31 Temmuz 2022 Pazar

Yassıada Gözlemleri

 

Bayram tatili ile 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nün birleşmesi neticesinde uzun bir tatil yapabildiğimiz Temmuz’un üçüncü haftasında, ailemle birlikte Yassıada’ya bir ziyaret gerçekleştirdim. Bu yazımda, Türkiye demokrasi tarihinin en kara sayfalarından olan Yassıada yargılamalarına ev sahipliği yapması nedeniyle halk arasında kötü bir şöhrete sahip olan Yassıada hakkında bazı bilgileri sizlerle paylaşacak ve buradaki gözlemlerimi Siyaset Bilimi (Türk Siyasal Tarihi) perspektifinden sizlere aktarmaya gayret edeceğim.

Eski ismiyle Plati veya yeni adıyla Demokrasi ve Özgürlükler Adası[1], Marmara Denizi’nde İstanbul’a yakın çok küçük bir adadır. Biri sivri (Sivriada), diğeri yassı görünümlü olan birbirine yakın iki metruk adadan (Hayırsızadalar olarak geçer) yassı olanıdır. Eni 185, boyu 740 metredir. Yüzölçümü 18,3 hektar olan adanın arazisi düzdür; ancak sahilleri genellikle denize dik olarak iner. Yassıada, Sivriada’ya 0,9, Burgazada’ya 2,67 ve Kadıköy’e 6,27 deniz mili uzaklıktadır.

Yassıada, 4. yüzyıldan itibaren sürgün yeri olarak kullanılırken, zaman içerisinde adanın üzerine bir kilise ve manastır inşa edilmiştir. Bizans İmparatorluğu döneminde daha çok siyasi suçlular için sürgün yeri olarak kullanılan adanın İstanbul halkıyla teması bu dönemlerde çok sınırlı kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de uzun süre ihmal edilen ada, 19. yüzyılda önce Britanya’nın İstanbul elçisi Sir Henry Bulwer tarafından 1859 yılında satın alınmış ve İngiliz sefiri, adada kale gibi ilginç binalar (Henry Bulwer Şatosu veya Bulwer Şatosu[2]) inşa ettirmiştir. Adada tarım da yaptıran İngiliz elçi, zamanla adanın karaya uzaklığı ve ıssızlığı nedeniyle buradan sıkılmış ve adayı satmak için Osmanlı yönetimiyle temasa geçmiştir. Bunun üzerine, ada, Mısır Hıdivi İsmail Paşa’ya satılmıştır. Ancak İsmail Paşa da adanın imarı ile ilgilenmemiştir. Birkaç defa el değiştiren ada, 1947 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış ve 1952 yılında eğitim hizmetlerine açılmıştır. Bilindiği üzere, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra burada kurulan askeri mahkemede üst düzey Demokrat Partililer yargılanmıştır. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi Enstitüsü’nü bu adaya taşımıştır. Ancak fakülte de adayı 1995 yılında terk etmiştir. O tarihten 2010’lara kadar Yassıada terk edilmiş olarak bulunuyordu.

Ada, günümüzde daha çok 27 Mayıs darbesi sonrasında askeri yönetim döneminde burada gerçekleştirilen ve 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan gibi isimlerin başta geldiği üst düzey Demokrat Partililerin (DP) idamla yargılandığı Yassıada yargılamaları ile bilinmektedir. Ancak sanılanın aksine, dava sonrasında Türk siyasal tarihine bir utanç vesikası olarak geçen idamlar burada değil, İmralı adasında yapılmıştır. Bazı hatalarına rağmen demokratik olarak seçilmiş siyasetçilerin askerler tarafından hiç de demokratik olmayan şekilde yargılanması nedeniyle halk tarafından pek sevilmeyen ada, bu nedenle 2010’lu yıllarda hükümet tarafından bir değişim/dönüşüm sürecine sokulmuş; bu süreçte darbenin izlerini silmek için önce adanın ismi birkaç yıl önce (2013 yılında) Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştirilmiş ve bir kültür ve kongre merkezi olarak yeniden yapılandırılması kararlaştırılan ada yeniden imar edilerek, burada birçok müze ve tesis inşa edilmiştir. Bu haliyle, ada, 2020 yılında turistlerin ve vatandaşların ziyaret ve kullanımlarına açılmıştır.

Bu yeni haliyle toplumsal hafıza açısından son derece önemli bir açık hava müzesi haline getirilen ada, haksız yere idam edilen Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun aziz hatıralarını yaşatmakta ve bir anlamda Türkiye demokrasisinin savunusunu yapmaktadır. Adada tam üç farklı müze olup, bunlar; Başbakan Adnan Menderes’in çocukluk ve gençlik yıllarına, başarılarına ve hayatındaki önemli dönüm noktalarına yer veren Adnan Menderes Müzesi, 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Maliye Bakanı olarak görev yapmakta olan Hasan Polatkan’ın adının yaşatıldığı ve darbe yargılamalarının yapıldığı spor salonunun dönüştürüldüğü 27 Mayıs Müzesi (Hasan Polatkan Spor Salonu) ve geç Osmanlı döneminden günümüze kadar olan dönemde Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun dönüm noktalarının anlatıldığı (Sened-i İttifak, Tanzimat, Islahat, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Cumhuriyet’in ilanı, çok partili siyasal hayata geçiş vs.) Demokrasi ve Özgürlükler Müzesi’dir.

Bunlar arasında özellikle 27 Mayıs Müzesi tüyleri diken diken eden çok ilginç bir yapıdır. Müzede, DP’lilerin idamla yargılanmasına konu olan ve Menderes, Polatkan ve Zorlu’yu haksız yere ölüme götüren çoğu uydurma veya abartılı davaların (Köpek Davası ve Bebek Davası en meşhur olanlarıdır) panolarda anlatıldığı girişin ardından, mahkeme salonunun cansız mankenlerle birebir resmedildiği alan bulunmaktadır. Buradaki mankenler/modeller (özellikle yargıçlar ve askerler) çok gerçekçi ve iyi yapılmış olup, buna karşın Adnan Menderes’in tasviri kendisine pek benzetilememiştir. Celal Bayar, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan mankenleri/modelleri ise nispeten daha iyi olmuştur. Müzede ziyaretçilere 13 dakikalık özel yapım bir belgesel izlettirilmekte ve Yassıada yargılamalarının haksızlığı ve acımasızlığı vurgulanmaktadır. Fakat telif hakları nedeniyle bu belgeselin kaydedilmesine izin verilmemektedir.

Adada ayrıca Bizans zindanları, Henry Bulwer Şatosu, Bizans sarnıcı, Fatin Rüştü Zorlu Camii ve Demokrasi Feneri adlı deniz feneri gibi başka gezilebilecek ilginç alanlar da bulunmaktadır. Adada bir de Katre Island Hotel adlı lüks bir otel bulunmakta ve adadaki yeme-içme ve barınma işleri burada yapılmaktadır. Adaya gidiş ise Bostancı vapur iskelesindeki Mavi Marmara hattından yapılmakta olup, buradan Salı, Perşembe ve Pazar günleri saat 13’te kalkan vapur, 40-45 dakikalık yolculuğun ardından adaya varmaktadır. Vapurun dönüş saati ise 17’dir. Vapur ücretsiz olup, adaya girişte 50 TL ücret talep edilmektedir. Adaya girişte alınan biletlerin Yassıada yargılamaları sürecindeki ziyaretçi kartları gibi yapılmış olması ise ilginç bir husustur.

Yassıada’yı gezerken bir kez daha aklıma gelen Demokrat Parti dönemine dair bazı temel tespitler ise şöyle sıralanabilir; öncelikle Demokrat Parti dönemi (1950-1960), Türkiye’nin ilk demokrasi deneyimidir. Bu nedenle, bu dönemde yapılan hataların bir ilk deneyimin sonucu olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır. İkinci önemli tespit, demokratik yönleri eleştirilen Demokrat Partililerin siyaseti tek parti dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) öğrenmiş olmalarıdır. Bu anlamda, tek parti döneminde yaşanan siyasal sosyalleşmenin de DP’liler üzerinde negatif bir etkisi olmuş olabilir. Üçüncü olarak, DP döneminin bize öğrettiği en temel husus, bir ülkenin demokratikleşmesi için sadece demokratik seçimlerin ve siyasal elitlerin değil, buna uygun bir anayasanın olması gerektiğidir. Nitekim tek parti döneminden kalma 1924 anayasası ile ülkeyi yönetmeye devam eden DP, bu anayasada kuvvetler ayrılığı gibi modern demokratik ilkeler eksik olduğu için, kolaylıkla otoriter yönetime doğru yelken açabilmiştir. Bu nedenle, demokratik bir devlet için en temel husus, demokratik bir anayasanın varlığıdır. Dördüncü husus, 15 Temmuz kalkışmasının da gösterdiği üzere, Türkiye’de artık darbeler dönemi kapanmalı ve seçilmiş siyasetçiler, hesabı, darbe yapıp mahkeme kuran askerlere değil, halka ve anayasal düzen içerisinde yetkili mahkemelere vermelidir. Beşinci ve son olarak, darbeler ve geçmişte yapılan haksızlıklar nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri yıpratılmamalı ve askerimize olan sevgi, saygı ve hürmet devam ettirilmelidir. Bunlar olursa, Türkiye demokrasisi çok daha iyi günler görebilecektir.

Demokrat Parti dönemi ve Yassıada duruşmalarına dair bazı kitap tavsiyelerim ise şöyle;

  • Metin Toker (1991), Demokrasiden Darbeye 1957-1960, Bilgi Yayınları.
  • Altan Öymen (2020), Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap.
  • Cihad Baban (2009), Politika Galerisi, Timaş Yayınları.
  • Sinan Demirbilek (2012), Demokrat Partililerin Anılarında Yassıada, AKY – Akademi Yayıncılık.

Yassıada ziyaretimden bazı fotoğraflar;

Yassıada giriş

Yassıada giriş kartı

27 Mayıs Müzesi

Demokrasi şehidi Adnan Menderes

Hasan Polatkan-Celal Bayar-Fatin Rüştü Zorlu idamla yargılandılar ve Menderes'le birlikte Polatkan ve Zorlu idam edildiler

Türk askeri demokrat ve insancıldır

Adnan Menderes Müzesi

Fatin Rüştü Zorlu Camii

Yassıada yargılamalarına konu olan demokrasi kahramanları

Henry Bulwer Şatosu

Bizans Zindanları

 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Web sitesi için bakınız; https://www.demokrasiveozgurlukleradasi.com.tr/tr/

[2] Bakınız; https://kulturenvanteri.com/yer/bulwer-satosu/#16/40.86478/28.995688.


30 Temmuz 2022 Cumartesi

İstanbul Kent Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Tanıtım Filmi

 

Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Kent Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü tanıtım filminde yer aldı.




26 Temmuz 2022 Salı

Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin CRI Türk/Yön Radyo Mülakatı: ABD Bölgede İran Karşıtı Blok Oluşturmaya Çalışıyor

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 27 Temmuz 2022 tarihinde Yön Radyo ve CRI Türk'e "ABD Bölgede İran Karşıtı Blok Oluşturmaya Çalışıyor" başlıklı bir mülakat verdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı izleyebilirsiniz.



19 Temmuz 2022 Salı

Japon Siyaset Bilimci Dr. Keisuke Wakizaka ile Mülakat

 

Dr. Keisuke Wakizaka, Türkiye’de İstanbul Gelişim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümünde Dr. Öğretim Üyesi olarak çalışan Japon bir Siyaset Bilimcidir. Yüksek lisans ve doktorasını Kafkasya üzerine yapan Wakizaka, yıllardır Türkiye’de eğitim almakta ve çalışmakta ve çok iyi düzeyde Türkçe bilmektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Keisuke hocam, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Ayrıca eski Japonya Başbakanı Shinzo Abe’ye yönelik suikast nedeniyle de size başsağlığı dilerim. Röportajımıza Türkiye’ye olan ilginizle başlamak isterim. Türkiye’de eğitim almak ve çalışmak fikri sizde nasıl oluştu ve Türkiye maceranız nasıl başladı ve gelişti?

Dr. Keisuke Wakizaka: Zaten 2004 yılında üniversite eğitimine başlamam öncesinden beri Orta Asya ve Kafkasya’ya karşı büyük ilgim vardı. Bu iki bölge, Japonya’da en az bilinen bölgelerdendi ve gerçekten de Japonlara göre “Japonların % 99’unun hiç gitmediği gizemli yerler” olarak kabul ediliyordu. Ben, ülkemizde çok az bilinen bu bölgeler hakkında “maceraya atılma”yı çok istedim ve Avrupa, Çin ve Rusya’dan farklı olarak bu bölgeyi araştırmak istedim. Bu kapsamda Türkiye’de lisansüstü eğitimimi yapma niyetim zaten mevcuttu. 2004 yılında Miyagi vilayetinin kütüphanesinde Türkiye, Romanya ve Kenya’nın kültürlerini tanıtma programına katıldım ve burada birçok Türk arkadaş ve hocalarla tanıştım. Ondan sonra Türkçe kursuna gitmeye başladım ve lisansüstü eğitimi ülkenizde görmeye karar verdim. Ayrıca üniversite birinci sınıfındayken Avrupa Özgürlük Radyosu ve Asya Özgürlük Radyosu’nun (İngilizce: Radio Free Europe/Radio Liberty ve Radio Free Asia) Türk dilleri, Gürcüce, Ermenice, Çerkesçe, Çeçence ve Avarca programlarıyla tanıştım ve bunları anlamaya hevesim de Türkçe öğrenmem ve Türkiye’de okuma niyetime sebep oldu.

2008 yılında ALES sınavına hazırlanırken kaldığım yurda Abhazya’dan çocuklar ziyarete geldi ve onlarla sohbet etme fırsatım oldu. O esnada Kafkasya konusunda bilgisiz olduğumu hissetmiştim ve o zaman doğan heves beni Kafkasya konusunda uzmanlaşmaya itti. 2009’da yüksek lisans eğitimine başladıktan sonra, şimdilerde Bilgi Üniversitesi’nde göreve devam eden Gencer Özcan hocamız Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki bir derste bana Abhazya meselesi ve Türkiye’deki Çerkesler ve Gürcüler arasındaki ilişkiler konusunda tez yazmamı önerdi. Ayrıca o dönemde Kafkasya Forumu’nun ve çeşitli derneklerin düzenlediği programlara gitmeye başladım. O dönemde kurduğum ilişkiler ve dostluklar, daha sonra ODTÜ’nün doktora programında okumaya karar vermemde büyük katkıda bulunmuştur. Ondan sonra bölge çalışmaları konusunda uzman olan Mehmet Hacısalihoğlu hocamız ile beraber tez çalışmamı tamamladım. Zaten en çok ilgilendiğim bölge olan Kafkasya hakkında araştırmalara devam etmek için bölgeye yakınlığı açısından Türkiye’de araştırma yapmaya ve çalışmaya devam etmeye o zaman karar vermiştim. Ayrıca ara sıra Gürcistan’ın azınlık bölgelerini ziyaret etme fırsatım oldu ve bu ziyaret esnasında Gürcistan’daki Osetler ve Çeçenler hakkındaki doktora tezimi yazmaya yöneldim. Elbette Gürcistan’ı anlamak için Ermeni araştırmaları, Türkoloji ve Çerkes araştırmaları gibi çeşitli alanlara da hâkim olmak lazımdır.

Benim en çok ilgilendiğim diğer konu olan Türk-Ermeni ilişkilerine bakarsak, zaten Gürcistan’ı anlamak için Türk-Ermeni ilişkilerine de hâkim olmam gerektiğinin farkındaydım. Ayrıca 2013-2014 yıllarında doktora yeterlilik sınavına çalışırken KAFKASSAM’ın sitesini takip ediyordum ve o sırada Hasan Oktay hocamız ile muhatap olmaya başladım. Onunla tanışmadan önce Ermeniler pek fazla ilgilendiğim bir konu değilken, daha sonra ise farklı teorik yapıları da katarak Ermenilerle ilgili kaynakları toplamaya ve yeni araştırmalar üretmeye başladım. Kısacası, onun sayesinde Ermenilerle yakından ilgilenmeye başladım ve umuyorum Kafkasya’yla ve Ermenilerle ömür boyu uğraşacağım.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Yıllardır Türkiye’de akademisyenlik yapıyorsunuz. Sizce Türkiye’de halkın akademiye ve akademisyenlere bakışı nasıl ve bu mesleğin zorlukları neler?

Dr. Keisuke Wakizaka: Elbette burada halkın belli seviyede akademiye ve akademisyenlere saygısını görebiliyoruz. Ama diğer yandan, özellikle günümüzde, akademiye din ve siyasetin müdahalesi arttıkça Türkiye’de bilime verilen değerin gittikçe düştüğünü görebiliyoruz. Ayrıca artık halkın neredeyse çoğunun üniversite mezunu olduğu ve üniversite sayısının arttığı günümüzde üniversitelerde öğrenciler “müşteri” hale gelirken, akademisyenlerin de ancak “işçi/hizmetçi” gibi bir duruma geldiğini görebilmekteyiz. Yani eski zamana göre halkın akademi ve akademisyenlere verdiği değerin daha azaldığını apaçık şekilde söyleyebilirim. Ayrıca böyle bir durumda öğrencilerin öğrenmeye yönelik motivasyonu, isteği ve hevesi de kalmayınca, hocalar için de dersten alınan zevk kalmıyor. Üstelik zaman zaman öğrenciler ve onların yakınlarından gelen garip talepler ve şikayetlerle de uğraşmak zorunda kalındığından, akademisyenlerin işlerin iyice zorlaştığını görüyoruz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Uzmanlığınız olan Güney Kafkasya’ya yönelik bir soruyla devam etmek isterim. Sizce bu bölgede yaşanan temel güç çatışmaları hangi ülkeler/bloklar arasında ve Türkiye’nin Güney Kafkasya’da son dönemde izlediği politikaları nasıl yorumluyorsunuz?

Dr. Keisuke Wakizaka: Bildiğiniz gibi SSCB döneminde, Kafkasya, Doğu ve Batı arasındaki bir cepheydi ve onun etkisi günümüzde de devam ediyor… Günümüzde, genellikle Batı ülkelerinin ve Türkiye’nin Kafkasya’daki çıkarları birbirleriyle uyumlu olduğu için Batı ve Türkiye doğuya çıkmak için Gürcistan ve Azerbaycan ile ilişkileri güçlendirmekte. Diğer yandan, Rusya ve İran ise bu bloğa karşı Ermenistan ile ilişkileri güçlendirerek kendi nüfuzlarını korumaya çalışıyorlar. Ama nihai olarak Rusya ve İran’ın Kafkasya’da var olması Batı ve Türkiye için bir tehdit gibi görülmekte. Özellikle 2018 yılından sonra bölgede Gürcistan ve Ermenistan Batı yanlısı ülkeler olarak görülürken, Azerbaycan ise nispeten Rusya’ya yakın bir devlet olarak karşımıza çıkmakta. Günümüzde tartışılmakta olan Türkiye-Ermenistan sınırı konusunda, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve Batılı ülkeler sınırın açılmasını açık şekilde desteklerken, Rusya ve İran ise bunu pek hoş karşılamıyorlar. Bu yüzden, özellikle Rusya Azerbaycan’ı kışkırtarak Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını engellemeye çalışmakta ve Ermenistan’ı Rusya’ya bağlı tutmak için Karabağ’daki yönetim ve Karabağ klanını kullanarak Paşinyan’ı sıkıştırmaya çalışıyor. Ama Ukrayna’da Rusya güç kaybettikçe durum Paşinyan’ın lehine ilerlemekte ve Batı ve Türkiye şu an nispeten avantajlı durumdalar.

Türkiye’nin Kafkasya politikasına bakıldığında, 1990’lı yıllarda ekonomik durum pek iyi değildi ve bölgeyle ilgili bilgiler de yetersizdi. Bu yüzden, Türkiye, bu yıllarda bölgeye yönelik etkili bir dış politika izleyememiş ve bölge büyük ölçüde Rusya’nın arka bahçesi olarak kalmıştır. Fakat günümüzde, Türkiye, eskisine göre daha gelişmiş ve güçlü bir devlet olarak karşımıza çıkmaktadır ve kamuoyu da Kafkasya bölgesine ve ülkelerine daha aşina olmuştur. Ayrıca Türkiye'deki mevcut hükümet, Batı’nın yanı sıra Rusya ile de ılımlı ilişkilerini sürdürmekte ve bu durum Türkiye’nin Kafkasya’ya girmesini kolaylaştırmaktadır. Türkiye'nin Ermenistan’a karşı daha pragmatik yaklaşımı da, sonunda bölgedeki Rusya ve İran’ın nüfuzunu önemli derecede azaltacak ve Türkistan coğrafyasıyla irtibatı daha da güçlendirecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hakkınızda “ülkücü Japon akademisyen” şeklinde yakıştırmalar var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Keisuke Wakizaka: Aslında MHP ve ülkücü harekete daha 2004-2005 yıllarında halen Japonya’dayken bile merakım vardı; çünkü o dönemde Doğu Türkistan ve dış Türkler sorunlarını yakından takip ederdim ve onların bu sorunlara büyük ilgi gösterdiğini biliyordum. Zaten ben de duygusal açıdan bu sorunlara bakışımda onlarla hemfikir olduğumdan dolayı onlara bakışım olumluydu. Ayrıca 2013-2014 yıllarında Hasan Oktay hocamız ile birlikte Ermenileri yakından araştırmaya başladığımda ülkücülerle daha yakın ilişkileri kurmaya başladım ve konularla ilgili onlarla fikir alışverişi ve beyin fırtınasında bulundum. Bunlar benim çalışmalarımı elbette olumlu etkiledi. MHP ve ülkücülerin yapısına baktığımızda, içinde sadece Türkler değil, aynı zamanda Boşnaklar, Arnavutlar, Gürcüler ve Çerkesler gibi başka gruplar da var. Hatta Rumlar ve Ermeniler gibi gayrimüslim olup ülkücü olanlar bile var… Durum böyleyken, Japon kökenli bir ülkücünün olması gayet normal durum değil mi?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de çalışmalarını yakından takip ettiğiniz ve en beğendiğiniz akademisyenler kimler?

Dr. Keisuke Wakizaka: Kafkasya ile ilgili çalışmalara bakıldığında Hasan Oktay hocamızın yanı sıra Ali Asker hocamız, Elnur İsmayıl hocamız, Gaffar Çakmaklı hocamız gibi çeşitli akademisyenlerin eserlerinden faydalanıyorum. Özellikle bölgeyle ilgili çalışmalar için eski ASAM ekolündan olanlar ve Azerbaycan’dan gelip muhalif olanlar son derece kaliteli çalışmalara devam etmekte ve bölgedeki sorunlara farklı ve eleştirel şekilde yaklaşabilmektedir. Ayrıca milliyetçilik teorileri konusunda yurtdışındaki akademisyenlerin yanı sıra Şener Aktürk hocamızın çalışmalarını da yakından takip ediyorum. O, daha önce Rusya, Türkiye ve Almanya’daki etnisite rejimlerinin gelişme sürecini ele alan kitabını yayınlamıştır ve bu eseri kendi dersimde de öğrencilere okutuyorum.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu keyifli röportaj için size teşekkür ederiz.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Tarih: 20.07.2022


Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Anadolu Ajansı Mülakatı: "İngiltere'de Muhafazakar Partinin Liderlik Yarışı"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 19 Temmuz 2022 tarihinde Anadolu Ajansı'ndan (AA) Halil İbrahim Ciğer'e "İngiltere'de Muhafazakar Partinin Liderlik Yarışı" başlıklı bir mülakat verdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı dinleyebilirsiniz.


ABD Başkanı Joe Biden'ın 2022 Temmuz Tarihli Ortadoğu Turu ve ABD-İsrail İlişkileri


Giriş

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden, Başkan seçildikten sonra gerçekleştirdiği ilk Ortadoğu turunu geçtiğimiz günlerde yaptı. Ziyareti öncesinde The Washington Post gazetesine “Why I’m going to Saudi Arabia” (Niçin Suudi Arabistan’a Gidiyorum) başlıklı bir makale[1] yazan ABD Başkanı, bu yazıda, Yemen, Irak, İsrail-Filistin çatışması, İran’ın nükleer programı ve Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrası Suudi Arabistan’la ilişkiler gibi konulardaki görüşlerini ve politikalarını anlatmıştı. 4 günlük gezi kapsamında Çarşamba günü (13 Temmuz 2022) İsrail’e giden Biden, iki günlük İsrail temaslarının ardından Cuma günü önce Filistin’e giderek Batı Şeria’da Filistin lideri Mahmud Abbas’la bir görüşme gerçekleştirdi, daha sonra ise Suudi Arabistan’a geçti. Suudi Arabistan’da ülkenin Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’la üç saatlik uzun bir görüşme gerçekleştiren Biden, ziyaretinin son günü olan Cumartesi ise Cidde’de Körfez İşbirliği Konseyi-KİK’in toplantısına katılarak bu zirveye katılan ilk ABD Başkanı oldu. Biden, bu zirve kapsamında Abu Dabi Emiri ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Muhammed bin Zayid, Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah el Sisi ve Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi ile görüşmeler gerçekleştirdi.

İlerleyen yaşına rağmen diplomasideki etkinliğini kaybetmek istemeyen Biden, bu sayede hem ülkesinin Asya-Pasifik’e daha yoğun önem verdiği bir dönemde Ortadoğu’daki müttefiklerle ilişkilerini rayına sokmak istedi, hem de Amerikan iç kamuoyuna 2022 ara seçimleri öncesinde “ben buradayım” mesajı verdi. Buna karşın, ABD’de son dönemde artan enflasyon ve dış politikada yaşanan Afganistan fiyaskosunun da etkisiyle, Biden ve Demokratlar adına işlerin iyi gitmediğini ve ara seçimde Cumhuriyetçilerin her iki mecliste de (Temsilciler Meclisi ve Senato) çoğunluğu sağlamasının beklendiğini belirtelim. Daha önemli bir sorun ise, 2024 ABD Başkanlık seçimleri öncesinde Demokratlar adına parlayan bir ismin olmaması ve Biden’ın da ilerleyen yaşı nedeniyle tekrar aday olmasına kuşkuyla bakılması. Bu yazıda, önce Joe Biden’ın Ortadoğu turunda yaşananları ve Biden’ın bu ziyaretle gerçekleştirmek istediği hedefleri anlatacak, daha sonra da ABD-İsrail ilişkilerinin geçmişine ve yapısına dair kısa bir analiz yapacağım.

Joe Biden'ın Ortadoğu Turu

Cumhuriyetçi Donald Trump karşısında seçildikten sonra pek de beklenileni veremeyen ve onaylanma oranları hızla düşen[2] 46. ABD Başkanı Joe Biden’ın önceden planlanan Ortadoğu turu, son dönemde yaşanan bazı gelişmeler neticesinde birçok açıdan daha da büyük önem kazanmıştı. İlk ve en önemli husus, kuşkusuz, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası çalkalanan dünya jeopolitiğinde, ABD’nin Ortadoğu’daki müttefikleriyle ilişkilerini gözden geçirme ve yeniden rayına sokma isteğiydi. Bölgedeki statüko ve dengenin muhafazası açısından kritik devletler olan İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan’ın yanı sıra, Irak ve BAE gibi devletlerin de liderleriyle görüşmeler gerçekleştiren Biden, böylece ABD’nin bölgenin istikrarı ve gelişimine verdiği önemi göstermek istedi. İkinci olarak, Biden, Trump döneminde feshedilen İran nükleer anlaşmasının (JCPOA) ardından yeniden uranyum zenginleştirme faaliyetlerine başlayan İran İslam Cumhuriyeti’nin (kısaca İran) politikalarından rahatsız olan bölge ülkelerini bir araya getirmek ve bu sayede Netanyahu-Trump ikilisinin başlattığı İsrail-Arap yakınlaşmasını daha da derinleştirmek istedi. Üçüncü olarak, Biden, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ardından artan enerji fiyatlarının yarattığı ekonomik ve siyasi istikrarsızlık ortamını yumuşatmak için özellikle Suudi Arabistan’la görüşmeler yapmak ve bu ülkenin petrol üretim kapasitesini arttırarak, petrol fiyatlarının düşmesini sağlamayı amaçladı. Dördüncü ve son olarak ise, Biden, Amerikan iç kamuoyunda düşen desteğini arttırmak için Ortadoğu turunda yapacaklarını kullanmak ve halkına ve uluslararası kamuoyuna halen güçlü ve etkili bir lider olduğunu göstermek istedi. Bu ziyaretle, Biden, bu dört hedefine de ulaşmaya çalıştı ve bunlarda kısmen başarılı oldu.

Biden’ın ziyaretinin ilk hedefi (ABD’nin Ortadoğu’daki müttefikleriyle ilişkilerini gözden geçirme ve yeniden rayına sokma isteği) kapsamında, ABD’nin bu ziyaret sırasında Rusya’nın İran’dan silahlı insansız hava aracı almaya çalıştığını iddia etmesi[3] önemli bir detay husus olurken, bölgedeki İran karşıtı cepheyi güçlendirmeye çalışan Washington’ın, bu şekilde İran’la yakın gözüken Rusya’yı da bölge ülkelerinden soğutmaya çalıştığı anlaşıldı. Ancak KİK zirvesine katılan ülkelerin Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlara katılmamış olmaları, dahası bu ülkeyle savunma sanayii alanında işbirliklerinin devam ettiği biliniyor. Biden, ayrıca, Ortadoğu turu ile birlikte Afganistan’dan çekilme fiyaskosunun yarattığı “güçsüzlük” ve “başarısızlık” imajını düzeltmek ve ülkesinin Ortadoğu’da halen güvenilir ve etkin bir müttefik olduğunu göstermek istedi. ABD’nin son dönemde ilgisinin daha çok Asya-Pasifik ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne (kısaca Çin) kaydığı da düşünüldüğünde, Biden’ın ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirmek ve bu ülkelerin Rusya ve Çin’le yakınlaşmalarına engel olmaya çalıştığı iddia edilebilir. Zira ABD’nin Asya-Pasifik’e yönelmesinin son dönemde Ortadoğu’da bir güç boşluğu algısı yarattığı ve bu durumun Rusya ve Çin’i güçlendirdiği yadsınamaz bir gerçek. Nitekim Biden, KİK zirvesinde, “Bölgeden uzaklaşarak, İran, Rusya veya Çin’in dolduracağı bir boşluk yaratmayacağız.” sözleriyle bölge ülkelerinin liderlerine güven vermeye çalıştı.[4] Bu kapsamda, Biden’ın Başkanlık kampanyası döneminde nükleer anlaşmayı yenilemek için göz kırptığı, ama sonrasında yapılan müzakerelerde netice alamadığı İran’ın giderek bölgedeki Avrasyacı güçlerin merkezi haline dönüştüğünü de belirtmek gerekir. Çin ve Rusya’nın bölgedeki pivotu İran olarak öne çıkarken, ABD’nin bölgesel pivotu ise kuşkusuz İsrail olarak gözüküyor. Nitekim İsrail’de Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, Başbakan Yair Lapid, eski Başbakan ve şimdiki ana muhalefet lideri Benyamin Netanyahu ve önceki Başbakan Naftali Bennett gibi tüm önemli isimlerle görüşen Biden, ABD’nin İsrail’in güvenliğine bağlılığını teyit ederken, İsrail Devleti’nin Onur Nişanı’na da layık görüldü.[5]Siyonist olmak için Yahudi olmanıza gerek yok” şeklinde konuşan ABD Başkanı, ülkesinin İsrail’le ilişkilerinin tarihinin en iyi seviyesinde olduğunu da vurguladı.[6] İsrail Başbakanı Yair Lapid ise, Biden’ı “Büyük bir Siyonist” ve “İsrail’in bildiği en iyi dostlarından biri” olarak tanımlarken[7], ABD Başkanı, 1973 yılında ilk kez genç bir Senatör olarak geldiği İsrail’e 10. ziyaretini ABD Başkanı olarak ilk kez yapmış oldu.[8] Biden’ın İsrail-Filistin Sorunu konusunda hiçbir plan sunmamış olması ise -ki Trump bile beğenilmese de bu konuda “Asrın Anlaşması” (Deal of the Century) adıyla bir barış planı sunmuştu-, bu konuda ABD’nin artık tamamen İsrail yanlısı olduğunu gösteriyor. Buna karşın, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Demokrat yönetimin “iki devletli çözüm” çizgisinde olduğunu vurguladı.[9] Biden’ın bu ziyarette İsrail, Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Irak gibi birçok bölge ülkesinin lideriyle yakın temaslarda bulunması ve anlaşmalar imzalaması, ilk hedefin gerçekleşmesi yönünde kayda değer mesafe alındığını gösteriyor.

Joe Biden ve Yair Lapid Kudüs Deklarasyonu’nu imzalıyorlar

İkinci olarak, Biden, bu ziyaretle İran karşıtı cepheyi konsolide etmek, İran’ı geri adım atmaya zorlamak için gerekli koşulları oluşturmak ve İsrail-Arap yakınlaşmasını daha da derinleştirmek istiyordu. Nitekim bu ziyaretin hemen öncesinde, Suudi Arabistan, 1944 Chicago Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu’na uyma ve hava sahasını İsrail’i de kapsayacak şekilde tüm sivil uçuşlara açma kararı aldığını duyurdu[10] ve ABD Başkanı’na Ortadoğu turu öncesinde küçük bir zafer ilan etme şansı tanıdı. Hatta Biden’ın uçağı “Air Force One” da İsrail’den doğrudan Suudi Arabistan’a uçtu ve bu kararı ilk uygulayan ilk uçak oldu. Ancak Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesinin henüz “resmi tanıma” aşamasına gelmesi beklenmiyor. Yine de, Suudi Arabistan’ın hava sahasını açma kararı İsrail’de büyük bir memnuniyet yaratırken, İsrail’in önümüzdeki yıl İsrailli Müslümanların hac ibadetlerini yerine getirmeleri için Arabistan’a doğrudan hac uçuşları bile planladığı ifade ediliyor.[11] Biden’ın ayrıca İran karşıtı bloku güçlendirmek adına -önceden büyük tepki gösterdiği- gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetini görmezden gelmeye başladığı ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman ve ülkesi Suudi Arabistan’la ilişkilerde yeni ve temiz bir sayfa açmayı kabul ettiği de söylenebilir.[12] Zira Biden, Prens Salman’la yaptığı uzun görüşme sonrasında -ki bu görüşme bir anlamda ABD’nin Prens Salman’ın geleceğine yaptığı yatırımı göstermektedir- Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili gelen soruları geçiştirmek istemiş ve bunlara “Ne aptalca bir soru” şeklinde yanıt vererek, Suudi yönetimini gücendirmek istemediğini ispat etmiştir.[13] Oysa Biden, daha birkaç yıl önce Suudi Arabistan için “parya devleti” (pariah state) ifadesini kullanmış[14] ve bu ülkenin insan hakları ve demokrasi sicilini sert şekilde eleştirmişti. Bu şekilde, Washington, “İsrail artı Sünni blok” şeklinde bir formülle İran karşıtı cepheyi güçlendirmeye çalışmaktadır. Bunlara ek olarak, Biden, İran’ın nükleer silahlara erişimini engellemek için en iyi yolun halen bile diplomasi olduğunun altını çizerken[15],  İran’ın nükleer silahlara ulaşma aşamasına gelmesi durumunda ne yapılacağı ise büyük bir muamma. Zira her ne kadar bu ziyarette imzalanan ABD-İsrail ortak deklarasyonuyla (Kudüs Deklarasyonu[16]) “nükleer İran’a izin verilmeyeceği” vurgulansa da[17], İran gibi büyük bir ülkenin hava saldırıları ile nasıl durdurulacağı, dahası İran’ın buna nasıl tepki vereceği gibi sorunlar halen ortada durmaktadır. Nitekim Tahran yönetimi (İran Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi), Biden’ın adımları karşısında sert tepkisini açıklamakta gecikmemiştir.[18] Biden, ayrıca bu ziyarette Donald Trump-Benyamin Netanyahu ikilisi ile özdeşleşen İbrahim Anlaşmaları’nı da sahiplenerek, bu konuda İsrail’e arka çıktığını net olarak göstermiştir. Trump-Biden çizgisinin derinleşmesi durumunda, ABD’nin başını çektiği ve İsrail ile Arap devletlerinin yer aldığı bir Ortadoğu NATO’sunun kurulup kurulmayacağı ise önümüzdeki dönemin en önemli tartışmalarından birisi olacaktır. Bunlara ek olarak, Biden’ın, Amerikan işgali sonrasında Kürdistan Bölgesel Yönetimi dışında büyük ölçüde İran etkisine giren Irak’ın Başbakanı Mustafa el-Kazımi ile yaptığı görüşme sonrasında Beyaz Saray tarafından yayınlanan ortak açıklamada, “Irak’ın egemenliği ve toprak bütünlüğünün önemi”, “terörizmle mücadelede ABD’nin Irak’a verdiği destek”, “Irak’ın demokratik kurumları ve güvenlik güçlerinin güçlendirilmesine ABD’nin verdiği destek” ve “Başbakan Kazımi’nin Suudi Arabistan ile İran’ı Bağdat’ta bir araya getirme girişimine Biden’ın verdiği destek” gibi unsurlar vurgulanmıştır.[19] Bu manada, Biden ve Demokrat yönetim, İran’a bir yandan sopa gösterirken, diğer yandan diplomasi ve uzlaşma yoluyla halen barış için açık kapı olduğunu anlatmak istemiş ve bu yönde Irak’ın çabaları desteklenmiş ve övülmüştür.

Üçüncü olarak, Biden, bu ziyareti süresince, enerji fiyatlarının düşürülmesi konusunda önemli temaslar yapmıştır. Anadolu Ajansı için konuyu değerlendiren Doç. Dr. Veysel Kurt, Biden’ın ziyaretinin en önemli amacının enerji fiyatlarını düşürmek olduğunun altını çizerken, Biden’ın Suudi Arabistan başta olmak üzere petrol üreticisi ülkelerle müzakere ederek ABD lehine çeşitli düzenlemeler yapılmasını temin etmek istediğini, çünkü ortalama bir Amerikan ailesinin giderlerini belirleyen en önemli harcama kalemlerinden birisi yakıt harcamaları olduğunu vurgulamıştır.[20] Dolayısıyla, bu durumun bir sonraki maddede açıklanacak olan Biden’ın ve Demokratların Amerikan iç kamuoyundaki destek oranlarıyla da yakından ilgisi vardır. Bu konuda Suudi Arabistan’la yapılan görüşmeler hakkında fazla bilgi edinilemese de, Biden’ın Ağustos ayı başındaki OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) zirvesinden çıkacak kararlara dair olumlu yaklaşımlarının bulunduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi, yayımladığı güncel bir raporda, Biden’ın Körfez ülkeleriyle bağlantılarını kullanarak ve üretimi arttırmalarını sağlayarak Rus enerji sektörünü vurmayı ve Moskova’yı gelirlerinden mahrum etmeyi amaçladığını vurgulamıştır.[21] Ancak Ukrayna işgali nedeniyle oluşan büyük kriz ortamında, Biden’ın çabalarının kalıcı sonuç vermesi beklenmemektedir.

Dördüncü ve son olarak, Başkan Biden, bu ziyaretle birlikte Amerikan iç kamuoyuna ve uluslararası kamuoyuna halen güçlü bir lider olduğunu göstermek istemiştir. “Amerikan istisnacılığı”na (American exceptionalism) büyük ölçüde inanan bir halka sahip olan ABD’de, Başkanların Ortadoğu’da güçlü gözükmeleri ve Rusya gibi geleneksel rakipler karşısında ileri hamle yapabilmeleri, kuşkusuz iç kamuoyunu pozitif yönde etkileyen bir faktördür. Bu nedenle, yaşlı ve emektar Biden, bu gezisiyle birlikte partisinin ara seçimlerdeki şansını arttırmak istemiş olabilir. Ancak bu çabanın ne ölçüde başarılı olduğu seçimde belli olacaktır. Kralların ve generallerin iktidar için yarıştıkları Ortadoğu’da bağlamında da, Başkan Biden’ın güçlü gözükme çabası anlaşılabilir bir hedef olmakla birlikte, barışçıl ve demokrasi yanlısı Biden ve Demokrat yönetimin ilkelerinden çok uzaklaşmaları bazı çevrelerde tepki de yaratabilir.

ABD-İsrail İlişkilerinin Analizi ve Kısa Tarihçesi

ABD-İsrail ilişkileri, klasik çıkar odaklı Realizm perspektifiyle açıklanamayacak kadar yakın ve gelişmiş bir müttefiklik ilişkisidir. Bu manada, diplomatlar ve Uluslararası İlişkiler uzmanlarının “dış politikada duygusallığa yer olmadığı” şeklindeki yaygın kanaatlerine karşın, ABD’nin İsrail’e olan desteği tam, daimi ve ulusal çıkarların ötesindedir. Ayrıca, Uluslararası İlişkiler modelleri açısından bakıldığında da, ABD-İsrail ilişkileri, klasik bir patron devlet-uydu devlet ya da patron devlet-OBD (orta büyüklükte devlet) ilişkilerine uymamaktadır. Zira Türk-Amerikan ilişkileri gibi daha klasik patron devlet-OBD ilişkilerinde, ilişkiler genelde daha çok büyük devletin istekleri doğrultusunda şekillenirken, ABD-İsrail ilişkilerinde hep bir şekilde İsrail’in istedikleri olmakta ve büyük (patron) devlet ABD olmasına karşın, adeta İsrail’in sözü geçmektedir.

ABD’nin İsrail’e olan yaklaşımı dört temel faktör çerçevesinde değerlendirilebilir. Bunlardan ilki, Holokost ve Yahudilerin tarihte uğradıkları pogrom ve saldırılara dayalı duygusal sebeplerden doğan daha “romantik” yaklaşımdır. Pahalı Hollywood yapımı filmlerince de sıklıkla hatırlatılan[22] Holokost (Yahudi Soykırımı) faciasının yarattığı tepkiler, İsrail’in dünyadaki tek Yahudi devleti olduğu ve Yahudilerin azınlıkta olan bir dini topluluk olarak korunması ihtiyacı gibi duygusal sebepler, kuşkusuz ABD’nin İsrail’le olan ilişkilerine özel bir önem atfetmesi ve bu ülkeyi desteklemesinde önemli bir etkendir. Bu durum, İsrail’in her koşulda savunulması konusunda da en büyük dayanak noktasını oluşturmaktadır.

ABD’nin İsrail’le ilişkilerini belirleyen ikinci önemli faktör, ABD’de nüfusları yalnızca yüzde 1,9 oranında olmasına[23] karşın, Yahudilerin Amerikan siyaseti ve ekonomisinde büyük bir güce sahip olmalarıdır. Hatta bu konuda şehir efsanelerinin ötesine geçilerek bilimsel çalışmalar da yapılmış ve Chicago Üniversitesi’nden John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi’nden Stephen Walt’un birlikte yazdıkları 2007 tarihli The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası) adlı kitapta[24] İsrail’in ABD iç ve dış politikasına nasıl yön verebildiği eleştirel ve bilimsel bir düzlemde analiz edilmiştir. Mearsheimer ve Stephen Walt’un “İsrail Lobisi” adını verdikleri ama daha çok “Yahudi Lobisi” olarak bilinen bu grup, esas olarak iki ana kuruluş ve yörüngesindeki sivil toplum örgütlerinden oluşmaktadır: 1-) ABD Temsilciler Meclisi ve ABD Senatosu nezdinde etkin lobi faaliyetlerinde bulunan Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (American Israel Public Affairs Committee-AIPAC), 2-) ABD'deki Yahudi toplumu ile ABD hükûmeti arasındaki bağlantıyı sağlayan Büyük Amerikan Musevi Örgütleri Başkanları Konferansı (Conference of Presidents of Major American Jewish Organizations). Bu kuruluşlar aracılığıyla, hem Demokrat Parti, hem de Cumhuriyetçi Parti üzerindeki etkili olan Yahudi/İsrail Lobisi, ABD iç siyaseti ve dış politikasına yön verebilmektedir. Bunların yanı sıra, Amerikalı akademisyen Dr. Matthew Cohen’in de vurguladığı üzere, 7 milyon civarındaki Amerikan Yahudisi’ne ek olarak, ABD’de çok etkili olan Evanjelist Hıristiyan gruplar da İsrail’e yoğun destek vermektedirler.[25]

ABD’nin İsrail’e olan yaklaşımını şekillendiren üçüncü önemli unsur daha Realizm temelli ve ABD’nin bölgesel güvenlik politikalarıyla alakalıdır. Dinsel motiflere dayalı radikalizm hareketlerini (özellikle Müslüman coğrafyasında) ve terörizmi ABD karşıtlarına yönelmediği sürece pek de tolere etmeyen ABD için, İsrail, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde her şartta ve kesin olarak güvenebileceği belki de yegâne ülke durumundadır. Bunun sebebi, iki ülke arasındaki yakın siyasi, askeri, ekonomik işbirliği kadar, İsrail’in Müslüman nüfusu yoğun olmayan bir Yahudi devleti olması sebebiyle ABD’nin bölgesel politikalarına halk tepkisi olmadan daha kolay eklemlenebilir olmasıdır. ABD’nin Irak işgali gibi politikalarının Türkiye gibi rejimi laik olan Müslüman nüfuslu bir ülkede bile tepki çekebildiği düşünüldüğünde, ABD-İsrail işbirliğinin özellikle savunma sanayi ve bölgesel güvenlik politikaları gibi başlıklarda daha kolay uyumlu hale getirilebildiği yadsınamaz bir gerçektir. Nitekim diğer bölge ülkelerinde ya demokrasi dışı rejimleri ayakta tutmak ya da halkın beklentileri ve tercihlerine uygun politikalar geliştirmek zorunda kalan Washington, İsrail’le ilişkilerinde çok daha rahat davranabilmekte ve bu da iki devleti uyumlu partnerler haline getirmektedir.

ABD-İsrail ilişkilerinde etkili olan dördüncü ve son önemli unsur ise ortak siyasal ve kültürel değerlerdir. Demokratik Barış Teorisi’nin de iddia ettiği üzere[26], demokratik rejimlerin birbirleriyle anlaşmaları ve iyi ilişkiler kurmaları çok daha yüksek ihtimallidir. Bu bağlamda, Ortadoğu’daki ender demokrasilerden ve belki de -son dönemdeki- tek demokrasi olan İsrail, ABD ile aynı dili konuşmakta ve ortak değerleri paylaşan iki devletin anlaşmaları ve uzlaşmaları, bölgedeki farklı siyasal kültürden gelen/beslenen rejimler karşısında çok daha kolay olmaktadır.

Tarihsel açıdan bakıldığında da, iki ülkenin ilişkilerinin gayet köklü ve derin olduğu görülebilir. Nitekim iki ülkenin ilişkileri İsrail’in kurulmasıyla birlikte hemen başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük tahribat ve Holokost dehşetinin ortaya çıkmasının ardından Amerikan ve dünya kamuoyunda büyük destek bulan İsrail’in 14 Mayıs 1948 bir devlet olarak ilan edilmesinin birkaç dakika sonrasında (yaklaşık 11 dakika), bu ülkeyi dünyada ilk tanıyan devlet ABD olmuştur.[27] ABD, ayrıca 2017 yılında İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıyan ilk devlet de olmuş[28] ve Büyükelçiliğini bu şehre taşımıştır. Ancak ABD-İsrail ilişkilerinin ilerlemesi zaman almış ve bir anda son on yıllardaki “vazgeçilmez müttefik” konumuna gelinmemiştir. Nitekim 1956-1957 dönemindeki Süveyş Krizi’nde, Washington, Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa ve İsrail üçlüsü karşısında kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmiş ve SSCB (Sovyetler Birliği) ile birlikte Mısır’ın işgaline karşı çıkmıştır. Mehmet Şahin’a göre, ABD’nin 1948-1967 yılları arasında Ortadoğu’daki asıl çıkarı Sovyetler Birliği’ni bu bölgeden uzak tutmak olmuş, bunun için de Arapların küstürülmemesi adına İsrail’le ilişkiler dengeli götürülmüştür.[29] Ancak 1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in kazandığı zafer ve Tel Aviv’in (Kudüs) Sovyetler Birliği karşısında ABD’ye müttefik olması neticesinde, ABD-İsrail işbirliği ilerleyen yıllarda hızla derinleşmiş ve İsrail adeta “ABD’nin bölgedeki ileri karakolu” haline gelmiştir. ABD’nin 1967’den itibaren giderek artan İsrail yanlısı tavrı Arap devletlerini ise Moskova’ya yönlendirmiş ve bu tarihten itibaren Mısır ve Suriye gibi ülkelerin SSCB (Rusya) ile ilişkileri derinleşmeye başlamıştır. ABD-İsrail ilişkilerinin “stratejik” bir nitelik alması ise Richard Nixon’ın Başkanlığı döneminde 1970 yılında Kara Eylül olayları ile başlamıştır.[30] Nixon döneminde ABD-İsrail ilişkilerinde etkili olan bir isim de bu dönemde Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan Amerikan Yahudisi Henry Kissinger'dır. Bu yıllardan itibaren İsrail’le ilişkileri giderek derinleştiren ABD’de, Başkan Jimmy Carter döneminde Camp David Zirvesi’nde büyük bir diplomatik başarı kazanılmış ve Enver Sedat’ın lideri olduğu Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap devleti (İsrail’i tanıyan ilk Müslüman nüfuslu ülke ise Türkiye’dir) olmuştur.

Camp David Sözleşmesi imzalanıyor (1978)

Soldan sağa: Enver Sedat-Jimmy Carter-Menahem Begin

ABD-İsrail ilişkilerinin stratejik önemini daha da arttıran yıl ise 1979 olmuştur. Bu yıl içerisinde hem SSCB’nin Afganistan’ı işgali, hem de İran İslam Devrimi ile Amerikan müttefiki Şahlık rejiminin devrilmesiyle karşı karşıya kalan Washington yönetimi, giderek artan “kızıl” ve “yeşil” tehdit ve tehlikeler karşısında İsrail’i en güvenilir müttefiki olarak değerlendirmiş; benzer şekilde kabul gören Türkiye’de de istikrar ve güvenlik adına 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime kapsamlı bir askeri darbeyle el koymasına karşı sesini yükseltmemiştir. Bu şekilde, 1979’dan itibaren ABD-İsrail ilişkileri “stratejik müttefiklik” seviyesine yükselirken, Cumhuriyetçi Ronald Reagan’ın ikinci Başkanlık döneminde (1985-89) ABD tarafından İsrail’e NATO ülkeleri dışındaki en önemli müttefik statüsü de verilmiştir.[31] Yine bu dönemde, ABD, İsrail’e yaptığı yardımı 3 milyar dolara çıkarmış ve 1985 yılında bu ülkeyle bir de serbest ticaret anlaşması imzalamıştır. Bu dönemden itibaren, ABD-İsrail ilişkileri daha çok güvenlik temelli ve savunma sanayisini de kapsar bir sürece evrilmiştir. Ancak ABD-İsrail ilişkilerinin derinleşmesinin ve ABD’nin Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’i desteklemesinin -1973 OPEC Petrol Krizi örneğinde olduğu gibi- Washington’ın Arap müttefiklerini kızdırdığı ve bu ülkeyi zor duruma düşürdüğü zamanlar da olmuştur. Buna karşın, ABD, Birleşmiş Milletler (BM) oturumlarında İsrail söz konusu olduğunda uluslararası hukuku görmezden gelebilmiş ve hiçbir şekilde bu ülkenin aleyhine oy vermeyerek, BM Güvenlik Konseyi’nden İsrail aleyhine kararlar geçmesini çoğu zaman engellemiştir. Buna rağmen, 1975 yılında BM Genel Kurulu’ndan “Siyonizm ırkçılıktır” kararının[32] büyük oy farkıyla geçtiğini de hatırlatmak gerekir. Ayrıca Reagan döneminde 1982 Lübnan İç Savaşı’nda derinleşen Washington-Tel Aviv (Kudüs) hattı, 1987’de Birinci İntifada’nın başlamasıyla sarsılmış ve Amerikan kamuoyundaki İsrail sempatisi sekteye uğramıştır.[33] Nitekim bu süreçten itibaren, İsrail Ordusu’nun acımasızlıkları Amerikan basınında daha sık yer almaya başlamıştır.

Başkan George Bush döneminde ABD-İsrail ilişkileri güvenlik temelli gelişmeye devam ederken, Demokrat Bill Clinton yönetimi döneminde, Washington, 1993 Oslo I ve 1995 Oslo II Anlaşmaları ve 1994 yılındaki İsrail-Ürdün Barış Antlaşması ile önemli diplomatik başarılar kazanarak, bu konuda daha dengeli bir pozisyon benimsemiştir. ABD’nin çabaları sonucunda, Ürdün, İsrail’i tanıyan -Mısır’dan sonra- ikinci Arap devleti olmuştur. Bu şekilde, ABD, Filistin Sorunu’nun diplomatik yöntemlerle çözülmesi bağlamında da daha inandırıcı ve güvenilir bir aktör haline gelmiştir.

İsrail-Ürdün barış görüşmelerinde Bill Clinton eşliğinde Ürdün Kralı Hüseyin ile İsrail Başbakanı İzak Rabin’in el sıkışmaları (25 Temmuz 1994)

ABD-İsrail ilişkilerinin yeniden nitelik değiştirmeye başlaması ise, İsrail’de aşırı sağa yatkın bir merkez sağ politikacı olan Benyamin Netanyahu’nun Likud partisi içerisinde güçlenerek İsrail siyasetini domine etmeye başlamasıyla gerçekleşmiştir. Netanyahu’nun giderek daha sağa çektiği İsrail siyasetinin ve ABD-İsrail ilişkilerinin vazgeçilemezliğinin etkisiyle, Washington, bu yıllardan itibaren giderek iki devletli çözüm yaklaşımından uzaklaşmaya, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı eylemlerine göz yummaya ve bu konudaki inandırıcılığını kaybetmeye başlamıştır. Güvenlik ilişkilerinin hâkimiyetinde geçen George W. Bush dönemi ardından, Barack Obama döneminde bu konuda bir hareketlenme yaşansa da, ABD’nin “mutlak İsrail desteği” tavrı Pentagon koridorlarında devam etmiş ve bu da Amerikan liderliğinin elini kolunu bağlamıştır. Nitekim Donald Trump döneminde bu durum kristalize olmuş ve Washington, İbrahim Anlaşmaları neticesinde İsrail’in BAE (İsrail’i tanıyan üçüncü Arap devleti), Bahreyn, Sudan ve Fas’la diplomatik ilişkilerini başlatmasına yardımcı olmuştur. Bu da, Netanyahu-Trump ikilisinin hanesine bir diplomatik başarı olarak yazılmıştır.

İbrahim Anlaşmaları (2020)

ABD-İsrail ilişkileri, daha önce de belirtildiği gibi temelde bir güvenlik ittifakıdır. Öyle ki, eski ünlü Amerikalı Senatör Jesse Helms, İsrail için “ABD’nin Ortadoğu’daki uçak gemisi” ifadesini kullanmıştır.[34] Ancak elbette iki devlet arasındaki ilişkiler güvenlik sektörüyle sınırlı değildir; nitekim ABD, İsrail’in aynı zamanda en büyük ticaret ortağıdır.[35] İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2019 yılı itibariyle 47 milyar dolar düzeyindedir.[36] Ayrıca iki ülkenin kültürel ve toplumlararası ilişkileri de son derece gelişmiş düzeydedir. İsrail, dünyada Amerikan yardımlarından en fazla yararlanan ülkelerdendir. Bu anlamda, iki ülke ilişkilerinin kopmaz ve çok sağlam olduğu vurgulanabilir.

Sonuç

Sonuç olarak, Başkan Joe Biden’ın 2022 Temmuz tarihli ilk Ortadoğu turu oldukça medyatik ve önemli bir diplomatik aktivite olmuş, ancak bu ziyaretin sonuçları henüz netleşmemiştir. Biden’ın, Rusya ve Çin karşısında ABD’nin gücünü hatırlatmak, İran karşıtı cepheyi güçlendirerek Tahran’ı sıkıştırmak ve Tel Aviv’i (Kudüs) rahatlatmak, dünya enerji piyasalarında çok yükselen fiyatları kontrol altına almak ve Amerikan iç kamuoyu ve uluslararası kamuoyuna rüştünü ispat etmek gibi amaçlarla gerçekleştirdiği bu gezinin somut sonuçları ancak ilerleyen aylarda anlaşılabilecektir. Veysel Kurt, bu geziyle birlikte ortaya çıkan Amerikan yaklaşımını “otoriter eski düzene dönüş” olarak yorumlarken[37], Dr. Gökhan Çınkara ise ABD’nin “geri çekilme ile koalisyon oluşturma arasında” olduğunu[38] vurgulamaktadır. Global Times’dan Zhao Yusha ise, Ortadoğu’nun giderek çok taraflılığa kaydığı bir dönemde ABD’nin müttefikleri kazanmasının zor olduğunu iddia etmektedir.[39] Bir şey kesindir ki, dünya düzeni giderek çok kutupluluğa doğru evrimleşmektedir ve ABD’nin bu süreci ve küreselleşmeyi durdurmaya çalışmak yerine bu süreci doğru yöneterek küresel liderliğini pekiştirmeye çalışması daha doğru bir strateji olacaktır. Ancak Soğuk Savaş’ta kazanılan zaferi hatırlayan Amerikalı karar alıcılar, güvenlik sektörü ve savunma sanayisinin yerleşik gücünün de etkisiyle, şimdilik kutuplaşma, bloklaşma ve cepheleşme politikalarını tercih etmektedirler. Bu da, Amerikan demokrasi söylemine tezat ve paradoksal bir şekilde, dünyada demokrasinin ve insan haklarının arka planda kalmasına neden olmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA

 

[1] Joe Biden (2022), “Opinion  Joe Biden: Why I’m going to Saudi Arabia”, The Washington Post, 09.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.washingtonpost.com/opinions/2022/07/09/joe-biden-saudi-arabia-israel-visit/.

[2] Biden’ın onaylanma oranı şimdilerde yüzde 38,5 seviyesindedir. Bakınız; FiveThirtyEight, “How popular/unpopular is Joe Biden?”, 17.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://projects.fivethirtyeight.com/biden-approval-rating/.

[3] Euronews (2022), “US President Biden meets with heads of Gulf states growing cautious about Iran”, 16.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.euronews.com/2022/07/16/us-president-biden-meets-with-heads-of-gulf-states-growing-cautious-about-iran.

[4] VOA (2022), “Biden Ends Tour to Reassert US Influence in Middle East”, 16.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.voanews.com/a/biden-ends-tour-to-reassert-us-influence-in-middle-east/6661635.html.

[5] Sözcü (2022), “İsrail’den ABD Başkanı Biden’a ‘Onur Nişanı’ verildi”, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2022/dunya/israilden-abd-baskani-bidena-onur-nisani-verildi-7249543/.

[6] AlJazeera (2022), “Joe Biden arrives in Middle East on first trip as US President”, 13.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2022/7/13/joe-biden-on-way-to-middle-east-in-first-trip-as-us-president.

[7] Vox (2022), “What Joe Biden and Israel’s prime minister have in common”, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 19.07.2022, Erişim Adresi: https://www.vox.com/policy-and-politics/2022/7/14/23206625/biden-lapid-israel-anti-democratic.

[8] AlJazeera (2022), “Joe Biden arrives in Middle East on first trip as US President”, 13.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2022/7/13/joe-biden-on-way-to-middle-east-in-first-trip-as-us-president.

[9] Olivier Knox (2022), “Inside Biden’s Middle East visit, from someone on the trip”, The Washington Post, 15.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.washingtonpost.com/politics/2022/07/15/inside-bidens-middle-east-visit-someone-trip/.

[10] Anadolu Ajansı (2022), “Suudi Arabistan'dan hava sahasını İsrail'i de kapsayacak şekilde tüm sivil uçuşlara açma kararı”, 15.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/suudi-arabistandan-hava-sahasini-israili-de-kapsayacak-sekilde-tum-sivil-ucuslara-acma-karari/2637266.

[11] CNN Türk (2022), “İsrail, gelecek yıl Suudi Arabistan'a doğrudan hac uçuşları planlıyor”, 18.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.cnnturk.com/dunya/israil-gelecek-yil-suudi-arabistana-dogrudan-hac-ucuslari-planliyor.

[12] CNN (2022), “5 takeaways from Biden's first presidential trip to the Middle East”, 17.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://edition.cnn.com/2022/07/16/politics/biden-middle-east-trip-takeaways/index.html.

[13] Gazete Duvar (2022), “Biden'dan 'Cemal Kaşıkçı cinayeti' sorusuna yanıt: Ne aptalca bir soru”, 16.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.gazeteduvar.com.tr/bidendan-cemal-kasikci-cinayeti-sorusuna-yanit-ne-aptalca-bir-soru-haber-1573508.

[14] NBC News (2022), “Biden Fist Bumps MBS After Once Vowing To Make Saudi Arabia A 'Pariah' State”, 16.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Tarihi: https://www.youtube.com/watch?v=tKd2pFA_SKY.

[15] CNN (2022), “Biden says diplomacy is still the best way to keep Iran from getting a nuclear weapon, despite Israeli skepticism”, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://edition.cnn.com/2022/07/14/politics/biden-israel-trip-day-2/index.html.

[16] The White House (2022), “The Jerusalem U.S.-Israel Strategic Partnership Joint Declaration”, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2022/07/14/the-jerusalem-u-s-israel-strategic-partnership-joint-declaration/.

[17] BBC Türkçe (2022), “ABD ve İsrail, İran’ın nükleer silah sahibi olmasına karşı deklarasyon imzaladı”, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/articles/c725p72kqg3o.

[18] TGRT Haber (2022), “Biden'ın Tehdidine İran'dan Jet Hızıyla Yanıt! - TGRT Haber”, 16.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=IM7U7uhESIs.

[19] The White House (2022), “Joint Statement Following Meeting Between President Biden and Iraqi Prime Minister Kadhimi in Jeddah”, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2022/07/16/joint-statement-following-meeting-between-president-biden-and-iraqi-prime-minister-kadhimi-in-jeddah/.

[20] Veysel Kurt (2022, “ABD'nin Orta Doğu çıkmazı ve Biden'ın diplomasi turu”, Anadolu Ajansı, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abdnin-orta-dogu-cikmazi-ve-bidenin-diplomasi-turu/2636781.

[21] Evrensel (2022), “Biden’ın Ortadoğu turu… Sebepleri ve stratejik hesapları”, 11.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.evrensel.net/haber/465612/bidenin-ortadogu-turu-sebepleri-ve-stratejik-hesaplari.

[22] Hollywood’da son yıllarda çekilen önemli Holokost filmlerini sıralamak gerekirse; Schindler’s List (1993), The Pianist (2002), The Reader (2008), Inglorious Basterds (2009) ve The Zookeeper’s Wife (2017) filmleri ilk akla gelenlerdir.

[23] The World Factbook, “United States”, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/united-states/#people-and-society.

[24] Bakınız; https://www.amazon.com/Israel-Lobby-U-S-Foreign-Policy/dp/0374531501.

[25] Uluslararası Politika Akademisi (2020), “Amerikalı Siyaset Bilimci Dr. Matthew S. Cohen’le Mülakat”, 28.05.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2020/05/28/amerikali-siyaset-bilimci-dr-matthew-s-cohenle-mulakat/.

[26] Ozan Örmeci (2016), “Demokratik Barış Teorisi”, Uluslararası Politika Akademisi, 14.10.2016, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2016/10/14/demokratik-baris-teorisi/.

[27] British Pathé, “America Recognizes Israel AKA U.S Recognizes Israel (1948)”, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=Fnf_Z8ZliQA.

[28] U.S. Department of State (2021), “U.S. Relations With Israel”, 20.01.2021, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.state.gov/u-s-relations-with-israel/.

[29] Mehmet Şahin (2010), “ABD-İsrail İlişkileri: Böyle Dost Düşman Başına”, Ortadoğu Analiz, Cilt 2, Sayı: 21, s. 40.

[30] Samuel W. Lewis (1999), “The United States and Israel: Evolution of an Unwritten Alliance”, Middle East Journal, Cilt 53, No: 3, İsrail Özel Sayısı (Yaz 1999), s. 365.

[31] Mehmet Şahin (2010), “ABD-İsrail İlişkileri: Böyle Dost Düşman Başına”, Ortadoğu Analiz, Cilt 2, Sayı: 21, s. 41.

[32] Bakınız; https://web.archive.org/web/20121206052903/http://unispal.un.org/UNISPAL.NSF/0/761C1063530766A7052566A2005B74D1.

[33] Samuel W. Lewis (1999), “The United States and Israel: Evolution of an Unwritten Alliance”, Middle East Journal, Cilt 53, No: 3, İsrail Özel Sayısı (Yaz 1999), s. 369.

[34] Middle East Quarterly (1995), “Jesse Helms: Setting the Record Straight”, March 1975, pp. 71-73.

[35] Congressional Research Service (2022), “Israel: Background and U.S. Relations”, 01.07.2022, Erişim Tarihi: 19.07.2022, Erişim Adresi: https://sgp.fas.org/crs/mideast/RL33476.pdf.

[36] Office of the United States Trade Representative, “Israel”, Erişim Tarihi: 19.07.2022, Erişim Adresi: https://ustr.gov/countries-regions/europe-middle-east/middle-eastnorth-africa/israel#:~:text=U.S.%2DIsrael%20Trade%20Facts&text=U.S.%20goods%20and%20services%20trade,was%20%246.7%20billion%20in%202019..

[37] Veysel Kurt (2022, “ABD'nin Orta Doğu çıkmazı ve Biden'ın diplomasi turu”, Anadolu Ajansı, 14.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abdnin-orta-dogu-cikmazi-ve-bidenin-diplomasi-turu/2636781.

[38] Gökhan Çınkara (2022), “ABD Başkanı Joe Biden'ın Ortadoğu turu: Geri çekilme ve koalisyon oluşturma arasında”, Independent Türkçe, 17.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/532441/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/abd-ba%C5%9Fkan%C4%B1-joe-biden%C4%B1n-ortado%C4%9Fu-turu-geri-%C3%A7ekilme-ve-koalisyon.

[39] Zhao Yusha (2022), “Biden’s Middle East visit ‘empty- handed’ despite U-turn in stance”, Global Times, 17.07.2022, Erişim Tarihi: 18.07.2022, Erişim Adresi: https://www.globaltimes.cn/page/202207/1270737.shtml.

12 Temmuz 2022 Salı

Birleşik Krallık'ta Boris Johnson Dönemi Sona Eriyor


Bu yazının orijinal kısa versiyonu "Boris Johnson'ın siyasi mirası" başlığıyla Anadolu Ajansı'nda yayınlanmıştır. Bu yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Giriş

Birleşik Krallık’ta, son dönemde yaşanan beklenmedik siyasi gelişmeler neticesinde, 2019 yılı Aralık ayında Muhafazakâr Parti’ye son dönemdeki en büyük seçim zaferlerinden birini (1987’den beri) yaşatan Başbakan Boris Johnson (tam ismiyle Alexander Boris de Pfeffel Johnson) istifa etmek zorunda kaldı. 7 Temmuz 2022 tarihinde istifasını açıklayan ve böylelikle 24 Temmuz 2019’da girdiği Downing Sokağı 10 numaradaki Başbakanlık konutunda yaklaşık 3 yıl kadar kalabilen Johnson, partisinin yeni lideri ve yeni Başbakan seçilene kadar görevde kalmaya devam edecek. Bu yazıda, aile kökleri Türkiye’ye uzandığı için ülkemizde de dikkatle takip edilen popüler bir siyasetçi olan “BoJo” lakaplı Boris Johnson’ı istifaya götüren süreci analiz edeceğim.

Boris Johnson’ın Yaşamı ve Siyasi Kariyeri

1964 doğumlu olan Boris Johnson, aile kökleri büyük dedesi Osmanlı dönemi Türk gazetecisi ve siyasetçisi Ali Kemal nedeniyle Çankırı’nın Kalfat ilçesine dayanan ilginç bir siyasetçidir. Varlıklı bir aileden gelen Johnson, şimdiye kadar 20 Başbakan çıkarmış Eton Koleji’nde ve Oxford Üniversitesi’ne bağlı Balliol Koleji’nde Klasikler eğitimi almış -ki Oxford yıllarında ünlü münazara topluluğu Oxford Union’ın Başkanlığını yaparak parlak siyasi geleceğinin sinyallerini vermiştir- ve daha sonra gazetecilik yaparak profesyonel yaşamına başlamıştır.[1] 1987 yılında ilk olarak The Daily Telegraph gazetesinde çalışmaya başlayan Johnson, 1989 yılında gazetenin Brüksel muhabirliğine atanmış ve Avrupa bütünleşmesine kuşkuyla yaklaşan “Eurosceptic” çizgideki haber ve yazılarıyla dikkat çekmiştir. Öyle ki, bu yıllara kadar Avrupa şüpheciliği daha çok İşçi Partisi ve “sol” siyasetle özdeşleşmişken, Johnson’ın da etkisiyle, Margaret Thatcher döneminden itibaren Muhafazakâr Parti içerisinde de Avrupa Birliği’ne eleştirel yaklaşan bir grup oluşmuştur. 1994-1999 döneminde The Spectator başta olmak üzere çeşitli yayın organlarında siyasi köşe yazıları kaleme alan Johnson, ayrıca ilk siyasete giriş denemesini de bu dönemde yapmış; ancak 1997 yılında İşçi Partisi’nin güçlü olduğu Clwyd South’da milletvekili seçilmeyi başaramamıştır. 1999-2005 döneminde The Spectator’ın editörü olarak çalışan Johnson, tiraj artışı sağlamasına karşın, daha o dönemden popülist siyasi çizgisi nedeniyle çeşitli eleştiriler almıştır.

2001 yılında Henley’den Muhafazakâr Parti milletvekili seçilen Johnson, iki dönem milletvekilliği yaptıktan sonra, 2008 yılında Londra Belediye Başkanı seçilerek ismini dünya çapında duyurmayı başarmıştır. 2008-2015 yılları arasında iki dönem Londra Belediye Başkanı olarak görev yapan Boris Johnson, bu yıllarda, -bazı konulardaki sert ve köşeli fikirlerine rağmen- medya ve siyaset dünyasından etkili kişilerle yakın ilişkileri ve espritüel ve çılgın hareket ve tavırlarıyla sempati toplamayı başarmıştır. Bu yıllarda televizyon programlarında ve hatta televizyon dizilerinde bile boy gösteren BoJo, ülke çapında şöhrete kavuşmayı başarmıştır. 2015 yılında yeniden milletvekili olarak Avam Kamarası’na dönen Johnson için, daha o dönemden Başbakan David Cameron’ın koltuğunda gözü olduğu ifade edilmiştir. 2016 yılında, Brexit sürecinde David Cameron yerine Başbakan olan Theresa May tarafından Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilen Johnson, bu dönemden itibaren Brexit konusundaki ilkeli ve sert duruşuyla dikkat çekmiş ve Britanya’daki en üst siyasi makam olan Başbakanlığa kadar uzanan siyasi kariyerindeki merdivenleri hızla tırmanmaya başlamıştır. Theresa May’in Başbakanlığı öncesinde kendi ismi de Başbakanlık için geçen Johnson, buna karşın 2016’da Dışişleri Bakanlığı ile yetinmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde, Johnson, efsanevi İngiliz Başbakan Winston Churchill’i konu alan The Churchill Factor adlı kitabıyla da adından söz ettirmiş ve Muhafazakâr Parti’nin elit isimleri arasında yer almayı başarmıştır. 2018 yılına kadar Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Johnson, bu süreçte gezileriyle (bilhassa Türkiye gezisi) adından söz ettirmiş, ancak kendisi hakkındaki eleştiriler de artarak devam etmiştir.

Johnson’ın Başbakanlığa Yükselişi, 2019 Genel Seçimleri ve Başbakanlık Dönemi

2016-2019 döneminde Başbakan Theresa May’in Brexit sürecini nihayetlendirememesi nedeniyle belirsiz günler geçiren Birleşik Krallık’ta, bu konudaki sert ve kararlı duruşuyla dikkat çeken Boris Johnson, 2019 yılı Temmuz ayında -Jeremy Hunt karşısında- açık farkla partisinin yeni Genel Başkanı ve yeni Başbakan seçilmiştir. ABD’de esen Donald Trump rüzgarından beslenen ve dünya genelinde yükselişe geçen popülist sağ akımların Britanya temsilcisi olarak bakılan Johnson, buna karşın kendisini Muhafazakâr Parti geleneğiyle özdeşleştirmeye gayret etmiştir. Johnson’ı Başbakanlığa taşıyan süreç, hiç şüphesiz, Brexit konusundaki kararlı duruşu ve renkli/eğlenceli kişiliği nedeniyle sert sayılabilecek fikirlerinin daha mutedil algılanması olmuştur. Başbakan olarak ilk döneminde 2019 Aralık’a kadar görev yapan Johnson, gerekirse “anlaşmasız Brexit” yapabilecekleri önerisiyle dikkat çekmiş, parti içerisindeki kendisine muhalif isimleri tasfiye etmiş ve bu konudaki kararlı duruşuyla sonraki seçimde Avam Kamarası’nda çoğunluğu sağlamayı amaçlamıştır. Nitekim Johnson’ın “Get Brexit Done” (Brexit’i Hallet) stratejisi başarılı olmuş ve belirsizlikten rahatsız olan Britanya halkı, 2019 Aralık ayındaki genel seçimlerde Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti’ye büyük bir çoğunluk sağlayarak Brexit sürecinin sonlandırılmasını talep etmiştir. Yüzde 43,6 oy oranıyla 368 milletvekili kazanan Johnson, böylece sandık başarısıyla tartışmalı liderliği hakkındaki eleştirileri noktalamış ve Jeremy Corbyn karşısındaki İşçi Partisi’ne açık fark atarak, tek parti iktidarını kurmuş ve 2020 yılı başlarında Brexit sürecini nihayetlendirmeyi başarmıştır.

Başbakanlığı döneminde özel hayatıyla da dikkat çeken Johnson, bu süreçte Carrie Symonds ile üçüncü evliliğini yapmıştır. Brexit sonrasında Birleşik Krallık dış ve iç politikasında değişim/dönüşümlere odaklanmayı düşünen Johnson hükümeti, buna karşın, 2020 yılı Mart ayından itibaren COVID-19 (koronavirüs) gündemiyle karşılaşmak zorunda kalmıştır. Pandemi nedeniyle tüm dünya ülkeleri gibi zor günlerden geçen Britanya’da, Başbakan Johnson, başlarda hafife aldığı bu hastalığa yakalanarak adeta ölümden dönmüş ve bu süreçte sokağa çıkma yasakları ve hızlı aşılama politikasıyla ülkesini krizden çıkarmaya çalışmıştır. Özellikle aşılama konusundaki başarısına karşın, Johnson hükümeti, yüksek ölüm oranları ve halka uygulanan yasakları çiğneyen Başbakanlık Ofisi partileri nedeniyle zaman içerisinde eleştiriler almaya başlamış ve Johnson’ın halkın gözünden düşmesine neden olan ilk ciddi kriz de işte bu partiler olmuştur. “Partygate” adı verilen bu skandal, Johnson’ın polis tarafından para cezasına uğramasına ve daha önemlisi halk nezdinde “yalancı” durumuna düşmesine neden olmuştur.[2]

“Partygate” sonrasında Johnson’ın halkın gözünden düşmesine ve dürüst imajının bozulmasına neden olan bir diğer önemli olay, daha önce de hakkında taciz suçlamaları olan Muhafazakâr Parti’nin Parlamento’daki Grup Yönetici yardımcısı Chris Pincher’ın görevine devam etmesine izin veren Johnson’ın, Pincher hakkındaki bu suçlamayı önce bilmediğini iddia etmesi, daha sonra ise bu kararını yanlış bulduğunu ifade ederek halktan özür dilemesi olmuştur. Bu nedenle, halkın güvendiği ve sevdiği bir isim olan Johnson, iki defa halka yalan söylediği açığa çıkınca, bir anda partisi içerisinde sert eleştirilere maruz kalmaya başlamış ve bu eleştiriler kısa sürede istifa sağanağına dönüşmüştür. Öyle ki, görevde kalmak için direnen Johnson, parti içerisinde yapılan güvensizlik oylamasını başarıyla atlatmasına karşın, Muhafazakâr Parti’den birçok Bakan ve Bakan Yardımcısı’nın istifa etmesi ve son olarak partinin ağır toplarından Maliye Bakanı Rishi Sunak ile Sağlık Bakanı Sajid Javid’in de eşzamanlı olarak istifa mektupları ile kabinedeki görevlerinden ayrıldıklarını açıklaması neticesinde, adeta istifa etmek zorunda bırakılmıştır. Boris Johnson, istifa konuşmasında “Westminster’daki sürü içgüdüsü”, “siyasette kimsenin vazgeçilmez olmadığı” ve “Britanya’nın muhteşem ve Darwinist/Darwinci sistemi” gibi ilginç ifadeler kullanmış ve istemeye istemeye görevi bıraktığını ima etmiştir.[3] Şu son birkaç gün içerisinde, Johnson hakkında, istifası sonrasında Birleşik Krallık’ın Kiev Özel Elçisi olacağı da iddia edilmiştir.[4] Johnson’ın tartışmalı mirasına dair bir diğer önemli not ise, onun döneminde pandeminin etkisi ve korumacı eğilimlerin artması neticesinde, Britanya’da enflasyonun son 40 yılın en yüksek düzeyine ulaşmış olmasıdır.[5] Buna karşın, Johnson liderliğinde büyük kayıpların beklendiği Brexit sürecini nispeten iyi atlatan Birleşik Krallık, bu süreçte birçok ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalamış ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve AB ile iyi ilişkilerini geliştirerek sürdürmeyi başarmıştır.

Boris Johnson sonrasında, Muhafazakâr Parti liderliği ve Başbakanlık için iddialı olan isimler ise[6]; Johnson’ı istifaya götüren sürecin mimarlarından olan Maliye Bakanı Rishi Sunak, Sağlık Bakanı Sajid Javid ve Bölgelerarası Kalkınma Bakanı Michael Gove, Başbakan Johnson’a sadık kalan Dışişleri Bakanı Liz Truss, sadık Johnson destekçilerinden olan İngiltere ve Galler Başsavcısı Suella Braverman, Johnson tarafından birkaç gün önce yeni Maliye Bakanı olarak atanan Iraklı Kürt asıllı siyasetçi Nadhim Zahawi, daha önce parti liderliğini Johnson’a kaybeden eski Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, ilk kadın Savunma Bakanı olarak adını duyuran Penny Mordaunt, Brexit’e karşı çıkarak adını duyuran Tom Tugendhat, Savunma Bakanı Ben Wallace ve Brexit sürecinin önemli isimlerinden Steve Baker olarak sayılabilir.

Johnson’ın Siyaset Tarzı

Boris Johnson’ın siyaset yapma tarzına dair en dikkat çekici özellik, onun da diğer popülist sağ liderlerle aynı kefeye konulmasına neden olan çılgın/renkli kişiliğidir. Öyle ki, ana akım fikirleri savunmamasına karşın, Johnson, halkla olan yakın diyaloğu, bir politikacıdan beklenmeyen komik açıklamalar veya hareketler yapması gibi sebeplerle ilgi odağı olmakta ve insanlarda sempati yaratabilmektedir. Bu şekilde, Johnson, savunduğu fikirlerden bağımsız olarak kişiliği ve halkta sempati yaratması sayesinde siyasi davasına destek sağlayabilmektedir. ABD’de de Donald Trump’ın kısmen başarabildiği bu durum, Johnson’ı siyasette sivrilten temel unsur olmuştur. Zira elit bir siyasetçi olmasına karşın, BoJo, gittiği ortamlarda halkla hep iyi diyalog kurmayı başarabilmiştir. Ayrıca, Johnson, tartışmalı ve belirsiz konularda köşeli tavırlar alması sayesinde de geniş bir kitlenin sözcülüğünü üstlenmeyi başarmıştır. Bu noktada Johnson’ı zirveye taşıyan husus ise Brexit konusunda son derece kararlı durması olmuştur. Johnson’ın geleneksel ataerkil değerler ve Britanya geleneklerine yaslanması da Muhafazakâr bir siyasetçi olarak onun yükselmesinde etkili olmuştur.

Johnson Dönemi Dış Politikası

Boris Johnson dönemi, Brexit sonrasında büyük bir belirsizlik ortamının su yüzüne çıktığı ve bu süreçte ABD ile Birleşik Krallık arasındaki “özel ilişkiler”in (special relationship) hatırlandığı bir süreç olmuştur. Nitekim daha birkaç yıl öncesine kadar (David Cameron’ın Başbakanlığı) Çin’le ilişkilerinde “altın çağ” dönemini yaşayan Britanya, Johnson döneminde AUKUS paktına katılarak ABD ve Avustralya ile birlikte Çin karşıtı bir yapılanmaya yönelmiş ve Fransa’ya da bir çalım atarak, Avustralya’nın yeni denizaltılarını ABD ile birlikte üretme hakkı kazanmıştır. Johnson hükümeti, ayrıca birçok ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak ticareti hızlandırmayı amaçlamış; ancak pandemi süreci ve korumacı eğilimlerin artmaya başlaması istenen sonuçları elde etmelerini engellemiştir. Johnson döneminde Birleşik Krallık eski Commonwealth geleneğini canlandırmak yönünde de bazı adımlar atmış; örneğin, eski Fransız sömürgeleri Gabon ve Togo’nun Commonwealth’e katılımları sağlanmıştır.[7]

Sonuç

Birleşik Krallık’ta, 2022 yılı Temmuz ayında, Başbakanlıktaki üçüncü yılını doldurmaya hazırlanan Boris Johnson istifa kararı almıştır. Bu şekilde, ikinci bir Margaret Thatcher olması ve uzun süre görevde kalması beklenen Johnson, Theresa May gibi 3 yıllık bir Başbakanlık süreciyle yetinmek zorunda kalmış ve büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak şurası kesindir ki; BBC’nin de bir haberinde belirttiği gibi, Johnson, çok yoğun belirsizliklerin olduğu bir dönemde (Brexit süreci) “ülkesine yön vermiş bir Başbakan” olarak hatırlanacaktır. Johnson’ın istifası ise, Britanya’da halkın siyaset kurumundan yüksek etik ve profesyonellik beklentisinin olduğunun ve özellikle yalan söylemenin Britanya halklarınca asla kabul edilmediğinin tescil edilmesi anlamında öğretici bir deneyim olmuştur. Daha önce son dönemin en başarılı Başbakanlarından Tony Blair’in de Irak’ın elindeki kitle imha silahları yalanı nedeniyle ülkesinde iç siyasette yaşadığı sorunlar düşünülürse, bu konuda Britlerin oldukça tutarlı ve titiz olduğu söylenebilir. Buna karşın, en yüksek beklentilerin ve umutların olduğu siyasi liderlerin bile Batı demokrasilerinde yalnızca birkaç yıl iktidarda kalabilmeleri (İtalya’da Matteo Renzi 2,5 yıl, Birleşik Krallık’ta Theresa May ve Boris Johnson 3 yıl), demokrasinin çok zor ve zaman zaman istikrarsız bir rejim olabileceğini de gösterir niteliktedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Johnson’ın hayat hikâyesi için bakınız; BBC News Türkçe (2022), “Boris Johnson: Kökeni Çankırı'ya uzanan İngiltere'nin kural tanımaz başbakanı”, 08.07.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=ik2tBszaeTU.

[2] Eren Alper Yılmaz (2022), “İngiltere’de Sular Durulmuyor: Boris Johnson’ın İstifası”, Uluslararası Politika Akademisi, 09.07.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2022/07/09/ingilterede-sular-durulmuyor-boris-johnsonun-istifasi/.

[3] The Telegraph (2022), “Watch Boris Johnson's resignation speech in full”, 07.07.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=SeLlT8Vt7RA

[4] The Sun (2022), “Boris Johnson being lined up as special envoy to Ukraine after he leaves Downing Street”, 09.07.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://www.thesun.co.uk/news/19148348/boris-johnson-special-envoy-ukraine/.

[5] BBC News Türkçe (2022), “İngiltere'de enflasyon 40 yılın zirvesinde”, 22.06.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-61893862#:~:text=%C4%B0ngiltere'de%20y%C4%B1ll%C4%B1k%20enflasyon%20y%C3%BCzde,ve%20et%20fiyatlar%C4%B1n%C4%B1n%20artt%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20a%C3%A7%C4%B1klad%C4%B1.

[6] BBC News Türkçe (2022), “Boris Johnson istifa etti: Muhafazakar Parti'de potansiyel lider adayları kimler?”, 07.07.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-62077994.

[7] The Commonwealth (2022), “Gabon and Togo join the Commonwealth”, 25.06.2022, Erişim Tarihi: 11.07.2022, Erişim Adresi: https://thecommonwealth.org/news/gabon-and-togo-join-commonwealth.