31 Ocak 2023 Salı

Siyaset Bilimci Gözüyle Kuran-ı Kerim

 

Giriş

Hiç şüphesiz ki, yüce İslam dini (İslamiyet), dünyada en çok inananı olan ve dünya siyasetine yön veren dini inançlardan birisidir. Yahudilik (Musevilik) ve Hıristiyanlıkla (İsevilik) birlikte Hz. İbrahim'e dayanan 3 temel semavi veya İbrahimi dinden birisi olan İslam, aynı zamanda en önemli monoteist (tek Tanrılı) inanç sistemlerinden de birisidir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre, yaklaşık 1,9 milyar inananı olan İslamiyet (dünya nüfusunun yüzde 25'ine tekabül ediyor), dünyada 2,4 milyar takipçisi olan (dünya nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 31'i) Hıristiyanlıktan sonraki en popüler dindir.

Dünyadaki büyük dinlerin yaygınlık oranları

(Mavi: Hıristiyanlık, Yeşil: İslamiyet)

Günümüzde yaklaşık 1,9 milyar takipçisi olan İslam dini, aynı zamanda dünyada en hızlı yayılan din durumundadır. Bu nedenle, 2050 yılı dolaylarında, dünyadaki Müslüman sayısının Hıristiyan sayısıyla eşitlenmesi ve hatta İslam'ın Hıristiyanlığın önüne geçmesi beklenmektedir. Buna karşın, Batı dünyasında İslam korkusu ve nefretinin (İslamofobi) son yıllarda çok artması, yıllar önce tanınmış Amerikalı Siyaset Bilimci Samuel Huntington tarafından ortaya atılan "Medeniyetler Çatışması" (Clash of Civilizations) tezini yeniden gündeme getirmektedir. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Avrupa'nın ve hatta dünyanın en demokratik ülkelerinden birisi kabul edilen İsveç'te, aşırı sağcı provokatör bir politikacı olan Rasmus Paludan, Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kuran-ı Kerim yakma eylemi gerçekleştirmiş ve bu olay İsveç makamlarınca demokratik bir tepki olarak değerlendirilerek, doğal karşılanmıştır. Böylesine nefret dolu ve kitlelerde tepki uyandıran bir eylemin fikir özgürlüğü kapsamına girip girmeyeceği tartışıladursun -ki bence kesinlikle girmemektedir-, bazı Batılı basın-yayın organlarında, İslam ülkelerinin geri kalmışlıkları nedeniyle, yüce İslam dininin ve onun kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'in modern çağa uygun olmadığı yönünde çeşitli eleştiriler yapılmaktadır.

Kuran-ı Kerim'i yakmak fikir özgürlüğü kabul edilmemelidir

İşte bu eleştirilerin ne ölçüde haklı olup olmadığını anlamak adına, tamamen tarafsız ve seküler bir gözle Kuran-ı Kerim'i incelemenin faydalı olacağını düşünerek, bu yazıda, önce Kuran-ı Kerim hakkında temel bazı bilgileri özetleyecek, daha sonra da Kuran'da öne çıkan bazı siyasi ve toplumsal konuları vurgulayacağım. Kuran-ı Kerim'de yer alan sure ve ayetlere Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı internet sitesinden ulaştığımı da bu noktada belirtmek isterim. Ayrıca, dinsizliğin resmi bir ideoloji kabul edildiği komünizmin dünyanın neredeyse yarısında etkin olduğu Soğuk Savaş döneminde bile yıkılmayan İslam dini ve onun kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'in, bundan sonraki asırlarda da güçlü bir şekilde yaşamaya devam edeceği konusundaki öngörümü de bu noktada sizlerle paylaşmak isterim. Bu nedenle, yüce dinimiz İslam'ı doğru şekilde anlamak ve yorumlamaya çok ihtiyaç duyduğumuz da bence somut bir toplumsal gerçekliktir. 

Kuran-ı Kerim Hakkında Temel Bilgiler

"Kuran" sözcüğü, Arapça'da "okudu" anlamındaki "karâ'e" (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kelime anlamı bakımından, "okunan şey" veya "okumak" anlamına gelir. "Kerim" sözcüğü ise, "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" gibi anlamlara gelir ve İslam'da Allah'ın 99 isminden biridir.

Yüce İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran-ı Kerim, kısaca Kuran veya Kur'an olarak da belirtilmektedir. Kuran, Müslümanların inancına göre, yaklaşık 23 yıllık bir süreçte (610-632 yılları arasında), parça parça vahiyler hâlinde Allah tarafından Cebrâil adındaki melek aracılığıyla Hz. Muhammed'e indirilmiştir. İslam inancına göre, Kuran, Hz. Muhammed'in gerçek bir peygamber olduğunu kanıtlayan en önemli ve en büyük mucizedir. Müslümanlar, namaz başta olmak üzere belli başlı ibadetlerinde Kuran'dan çeşitli bölümler okumaktadırlar. Müslümanlar, kutsal kitapları Kuran'ın Allah'ın gerçek ve nihai sözü olduğuna inanırlar.

Kuran, Peygamber'in 632'deki ölümünden kısa bir süre sonra, Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminde (632-634), bazı kısımlarını yazan veya ezberleyen sahabeler tarafından derlenmiştir. Hz. Osman döneminde (644-656) ise, günümüzde genellikle Kuran'ın bilinen ilk örneği olarak kabul edilen versiyon oluşturulmuştur. Kuran, kendisinden önceki kutsal kitaplara referans veren ve aşinalık gösteren bir yapıdadır. Bu anlamda, Müslümanlar, Yahudilik/Musevilik ve Hıristiyanlık/İseviliği de kutsal kabul eder ve kitapları ve peygamberlerinin Tanrı tarafından gönderildiğine inanırlar. Kuran içerisinde, bu anlatıların bazıları özetlenmekte, bazılarının üzerinde uzun uzadıya bir şekilde durulmakta, bazılarının da alternatif açıklamaları ve yorumları sunulmaktadır. 

Kuran'ın büyük bölümü, uyarma, itaate sevk etme ve ibret verme amaçlı olan çeşitli dini hikâyelerden oluşmaktadır. Kuran, kendisini insanlık için bir hidayet kitabı olarak tanımlamakta, bazen belirli tarihsel olayların ayrıntılı açıklamalarını sunmakta ve genellikle bir olayın anlatımı üzerinden ahlâki ve ibretlik önemini vurgulamaktadır. İslam'ın çoğu mezhebinde, birincil kaynak olan Kuran-ı Kerim'in yanı sıra, Hz. Muhammed'in sözleri olduğuna inanılan hadislerin de İslam hukukunun temelini oluşturduğu ve bu nedenle Kuran'ı desteklediği düşünülmektedir. 

Arapça olarak yazılan Kuran, zaman içerisinde başka milletlerden Müslümanların da olması sebebiyle diğer dillere çevrilmiştir. Farklı milletlerden Müslümanlar, Kuran'ı anlamak için, genelde, kendi resmi kurumlarının hazırladıkları Kuran tefsirlerine itibar ederler. 

Müslümanların kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in ilk 4 sayfası girişten ve süslemelerden oluşmuştur. Bu sayfalar sayılmazsa, Kuran, yaklaşık 600 sayfadan oluşmaktadır. Kuran-ı Kerim'de oluşan ana bölümlere "sure" adı verilir. Sureleri oluşturan her bir cümle ise "ayet"tir. Kuran-ı Kerim, toplam 114 sure, 6236 ayet ve 30 cüz'den oluşur. Kuran-ı Kerim, Fatiha suresi ile başlar ve Nas suresi ile sona erer.

Siyaset Bilimi Gözüyle Kuran-ı Kerim

1. Topluma Verilen Güzel Mesajlar

Kuran-ı Kerim'de sıklıkla vurgulanan bir husus, insanların Allah'a inanmaları ve kötülük yapmaktan uzak durmaları gerektiğidir. Bu, bırakın toplumlara olumsuz bir değer aşılamayı, tam tersine, bunca dünyevi kötülüğün ortasında insanlara iyi kalmayı ve iyilik yapmayı öğütleyen çok çağdaş, insancıl ve güzel bir yaklaşımdır. Örneğin, Bakara suresi 81. ayette, "Hayır! Kim bir kötülük işler de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte bu kimseler cehennemliktirler; onlar orada ebedî olarak kalırlar." denilmektedir. Bunu tamamlayacak şekilde, 82. ayette de, iyilik yapmanın fazileti şöyle vurgulanmaktadır: "İman edip hayırlı işler yapanlara gelince, onlar da cennetliktirler; onlar orada ebedî kalacaklardır." İnançlı olmanın çok gerekli bir husus olduğu, Kuran-ı Kerim'de defalarca tekrarlanmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Bakara suresi 257. ayette şöyle denilmektedir: "Allah iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise sahte tanrılardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte bunlar ateşliklerdir, bunlar orada devamlı kalıcıdırlar." Kuran-ı Kerim, tövbe ederek insanlara iyiliği seçme hakkı sunması bağlamında da dikkat çeker ve Allah'ın bağışlayıcılığını ısrarla vurgular. Örneğin, İsra suresinin 25. ayeti şöyledir: "Kalplerinizdekini en iyi bilen rabbinizdir. Eğer iyi olursanız bilesiniz ki Allah kendisine yönelenleri bağışlayıcıdır."

Kuran-ı Kerim'de bir diğer çok sık vurgulanan konu, Allah ve İslam adına gerekirse inançsızlarla (kâfirlerle) savaşılması gerektiği ve bu uğurda ölenlerin başlarına bir fenalık gelmeyeceği anlayışıdır. Günümüz standartlarında, bu konu, yanlış yorumlanırsa, kuşkusuz çağdaş demokratik değerlerle bağdaşmayacağı düşünülebilir. Örneğin, Bakara suresi 154. ayette, "Allah yolunda öldürülenler için 'ölüler' demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz." denilerek, Allah yolunda ölmenin fazileti vurgulanmıştır. Yine Bakara suresi 190. ayette ise, "Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez." denilerek, müminlere saldıranlara karşı Allah yolunda savaşılması gerektiği vurgulanmış, ama bunun ölçülü yapılması ve aşırılığa kaçmaması gerektiği de hemen eklenmiştir. Bu, İslam'ın bu konudaki duyarlılığını göstermesi açısından manidardır. Bakara suresi 191. ve 192. ayetlerde de, kâfirlerle nasıl savaşılması gerektiği şöyle açıklanmıştır: "﴾191﴿ Onları yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Harâm civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir! ﴾192﴿ Eğer onlar vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir." Burada da, yüce İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran, Allah adına şiddet kullanmanın ancak müminlere karşı bir saldırı olduğunda meşru olacağını vurgulamış ve karşı tarafın vazgeçmesi durumunda bundan vazgeçilmesi gerektiğini de belirterek, yine oldukça barışçıl bir mesaj vermiştir. Benzer şekilde, Bakara suresi 193. ayette de, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur." şeklinde bir Tanrı buyruğu verilmiş ve bu anlamda İslam ve Müslümanlarla kavga etmekten vazgeçenlerin bağışlanması ve yalnızca zalimlerle savaşılması gerektiği vurgulanmıştır.

Bunun yanı sıra, Allah'ın sözlerini yansıtan Kuran, din konusunda zorlama yapılmaması gerektiğini de açıkça belirtmiştir. Örneğin, Bakara suresi 256. ayette, "Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir." diye özel olarak belirtilmiştir.

Müslümanların kutsal kitabı olan Kuran-ı Kerim, şiddet ve cinayet konusunda da gayet kısıtlayıcı bir tutum takınmış ve yine topluma güzel değerler aşılamıştır. Örneğin, Nisa suresi 92. ayette, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka. Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir." ifadelerine yer verilmiş ve herhangi bir sebepten ötürü kimsenin kimseyi öldürmeye hakkının olmadığı vurgulanmıştır. Bir diğer örnek de İsra suresinin 33. ayetidir: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bir kimse haksızlıkla öldürülürse velisine yetki verdik; ancak o da öldürme hususunda sınırı aşmasın; çünkü o, yeterince yardıma mazhar olmuştur."

Kuran'ın bir diğer çok güzel mesajı ise diğer semavi dinlerle ilgilidir. Kuran, Müslümanlara Yahudiler ve Hıristiyanlara saygı duymayı öğütler. Bu konuda Maide suresinin 46. ve 47. ayetlerine bakmak yeterlidir: "﴾46﴿ Ardından o peygamberlerin yolu üzere, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici olarak Meryem oğlu Îsâ’yı gönderdik. Ona da içinde hidayet ve nur bulunan, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici, takvâ sahipleri için bir yol gösterici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik. ﴾47﴿ İncil’e tâbi olanlar da Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıkların kendi­leridir." Buna karşın, Kuran, Yahudiler ve Hıristiyanlarla dost olma konusunda da kısıtlayıcı bir tutum takınır. Örneğin, Maide suresi 51. ayette şöyle denmektedir: "Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." Bu noktada kısıtlayıcı tutumun sebebi ise İslam dini ile alay edilmesi olarak vurgulanmaktadır. Şöyle ki, Maide suresi 57. ve 58. ayetlerde bu husus şu şekilde açıklanır: "﴾57﴿ Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlence konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer müminseniz Allah’tan korkun. ﴾58﴿ Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu, onların aklını kullanmaz bir topluluk olmalarındandır."

Kuran-ı Kerim, inanç söz konusu olduğunda muhafazakârlıkla da çelişmekten kaçınmayan bir yapıdadır. Öyle ki, Bakara suresi 170. ayette, "Onlara, 'Allah’ın indirdiğine uyun' denildiğinde, 'Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız' dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa!" denilerek, inanç temeli olmayan bir muhafazakârlığın doğru olmadığı mesajı verilmiştir.

Kuran-ı Kerim'de öne çıkarılan bir diğer güzel toplumsal değer de yetimlere bakılması gerektiği görüşüdür. Örneğin, Bakara suresi 220. ayette, "Dünya ve âhiret hakkında (düşünesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklıyor). Sana yetimleri de soruyorlar. De ki: Onların durumlarını iyileştirmek hayırlı bir iştir. Onlarla içli dışlı olursanız zaten onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzelten ile bozanı bilir. Allah dileseydi sizi güçlüğe düşürürdü. Hiç şüphe yok ki Allah izzet ve hikmet sahibidir." denilmiş ve yetimlerin durumlarının iyileştirilmesi ve onlara kardeş muamelesi yapılması gerektiği belirtilmiştir.

Kuran-ı Kerim'de akrabalarla ilişkiye girmek konusunda da kısıtlayıcı bir tavır alınmış ve topluma güzel mesajlar verilmiştir. Örneğin, Nisa suresi 22. ve 23. ayetlerde, bu konuda kapsamlı bir açıklama yapılması dikkat çekmektedir: "﴾22﴿ Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. ﴾23﴿ Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren anneleriniz, sütbacılarınız, eşlerinizin anneleri, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (nikâh ortadan kalktığında) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Kutsal kitabımız olan Kuran, gösterişçilik konusunda da olumsuz bir tavır alır ve topluma güzel mesajlar vermeye çalışır. Örneğin, Enfal suresi 47. ayette şöyle denilmiştir: "İnsanları Allah yolundan engellemek üzere taşkınlık ve gösteriş yaparak yurtlarından (savaşa) çıkıp gelenler gibi olmayın; Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır." Benzer şekilde para saçıp savurmak hususu da Kuran'da eleştirilir. Bir örnek vermek gerekirse, İsra suresi 26. ve 27. ayetlerde şöyle denir: "﴾26﴿ Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma! ﴾27﴿ Çünkü savurganlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan da rabbine karşı çok nankördür."

2. Günümüzün Çağdaş ve Demokratik Toplumlarında Tartışma Yaratabilecek Bazı Hususlar

Yüce İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran-ı Kerim'in günümüzün yaşam standartları ve Medeni Hukuk pratikleriyle uyuşmadığı iddia edilen bazı özellikleri de bulunmaktadır. Bunlar, elbette yoruma açık hususlar olsa da, bu yazının formatı gereği, bu noktada özgün Kuran metnine yer verilecektir. Örneğin, Nisa suresi 3. ayette çok eşlilik konusuna değinilmiş ve şöyle bir ifadeye yer verilmiştir: "Yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Haksızlık etmekten korkarsanız tek kadın veya mülkiyetinizde bulunan câriye ile yetinin; bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır." Bu bağlamda, özellikle yetimlere yardım hususunda çok eşliliğin uygun görüldüğü vurgulanmış ve bunun adalete uygun olacağı belirtilmiştir. Ayrıca kadınlar için kullanılan erkeklerin "ekenek"leri ya da "tarla"ları gibi ifadeler de feminist gruplarca hoş bulunmayabilir. Somut bir örnek vermek gerekirse, Bakara suresi 223. ayeti şöyledir: "Kadınlar sizin ekeneğinizdir; ekeneğinize nasıl isterseniz öyle yaklaşın. Kendiniz için de önceden hazırlık yapın. Allah’tan sakının ve bilin ki O’na kavuşacaksınız. Müminleri müjdele."

Kuran-ı Kerim'de, o dönemin hukuk anlayışının da etkisiyle, kısas mantığı genelde övülmektedir. Öyle ki, Bakara suresi 178. ayette "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkaniyetle uymalı ve diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır." ve 179. ayette "Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız." denilerek, cezalandırma yöntemi olarak kısas övülmüş ve desteklenmiştir.

Kuran'da yer alan kadın örtünmesi konusu da günümüzün laik toplumlarında yanlış yorumlanması halinde sıkıntı yaratabilecek niteliktedir. Örneğin, Nur suresinin 31. ayeti bu konuda şöyle der: "Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Dışarıda kalanlardan başka ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, başka kadınlar, hizmetlerinde bulunan köleleri ve câriyeleri, cinsel arzusu bulunmayan erkek hizmetçiler, kadınların cinselliklerinin farkında olmayan çocuklar dışında kimseye süslerini göstermesinler. Yürürken, gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah’a tövbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz!" Bu ayetten anlaşılabileceği üzere, kadınlara iffetli/erdemli olmalarını salık veren yüce Kuran-ı Kerim, aynı zamanda ziynet (süs takılan) yerlerini göstermemeleri gerektiğini de belirtir. Bu bağlamda, kelime anlamından yola çıkarak daha çok boyun ve göğüs bölgesinin kapatılması gerektiği düşüncesi akla gelse de, genelde, zaman içerisinde, Müslüman toplumlarda kadınların başlarını örtmeleri de kabul görmüş bir pratik haline gelmiştir.

Kuran-ı Kerim'de vurgulanan ve günümüzün yaşam ve ekonomi standartlarıyla çelişebilecek bir diğer konu ise faize bakıştır. İslam dini, faizi reddeder ve bu konuda katı bir tutum takınır. Örneğin, bu konuda Bakara suresi 275. ve 276. ayetlerinde şöyle denilmiştir: "﴾275﴿ Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, “Alım satım da ancak faiz gibidir” demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişteki kendisinindir, durumunun takdiri Allah’a aittir. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir. ﴾276﴿ Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez." Bu anlamda, İslami köklerini reddetmeyen bir politikacı olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın faiz konusunda neden bu kadar ısrarcı davrandığı anlaşılmaktadır.

Müslümanların referans kitabı olan Kuran'da, şarap (alkol) ve kumar gibi zararlı alışkanlıklar da birçok yerde eleştirilmiştir. Örneğin, Bakara suresi 219. ayette, "Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz." denilmiş ve alkol ve kumarın bazı faydalarına rağmen zararlı oldukları öne çıkarılmıştır. Benzer şekilde, Maide suresi 90. ve 91. ayetlerinde de şu ifadeler yer almaktadır: "﴾90﴿ Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerden ibarettir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. ﴾91﴿ Şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?"

Benzer şekilde, günümüzün yaygın laik normlarıyla çelişebilecek bir diğer konu da miras meselesidir. Örneğin, Nisa suresi 11. ayette "Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. (Mirasçılar) ikiden fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, anne babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da anne babası ona vâris olmuşlarsa annesinin hakkı üçte birdir. Ölenin kardeşleri varsa annesinin payı, vasiyetten ve borçtan sonra altıda birdir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş paylardır; şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir." denilerek, erkeğin mirastaki pay hakkı kadından üstün tutulmuştur. Günümüzün feminist değerlerine ve adalet ilkelerine ters algılanabilecek bu durum, Kuran'da ise Allah'ın adaleti olarak açıklanmıştır.

Kuran-ı Kerim'de dikkat çeken bir diğer konu da fuhuşa olumsuz bakılmasıdır. Genelde bu konuda Hıristiyanlık dini daha hassasmış gibi düşünülse de, aslında yüce İslam dini de kadının erdemini korumak noktasında özenlidir. Örneğin, Nisa suresinin 15. ve 16. ayetleri incelenirse: "﴾15﴿ Kadınlarınızdan çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. ﴾16﴿ İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir." denilerek fuhuşla mücadele edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ancak faiz konusunda çok duyarlı olan bazı Türk devlet adamlarının, bu konuda ise, toplumsal tepkiler ve etkilerden de çekinerek, bugüne kadar pek girişimci olmadıkları düşünülebilir. Kuran'da bu konu birçok defa vurgulanır ki, bir diğer örnek de İsra suresinin 32. ayetidir: "Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur."

Kuran'ın günümüzün Ceza Hukuku anlayışıyla ters düşebilecek bazı hususları da mevcuttur. Örneğin, Maide suresi 38. ayette, hırsızlığın cezası olarak açıkça "el kesme" yöntemi önerilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir."

Günümüzün hassas bir demokratik meselesi olan LGBT hakları konusunda da Kuran'ın pozisyonu kısıtlayıcıdır. Öyle ki, Araf suresi 80. ve 81. ayetlerde bu konu açıkça belirtilmiştir: "﴾80﴿ Lût’u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: “Sizden önceki topluluklardan hiçbirinin (bu ölçüde) yapmadığı iğrençliği mi işliyorsunuz! ﴾81﴿ Kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkınlık eden bir topluluksunuz."

Sonuç

Sonuç olarak, seküler düşünen bir Siyaset Bilimci olarak baktığımda, Kuran-ı Kerim'in modern ve demokratik değerlerle taban tabana zıt algılanmasının yanlış bir eğilim olduğunu söyleyebilirim. İslam toplumlarının geri kalmışlığının nedeni Kuran'daki ya da İslam'daki değerler değil, teknolojik ve ekonomik yetersizlikler ve demokrasi açıklarıdır. Demokrasi dışı toplumlarda, din, çoğu zaman otoriter rejimleri meşrulaştırmak için bilinçli şekilde hatalı veya abartılı yorumlanmaktadır.

Ayrıca, tüm diğer kutsal kitaplar gibi, Kuran-ı Kerim'de de bazı hususlar dönem şartlarına uygun olarak yorumlanmıştır. Ancak bu noktada İslam’da “Aklı olmayanın dini de yoktur” prensibinin kabul gördüğünü hatırlamak gerekir. Yani Kuran-ı Kerim'i veya hadisleri okurken, bir Müslüman, her zaman önce aklıyla hareket etmeli ve mantıklı-akılcı davranmalıdır. Bu, Türk İslamı'nın da en güzel yönüdür ve temelleri İmam-ı Azam'a ve Mâtürîdî'ye dayanan Sünni-Hanefi geleneğin çağdaş bir özelliğidir. Bu anlamda, Kuran'da yer alan ve günümüz toplumlarına uygun gelmeyen bazı hususlar, kuşkusuz çağdaş değerler temelinde yorumlanabilir ve uygulanabilir. Bu, Müslümanların kesinlikle yadırgamadıkları bir husustur. 

Son olarak, Türkiye'nin yaşadığı hiçbir sorunun İslam dini veya Kuran'la ilgisi olmadığını söyleyebilirim. Sorunlarımız; büyük ülkelerin Türkiye üzerindeki emelleri, Türkiye'de devletin toplumu kontrol altında tutmak adına fay hatlarını zaman zaman germesi, ekonomik gelişim ve kalkınmanın henüz sağlanamamış olması ve en önemlisi de cehalettir. Bunlar aşıldığı anda, Türkiye, inanın Batılı Hıristiyan toplumlardan çok daha modern ve huzurlu bir ülke haline gelecektir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

29 Ocak 2023 Pazar

NATO, Asya-Pasifik'e Yöneliyor


Giriş

4 Nisan 1949'da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile kurulan Batı dünyasının savunma örgütü NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), son dönemde Asya-Pasifik bölgesine yönelerek, kuruluş amaçlarının dışında faaliyet göstermesiyle dikkat çekiyor. Öyle ki, geçtiğimiz yıl içerisinde görev süresi 30 Eylül 2023'e kadar uzatılan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, şu sıralar Güney Kore'de önemli diplomatik temaslarda bulunuyor. Bu yazıda, NATO'nun Asya-Pasifik bölgesine artan ilgisini ve bunun örgütün ilkeleriyle uyuşup uyuşmadığı konusunu değerlendirmeye çalışacağım. Bunları yapmadan önce, örgütün genel yapısı, üyeleri ve Genel Sekreterleri hakkında da bilgi vererek, bu konuyu bilmeyenler için özetlemeye çalışacağım.

NATO'nun Kuruluş Amaçları

1949 yılında tam 12 ülkenin katılımıyla kurulan NATO -ki aslında Belçika, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda ve Lüksemburg tarafından 17 Mart 1948'de imzalanan ve Soğuk Savaş'ın başındaki Sovyet tehdidine karşı ortak bir savunma antlaşması olan Brüksel Antlaşması da NATO'nun kuruluşunun öncüsü olarak değerlendirilmektedir- kuruluşu itibarıyla Kuzey Amerika ve Avrupa bölgelerinin güvenliğini sağlamayı kendisine misyon edinmiştir. Öyle ki, NATO'nun kurucu antlaşmasının 5. maddesine göre, "Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldın olursa BM Yasası'nın 51. maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır."

Yine kurucu antlaşmanın 6. maddesinde de, NATO'nun görev alanı belirlenmiş ve Kuzey Amerika ve Avrupa'nın yanı sıra, Cezayir, Türkiye ve Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde yer alan adalar olarak sınırlanmıştır. Madde, tam olarak şu şekildedir: "Madde 5 açısından, Taraflardan bir ya da daha çoğuna karşı silahlı saldın, aşağıdakileri de kapsar: Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki topraklarına, Fransa'nın Cezayir Bölgesine, Türkiye topraklarına veya Taraflardan herhangi birinin egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde yer alan adalara yapılan silahlı saldın; Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan, ya da Antlaşma'nın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal kuvvetlerinin üslenmiş bulunduğu herhangi bir Avrupa toprağında veya Akdeniz'de, ya da Yengeç Dönencesi'nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik bölgesinde bulunan Taraflann herhangi birine ait kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldın."

Bu anlamda, NATO, Kuzey Amerika ve Avrupa ile, bu coğrafyalarda yer alan ülkelerin deniz aşırı topraklarını kapsayan ve Soğuk Savaş dönemine özgü bir savunma örgütüdür. Örgütün en temel ve önemli kuruluş amacı ise, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı SSCB'den ve komünizmden korumaktadır. Bu anlamda, NATO, kuruluş itibarıyla anti-komünist ve anti-Rus bir yapıdadır. Nitekim NATO'ya karşılık olarak Sovyetler Birliği de 1955 yılında Varşova Paktı'nı kurmuştur. Ancak Varşova Paktı 1991'de kapatılsa da, NATO, kendisine yeni misyonlar edinerek var olmaya ve genişlemeye devam etmiştir.

NATO'nun Genişlemesi

1949 yılında 12 ülke tarafından (ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere/Birleşik Krallık, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya) kurulan NATO'nun üye sayısı, 1952'de Türkiye ve Yunanistan'ın katılımlarıyla (birinci genişleme süreci) 14'ü bulmuş ve örgüt genişlemeye devam etmiştir. Öyle ki, Almanya'nın (Batı Almanya/Federal Almanya) 1955'te (ikinci genişleme), İspanya'nın 1982'de (üçüncü genişleme), Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya'nın 1999'da ittifaka katılmasıyla (dördüncü genişleme), örgütün üye sayısı 21. yüzyıl başlarken 19 olmuştur.  2002'de düzenlenen NATO'nun Prag Zirvesi'nde ise, Soğuk Savaş sonrası ikinci büyük genişleme kararı alınmış ve Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, NATO ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edilmiştir. Bu ülkelerle yapılan müzakereler neticesinde, bu 7 eski Doğu Bloku ülkesi, 2004 yılında beşinci genişleme süreci sonucunda örgüte resmen üye olmuşlardır. Böylece 26 üyeye ulaşan NATO, bu sürecin ardından da genişlemeyi sürdürmüş; 2009 yılındaki altıncı genişleme sürecinde Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017'deki yedinci genişleme sonucunda Karadağ ve 2020'deki sekizinci ve şimdilik son genişleme süreci sonucunda Kuzey Makedonya örgüte üye olmuşlardır. Bu sayede, NATO'nun günümüzdeki üye sayısı 30'dur.

NATO'nun Soğuk Savaş sonrasında genişlemesi özellikle Rusya'dan büyük eleştiri almakta ve Moskova, bunun kendisine verilen sözlere uygun olmadığını iddia etmektedir. Bilhassa Ukrayna'nın örgüte üyeliği gündeme gelince, Rusya, buna çok sert bir tepki göstermiş ve önce 2014 yılında Kırım'ı Ukrayna'dan kopararak kendi toprağı yapmış, geçtiğimiz yıl içerisinde de Ukrayna'yı işgale kalkışarak, Donbass bölgesindeki bazı toprakları (Donetsk, Luhansk, Herson ve Zaporijya) referandumla bu ülkenin elinden alarak kendisine bağlamıştır. Rusya-Ukrayna Savaşı halen devam etmekte olup, NATO'nun bu savaşa ne derece müdahil olması gerektiği Batı dünyasında çeşitli tartışmalara neden olmaktadır.

Bu noktada NATO genişlemesine dair şu tespit yapılabilir: hakikâten de, Batılı ülkeler, SSCB'nin yıkılması döneminde Rus yetkililere NATO'nun genişlemeyeceğine dair verdikleri sözleri tutmamışlardır. Boston Üniversitesi'nden Amerikalı Siyaset Bilimci Joshua Shifrinson tarafından açığa çıkarılan bu sözleri hatırlatmak gerekirse:

  • Dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Roland Dumas, NATO birliklerinin eski Sovyetler Birliği topraklarına yaklaşmayacağına dair söz verildiğini söylemiştir.
  • Dönemin ABD Moskova Büyükelçisi Jack Matlock, Sovyetler Birliği'ne NATO'nun doğuya doğru genişlemeyeceğine dair "kategorik güvenceler" verildiğini belirtmiştir.
  • ABD, İngiltere ve Almanya, Kremlin’e, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin NATO üyeliğinin söz konusu olmadığını bildirmişlerdir.
  • Mart 1991'de, dönemin İngiltere Başbakanı John Major, NATO’nun doğuya genişlemeyeceği sözünü vermiştir.
  • Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Rus liderlere “Bizim için NATO'nun doğuya doğru genişlemeyeceği kesin” demiştir. Genscher, 31 Ocak 1990'da yaptığı konuşmada, NATO’ya bir bildiri yayınlamasını da önermiş ve şöyle konuşmuştur: “Varşova Paktı'na ne olursa olsun, NATO’nun doğuya ve Sovyetler Birliği sınırlarına yaklaşacak bir genişlemesi olmayacak.
  • Dönemin NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner, Batı ittifakının genişlemesine açık bir şekilde karşı olduğunu ifade etmiştir.
  • Eski Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanı Mihail Gorbaçov da, Mayıs 2008’de, “Amerikalılar Soğuk Savaş sonrasında NATO'nun Almanya sınırlarını aşmayacağına söz verdi” açıklaması yapmıştır.

Bu durum sabit olmakla birlikte, bunların yalnızca birer söz olduğu ve NATO'nun doğuya doğru genişlemesine dair kısıtlayıcı herhangi bir uluslararası ya da ikili anlaşmanın olmadığını da belirtmek gerekmektedir. Ancak elbette, Batılı önemli devlet adamlarının sözleri tarihe geçtiği için, bu konuda Rusya'nın eleştirilerini de dikkate almak gerekmektedir.

NATO Genel Sekreterleri

NATO'nun bugüne kadar tam 13 Genel Sekreteri olmuştur. Bu kişiler, kendi ülkelerindeki başarılı askeri veya siyasi kariyerleri sonucunda seçilmiş özel ve güvenilir isimlerdir. 1952-1957 döneminde NATO'nun ilk Genel Sekreteri İngiliz Generali Hastings Ismay olurken, Ismay, NATO'nun amacını açıklayan şu sözüyle de tarihe geçmiştir: "NATO'nun Avrupa'da amacı Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride, Almanları aşağıda tutmaktır". Ismay'in ardından 1957-1961 döneminde ikinci Genel Sekreter Belçika Başbakanı Paul-Henri Spaak olurken, askeri örgüt, sol/sosyal demokrat politikacıları da örgütün başına getirerek, demokratik çoğulculuğunu korumak istediğini göstermiştir. 1961-1964 döneminde NATO'nun üçüncü Genel Sekreteri Hollanda eski Dışişleri Bakanı ve liberal siyasetçi Dirk Stikker olmuştur. 1964-1971 döneminde ise, İtalyan hukukçu, siyasetçi ve diplomat Manlio Brosio bu görevi üstlenmiştir. Brosio'nun ardından, 1971-1984 döneminde Hollanda eski Dışişleri Bakanı Joseph Luns bu görevi yerine getirirken, 1984-1988 döneminde örgütün altıncı Genel Sekreteri İngiliz muhafazakâr siyasetçi ve Birleşik Krallık eski Dışişleri ve Savunma Bakanı Peter Carington olmuştur.

Jens Stoltenberg

1988-1994 döneminde görev yapan Alman siyasetçi ve diplomat Manfred Wörner, örgütün yedinci ve ilk Soğuk Savaş sonrası dönem Genel Sekreteri olmuştur. 1994-1995 döneminde kısa süre görev yapan Belçikalı ve ülkesinde Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan sosyal demokrat siyasetçi Willy Claes örgütün sekizinci Genel Sekreteri olurken, 1995-1999 döneminde tanınmış İspanyol siyasetçi ve eski İspanya Dışişleri Bakanı Javier Solana, örgütün dokuzuncu Genel Sekreteri olarak çalışmıştır. 1999-2003 döneminde İşçi Partili İngiliz siyasetçi George Robertson örgütün onuncu Genel Sekreteri olurken, onu, on birinci Genel Sekreter olarak, 2004-2009 yılları arasında bu işi yapan Hollandalı siyasetçi ve diplomat Jaap de Hoop Scheffer takip etmiştir. 2009-2014 döneminde örgütün on ikinci Genel Sekreteri tanınmış Danimarkalı siyasetçi ve eski Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen olurken, bu dönemde yaşanan "Hz. Muhammed karikatürleri" krizi nedeniyle -ki Rasmussen bunları ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriyordu- eski ve güvenilir üyelerden Türkiye ile NATO'nun ilişkileri gerilmiş ve neticede Türkiye'yi ikna etmek için NATO Genel Sekreter Yardımcılığına Türk diplomat Hüseyin Diriöz getirilerek Ankara'nın gönlü alınmıştır. Ayrıca yine Rasmussen döneminde, uzun süre önce, 1966



yılında Charles de Gaulle döneminde NATO'nun askeri kanadından çekilen Fransa, 2009 yılında Sarkozy liderliğinde NATO'nun askeri komutasına geri dönmüştür. 2014 yılından beri askeri alyansın Genel Sekreteri ise eski Norveç Başbakanı olan deneyimli siyasetçi Jens Stoltenberg'dir.

NATO Bütçesi

Askeri bir alyans olan NATO, üye devletlerden bütçelerinin yüzde 2'sini askeri harcamalara ayırmasını ve bu sayede üye devletlerin güçlü ordularının olmasını talep etmektedir. 2014 NATO Galler Zirvesi'nde teyit edilen bu karara rağmen, bazı üye devletler, halklarını memnun edebilmek adına, genelde bu oranın altında kalabilmektedirler. Bu durum, özellikle önceki ABD Başkanı Donald Trump tarafından sıklıkla dile getirilmiş ve üye devletler daha yoğun silahlanmaya davet edilmiştir. 2017 yılında, bu oranı yakalayan yalnızca dört üye devlet (ABD, Yunanistan, Birleşik Krallık, Polonya) varken, 2021 yılı içerisinde bu rakam 10'a (Yunanistan, ABD, Hırvatistan, Birleşik Krallık, Estonya, Letonya, Polonya, Litvanya, Romanya ve Fransa) yükselmiştir. Türkiye'nin henüz bu kriteri sağlayamadığı görülürken, NATO bütçesine en çok katkı yapan 10 devlet -2021 yılı itibarıyla- şunlardır:

  1. ABD - 811.140 dolar,
  2. Birleşik Krallık - 72.765 dolar,
  3. Almanya - 64.785 dolar,
  4. Fransa - 58.729 dolar,
  5. İtalya - 29.763 dolar,
  6. Kanada - 26.523 dolar,
  7. İspanya - 14,875 dolar,
  8. Hollanda - 14,378 dolar,
  9. Polonya - 13,369 dolar,
  10. Türkiye - 13,057 dolar.

NATO'nun Asya-Pasifik Açılımı

NATO, kabul etmek gerekir ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD etkisinde kurulmuş uluslararası düzenin bir parçası ve bu sistemin askeri örgütlenmesidir. Bu anlamda, NATO'yu Bretton Woods sisteminin askeri ayağı olarak nitelendirmek hatalı olmayacaktır. Ancak Soğuk Savaş'a özgü bu yapı, Soğuk Savaş'tan sonra da kendisine faaliyet alanları edinmiştir. Örneğin, Irak'ın Kuveyt'i işgali, Körfez Savaşı, SSCB'nin yıkılması, Afganistan Savaşı, Irak Savaşı, Libya Devrimi gibi olaylarda, NATO, kendisine yeni görevler ve sorumluluklar üstlenmiştir. Bu süreçlerde de ABD'nin etkisini görmek mümkündür.

Son yıllarda ABD'nin Çin'e karşı duyduğu husumet giderek artarken, ABD etkisiyle, NATO da giderek Asya-Pasifik veya Hint-Pasifik adı verilen Çin'in yakın coğrafyasına yönelmektedir. Barack Obama döneminde "Pivot to Asia" politikasıyla Çin'i çevreleme yönünde adımlar atmaya başlayan ABD'nin bu konudaki husumet algılaması öyle yüksektir ki, kısa bir süre önce, ABD Hava Kuvvetleri'ne bağlı Hava İntikal Kuvveti'nin Komutanı olan Amerikalı Orgeneral Mike Minihan, birliklerine gönderdiği yazılı notta, "Umarım yanılıyorumdur ama hissim o ki 2025'te Çin ile savaşacağız" ifadesini kullanmıştır. Çin'in artan ekonomik, siyasi ve askeri gücünden endişe eden ABD, bu şekilde NATO'yu da görev tanımının dışına çıkarmakta ve Asya-Pasifik'e yönlendirmektedir. Bu noktada ABD politikalarına Avustralya ve Birleşik Krallık gibi ülkeler kolaylıkla eklemlenirken, Japonya ve Güney Kore gibi Çin'in yükselişinden endişe eden ülkeler de bu süreçten gayet memnundurlar. Öyle ki, 2022 NATO Madrid Zirvesi'ne Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi örgüt üyesi olmayan devletlerin liderleri de katılmışlar ve bu durum Pekin'in tepkisini çekmiştir.

Bu bağlamda, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg'in şu sıralar gerçekleşen Güney Kore temasları dikkat çekici bir gelişme olmuştur. Güney Kore'nin ardından Japonya'ya da geçecek olan Stoltenberg, ziyaretinin amacını "bölge ülkeleriyle iş birliklerini geliştirmek" olarak vurgulamıştır. Stoltenberg'in bölgede Kuzey Kore, Çin ve Rusya gibi demokrasi dışı devletlerin faaliyetlerinden rahatsız olan demokratik devletlerle ABD isteğiyle bir iş birliği modeli geliştirmeye çalıştığı düşünülebilir. Ancak bunun kapsamı ve içeriği henüz belirsizdir. Bu konuyu DW için değerlendiren Alman uzman Eric Ballbach, NATO'nun Çin korkusu nedeniyle Japonya ve Güney Kore ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladığını ve Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin de bu süreci hızlandırdığını belirtirken, bu iki Asya ülkesinin Batılı değerlere uygun hareket ettiklerini (Rusya'nın Ukrayna işgaline karşı olmak) söylemektedir.

Bu konuda, Batı kamuoyunda şimdilerde iki farklı görüşün ortaya çıktığını söylemek mümkün. Bir tarafta, demokrasi dışı tüm ülkelerle (Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, hatta belki de Türkiye) ilişkileri toptan bozmak ve tüm demokratik ülkeleri bir araya getirmek isteyen ABD'deki Demokrat Joe Biden yönetimi ve yakın müttefiki olan hükümetler (Birleşik Krallık, Polonya vs.), diğer tarafta ise Avrupa güvenliği ve ekonomik istikrarı, dahası küresel gıda krizi ve küresel ekonomik istikrar gibi konuları düşünerek daha ihtiyatlı ve sorumlu davranma ihtiyacı duyan Almanya ve Fransa gibi güçler. Türkiye de açıkçası ikinci gruba daha yakın durmakta ve hatta onlardan da daha ileri giderek Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkileri geliştirmeye devam etmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, Batı dünyasında iki farklı görüşün ortaya çıktığı bu ortamda, ideal bir dış politika önerisi olarak şu söylenebilir; Rusya gibi uluslararası düzenin kurallarını doğrudan bozan ve diğer ülkelerin toprak bütünlüklerini ihlâl eden devletlerin cezalandırılması politikası kesinlikle doğru ise de, bu ülkeleri toptan dışlamak veya geri kazanamayacak noktaya getirmek doğru bir strateji değildir. Bu bağlamda, örneğin, henüz hiçbir ülkeye yönelik saldırgan bir dış politika gütmemiş olan Çin'i cezalandırmak ne derece doğrudur? NATO, salt ABD ulusal çıkarlarını korumak (küresel ekonomik liderliğin ABD'nin elinde kalması) için kurulmuş bir örgüt müdür, yoksa kendi ilkeleri ve kuralları doğrultusunda mı hareket etmelidir? 

Bence, NATO, temel gayesi olan Avrupa ve Kuzey Amerika güvenliği konularına odaklanmalı; bu bağlamda Ukrayna'ya sağladığı desteği geliştirmeli, ama Rusya'yı da makul bir barışa ikna etmek konusunda esnek davranmalıdır. Yani Ukrayna'da bir bataklığa saplanması ihtimali giderek artan Putin'e bir çıkış yolu gösterebilmek, Batı dünyasına düşen bir sorumluluktur. Yine bu noktada Batılı liderlerin NATO'nun genişlemesi noktasında verdikleri sözleri tutmadıklarını da hatırlamak gerekir. Çin'in dengelenmesi süreci ise daha uzun bir strateji kapsamında düşünülmeli ve ABD, UKUSA gibi o bölgeye yönelik NATO benzeri yapıları destekleyerek -ki kısa süre önce AUKUS kurulmuştur-, bunu NATO'dan bağımsız olarak sürdürmelidir. Zira küresel ekonomik istikrarı koruyabilmek noktasında Çin'i sistem içerisinde tutmak, çok ama çok hayati bir konudur.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


21 Ocak 2023 Cumartesi

Mearsheimer ve Walt'dan 'İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası'

 

Giriş

Zaman zaman tartışma yaratan fikirleriyle de bilinen Chicago Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi'ne bağlı Harvard Kennedy Okulu Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Stephen Walt, 2007 yılında dünya çapında ses getiren önemli bir kitaba imza atmışlardır. Yıllardır üzerinde sıkça konuşulan ve pek çok komplo teorisine de esin kaynağı olan kitabın konusu, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki İsrail (Yahudi) lobisi ve faaliyetleridir. Farrar, Straus and Giroux tarafından basılan kitap, Amerikan dış politikasındaki İsrail etkisini bilimsel düzlemde somutlaştıran ilk ciddi eser olarak dikkat çekmiş ve kısa sürede en çok satan kitaplar arasına girmiştir. Eser, Hasan T. Kösebalaban tarafından Türkçe'ye de çevrilmiş ve 2017 yılında Küre Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu yazıda, bu çok önemli eserin önemli bölümleri özetlenerek, ABD iç ve dış politikasındaki İsrail lobisi veya Yahudi lobisi etkisi tartışmaları değerlendirilecektir.

The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy

Kitap Hakkında Temel Bilgiler

Kitabın 632 sayfalık Türkçe çevirisi incelendiğinde, eserin iki büyük kısımdan (Birinci kısım: ABD, İsrail ve Lobi, İkinci kısım: İsrail lobisi işbaşında) oluştuğu ve bu iki büyük ana başlık altında birçok alt başlığın yer aldığı görülmektedir. Kitabın sonuna kapsamlı bir "Dizin" bölümü de eklenmiş ve okuyucuların aradığı kişileri ve bilgileri bulmaları kolaylaştırılmaya çalışılmıştır. Kitabın "Kaynakça" kısımları incelendiğinde; hem akademik, hem de günlük basın-yayın kaynaklarından faydalanılarak kapsamlı bir çalışma yapıldığı ve sıklıkla komplo teorilerine kurban olan bu konunun bilimsel şekilde işlenmeye çalışıldığı görülmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, yazarlar, bu kitabı, 2006 tarihli "The Israel Lobby" adlı makalelerine gelen yoğun eleştirilerden sonra yazma kararı almışlar ve kitap boyunca bu eleştirilere cevap vermeye çalışmışlardır.


İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası 

Kitabın Özeti 

Yazarlara göre, öncelikle, ABD'nin dış politikasında en çok destek verdiği ülke tartışmasız şekilde İsrail'dir. Ancak bu destek, tam olarak karşılıklı sadakata dayanmamaktadır; zira Walt ve Mearsheimer'a göre, İsrail, Washington için "şüpheli müttefik" konumdadır. Ayrıca, yazarlar, ABD'deki İsrail desteğinin dini boyutları da olduğunu vurgulayarak, bunu "Hıristiyan Siyonist hareket" kavramıyla açıklamaktadırlar. ABD'de birçok farklı ve etkili lobi grubu olsa da, İsrail lobisinin farkı -ki bu konuda önceden Yahudi lobisi kavramı kullanılırken, yazarlar, bunu değiştirerek İsrail lobisi ifadesini tercih etmişlerdir-, Amerikalıları İsrail'in çıkarlarını desteklemenin ABD'nin çıkarlarını desteklemekle eşdeğer olduğuna ikna etmeyi başarmasıdır. Bu, diğer lobi gruplarında görülmeyen bir durumdur. Öyle ki, ABD'de bugün İsrail karşıtı en ufak bir eleştiri yaptığınızda, yazarlara göre derhal anti-Semitizm ve "Yahudi düşmanı" suçlamalarına maruz kalırsınız. Öyle ki, eski ABD Başkanı Jimmy Carter bile, Palestine: Peace not Apartheid adlı bir kitap yazınca, ki Carter da tüm Amerikan Başkanları gibi aslında İsrail'in güvenliğini önemsiyordu, Nazi suçlamalarına maruz kalmıştı. Lobi merkezli bu kadar çabaya rağmen, ilginçtir ki, Amerikan halkının yüzde 40'ı, dünyada sevilmemelerinin temel nedeni olarak İsrail'e verilen ölçüsüz destek olduğunu düşünüyorlar. Yazarlar da, bu noktada, ısrarla, kendilerinin İsrail'in varlığına ve bu ülkeyle iyi ilişkiler geliştirilmesine karşı olmadıklarını, yalnızca Amerikan dış politikasının salt İsrail çıkarlarına göre şekillenmesinin hem ABD, hem de İsrail'e zarar verebileceğini düşündüklerini belirtmektedirler.

İsrail'in Amerikan dış politikasındaki ayrıcalıklı konumu, ilk olarak Amerikan vergi mükelleflerinden alınan dış yardımın miktarı ile somut biçimde ispatlanabilir. Örneğin, 2005 yılında ABD'den İsrail'e giden toplam iktisadi ve askeri yardım miktarı 154 milyon doları bulmuştur. Bu miktarın büyük kısmı da karşılıksız olarak verilmiştir. Ancak ABD'nin İsrail'e yönelik dış yardımları bununla da sınırlı değildir ve dış yardım bütçesinde gösterilmeyen farklı türde yardımlar da yapılmaktadır. Ancak bugünlere hemen gelinmemiştir...

İsrail'e kuruluş sürecinde destek olan ABD, ilerleyen yıllarda, bu ülke ile zaman zaman diplomatik sorunlar yaşamıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Eylül 1953'te, İsrail, Birleşmiş Milletler'in Ürdün Nehri'nden su aşıracak bir kanalın inşasını durdurma talebini reddedince, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, İsrail'e yardımı durdurduklarını açıkladı. Bu politika sayesinde, İsrail, bu kararından vazgeçirildi. 1956 Süveyş Krizi sırasında da iki ülkenin ilişkileri gerildi ve Washington, tehdit yoluyla Ürdün topraklarına göz diken İsrail'e geri adım attırmayı başardı. Dönemin İsrail Başbakanı David Ben-Gurion da ABD ile ilişkilerin bozulmasını göze alamamıştı. İlişkiler 1950'lerin sonunda yeniden ısınırken, Başkan John F. Kennedy döneminde ilk kez İsrail'e askeri güvenlik taahhüdü verildi. Kennedy, İsrail'le olan ilişkileri Birleşik Krallık (İngiltere) ile kurulan ilişkiler gibi "özel ilişkiler" olarak tanımlamış ve bunu dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir'e de açıkça söylemiştir. Kennedy döneminde İsrail'e ilk büyük silah satışları da gerçekleştirildi; bu sayede Sovyetlerin Mısır'a yönelik silah sevkiyatı dengelenmek istenmişti.

ABD'nin İsrail'e maddi desteği konusunda dönüm noktası ise 1967 tarihli Altı Gün Savaşı oldu. 1949'dan 1965'e kadar İsrail'e giden Amerikan yardımı yılda 63 milyon dolar düzeyindeyken -ki neredeyse tamamı ekonomik ve gıda yardımıdır- 1966-1970 döneminde bu rakam 102 milyon dolara, 1971 yılında ise çoğu askeri yardım olmak üzere 634,5 milyon dolara sıçradı. 1973 Yom Kippur Savaşı'ndan sonra ise bu rakam tam dört katına çıktı ve 1976'dan beri, İsrail, ABD'den en çok destek alan ülke unvanını korudu. Günümüzde bu rakam 3 milyar dolar düzeyindedir ve İsrail'in gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık yüzde 2'si düzeyindedir. Yardımların yüzde 75'i ise askeri niteliktedir. Bunu somutlaştırmak gerekirse; ABD'nin her İsraillinin cebine yılda 500 dolar para koyduğunu söyleyebiliriz. ABD'nin en çok yardım yaptığı ikinci ülke olan Mısır'a bakarsak, bu rakam 20 dolara düşmektedir, Pakistan için ise bu yardımın düzeyi 5 dolar kadardır. Üstelik bu rakamların bile İsrail'e sağlanan tüm desteği yansıtmadığı ve gerçek yardımların daha da yüksek boyutta olduğu sıklıkla ifade edilen bir iddiadır.

Yardımların en önemli boyutu ise kuşkusuz askeri yardımlardır. ABD, İsrail'e en yüksek teknoloji ürünü ve diğer ülkelere vermekten imtina ettiği askeri ürünlerini satmakta, hatta bazen hibe etmektedir. Bu sayede, İsrail'in Ortadoğu'daki teknolojik üstünlüğünün devam ettirilmesi amaçlanmaktadır. ABD Kongresi Araştırma Servisi'ne göre, bu sayede, İsrail Ordusu, günümüzde dünyanın en gelişmiş silahlı kuvvetlerinden biri haline gelmiştir. Bu konuda denetimin az olması ise zaman zaman sorunlara neden olmaktadır. Örneğin, 1990'ların başında İsrail Hava Kuvvetleri alım dairesi başkanı Tuğgeneral Rami Dotan'ın milyonlarca dolarlık Amerikan yardımını zimmetine geçirdiği ortaya çıkmıştır.

ABD'nin İsrail'e yönelik askeri yardımları 1980'lerde Ronald Reagan döneminde kayda değer biçimde artmıştır. Dönemin Savunma Bakanları Caspar Weinberger ve Ariel Şaron, 1981 yılında bir mutabakat zaptı imzalayarak bu ittifakın çerçevesini oluşturdular. 1984'te ilk kez ortak askeri tatbikatlar başlatıldı ve 1986 yılında, İsrail, ABD'nin Yıldız Savaşları adıyla bilinen Amerikan Stratejik Savunma İnisiyatifi'ne davet edilen üç ülkeden biri oldu. 1988'de ise yeni bir mutabakat zaptı imzalanarak ilişkilerin geliştirilmesi kararı teyit edildi. Bu anlaşma ile, ABD, İsrail'i Avustralya, Mısır, Japonya ve Güney Kore gibi "önemli bir NATO dışı müttefik" olarak tanımlıyordu. 1989'dan itibaren ise, ABD, İsrail'e askeri malzeme yağdırmaya başladı.

İki ülkenin istihbarat teşkilatları arasında da temelleri 1950'lere dayanan köklü ilişkiler vardır. 1985'e gelindiğinde, iki ülke, yirminin üzerinde istihbarat paylaşım anlaşması imzalamış durumdalardı. İsrail, ABD'ye Sovyetler ve Sovyet teknolojisi hakkında bilgi sağlarken, ABD de İsrail'e 1973 Savaşı ve 1976 Entebbe Operasyonu gibi durumlarda uydu istihbaratı desteği sağlamış ve finansman desteği de yapmıştır.

ABD, İsrail'in kitle imha silahı programlarını da görmezden gelmiş ve bunların geliştirilmesine ses çıkarmamıştır. Sahip olduğu nükleer cephaneye ilaveten, İsrail, kimyasal ve biyolojik silah programlarını da devam ettirmekte ve bu konudaki anlaşmalara dahil olmamaktadır. Bu konuda tüm devletleri NPT'yi imzalamaya zorlayan ABD, İsrail konusunda ise çelişkili bir tutum sergilemektedir.

Peki, ABD için İsrail bir "stratejik değer" mi, yoksa "stratejik külfet" midir? Yazarlara göre, kuşkusuz, İsrail, ABD'ye Soğuk Savaş döneminden beri önemli avantajlar sağlamış bir müttefiktir. Lakin, bunun kayıtsız şartsız bir Amerikan desteği anlamına gelip gelmediği konusunda, Walt ve Mearsheimer, genelde olumsuz görüşe yakın durmakta ve İsrail'in zaman zaman bir stratejik külfet haline gelebildiğinin altını çizmektedirler. İlk olarak, İsrail, bir Yahudi devleti olarak, hiç şüphesiz, ABD'ye Sovyetler Birliği ve SSCB yandaşı rejimler konusunda kritik istihbarat desteği sağlamıştır. Örneğin, 1956 yılında bir İsrail ajanı, Kruşçev'in Stalin'i eleştirdiği bir gizli konuşmayı ele geçirmiştir. 1960'larda ise, İsrail, Iraklı bir firariden elde ettiği MİG-21'i Amerikan savunma uzmanlarının incelemesine açmıştır. 1967 ve 1973 savaşlarında elde edilen Sovyet ekipmanı da İsrail tarafından Amerikalılara sunulmuştur. Ayrıca, ABD, İsrail'in eğitim tesislerini ve İsrail savunma şirketlerinin geliştirdiği teknolojileri kullanarak, İsrail'den bir müttefik olarak büyük menfaat elde ettiler. Bu anlamda, İsrail'e ABD'nin desteği kesinlikle aptalca ya da mantıksız değildir.

Ancak bunların yanında, bilimsel araştırmanın bir gereği olarak, bazı olumsuz hususların da incelenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, ilk olarak, Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerin Soğuk Savaş döneminde Sovyetlere yönelmesinin temel nedeni, ABD'nin İsrail'e kayıtsız şartsız destek vermesidir. Yani Cemal Abdünnâsır, inanmış bir sosyalistten ziyade bir Arap milliyetçisi olduğu için, ABD'nin kendi taleplerine kayıtsızlığı karşısında Sovyetlerle iş birliğine yönelmiştir. İkincisi, ABD'nin İsrail'e her koşulda desteği, Ortadoğu'daki sorunların çözümünden ziyade çözümsüzlüğüne neden olmuştur. Üçüncü olarak, zor bir müttefik olarak İsrail'e her koşulda destek sunmak, Washington'a yükselen anti-Amerikanizm şeklinde ağır bir fatura çıkarmıştır. Örneğin, 1970'lerde İsrail'in politikaları nedeniyle Arap devletleri petrol silahını kullanarak Amerikan ve Avrupa ekonomilerine ciddi zarar vermeyi başardılar. Ambargo ve üretimdeki düşüşün ABD'ye maliyeti 1974 yılında 48, milyar dolar olarak hesaplanmıştı. Dördüncü olarak, İsrail'in istihbarat desteği önemliyse de, bu, Soğuk Savaş'ın seyrini değiştirecek ölçüde ve önemde değildir. 

Soğuk Savaş sonrası döneme bakıldığında ise, Bernard Lewis'in de vurguladığı üzere ve Türkiye'nin durumuna da benzer şekilde, SSCB'nin yıkılmasının ardından başlarda İsrail'in stratejik değerinin azaldığı düşüncesi ortaya çıkmıştır. Nitekim tanınmış siyaset bilimci Bernard Reich da 1995 yılında benzer görüşler ifade etmiştir. Brandeis Üniversitesi'nde savunma uzmanı Robert Art da benzer bir düşünceyi 2003 yılında dillendirmiştir. Ancak uluslararası terörizmin ortaya çıkışı, İsrail-Amerikan ilişkilerinin devamı için yeniden güçlü bir gerekçe ortaya koymuştur. İslam motifli terör hareketlerinin ortaya çıkışı ve bunların Filistin'de de etkili hale gelmesi, İsrail'i Washington için yeniden önemli bir müttefik haline getirmiş ve stratejik değerini yükseltmiştir. 11 Eylül (9/11) saldırıları ile de El Kaide kaynaklı terör faaliyetlerindeki artış bu durumu pekiştirmiştir. Bu dönemde, ABD'nin İslam dünyasıyla yaşadığı sorunların İsrail kaynaklı olmadığı ve Irak Savaşı ve küresel terörizm gibi faaliyetlerin ön planda olduğu düşüncesiyle yaygınlaşınca, İsrail de Müslüman ülkelerle arayı bozan bir stratejik külfetten ziyade önemli bir stratejik ortak olarak algılanmaya başlanmıştır. İsrail de bu konjonktürü olumlu kullanmış ve terörle mücadele konusunda en mağdur edilmiş devlet olduğu düşüncesini işleyerek, ABD'de sempati ve destek kazanmayı başarmıştır. O dönemlerde Commentary dergisi eski genel yayın yönetmeni Norman Podhoretz'in şu sözleri dönemin ruhunu iyi ifade etmektedir: "Eğer İsrail hiç var olmamış olsa ya da aniden yok olmuş olsa bile, bu Araplar Amerika'yı yine şeytan olarak kabul edeceklerdi". Bu bağlamda, Amerika'daki neo-con George W. Bush yönetimi de, haydut devletlere karşı giriştiği mücadelede İsrail'e önemli bir paye vermiştir. Bu yıllarda İran'da da Mahmud Ahmedinejad gibi radikal bir liderin olması Amerika'nın İsrail'in stratejik değerini yeniden hatırlamasında etkili olmuştur.

Tüm bunlara rağmen, İsrail'in şüpheli müttefik durumu birçoklarına göre devam etmiştir. Bunun temel sebebi ise, İsrail'in daima kendi ulusal çıkarlarına göre hareket eden bir devlet olması ve bu uğurda zaman zaman Amerikan çıkarlarına da zarar vermesidir. Bu durum, eskilerden beri devam eden bir hadisedir. Örneğin, 1954 yılında meşhur Lavon Olayı'nda, İsrailli ajanlar, ABD-Mısır ilişkilerini bozmak için, Mısır'daki Amerikan devlet binalarını bombalamayı denemişlerdi. 1979-1980 döneminde Amerikalı diplomatlar İran'da rehin tutulurken de, İsrail, İran'a silah satmaktan imtina etmemiştir. Yine 1989 yılında İsrail'in Lübnan'daki İsrailli rehineleri kurtarmak için İran'dan 36 milyon dolarlık petrol alımı yapması da Amerikan çıkarlarıyla çelişen bir durumdu. Kuşkusuz, İsrail, bunları ABD'ye zarar vermek için değil, kendi vatandaşları ve çıkarlarını korumak için yapıyordu. Ancak bu durum nedeniyle, İsrail'e yönelik şüpheler devam ediyordu. Bir diğer örnek ise, İsrail'in 1994'te Çin'e sattığı pilotsuz uçakları 2004'te modernize etmeyi kabul etmesidir. Ayrıca İsrail'in gizli servisleri ve Yahudi networkü sayesinde ABD içerisinde yürüttüğü faaliyetler de zaman zaman eleştiri konusu olabilmektedir. Örneğin, 1984-1985 döneminde yaşanan Jonathan Pollard vakasında, Amerikalı bir istihbarat analizcisinin İsrail'e gizli belgeler sunması ABD genelinde tepki yaratmıştır. İlerleyen yıllarda, İsrail, Pentagon'un elektronik istihbarat programına da sızmış ve bir Amerikalı yetkili olan Noel Koch'u satın almaya çalışmışlardı. Tüm bu nedenlerle, İsrail, ABD için faydalı ama zor bir müttefiktir ve zaman zaman şüpheleri üzerine çekmektedir.

Peki, İsrail Lobisi nedir ve nasıl iş yapmaktadır? "İsrail Lobisi" terimi -ki önceden "Yahudi Lobisi" tabiri daha yaygındı-, Amerikan dış politikasını İsrail lehine yönlendirmek için aktif şekilde çalışan şahıs ve teşkilatlardan oluşan gevşek bir koalisyonu anlatmak için kullanılmaktadır. Bu lobi, tek bir merkezden yönetilen ve birleşik bir organizasyon değildir. Hatta bu lobinin bileşenlerinin siyasi görüşleri de zaman zaman farklılaşabilmektedir. Lobi, gizli bir cemiyet ya da komplo odağı da değildir. Tam aksine, İsrail Lobisi, faaliyetlerini açıktan gerçekleştirilen bir hüviyettedir. Diğer çıkar ve baskı gruplarında olduğu gibi, İsrail Lobisi için de kesin belirlenebilen sınırlardan söz etmek doğru olmaz. Amerika Siyonist Teşkilatı (Zionist Organization of America-ZOA), AIPAC veya Büyük Amerikan Yahudi Teşkilatlarının Başkanları Konferansı'nın Genel Müdür Yardımcısı Malcolm Hoenlein gibi bazı grup ve kişileri teşhis etmek kolaydır. Bunların yanında, İsrail Politika Forumu (IPF), Amerikan Yahudi Komitesi, ADL, Reform Yahudiliği İçin Dini Eylem Merkezi, Güvenli Bir İsrail İçin Amerikalılar, Likud'un Amerikalı Dostları, Mercaz-USA ve Hadassah gibi bazı ünlü teşkilatlardan bahsedilebilir. Ancak bu kişiler ve yapılar dışında, yüzlerce ve hatta binlerce irili ufaklı farklı yapı ve kişilerden söz edilebilir ki, bunlar arasındaki ilişki de hiyerarşik değildir. Bu bağlamda, İsrail Lobisi, üyelik kartı ya da töreni olan bir yapı değildir. Bu lobiyi ayakta tutan şey, İsrail'e destek vermek ve ABD politikasında İsrail'i güçlü kılmak isteğidir. Bu nedenle, tesadüfi değildir ki, İsrail Lobisi, büyük ölçüde Amerikan Yahudilerinden oluşmaktadır.

Amerikan Yahudilerinin İsrail'e duydukları bağlılığı anlamak zor değildir. Popüler kültürde de sıklıkla işlenen Holokost felaketi nedeniyle, tüm dünyadaki Yahudiler (Museviler), kendilerine yönelik nefret söylemleri karşısında dikkatli ve öfkelidirler. İsrail ise, yok edilmeye çalışılan Yahudiliğin tek yurdu/devleti durumundadır. Bu nedenle, Amerikan Yahudiler, bugüne kadar 80'in üzerinde büyük teşkilat oluşturarak, Yahudilik ve İsrail'i Amerikan siyaseti ve kamuoyu nezdinde güçlü kılmaya gayret etmişlerdir.

Amerikan Yahudileri, aslında uzun yıllar boyunca liberal çizgide ve Demokrat Parti'ye yakın bir duruş sergileseler ve Filistin Sorunu konusunda genelde iki devletli çözümü destekleseler de, zaman içerisinde İsrail Lobisi sağa kaymaya başlamıştır. J. J. Goldberg'in Jewish Power adlı eserinde belirttiği üzere, "Yeni Yahudiler", daha katı Siyonist, Ortodoks ve muhafazakâr çizgidedirler. Zaman içerisinde Amerika menşeli Yahudi teşkilatlarında da kontrolü bu grup almıştır. Lobinin sağa kaymasının bir diğer nedeni de, solun evrenselciliği ve Filistin davasına verdiği destektir.

Bu bağlamda ilginç bir konu ise Hıristiyan Siyonistlerdir. Hıristiyan sağının önemli bir alt grubu olan bu yapı, açık bir şekilde ve her koşulda İsrail'i destekleme taraftarıdır. Jerry Falwell, Gary Bauer, Pat Robertson ve John Hagee gibi tanınmış din adamlarıı olan bu grup, Tom DeLay, Richard Armey ve James Inhofe gibi siyasetçiler de çıkarmıştır. Hıristiyan Siyonizm'in temelleri ise dispensasyonalizm akımıyla açıklanmaktadır. Bu inanca göre, Hz. İsa yeryüzüne dönünceye kadar dünya giderek kötüleşen bir sıkıntı dönemi yaşayacaktır. İsa'nın dönüşünün Eski ve Yeni Ahit'te vadedildiğine inanan bu gruba göre, Yahudilerin Filistin'e dönüşü ise bu süreci hızlandıracaktır. Dispensasyonalist teoloji, 19. ve 20. yüzyıllarda Evanjelik Dwight Moody C. I. Schofield ve William E. Blackstone gibi Protestan rahiplerin çabalarıyla yayılmıştır. Günümüzde de, Evanjelizm, ABD içerisinde çok güçlü bir akımdır.

Lobinin güç kaynaklarına geldiğimizde ise, bu konuda pek çok faktörden söz edilebilir. Öncelikle, Amerikan siyasi sisteminin son derece açık olması, İsrail Lobisi'nin faaliyetlerini rahat bir şekilde organize edebilmesi açısından kritik bir faktördür. Fikir özgürlüğü konusunda ABD'nin ileri bir aşamada olmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda, İsrail Lobisi, istediği adayları rahatlıkla desteklemekte ve onların başarı kazanmasına vesile olabilmektedir. İsrail Lobisi, kendisine uygun görüşleri dile getiren akademisyen ve gazetecileri desteklemekte ve karşıt olanları da benzer şekilde kötülemektedirler. Amerikan Yahudilerinin ABD içerisinde zengin, güçlü ve sevilen konumda olmaları da bu açıdan önemli ve pozitif bir faktördür. Her ne kadar Yahudi nüfusu fazla olmasa da, Hıristiyan Siyonistlerin etkisini de düşündüğümüzde, ABD'de ciddi bir Yahudi ve İsrail sempatizanı taban vardır. Bu grubun üyelerinin ekonomik güçleri ve grup içi dayanışmaları da yüksektir. Siyaset bilimci Robert Trice'a göre, ABD'deki Yahudi grupları iyi eğitimli, uzman kadrolara ve çok iyi bir iletişim sistemine sahiptirler. Arap devletlerine kıyaslandığında, İsrail, kuşkusuz ABD'de çok daha iyi bir imaja sahiptir. Bu durumu, Senato eski üyesi Warren Rudman, "çok iyi bir malı pazarlıyorlar" sözü ile açıklamaya çalışmıştır. Yani İsrail Lobisi, temelde İsrail ve Yahudiler popüler oldukları ve sevildikleri için güçlüdürler.

Lobi, İsrail'e destek için temelde iki yöntem belirlemiştir. Birincisi, farklı yöntemlerle, Washington'daki siyaset yapım sürecini etkilemeye çalışmaktadırlar. İkinci olarak ise, kamusal söylemin İsrail ve Yahudi yanlısı olması yönünde çalışmalar yapmaktadırlar. Birinci yönteme bakıldığında, İsrail Lobisi, ABD Kongresi'ni her zaman yakın markaja almıştır. Diğer ülkelerin aksine, İsrail, Capitol Hill'de adeta dokunulmazlık sahibidir ve eleştireden muaftır. Kongre üzerinde en etkili lobi grubu ise AIPAC'tır. Meclis eski Başkanı Newt Gingrich, AIPAC için "bütün gezegendeki en etkili genel çıkar grubu" ifadesini boşuna kullanmamıştır. Eski ABD Başkanı Bill Clinton da AIPAC'ın başarısını birçok defa övmüştür. İsrail Lobisi, ABD'de İsrail'i destekleyen adayları finansal yolla desteklemekte ve seçim kampanyalarına çok ciddi yardımlar yapmaktadır. Paranın Amerikan siyasetindeki önemi de düşünüldüğünde, bu, kuşkusuz en önemli silahtır. AIPAC ve İsrail Lobisi ile ters düşen gruplar ise, kampanyalarının maddi olarak desteklenmemesi ve kamuoyunda iyi bir imaja sahip olamamaları nedeniyle seçimi kaybedebilmektedirler. Senatör Charles Percy'nin başına gelenler bu konuda iyi bir inceleme konusudur. İkinci yönteme bakıldığında ise, İsrail Lobisi, tüm nüfuzunu ve bağlantılarını kullanarak, adeta İsrail'e bir yumuşak güç kalkını yaratmakta ve Amerikan ve dünya kamuoyunda İsrail yanlısı görüşlerin oluşmasını sağlamaktadır. Amerikan basınındaki popüler gazeteler ve önemli yazarları incelendiğinde, hemen hemen hepsinin İsrail yanlısı olduğu görülecektir. Bu bağlamda, İngiltere'deki Robert Fisk gibi isimlerinde Amerikan muadilleri olduğunu iddia etmek zordur. İsrail'e karşıt yazarlar, genelde marjinalleştirilmekte ve ciddiye alınmamaktadır. İsrail Lobisi, Amerikan menşeli düşünce kuruluşları üzerinde de çok etkilidir. Politika yapım sürecine ciddi katkı yapan düşünce kuruluşlarının finansmanı ve kilit pozisyonları, kısmen İsrail Lobisi'nin etkisindedir. AEI, CSP, Dış Politika Araştırma Enstitüsü, Heritage Foundation, Hudson Enstitüsü ve JINSA gibi önemli düşünce kuruluşlarının tepe kadroları hep İsrail Lobisi'ne yakındır. Akademide de durum çok farklı değildir. Özellikle Daniel Pipes'ın Campus Watch internet sitesi bu konuda çığır açmış bir girişimdir. Bu şekilde, İsrail ve Yahudi karşıtı akademisyenler tespit edilmekte ve karalanmaktadır. İsrail'e sempati duyan akademisyenlerin sayısını artırmak için de Amerikan üniversitelerinde İsrail Çalışmaları programları kurulmakta ve lobi mensuplarınca finansmanı sağlanmaktadır. Oysa Rashid Khalidi ve Edward Said gibi Filistin yanlısı akademisyenler çok zor durumlarla karşılaşmışlardır. 

Kitabın Eleştirisi

Bu yazıda bazı bölümleri özetlenen Walt ve Mearsheimer'ın İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası adlı kitapları, bu alanda yazılmış ve komplo teorisine kaçmayan ender eserlerden biri olarak dikkat çekmektedir. Kuşkusuz, bu kitaptaki iddialar İsrail'i kötülemek amacıyla yapılmamıştır. Ancak şu da var ki, demokratik ve laik rejimlerin pek de var olmadığı Ortadoğu coğrafyasında, herşeye rağmen insan haklarına saygılı, demokrasisini koruyabilen ve modern yaşama uygun bir siyasi düzen kuran az sayıdaki ülkeden birisi de İsrail'dir. Yahudiler de, dünya tarihinde en çok mağdur edilmiş halklardan biri olarak, kuşkusuz, tüm dünya devletleri ve halklarının desteğini hak etmektedirler. Bu bağlamda, yakın geçmişte Holokost gibi büyük bir trajediye maruz kaldığı için, İsrail Devleti ve Yahudilerin güvenlik politikaları konusundaki sert duruşlarını anlayışla karşılamak gerekmektedir. Bir varoluş mücadele vererek kendi devletlerini kuran İsrail halkı, şüphesiz ki, bunu korumak konusunda çok dikkatli ve özenlidirler. Bu nedenle, zaman zaman yanlış ve aşırı politikalar uygulansa da, İsrail'i her zaman korumak ve desteklemek gerekir. Bu, kesinlikle Filistin'e karşı olmak anlamına da gelmez ki, bu konuda iki devletli çözüm yönünde girişimler de bence hızlandırılarak sürdürülmelidir. Bu nedenle, Amerikalı Yahudilerin bu konudaki çabalarını da anlayışla karşılamak gerekir. Zira sayıca az olan gruplar, siyaset arenasında var olabilmek adına son derece organize ve dikkatli hareket etmeli ve kendilerine karşıt olan grupları önceden tespit etmelidirler. Aksi takdirde, kuşkusuz, siyasetteki etkileri sınırlı olacaktır. Sonuç olarak, bu konuda yazılan az sayılan eserden biri olarak, bu kitap, kesinlikle dikkatle okunmalı ve tartışılmalıdır. Bu konuda yeni ve daha kapsamlı çalışmalara da kesinlikle ihtiyaç duyulmaktadır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

19 Ocak 2023 Perşembe

Güney Federal Üniversitesi Disiplinlerarası Çalışmalar Merkezi Müdürü Doç. Dr. Veronika Tsibenko ile Mülakat

St. Petersburg Devlet Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi'nden mezun olan Veronika Tsibenko, doktora tezini 2010 yılında Rusya Bilimler Akademisi'nde "Türkiye’de İslam ve İslam öncesi inançlar" üzerine yapmıştır. “Uluslararası İlişkilerde Ulus İnşası Faktörü: Türkiye’deki Çerkes Dernekleri Örneği” konulu ikinci doktora tezini 2022 yılında Rusya Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Moskova Diplomasi Akademisi'nde savunmuştur. Türkolog ve etnolog olan Tsibenko, şu anda Güney Federal Üniversitesi Türkiye ve Kafkasya Makro-Bölgesi: Sosyo-Politik, Etnik ve Dini Süreçler isimli yüksek lisans programını yürütmektedir. Rusça, İngilizce ve Türkçe dillerinde yüzden fazla makalesi yayımlanan Tsibenko, 2013 yılından beri Güney Federal Üniversitesi'nde çalışmaktadır. Çalışma alanları içerisinde Rusya-Türkiye ilişkileri, Türkiye ve Kafkasya’da sosyo-kültürel ve siyasi süreçler ve Kafkas diasporası konuları yer almaktadır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Sayın Tsibenko merhaba, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler. Senelerdir Türkiye’ye gidip-gelen bir Rus Türkolog olarak Türkiye’nin ve Türk halkının son yıllardaki değişim dönüşümü hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?

Doç. Dr. Veronika Tsibenko: Merhaba, ilk olarak beni davet edip görüşlerimi sizlerle paylaşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Tabii ki, Türkiye, neredeyse 25 yıl önce ülkenizi ilk ziyaret ettiğimden beri çok değişti. Belki de dışarıdan görülen en önemli değişiklik, bugünkü Türkiye'de İstanbul'un öneminin artmasıdır. Türkiye ve İstanbul, son yıllarda hayat enerjisiyle dolup dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların gelmek istediği bir merkez haline dönüştü ve bu da Ayasofya'ya camii statüsünün verilmesiyle daha da belirgin oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun ve onun başkenti olan İstanbul’un imajının yeniden romantikleştirildiği Ortadoğu'dan hem turist, hem de mülteci akınlarının gelmesi elbette bunu çok etkiledi. Türkiye’deki muhafazakârlaşma sürecine gelince ise, şu anda gelişmesinden hiç emin değilim. Aksine, Türkiye'nin eski ve yeni değerler arasındaki dengeyi aradığını, Doğu ile Batı arasındaki rolünü gözden geçirerek yeniden tanımladığını görüyorum. Nitekim son zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu'nun kayda değer nostaljisine, Kemalizm'in altın çağının nostaljisi de açıkça eklenmiştir.

Doç. Dr. Veronika Tsibenko

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye-Rusya ilişkileri sorunlara rağmen gelişmeye devam ediyor. Siz, ilişkilerdeki pozitif faktörler olarak neleri değerlendiriyorsunuz?

Doç. Dr. Veronika Tsibenko: Rusya ve Türkiye komşular; aynı zamanda iki önemli bölgesel aktördürler. Tabii ki büyük bir nüfusa sahip Karadeniz ve Ortadoğu bölgelerindeki birçok ülkenin istikrarlı geleceği ülkelerimizin politikasına ve aramızdaki iyi ilişkilere bağlıdır. Sorunlara rağmen, Türk-Rus ilişkilerinin gelişmeye devam ettiğini söylediğinizde bence kesinlikle haklısınız. Son 30 yıldır birçok ciddi zorluğun ve tehditlerin üstesinden gelmeyi başardık ve bazı problemler halâ mevcut olmasına rağmen, genel dinamikler olumlu olmaya devam ediyor. İlişkimizin gelişiminin olumlu vektörünü belirleyen faktörler arasında, Rusya ve Türkiye'nin uzun süre egemen bir dış politika izlemesini vurgulamakta fayda görüyorum. Kendi stratejik çıkarlarına ve karşılıklı saygıya dayalı ortaklığın temellerini oluşturabildik. Bu, öncelikle ülkelerimizin bölgedeki stratejik istikrarı korumaya yönelik sistematik ve tutarlı çalışmalarının bir sonucudur. Son zamanlarda hem Rusya'da, hem de Türkiye'de, "karşılıklı saygı ve çıkarlara dayanan ilişkileri geliştirebilirsek kazanacağız" fikrini giderek daha çok insanın benimsediğini söyleyebilirim. Faktörlerin arasına birbirimizin kültürüne karşılıklı ilgiyi de ekleyebilirim. Kültürlerin karşılıklı zenginleşmesinin ortak bir alanı haline gelen Antalya'yı, ya da Rusların İstanbul’a olan sevgisini hatırlayalım. Birçok Türk de Moskova, St. Petersburg ve Rusya'nın birçok diğer şehirlerinin güzelliğini ve misafirperverliğini de kendi gözleriyle görebildi son yıllarda.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Rusya’ya ve Ruslara bakış konusunda Türkiye’de neler yaşadınız ve gözlemlediniz?

Doç. Dr. Veronika Tsibenko: Rusya ve Ruslara karşı hep büyük bir ilgi gördüm Türkiye'de. Rusum ya da Rusyalıyım ifadeleri Türkiye’nin her köşesinde çekinmeden söylenebilir. Sadece birkaç kez Soğuk Savaş döneminden kaynaklanan ön yargı ve negatif söylemlerle karşılaştım. Ama günümüzde bile Türkiye’de yaşayan insanların Rusya'nın coğrafyasının, ikliminin ve insanlarının tüm çeşitliğinin farkında olmadığını söyleyebilirim. Birçoğu, federal düzenimizi ve nüfusumuzun etnik ya da dinsel bileşiminin özelliklerini tam olarak anlamamakta, ya da doğru bir şekilde anlatamamaktadır. Çoğu zaman, Rusya vatandaşları veya Rusça konuşanları etnik Rus olarak görüyorlar Türkiye’deki insanlar. Oysa Rus kültürü, farklı farklı kültürlerin eşsiz bir sentezidir. Ülkemizin Türk halklarının Rus kültürüne ne kadar büyük katkılarda bulunduğunu hayal bile edemezsiniz. Örneğin, Rusça’da çok sayıda Türkçe kelime olduğunu biliyor muydunuz? Anayasamız bile “Biz, Rusya Federasyonu'nun çok uluslu halkı olarak kendi topraklarımızda ortak bir kaderle birleştik" sözleriyle başlıyor. Birbirimizi ne kadar çok tanırsak, ülkelerimizin ilişkilerinin de o kadar sıcak ve sağlam olacağına inanıyorum. Bu doğanın yasasıdır ki, bilinmeyenler, insanlarda endişe ve tehlike hissine neden olur. Birbirimizin kültürünü tanıyarak iyi komşuluk ilişkilerinin temelini oluşturuyoruz. Ve Türkiye’de Rusya ve Rus kültürünü tanımak için böyle bir talebi açıkça görüyorum. Rusya'da da benzer bir talep var aynı zamanda.

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Doç. Dr. Veronika Tsibenko, İstanbul Kent Üniversitesi'ndeki konferans sırasında (2021)

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Rusya-Ukrayna Savaşı devam ediyor. Savaşın Rusya’ya etkileri neler oldu? Akademisyenler olarak size yansıyan olumsuzluklar oldu mu?

Doç. Dr. Veronika Tsibenko: Ukrayna’da yaşayan insanlarla ortak bir kültürümüz ve geçmişimiz var, aynı ülkede doğmuş insanlarız biz. Ülkemizdeki pek çok insan gibi ben de şahsen Ukrayna’da olanları bir trajedi olarak görüyorum. Bir tarihçi olarak ise, bu olayların nedenleri Sovyetler Birliği’nin dağılmasında görüyorum; yani milyonlarca Rusun bir anda beklemeden yeni ulus devletlerin vatandaşlarına dönüşmesinin uzun vadeli sonuçlarıdır bunlar. Türkiye’de de bunun gibi şeyler iyi biliniyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hatırlatmama gerek yok eminim. O günlerde böyle problemler nüfus değişim programları ile; mesela Türkiye-Yunanistan (Türk-Yunan) nüfus mübadelesi ile çözülürdü. Ve hatta o şekilde bile, herkesi tatmin eden ve uygun bir çözüm bulunamamıştı; kaldı ki Kıbrıs, Suriye ve Irak’ta yaşananları düşünelim.

Rusya’nın hayati önem taşıyan bir bölge ve ulusal güvenliğinin en önemli meselesi olarak gördüğü Ukrayna’daki olaylara gelince; ABD’nin ve onların en yakın müttefiklerinin, Sovyet sonrası bu coğrafyadaki yaşamın her tarafına ve süreçlere önceden görülmemiş müdahalesinin sonucudur bunlar... Rusya’nın endişelerini ve yüzyıllar boyunca kurulmuş olan bölgesel ve insani bağlantıları kesinlikle dikkate almayan bu müdahale, SSCB’nin dağılmasından bu yana sürekli artmıştır ve doğal olarak büyük çaplı bir çatışmayla sonuçlanmıştır. Türkiye’de ABD’nin Ortadoğu’daki politikasının ve eylemlerinin sonuçlarını gayet iyi bilirsiniz. Ancak Rusya, Irak değildir ve kendisini küresel politikanın kurbanı olarak görmemektedir. Ülkemiz bağımsız varoluş hakkını ve ulusal çıkarlarını savunmaya hazırdır. Bu ilke, Rusya’nın bin yıllık varlığı süresince ihlal edilmemiştir. Bana ve aileme dair bir örnek vereyim isterseniz. 80 yıl önce, yani 18 Ocak 1943’te Sovyet Ordusu Nazi Almanyası’nın ve müttefiklerinin memleketim olan Leningrad şimdiki adıyla St. Petersburg’un ablukasını kırdı. 872 gün, 28 ay süren Leningrad kuşatmasında bir milyondan fazla kahraman insanlarımız açlıktan ve bombandırmadan ölmüştü ama yine de dik durduk ve galip çıktık bu hayati mücadeleden.

Ukrayna’daki olayların akademik alan üzerindeki etkisini de sordunuz. Tabii ki, Rusya’nın özel askeri operasyonu yürütmesinin belli bir etkisi vardır. Ancak Avrupa ve Amerikan medyasında bunun kapsamı büyük ölçüde abartılıyor. Durum Batı gazetelerinden anlayabileceğinizden çok farklıdır. Evet, mevcut sözleşmelere aykırı olarak tüm üniversitelerimiz Scopus ve Web of Science gibi uluslararası bilim endekslerinden ayrılmıştı. Birçok Batılı ülkeyle akademik iş birliği, Batı'daki ortakların inisiyatifiyle askıya alınmış veya engellenmiştir. Aynı zamanda bir bilim insanı olarak, ülkemize karşı uygulanan bilim ve eğitim yaptırımlarının ilk önce dünya bilimine büyük zarar verdiğini sanıyorum; çünkü bu şekilde bilimin en temel açıklık ilkesi ihlâl ediliyor. Siyaset, akademik hayata müdahale etmeye başladığında, dünya biliminin zayıflamasına yol açılır. Ayrıca Rusya’nın Sovyetler Birliği döneminde kendi kendine kapalı koşullarda bile başarılı bir bilim geleneği gelişmesi konusunda muazzam bir deneyime sahip olduğunu hatırlatmak isterim. Çoğu Sovyet bilim insanının dünya bilimsel dergilerindeki atıf endeksi uzun zamandır sıfırdı. Bu, ilk insanı uzaya fırlatmamıza, dünyanın önde gelen nükleer enerjisini yaratmamıza ve yüzlerce bilimsel alanda lider olmamıza engel olmadı.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de takip ettiğiniz önemli Rusya ve küresel siyaset uzmanları kimlerdir?

Doç. Dr. Veronika Tsibenko: Güney Federal Üniversitesi’nde sadece takip etmekle kalmıyor, aynı zamanda Rusya ve uluslararası politika alanındaki Türk uzmanlarla iş birliği yapmaya çalışıyoruz, onları uzman etkinliklerimize veya öğrencilerle toplantılarımıza davet ediyoruz. Bu yönde de çalışmaya devam etmeyi planlıyoruz. Bölgesel meseleler ve Türk-Rus ilişkilerini iyi bilen uzmanların sayısı Türkiye’de her geçen yıl daha da arttığını büyük bir memnuniyetle belirtiyorum.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu keyifli sohbet için size teşekkür eder, ülkemize daha sık bekleriz.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 19.01.2023

17 Ocak 2023 Salı

Dünyadaki 'En'ler


Dünyada bugün Birleşmiş Milletler'e kayıtlı 193 civarında devlet bulunuyor. Gözlemci üyeler olan Vatikan (Kutsal Deniz) ve Filistin de sayıldığında, bu sayı 195'e yükseliyor. Ayrıca 8 kadar da BM ile hiçbir bağı olmayan devletler bulunuyor. Bu devletler; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Tayvan (Çin Cumhuriyeti), Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti, Güney Osetya, Abhazya, Kosova, Transdinyester ve Dağlık Karabağ (Artsakh) Cumhuriyeti olarak sıralanmaktadır. Dolayısıyla, dünyada yaklaşık olarak 200 devletin varlığından söz edilebilir. Elbette bu devletler ve halklarının hepsi kıymetli ve önemlidir. Ancak Karşılaştırmalı Politika'nın gereği olarak, devletleri ön plana çıkaran bazı önemli özellikleri bu yazıda sizler için derleyeceğim. Şunu da belirteyim ki, yazıda, 2022 veya 2023 verileri kullanılmıştır.

Siyasi/Diplomatik Güç: Siyasi gücü ölçmek kolay bir iş olmasa da, bir ülkenin çeşitli uluslararası kurumlar ve kuruluşlara dahil olup olmaması bağlamında göreceli siyasi güçten söz edilebilir. Bu konuda en gerçekçi veri, kuşkusuz Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi üyeliğidir. Bu nedenle, BM Güvenlik Konseyi'ne daimi üye durumundaki beş ülkenin diğer devletlerden siyasi/diplomatik güç olarak daha avantajlı oldukları söylenebilir. Bu ülkeler ise; Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti'dir. Bunun dışında, NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği gibi diğer avantajlı üyelikler de belirtilebilir.

Nüfus: Siyasi/diplomatik güç kariyerinin ardından, bugün ekonomik gelişim ve askeri güç gibi unsurlar açısından kritik bir faktör olarak görülen nüfusla başlayabiliriz. Yaklaşık 8 milyar insanın yaşadığı dünyamızda, en çok nüfusa sahip olan ülkeler şöyle sıralanıyorlar:

  1. Çin Halk Cumhuriyeti: 1,439 milyar
  2. Hindistan: 1,380 milyar
  3. Avrupa Birliği: 447 milyon
  4. Amerika Birleşik Devletleri: 331 milyon
  5. Endonezya: 273 milyon
  6. Pakistan: 220 milyon
  7. Brezilya: 212 milyon
  8. Nijerya: 206 milyon
  9. Bangladeş: 164 milyon
  10. Rusya Federasyonu: 146 milyon
  11. Meksika: 129 milyon
  12. Japonya: 126 milyon
  13. Etiyopya: 115 milyon
  14. Filipinler: 110 milyon
  15. Mısır: 102 milyon
  16. Vietnam: 97 milyon
  17. Kongo Demokratik Cumhuriyeti: 90 milyon
  18. Türkiye: 84 milyon
  19. İran İslam Cumhuriyeti: 84 milyon
  20. Almanya: 83 milyon

Nüfus konusunda şunu söyleyebiliriz ki, toplamda bir ülkenin askeri gücü ve işgücü gibi unsurlarının gelişimi için çok önemli ve faydalı bir unsur olan nüfus, ekonomik paylaşım ve sosyal barış gibi konularda ise ciddi dezavantaja dönüşebilmektedir. Bunun yanında, Hindistan'ın 2023 yılı içerisinde Çin'i geçerek dünyanın en kalabalık ülkesi haline gelmesinin beklendiğini de sözlerimize ekleyebiliriz.

Yüzölçümü: Toprak da kuşkusuz halen savaşların temel sebebi olan ve bir ülkenin gelişimi açısından kritik bir faktördür. Bu bağlamda, Jeopolitika bilimi açısından çok önemli bir diğer husus olan yüzölçümü genişliğine bakıldığında, şöyle bir sıralama karşımıza çıkıyor:

  1. Rusya Federasyonu: 17.098.242 km2
  2. Kanada: 9.984.670 km2
  3. Çin Halk Cumhuriyeti: 9.706.961 km2
  4. Amerika Birleşik Devletleri: 9.629.091 km2
  5. Brezilya: 8.515.767 km2
  6. Avustralya: 7.692.024 km2
  7. Hindistan: 3.287.590 km2
  8. Arjantin: 2.780.400 km2
  9. Kazakistan: 2.724.900 km2
  10. Cezayir: 2.381.741 km2
  11. Kongo Demokratik Cumhuriyeti: 2.344.858 km2
  12. Grönland: 2.166.086 km2
  13. Suudi Arabistan: 2.149.690 km2
  14. Meksika: 1.964.375 km2
  15. Endonezya: 1.904.569 km2
  16. Sudan: 1.861.48 km2
  17. Libya: 1.759.540 km2
  18. İran İslam Cumhuriyeti: 1.648.195 km2
  19. Moğolistan: 1.564.110 km2
  20. Peru: 1.285.216 km2

Yüzölçümü, bir ülkenin ekilebilir arazi oranını da arttırdığı için, yüksek olması bir ülke ve halk için daima oldukça faydalı bir kriterdir. Ancak geniş bir coğrafyaya sahip olan ülkelerin merkezden yönetilme ve korunma konusunda çeşitli sıkıntılarının olabileceğini de bu noktada hatırlatmak gerekir.

Gayrisafi Milli Hasıla: Her türlü güç unsuru açısından günümüzün en önemli parametrelerinden olan ekonomik büyüklük/gayrisafi milli hasıla (GDP) konusuna geçtiğimizde, dünyanın en büyük ekonomileri şöyle sıralanmaktadır:

  1. Amerika Birleşik Devletleri: 25 trilyon dolar
  2. Çin Halk Cumhuriyeti: 18,3 trilyon dolar
  3. Japonya: 4,3 trilyon dolar
  4. Almanya: 4 trilyon dolar
  5. Hindistan: 3,5 trilyon dolar
  6. Birleşik Krallık: 3,2 trilyon dolar
  7. Fransa: 2,8 trilyon dolar
  8. Kanada: 2,2 trilyon dolar
  9. Rusya Federasyonu: 2,1 trilyon dolar
  10. İtalya: 2 trilyon dolar
  11. İran İslam Cumhuriyeti: 1,9 trilyon dolar
  12. Brezilya: 1,9 trilyon dolar
  13. Güney Kore: 1,7 trilyon dolar
  14. Avustralya: 1,7 trilyon dolar
  15. Meksika: 1,4 trilyon dolar
  16. İspanya: 1,3 trilyon dolar
  17. Endonezya: 1,2 trilyon dolar
  18. Suudi Arabistan: 1 trilyon dolar
  19. Hollanda: 990 milyar dolar
  20. Türkiye: 830 milyar dolar.

Gayrisafi milli hasıla, elbette bir ülkenin toplam ekonomik gücünü tek başına yansıtan bir veri değildir. Örneğin, kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla, bir ülkenin ekonomik gelişmişliğinin toplumsal boyutunu daha iyi yansıtır. Benzer şekilde, enflasyon, gini katsayısı ve işsizlik oranları da bir ekonominin gelişmişlik düzeyini ölçen önemli verilerdir. Daha da önemlisi, toptan büyüklükten ziyade, bir ülkenin bazı kritik sektörlerde (telekomünikasyon, savunma sanayii, temel gıda, ulaşım vs.) yerli ve milli unsurlara dayanması, bu ülkeyi kriz anlarında daha güçlü kılabilecektir. Bir diğer önemli husus ise, finansal sektörlerden ziyade üretim kapasitesini etkileyen reel sektörlerin güçlü olmasıdır. Bunlara ek olarak, gayrisafi milli hasıla konusunda Hindistan'ın yakın gelecekte üçüncü sıraya çıkması beklenmelidir. Benzer şekilde, birkaç yıl içerisinde Çin'in ABD'yi geçeceğini de öngörmek yerinde olur. Ayrıca Batı yaptırımlarının devam etmesi durumunda, Rusya'nın da ilk 10'da yer almasının yakın gelecekte pek de mümkün olamayacağını söylemek doğru bir öngörü olacaktır.

Kişi Başına Düşen Gayrisafi Milli Hasıla: Bir ülkenin ekonomik gelişmişlik ve kalkınmışlık düzeyini asıl ölçen faktör, kuşkusuz, kişi başına düşen gayrisafi milli hasıladır. Bu konuda dünyada ilk 20'ye giren ülkeler şunlardır:

  1. Lüksemburg: 118.000 dolar
  2. Singapur: 97.000 dolar
  3. İrlanda: 94.000 dolar
  4. Katar: 93.000 dolar
  5. İsviçre: 72.000 dolar
  6. Norveç: 66.000 dolar
  7. Amerika Birleşik Devletleri: 63.000 dolar
  8. Brunei: 62.000 dolar
  9. Danimarka: 59.000 dolar
  10. Birleşik Arap Emirlikleri: 58.700 dolar
  11. San Marino: 58.400 dolar
  12. Hollanda: 57.500 dolar
  13. Tayvan: 55.700 dolar
  14. İzlanda: 55.600 dolar
  15. Avusturya: 55.200 dolar
  16. İsveç: 54.100 dolar
  17. Almanya: 54.000 dolar
  18. Avustralya: 51.600 dolar
  19. Belçika: 51.000 dolar
  20. Finlandiya: 50.000 dolar

Bu kategoride küçük ülkeler düşük nüfusları nedeniyle ön plana çıksalar da, kuşkusuz, uluslararası siyasette bu ülkelerin oynayabilecekleri roller sınırlıdır. Bu nedenle, hem kalabalık ve büyük, hem de ekonomisi kalkınmış ülkelerin durumuna bakmak daha doğru yorumlamalara neden olabilir. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri, hem büyüklük, hem de kalkınmışlık açısından en başarılı ülke olarak dikkat çekmektedir.

İnsani Gelişmişlik Endeksi: Birleşmiş Milletler'in her yıl yayınladığı İnsani Gelişmişlik Endeksi (HDI) raporları, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini; yaşam beklentisi, sağlık koşulları ve eğitim gibi alanlarda geliştirilen özel bir teknikle ölçmektedir. Bu alanda en gelişmiş ülkeler ise şöyle sıralanmaktadır:

  1. İsviçre
  2. Norveç
  3. İzlanda
  4. Avustralya
  5. Danimarka
  6. İsveç
  7. İrlanda
  8. Almanya
  9. Hollanda
  10. Finlandiya
  11. Singapur
  12. Belçika
  13. Yeni Zelanda
  14. Kanada
  15. Lihtenştayn
  16. Lüksemburg
  17. Birleşik Krallık
  18. Japonya
  19. Güney Kore
  20. Amerika Birleşik Devletleri

İnsani gelişmişlik endeksi, bir ülkede halka ve insan hayatına verilen kıymeti göstermesi bakımından önemlidir. Bunun yüksek olduğu ülkelerde, hiç şüphesiz, insanlar daha mutlu, çalışkan ve verimli olmakta ve ülkelerine daha iyi hizmet edebilmektedirler.

Askeri Güç: Günümüzde demokrasi ve insan hakları gelişmiş olsa dahi, ne yazık ki devletler arası meseleler bazı zamanlar diplomasi ve hukuk yoluyla çözülememektedir. Bu bağlamda, en güç orduya sahip olan ilk 20 devlet, Global Fire Power (GFP) web sitesine göre şöyle sıralanmaktadır:

  1. Amerika Birleşik Devletleri
  2. Rusya Federasyonu
  3. Çin Halk Cumhuriyeti
  4. Hindistan
  5. Birleşik Krallık
  6. Güney Kore
  7. Pakistan
  8. Japonya
  9. Fransa
  10. İtalya
  11. Türkiye
  12. Brezilya
  13. Endonezya
  14. Mısır
  15. Ukrayna
  16. Avustralya
  17. İran İslam Cumhuriyeti
  18. İsrail
  19. Vietnam
  20. Polonya

Bu kategoride bir unsur olarak sayılmayan savaş tecrübesi de hesaba katılırsa, bence Türk Silahlı Kuvvetleri'nin reel sıralamada çok daha üst sıralarda ve mutlaka ilk 10 içerisinde yer alması beklenebilir.

Yumuşak Güç: Askeri güçten farklı olan yumuşak güç de artık ülkeler açısından önemli bir mücadele alanı haline gelmiştir. Brand Finance tarafından bu konuda her yıl yapılan araştırmaya göre, yumuşak güç konusunda en güçlü devletler şunlardır:

  1. Amerika Birleşik Devletleri
  2. Birleşik Krallık
  3. Almanya
  4. Çin Halk Cumhuriyeti
  5. Japonya
  6. Fransa
  7. Kanada
  8. İsviçre
  9. Rusya
  10. İtalya
  11. İspanya
  12. Güney Kore
  13. Avustralya
  14. İsveç
  15. Birleşik Arap Emirlikleri
  16. Hollanda
  17. Norveç
  18. Danimarka
  19. Belçika
  20. Singapur

Son yıllarda gelişen bir unsur olan yumuşak güç, bir ülkenin sert güce başvurmadan diğer ülkelere kendi iradesini kabul ettirebilme yetisini ortaya koymaktadır. Bu nedenle, günümüzde artık önemli bir dış politika unsuru haline gelen yumuşak güç de diplomaside çok etkilidir.

Demokratik Gelişmişlik Düzeyi: Freedom House gibi bağımsız kuruluşlar ya da The Economist gibi önemli bazı basın-yayın organları, yıllardır ülkelerin demokratik seviyelerini ölçmekte ve bu bağlamda siyasi rejimlerin istikrarını ve halkların mutluluk düzeyini saptamaya çalışmaktadırlar. Bu konuda Freedom House'un 2022 verilerine göre sıralama şu şekildedir:

  1. Norveç
  2. Finlandiya
  3. İsveç
  4. Yeni Zelanda
  5. Kanada
  6. Danimarka
  7. Hollanda
  8. Uruguay
  9. İrlanda
  10. Lüksemburg
  11. Belçika
  12. Japonya
  13. İsviçre
  14. Avustralya
  15. Barbados
  16. Portekiz
  17. İzlanda
  18. Estonya
  19. Tayvan
  20. Şili

Karşılaştırmalı Politika ve Jeopolitika açısından manidar olan bu unsurları belirttikten sonra, günümüzün girift dünyasında tüm ülkelerin birbirlerine ihtiyaç duyduğunu ve artık izolasyonizmin makul bir dış politika tercihi olmadığını da belirtmek gerekir. Bu nedenle, günümüz dünyasında, ne kadar dostun var o kadar güçlüsün...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ