlayışlarının pragmatist bir ölçekte olmadığının ispatıdır. Ayrıca Kadrocular ırkçılık karşıtı görüşlerini birçok yerde açıkça belirtmiş ve faşizm, nasyonal sosyalizm gibi sapık ideolojilere karşı mesafeli olduklarını göstermişlerdir. Milliyetçilik ve otoriterlik bağlamında Kadro Hareketi ve faşizm arasında bir ilişki kurmak zorlama olacaktır. Zira Kadrocular anti-emperyalist ve yayılmacılık karşıtı ileri bir milliyetçiliği, bağımsızlığı savunmuşlardır. Kadro ile faşizm arasında ilişki kurmak isteyenlerin sıklıkla gönderme yaptığı Yakup Kadri’nin derginin 11. sayısında yer almış “Ankara-Moskova-Roma” isimli makalesidir. Bu makalede Karaosmanoğlu Mussolini İtalya’sındaki coşkun ruhu ve disiplini övmüş ve şöyle demiştir; “Mussolini sayesinde daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi işleyen bir memleket halini almıştır” (Tekeli & İlkin, “Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak”, sayfa 231). Yakup Kadri gibi Kadro Hareketi içerisinde edebiyatçı kimliğiyle ön plana çıkan birinin bu sözlerinden hareketle Kadro’ya ve Şevket Süreyya’ya faşist damgası vurmak kolaya kaçmak ve makro değerlendirme yapamamak olacaktır. Zaten Kadro yazarları faşizmle ilgili görüşlerini açıkça belirtmişlerdir. Şevket Süreyya derginin 4. sayısında yayınlanan “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM” isimli makalesinde faşizmin gelişmesinde İtalya’da 1918-1922 arasındaki dönemde yaşanan sancılı kapitalist süreçten bahseder ve faşizmin üzerindeki durduğu beş maddeyi sıralar: ulusal birlik, yönetici gücün tekeli, emperyalizm, devlet için yaşayan vatandaşlar ve sınıfların birliği (Aydemir, “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM”, sayfa 9, Kadro no:4). Her ne kadar Kadrocularda ulusal birlik ve yönetici gücün tekeli gibi konularda faşizmle paraleller bulmak mümkün de olsa, Kadro Hareketi’nin yaptığı sınıfsal analizler ve güçlü anti-emperyalist tutumu Kadrocuları faşizmden kesin bir çizgiyle ayırmaktadır. Aydemir, Hitler’in ırkçı yönünü şu sözlerle eleştirmiştir; “Bundan başka Hitler, beyaz ırkın dünya üstünde yalnız iktisadi hakimiyetle iktifa etmesine de razı değildir. Esirlerin kanına susayan Neron gibi o da, milletlerin esaretine susamıştır” (Aydemir, “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM”, sayfa 13, Kadro no:4). Tüm bu nedenlerle Kadro’nun anti-faşist bir düşünce sistemi olduğunu iddia etmek doğru olacaktır.


Kadro Hareketi’nin ve Aydemir’in sosyalizme yaklaşımıysa oldukça karışık bir konudur. Bilindiği üzere Kadro Hareketi’nin dört önemli yazarı (Aydemir, Tör, Belge, Tökin) komünist geçmişleri bulunan ve yaptıkları devletçe sürekli izlenen kimselerdir. “Bu süreç içinde bir yandan Kadro dergisi çıkarılmakta, öte yandan benimsenen ideolojik çizginin programı aydınlatılmaktadır. Şevket Süreyya’nın Murat Belge’ye anlattığına göre, devlet bu konuyla yakından ilgilenmekte ve toplantıları izletmektedir” (Tekeli & İlkin, “Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak”, sayfa 143-144). Kadrocuların Marksizm’den kendi istekleriyle mi vazgeçtikleri, yoksa devlet baskısı nedeniyle takiyye mi yaptıkları asla kesin olarak bilinemeyecek bir konudur. Ancak Kadrocu yazarların yaşam öykülerine ve özellikle Şevket Süreyya Aydemir’in hayatı boyunca yazdıklarına bakarsak Kadrocular Marksizm’den koparak bir üçüncü yol olarak Kemalizm-sosyalizm sentezini yapmaya çalışmışlardır. Kadrocu düşüncede ülkeler arası eşitsizlikler, ülke içerisindeki sınıfsal eşitsizliklerden daha ön plandadır. Ayrıca Türkiye gibi kapitalist gelişmenin henüz yaşanmadığı ülkelerde sınıf farklılıkların ortaya çıkmadan önlenebileceğini iddia ederek Kadrocular Marksizm’den farklı bir anlayışları olduğunu ortaya koymuşlardır. Kadrocular cüretkar bir şekilde tarihin Karl Marx’ı yanılttığını ve Türkiye’nin kapitalist dönem yaşanmadan sınıfsız toplum idealine ulaşabileceğini iddia eder. (Mustafa Türkeş, “The Ideology of the Kadro Movement: A Patriotic Leftist Movement in Turkey”, sayfa 110). Yine de Kadrocular özellikle Batı ülkelerinin tarihsel gelişimini açıklamak için tarihsel maddecilik yöntemini kullanmışlardır. Özellikle Aydemir ve Tökin’in yazılarında Marksist argümanlara sıkça rastlanabilir. Ancak Kadrocular ve özellikle Şevket Süreyya Batı ve Doğu toplumları arasındaki tarihsel-yapısal farklılıklara dikkat çekmiş ve Marksizm’in ancak batı dünyasını anlamak için kullanılabileceğini iddia etmişlerdir. Devletçi bir ekonomiyle yeni oluşmakta olan sınıflar arasındaki çatışmalar önlenecek ve Türkiye kapitalist evreyi atlayarak sosyalizme Kemalizm yoluyla ulaşabilecektir. “Kadrocular, devletçiliği sınıf kavramını yok ederek sınıflararası çatışmayı önleyecek bir politika olarak kabul etmektedirler” (Heper & Canıvar, “Ülkü ve Kadro Dergilerinde Yayınlanmış Bazı Makalelerde Beliren Devletçilik Anlayışı”, sayfa 10). Mustafa Türkeş Kadrocu yazarların tarihsel materyalizmi uygulamaktaki bu seçici tutumlarına dikkat çekmiştir. Aydemir ayrıca batıda oluşan sınıfsal eşitsizlikler kadar batı ülkelerinin sömürgecilik yoluyla doğu ülkelerinin ham madde kaynaklarını tüketerek ve bunları teknolojik, toplumsal gelişmelerinde kullanarak nasıl doğu ülkelerine üstünlük sağladıklarını belirtir. Kadrocular devletin yapmayı düşündüğü toprak reformu konusunda sosyal sınıfların varlığını kabul ederken, diğer alanlarda solidarizm anlayışına karşı çıkmamaktadırlar. Bunun nedeni sanıyorum Kadrocuların Kemalist rejimle ve onun en önemli unsurlarından biri olan Emile Durkheim’ın solidarizm anlayışıyla ters düşmemek istemeleridir. Kadroculara göre modern dünya düzeninde 3 büyük çatışma alanı ve türü vardır. Birinci çatışma işçi sınıfı ve kapitalist sınıflar arasında yaşanan ve yalnızca endüstrileşmiş Batı ülkelerinde görülen sorunlardır. İkinci tip çatışma gelimiş Batı ülkelerinin kendi aralarında yaşadıkları pazar bulma, silahlanma ve kalkınma yarışıdır. Üçüncü tip ve en önemli olan çatışmaysa gelişmiş batı toplumlarıyla kapitalistleşmemiş sömürge ya da yarı-sömürge durumundaki doğu ülkeleri arasında yaşanan sorunlardır. Aydemir’e göre Marksizm ve Faşizm gibi ideolojiler kapitalist toplumlara ait tarihsel-yapısal gelişim ve sınıf çatışmaları sonucu ortaya çıkmış düşünce sistemleridir ve Türkiye’de uygulanması imkânsızdır. Kadrocular tarihi okurken Marksist-Leninist metotlar kullanmaktan kaçınmamışlardır. Mesela Aydemir Lenin’in emperyalizm teorisinden etkilenerek The Highest Stage of Capitalism and Theses on the National and Colonial Question, emperyalizm olmadan kapitalizmin ayakta duramayacağını ve batıda sosyal devletin çökerek Marksist devrimlerin yaşanacağını ileri sürer. Bu nedenle ulusal bağımsızlık savaşları batı sömürgeciliğine ve dolayısıyla kapitalizme son verecek önemli olaylardır. Şevket Süreyya Aydemir çok başarılı bir şekilde 20. yüzyılın anti-emperyalist devrimler çağı olacağını öngörmüştür. Türkiye’yi anti-emperyalist kapitalist veya sosyalist olmayan bu bloğun lideri olarak düşünmüş ve Kemalizm’i bu yönde tüm üçüncü dünya ülkelerine model olacak bir ideoloji yorumlamış, tasarlamışlardır. Bu konuda Aydemir’e kulak verelim; “İnkılabımızın, her biri ayrı ayrı kıymettar ve orijinal olan bu fikir ve nazariye unsurları birer birer izah edildikçe, bu esaslar inkılap nesli için kriteryumlar olacak, yeni ve standartlaşmış inkılapçı tip böyle doğacaktır. Bu tip her nerede, her ne şerait içinde olursa olsun, karşılaştığı her inkılap sahasında, aynı hadiseyi aynı kriteryumlara vuracak, aynı ölçülerde düşünecek, aynı neticelere varacak ve inkılabın kendisine has CİHANI TELAKKİ TARZI böyle vücut bulacaktır” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no: 1). Toplamak gerekirse Kadro Hareketi Marksizm’den fazlasıyla etkilenmesine karşın Marksist bir hareket değildir. Diyebiliriz ki daha sonra Latin Amerika’da ve üçüncü dünya ülkelerinde belirecek olan sosyalizm anlayışına uygun bir düşünce sistemine ulaşmışlardır. Türkeş’in iddialarına karşın Kadrocuların fanatik seküler tutumları onları Sultan Galiyev ve İslami sosyalizmden de uzaklaştırmaktadır. Bu nedenlerle Kadro ile Bağımlılık Okulu ve Dünya Sistemi Teorisi arasında bir bağ kurmak daha mantıklı olacaktır.


Aydemir’in Yön Dergisi’ndeki yazıları da ideolojik çizgisini belirlemek açısından bize çok yardımcı olabilir. Aydemir Yön’deki yazılarında sıklıkla Türk sosyalizmi terimini kullanmıştır. Türkiye’nin emperyalist-kapitalist ülkelerle işbirliği yaptığından yakınan Aydemir, Demokrat Parti döneminde Cezayir’in bağımsızlığının tanınmamasının ne denli büyük bir utanç olduğundan bahseder. Aydemir’e göre Türk sosyalizminin ilk önemli ilkesi demokrasidir. Çünkü Kemalist Devrim memleketin istiklali için olduğu kadar halkın kayıtsız-şartsız hâkimiyeti için yapılmıştır. Aydemir’e göre özel mülkiyet tam anlamıyla yok edilmeyecek ancak ekonomide planlı, devletçi bir sistem belirlenecek ve bu yolla büyük sanayilerin şahısların eline geçmesine engel olunacaktır. Ayrıca büyük toprak sahiplerinin mallarına da el konulacak ve köylüler arasında eşit bir bölüşüm yaptırılacaktır. Aydemir’e göre Türk sosyalizmi dine karşı değildir ancak laikliğin yılmaz bir savunucusudur. Yine Aydemir’e göre Türk sosyalizmi bir sınıfın diğeri üstündeki diktatörlüğünü savunmamaktadır. Ve bunun için sınıfsal farklılıkların derinleşmemesi, sınıf kavgalarının önlenmesi adına planlı bir ekonomik sistem uygulanacak, adil bölüşüm sağlanacak ve tüm yurttaşlara özgür ve ferah bir yaşam olanakları tanınacaktır. Aydemir’e göre Karl Marx değerlendirmelerinde haklı olmasına karşın durum o öldüğünden beri çok değişmiştir. Marx’ın döneminde devlet tamamen burjuvazinin tekelindedir. Ancak artık devletin bir sınıfın tekelinde olma dönemi sona ermektedir. Proletarya örgütlenmiş ve demokratik yollarla haklarını savunabilmektedir. Bu nedenle devletin görevi halen ağırlığı fazla olan burjuvazinin gücünü işçi sınıfı lehine kırmak ve gerçek bir demokrasinin hüküm sürmesini sağlamaktır. Aydemir’in düşlediği defalarca belirttiği üzere imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millettir. Ancak 1960’larda hakim olan tezler sınıfsal toplum idealine ancak proletarya diktatörlüğü ile ulaşılabileceği yönündedir ve bu nedenle Aydemir hem soldan, hem de sağdan acımasız eleştiriler almaktadır. Zaten o yıllarda sağlığı bozulacak ve çalışmalarına ara verecektir. Doğan Avcıoğlu ile yaşadığı polemik sonrası yazılarına yalnızca Cumhuriyet gazetesi’nde devam etmiş ve ideolojik tartışmalardan uzak güncel konular ve Atatürk hakkında yazılar yazmıştır.


Şevket Süreyya Aydemir’in ideolojik konumu hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse kendisi şiddetli bir anti-faşist ve anti-liberaldir. Tarihi okurken Karl Marx’tan fazlasıyla faydalanmasına karşın tam anlamıyla bir Marksist değildir ve diğer Kadro yazarları ile birlikte kendine özgü bir Kemalizm-Sosyalizm sentezi anlayışı belirlemiştir. Bu sentezde Baas Partisi düşüncesi, Dünya Sistemi Teorisi ve Bağımlılık Okulu’na benzer birçok nokta bulunmaktadır. Aydemir sınıfsız bir toplum idealinin işçi sınıfı diktatoryası olmadan yaşanabileceğine inanmış ve demokrasinin bunun için kilit unsur olduğunun altını kalınca çizmiştir. Büyük ölçekte özel mülkiyete karşı olmasına karşın tamamıyla mülkiyeti reddetmemektedir. Ekonomide savunduğu sistem planlı, devletçi bir kumanda ekonomisidir. Din karşıtı değildir ancak laikliği sonuna kadar sahiplenmektedir. Demokrasi yanlısı olmasına karşın halkın demokrasi için yeterli birikime sahip olmadığını düşünmekte ve bu nedenle eğitim sisteminin geliştirilmesine büyük önem vermektedir. Son tahlilde Aydemir’in Türk sosyalizmi ulus-devleti temel alan ve enternasyonal nitelikte bir sosyalist devrimin ancak ulus temelinde tamamlandıktan sonra gerçekleşebileceğini savunan niteliktedir. Aydemir yalnızca kendi ülkesinde ve dünyada ezilen kesimlerin yanında olmamış, dünya sisteminde diğer ülkeler karşısında ezilen ülkesinin de yanında olmuş çok önemli bir Türk aydınıdır.


KAYNAKLAR

- Tekeli, İlhan & İlkin, Selim, "Kadrocuları ve Kadro'yu Anlamak", 2003, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
- Aydemir, Şevket Süreyya, "Suyu Arayan Adam", 2005, İstanbul: Remzi Kitabevi
- Aydemir, Şevket, Süreyya, "İnkılap ve Kadro", 1932, Ankara: Ahmet Halit Kitaphanesi
- Kadro Aylık Fikir Mecmuası, 1932, sayı 1, 2, 3, 4, 8, 12, 16, 2. Kanun
- Türkeş, Mustafa, 1999, “The ideology of the Kadro Movement: A Patriotic Leftist Movement in Turkey”, Turkey Before and After Atatürk (Sylvia Kedourie), London: Frank Cass Publishers
- Türkeş, Mustafa, 1999, “Kadro Hareketi Ulusçu Sol Bir Akım”, Ankara: İmge Kitabevi
- Harris, George, 2002, “The Communists and The Kadro Movement Shaping ideology in Atatürk’s Turkey”, İstanbul: The İsis Pres
- Harris, George S., 1975, “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları”, İstanbul: Boğaziçi Yayınları
- Özdemir, Hikmet, 1986, “Kalkınmada Bir Strateji Arayışı Yön Hareketi”, Ankara: Bilgi Yayınevi
- Lipovsky, İgor, 1992, “The Socialist Movement in Turkey”, New York: E.J. Brill
- Biyografi.net, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=685
- Kim Kimdir, http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=518