9 Temmuz 2019 Salı

ABD-İran Gerginliği Artıyor


Giriş
ABD Başkanı Donald Trump’ın önceki Başkan Barack Obama döneminde (2015 yılında) yapılan ve P5+1[1] ülkeleri ve Avrupa Birliği’nce desteklenen İran nükleer anlaşması-JCPOA’dan çekilmesinin ardından yeniden başlayan ABD-İran gerginliği, son dönemlerde tehlikeli bir hâl almaya başladı. Öyle ki, birçok uluslararası basın-yayın kuruluşu mensubu ve Uluslararası İlişkiler uzmanlarınca, İran’dan kaynaklandığı konusunda Batı kamuoyu genelinde fikir birliği olan son tanker saldırısı ve drone (iha) düşürme olayının ardından, artık ABD açısından askeri seçeneklerin de masada olduğu ifade ediliyor. Bu yazıda, ABD-İran gerginliği konusunda uluslararası basında yazılanlardan yola çıkarak güncel siyasi durumu özetleyecek ve bundan sonrasına dair ihtimalleri değerlendireceğim.

Başkan Trump anlaşmadan neden çekildi?
ABD Başkanı Donald Trump’ın henüz Başkan seçilmeden önce düzenlendiği miting ve kampanya konuşmalarında da sıklıkla eleştirdiği[2] ve “bugüne kadar gördüğü en kötü anlaşma”[3] olarak nitelendirdiği JCPOA anlaşması, aslında Tahran rejimini İran nükleer programını sınırlandırması karşılığında ekonomik izolasyonlardan kurtaran ve İran halkının refah düzeyini geliştirmeyi amaçlayan olumlu bir girişimdi. Bu anlaşmanın, İran’ın Hizbullah ve diğer Şii vekil (proxy) gruplar aracılığıyla koordine ettiği bölgesel gücünü sınırlayamadığı bir gerçekti; ancak bu şekilde en azından İran nükleer programının nükleer silah yapma aşamasına geçmesinin önüne geçiliyor ve Tahran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) denetimine sokularak, uranyum zenginleştirme girişimlerine kısıtlama getiriliyordu. Washington Post gazetesinden Salvador Rizzo ve Meg Kelly, Başkan Trump’ın anlaşmayı feshetme nedenlerini şu ana fikirler (başlıklar) altında gerekçelendirdiğini belirtiyorlar[4]:
  • Anlaşma, İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını engellemeyecek ve kısa süre içerisinde nükleer silaha ulaşmalarını sağlayacak.
  • Bu anlaşma sayesinde terörizme sponsorluk eden İran, milyarlarca dolar paraya kavuşacak.
  • İran, nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirmek istemiyor ve bu konuda İsrail istihbaratının kanıtları var.
  • JCPOA anlaşması yapıldığı dönemde, İran, -ekonomisi kötü gitmesine rağmen- askeri harcamalarını yüzde 40 oranında arttırmıştır.
  • Anlaşma kapsamında İran’ın hile yapıp yapmadığını denetleyebilecek mekanizmalar yetersizdir.
  • Tahran rejimi, dünyadaki en önemli terör sponsorlarından birisidir.
Trump’ın anlaşmadan çekilmesi doğru bir karar mıydı?
Bu argümanların hepsinde haklılık payı olduğu kadar eleştirilecek noktalar da mevcut. Örneğin, ilk dikkat çeken konulardan birisi, İran’ın nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirmek istemediğine dair İsrail istihbaratının ortaya koyduğu kanıtların büyük bölümünün 2003 öncesine döneme ait olması. Bu durum, elbette radikal Şii İslam esaslarına göre 1979’da kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinde İsrail’e yönelik düşmanca bir tutum sergilendiği gerçeğini değiştirmiyor; ancak nükleer güce ulaşmış bir İran’ın İsrail açısından daha da büyük bir tehlike olabileceğini düşünmemize de engel olmuyor. Ayrıca İran’ın askeri harcamalarını -SIPRI raporlarına göre- 2015-2018 döneminde ortalama yüzde 30 oranında arttırmış olması da sadece İsrail ve ABD düşmanlığıyla açıklanabilecek bir durum değil. Zira aynı dönemde, Tahran, Suriye başta olmak üzere birçok ülkede IŞİD, El Kaide ve diğer Sünni radikal örgütleriyle de mücadele için silahlanmaya bütçesinde daha fazla pay ayırmak zorunda kalmıştı. Anlaşma kapsamında İran’ın hile yapıp yapmadığını denetleyebilecek mekanizmaların yetersiz olduğu görüşü de Salvador Rizzo ve Meg Kelly’e göre tartışmalı bir durum. Zira Nükleer Silahların Arttırılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın (NPT-Nuclear Non-Proliferation Treaty) imzacılarından biri olarak, JCPOA anlaşması uyarınca, Tahran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) soru ve isteklerine cevap vermek durumunda kalıyordu. Dolayısıyla, Trump’ın anlaşmadan çekilmesi ve bu konuda ürettiği argümanların neredeyse tamamı tartışılabilecek ve üzerinde kesin yorum yapması zor olan konular. Nitekim nükleer enerji konusunda ABD ve Türkiye’de önemli çalışmalar yapmış olan Türk akademisyen Doç. Dr. Şebnem Udum da, ABD yönetiminin anlaşmadan tek taraflı olarak anlaşmadan çekilmesinin hatalı bir girişim olduğu kanaatinde.[5]

İki ülke arasında gelişen yeni krizler
ABD’nin JCPOA anlaşmasından çekilmesinin ve Tahran’a yönelik çok kapsamlı ekonomik yaptırımlar uygulamasının ardından ekonomik olarak zor bir döneme giren İran İslam Cumhuriyeti, bu süreçte önce anlaşmayı -ABD’siz- diğer ülkelerle birlikte ayakta tutmak için çaba sergiledi. Nitekim Avrupa Birliği ülkeleri ile ticarete devam etmek için INSTEX (Ticaret Borsalarını Destekleme Aracı) adlı bir mekanizma kurulmasını sağlayan İran[6], buna karşın ekonomik kötü gidişatın halkta yarattığı tepkilerin ardından giderek daha sert pozisyon almaya başladı. Nitekim ABD’nin İran Devrim Muhafızları Ordusu-Pasdaran’ı terör örgütü olarak ilan etmesinin ardından[7] kendisi de ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nı (CENTCOM) terör örgütü listesine dâhil eden[8] Tahran, bu süreçte ABD’nin tavrına göre sertleşen veya yumuşayan şekilde pozisyon alan edilgen bir profil sergilemeye başladı. ABD’nin kendisine yönelik yaptırımlarını daha da genişletmesi ve hatta ülkenin Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’i hedef alması üzerine[9] ise, Mayıs ayında İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 60 gün içerisinde yeni bir anlaşma olmazsa ülkesinin yeniden uranyum zenginleştirme faaliyetlerine başlayacağını açıklarken[10], hakikaten de, sürenin dolduğu Temmuz ayı başlarından itibaren Tahran’dan gelen açıklamalar, uranyum zenginleştirme konusunda JCPOA anlaşmasında belirtilen limitlerin üzerine çıkıldığını ortaya koyuyor.[11] Bu şekilde, ABD’den sonra İran’ın da anlaşmaya uymamaya başladığı görülüyor.

Haziran ayında ABD’nin İran’a yönelik bir siber saldırı gerçekleştirdiği haberiyle[12] başlayan krizler ise, Umman Körfezi’nde petrol taşımacılığı yapan iki büyük tankere yapılan ve İran’ın koordine ettiği düşünülen saldırı[13] ve sonrasında ABD’ye ait olan bir drone’un -Amerikan kaynaklarına göre uluslararası hava sularında[14]- düşürülmesi[15] ile devam etti. ABD ve İran arasındaki gerginlik, zamanla İran-Birleşik Krallık (İngiltere) ilişkilerine de olumsuz şekilde yansıdı. Zira İngiltere’ye bağlı Cebelitarık bölgesi özerk yönetiminin “Suriye’ye petrol taşıdığı” iddiasıyla bir İran tankerine el koymasının ardından, Tahran yönetimi, Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri aracılığıyla Londra’yı uyardı ve bunun “düşmanca bir girişim” olduğunu açıkladı.[16] Hatta İran Uzmanlar Meclisi üyesi Ali Musavi’nin de, bu süreçte, “İngiltere, İran’ın yapacağı misillemelerden korkmalı" dediği yazıldı.[17]

Saldırılar sonrasında gözlerin çevrildiği ABD Başkanı Donald Trump ise, tanker saldırılarının şimdilik önemsiz boyutta olduğunu ifade ederek[18], drone saldırısı sonrasında İran’a yönelik bir operasyona izin verdiğini; ancak operasyona 10 dakika kala 150 insanın öleceğini öğrendiği için son anda bu kararından vazgeçtiğini açıkladı.[19] Her ne kadar Trump’ın bu konudaki tavrı Amerikan medyasınca yatıştırıcı ve beklenenden daha yumuşak bulunsa da[20], Başkan’ın bir Amerikan vatandaşının canına zarar gelmesi durumunda tepkisinin farklı olacağı uyarısı da not edilmeli. Dolayısıyla, ilk kez askeri operasyon seçeneklerinin masada olduğu ve hatta uygulanması emrinin verildiği (ama sonradan vazgeçildiği) belirtilen yeni bir döneme girildiği resmen anlaşılmış oldu.

Diplomasi seçeneği halen masada mı?
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, daha Mayıs ayı sonlarında ABD ile ilişkilerde diplomasi seçeneğinin halen masada olduğunu vurgulamış, ancak mevcut koşullarda ABD’nin tavrı nedeniyle bunun kolay olmadığını ifade etmişti.[21] ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo da, Haziran ayı başlarında İran’ın “normal bir ulus” gibi davranması durumunda, bu ülke ile önkoşulsuz görüşmelere hazır olduklarını belirtmişti.[22] Pompeo, yine Haziran ayı içerisinde Başkan Trump’ın İran’la bir savaş başlatmak istemediğini; ancak İran’ı bölgesel saldırganlıklarından caydırmak için bu ülke üzerindeki baskıyı arttıracaklarını belirtmişti.[23] Bu şekilde, her iki taraf da yeni bir anlaşma için diyalog ve müzakere konusunda aslında açık kapı bırakmış; ancak ilerleyen günlerde bu yönde olumlu bir gelişme yaşanmamıştı. Bir diğer önemli ve ilginç gelişme ise, Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin (Abe Şinzo) Haziran ayı içerisinde İran’da temaslarda bulunmasıydı.[24] ABD’ye yakın bir ülke olan Japonya’nın Başbakanı’nın bu girişimi, olası bir ABD-İran savaşını önlemek için yapılmış bir diplomatik arabuluculuk girişimi olarak algılanmıştı.

Hasan Ruhani ve Donald Trump

Bu girişimler ve gelişmeler gösteriyor ki, taraflar, savaş konusunda o kadar da istekli değil ve diplomaside birbirlerinden gelebilecek olumlu adımları bekliyorlar. Dolayısıyla, diplomasi seçeneği için halen ciddi anlamda şansın olduğunu söylemek mümkün. Ancak şurası da bir gerçek ki, her iki taraf da ilk adımı diğer tarafın atmasını ve bu şekilde dünya kamuoyunda ve daha önemlisi iç kamuoylarında taviz veren tarafın kendisinin olmadığının algılanmasını istiyor. Nitekim Başkan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan ve İran konusundaki sert fikirleriyle tanınan John Bolton’ın, Tahran’ın “ABD’nin dikkatli ve ihtiyatlı tavrını zayıflık olarak algılamaması gerektiği” yönündeki uyarısı, Beyaz Saray’ın ilk tavizi Tahran’dan beklediğini ispatlar nitelikte.[25]

Savaş ihtimali
BBC Savunma ve Diplomasi muhabiri Jonathan Marcus’un bildirdiği kadarıyla; son dönemde ABD’nin bölgeye askeri takviye yapması ve zorunlu olmayan diplomatik personelini İran’da çekmiş olması[26], olası bir çatışma öncesi yapılan hamleleri andırıyor. Marcus, Ortadoğu’da ciddi bir askeri gücü ve siyasi ve ekonomik nüfuzu olan İran karşısında Trump’ın emir vermesiyle başlayabilecek olan olası bir İran-ABD savaşının “yüksek maliyetli ve öngörülemez” olduğunu da belirtiyor.[27] Marcus, ayrıca, Tahran’ın ABD güçleri tarafından vurulması durumunda, Ortadoğu’daki Amerikan unsurları ve İsrail’i hedef alabileceğini ifade ediyor. Bu ortamda, İran’ın yaptırımlar nedeniyle ekonomik açıdan çok zor durumda olması da -ilginç bir şekilde- barış değil, çatışma ihtimalini güçlendiriyor. Zira kötü durumda olan Tahran, giderek daha pervasız ve gözü kara davranabiliyor. Bu nedenle, Afshon Ostovar’a göre, anlaşmasızlık ortamında askeri çatışma riski giderek artıyor.[28] Hürmüz Körfezi’ni ablukaya alması durumunda ise, İran’ın, dünya ham petrolünün üçte biri ve doğalgazının yüzde 30’unun deniz taşımacılığı yoluyla sağlandığı bu bölgedeki karışıklık nedeniyle, Suudi Arabistan ve diğer Körfez Arap ülkelerine ciddi ekonomik zarar verebileceği de bu noktada ifade ediliyor.[29]

Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mustafa Aydın, iki ülke arasında bir savaş ihtimalini dışlamasa da, “brinkmanship” mantığı çerçevesinde, tarafların krizi son aşamasına kadar yükseltip, daha sonrasında detanta yönelebileceklerini ifade ediyor.[30] Fransa Dış İşleri eski Bakanı Hubert Védrine (1997-2002) ise, iki ülke arasında yaşananların bir tiyatrodan ibaret olmadığını; zira Başkan Obama döneminde yapılanları tersyüz etmek isteyen Başkan Trump’ın bu konuda ciddi olduğunu ve “Tahran’a diz çöktürmek istediğini” söylüyor.[31] Bu noktada, Daniel Pipes gibi bazı Amerikalı stratejistler Washington’a Tahran’a yönelik sınırlı askeri operasyonu (stratejik altyapı tesislerine) tavsiye ederken[32], dünya genelinde siyasi uzman ve stratejistlerin çoğunluğu da JCPOA anlaşmasının devamı ya da yeniden müzakere edilmesi gibi öneriler dile getiriyorlar.

Bu noktada, İran’da bir “rejim değişikliği” hedefleyen ama kesinlikle bu ülke ile bir savaş istemeyen Başkan Trump’ın en büyük zorluğu, ekonomik açıdan çökerttiği İran rejiminin giderek daha şahin bir pozisyon almaya başlaması nedeniyle, ilerleyen haftalarda böyle bir şeye -istemeye istemeye- sürüklenebilecek olması. Zira Obama döneminde Suriye’de verilen sözlerin tutulmamasını (rejimin sivil halka yönelik kimyasal silah kullanması durumunda buna askeri güçle karşılık verilmesi) sıklıkla eleştiren ve aynı durum kendi Başkanlığı döneminde yaşanınca Esad rejimine askeri bir karşılık veren Trump, ilerleyen günlerde Tahran’dan kaynaklanması muhtemel agresif girişimlerde tepkisiz kalması durumunda, etkisiz ve sözlerini tutamayan bir Başkan bir konumuna düşebilir. Bu da, çekişmeli geçmesi beklenen 2020 Başkanlık seçimi öncesinde Trump’ı Amerikan halkı nezdinde kötü bir konuma sokabilir. Daha önemlisi, ABD'nin Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden olan İsrail ve Suudi Arabistan'ın İran konusundaki görüşleri son derece sert ve bu iki ülkedeki yönetim de askeri seçeneklerin gündeme getirilmesinden kesinlikle rahatsız değiller. Bu nedenle, savaş ihtimalini ciddiye almak ve bunu önlemek için diplomatik mekanizmaları devreye sokmak gerekiyor.

İran Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ve Japonya Başbakanı Şinzo Abe

Bu konuda arabuluculuk için uygun olabilecek ülkeler ise, her iki tarafın da güvendiği ve sözünü ciddiye aldığı devletler arasında aranmalı. Birkaç sene öncesine kadar Türkiye bu role gayet uygun düşerken, düşen demokrasi kalitesi nedeniyle şimdilerde Ankara’nın prestiji Washington’da o kadar da fazla değil. Yine de Türkiye’nin (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu aracılığıyla) bu konuda arabuluculuğu denenebilir ve sürece katkı da sağlayabilir. Trump’ın anlaşmadan çekilme kararını eleştiren[33] ve bu sayede İran’da kısmi destek sağlayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, daha sonrasında yaptığı bazı açıklamalar nedeniyle son dönemde İranlı yetkililerden çeşitli eleştiriler aldı.[34] Bu nedenle, Macron ve Fransa'nın arabuluculuğu da Türkiye'nin durumu gibi yetersiz bulunabilir. Üçüncü uygun alternatif olan Japonya ise, her iki ülkenin de güvendiği, ancak arabuluculuk anlamında bugüne kadar fazla öne çıkamamış bir ülke. Yine de, Başbakan Şinzo Abe’nin Tahran ziyareti sonrasında bu tarz girişimlerine devam etmesi, uluslararası barışa önemli katkı sağlayabilir.

Sonuç
ABD-İran gerginliği, dünya kamuoyunda başlarda liderler arasında bir polemik/retorik konusu olarak algılanmasına karşın, olumsuz güncel siyasi ve ekonomik koşullar nedeniyle artık ciddi bir güvenlik riski olarak değerlendirilmeli ve bu sorunun daha fazla büyümeden önlenmesi için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Zira son Suriye iç savaşının da ispatladığı üzere, savaşın galibi yoktur ve savaşlar, en çok siviller, kadınlar ve çocuklar gibi masum kesimlere zarar verir.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Rusya Federasyonu ile Almanya’dan oluşan altılı grup.

Hiç yorum yok: