Orta Doğu coğrafyasının kadim medeniyetlerinden ve güçlü devletlerinden
birisi olan İran İslam Cumhuriyeti (kısaca İran), siyasi kültürü açısından da
kendisine özgü ve diğer devletlerden farklı bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G.
Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri:
Siyaset, Coğrafya, Kültür kitabından[1]
özetle, İran siyasi kültürü hakkında bazı gözlem ve bilgiler okurlarımızla
paylaşılacaktır. Roskin’in bilgileri dışında, yazıda güncel gelişmeler
doğrultusunda tarafımdan yapılan çeşitli eklemeler de mevcuttur.
Muhammed Rıza Pehlevi
Roskin’e göre, dünyada birçok millette olduğu gibi, İranlılarda da
yerli/geleneksel kültürlerinin Batılı devletler tarafından yok edilmemesine
yönelik olarak geliştirilmiş savunmacı bir refleks vardır. Bu nedenle,
İranlılar (büyük çoğunluğu), Batı tipi bir modernleşmeden ziyade, kendi
kültürleri ve değerleri doğrultusunda bir modernleşme yaşamak istemektedirler. Bu
doğrultuda, İran devleti, Batı’nın daha ziyade teknolojik unsurlarını almak ve
sosyokültürel ve siyasal alanda kendilerine özgü bir sistem yaratmak
istemektedir. Bu, Japonya örneğinde olduğu gibi geçmişte başarılı sonuçlar
verebilmiş bir modeldir. Ancak Müslüman dünyada Batı tipi olmayan bir
modernleşme örneğinin başarıya ulaştığı henüz görülmemiştir.[2]
Ayrıca Japon kültürünün esnek yapısı ve din olgusunun Japon kültüründe önemli
bir rol oynamaması da Japon modernleşmesini kolaylaştırıcı faktörler olmuştur. Oysa
İran örneğinde, din (Şii İslam anlayışı), toplumsal ve siyasal hayatta
fazlasıyla baskın bir öğedir ve İran kültürünün esnekliği de tartışmaya
açıktır. Nitekim Fars toplumu, işgalciler ve farklı rejimlerin gelip geçtiği
yüzyıllar boyunca kendi öz kültürlerini korumayı başarmışlardır. İranlıların
edebiyata ve dillerine (Farsça) çok düşkün olması da onların kültürlerini
korumalarında olumlu rol oynamıştır. Ayrıca İran modernleştikçe, klasik
modernleşme teorisinden çok farklı olarak[3], İran
toplumu daha yüksek eğitimli, daha şehirli ama aynı zamanda daha yerli ve dindar
olmuştur. Bu süreç, 1979 İran İslam Devrimi sonrasında daha da hızlanmıştır. Modernleşme
sürecinin bir diğer önemli ayağı da demokratikleşmedir. Modernleşme sürecinde
diktatörlükten demokrasiye geçişin bazı başarılı örnekleri mevcuttur. Roskin’in
örnek verdiği Güney Kore ve Tayvan ve yine Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri
sonrasında 1950’lerde demokrasiye geçen Türkiye, başarılı örnekler olarak
sayılabilir. Lakin İran, modernleşme sürecinde diktatörlükten başka tip bir
totaliter yönetime geçişin örneği olarak kabul edilmektedir. Nitekim Şah Muhammed
Rıza Pehlevi’nin laik ve diktatoryal yönetimi 1979 İslam Devrimi ile son bulmuş
ve yerine demokratik bir rejim gelmemiştir. Şah’ın kibirli ve demokratik reformları
yapma konusundaki isteksiz tutumu da İran’ın böyle bir yola girmesinde etkili
olmuştur. Yine akademik dünyada var olan bir başka yaygın görüş, İran’da Şahlık
döneminde devlet güçlerinin (polis, istihbarat teşkilatı SAVAK, ordu) laik
muhalefete izin vermemesi nedeniyle, muhalefetin tek örgütlenebildiği yer olan
camiler aracılığıyla sistemi değiştirebilmiş olmasıdır. İran Şahı olan Rıza
Pehlevi, aydınlanmış despotizme inanan bir kimse olarak İran halkının demokrasiye
hazır olmadığını düşünüyor, ama bir yandan da modernleştirdiği ve
zenginleştirdiği ülkesinde eğitimli orta sınıfın bir tek adam yönetimini asla
desteklemeyeceğini öngöremiyordu. Dolayısıyla, Şah’ın başlattığı modernleşme
hamlesi ve başarıyla gerçekleştirdiği “Beyaz Devrim”, aslında kendi bindiği
dalı kesmek anlamına geliyordu.
İran İslam Devrimi
İran siyasi kültüründe en önemli olgu hiç kuşkusuz İslam’dır. Aslında
tarihsel olarak Şii anlayışında 12. İmam’ın yönetmek için geri dönüşüne kadar
İslam’ın siyasetten uzak tutulması anlayışı hâkimdi. Lakin bu geleneği
değiştiren İmam Humeyni ve taraftarları, Şii din adamlarının siyasette de
egemen olması görüşünü ortaya attılar. Humeyni ve yandaşlarının İslam anlayışı,
bir din ya da ahlak anlayışı olmasının çok ötesinde, toplumsal ve bireysel
yaşamın her alanını kapsayan bir tür totaliter yaklaşımdı. Humeyni, Şah’ın
despotik ve yolsuz rejiminin doğasını İslam’dan uzaklaşmayla izah ederek halk
nezdinde büyük destek bulmayı da başardı. Halkı fakirlik içerisinde bırakıp,
ülkenin zengin petrol kaynaklarını ABD’ye satan Şah, Humeyni’ye göre yalnızca
petrollerini değil, İran halkını da Amerikalılara satmış bir kimseydi.
Mollalar, öncelikle bu düzeni yıkmak ve yerine daha adil bir düzen kurmayı vaat
ederek halktan destek almayı başardılar. Ali Şeriati[4]
gibi düşünürlerin İslam’ı sol kültür ve düşüncelerle (temelde Marksizm)
bağdaştıran anlayışı da bu süreçte çok etkili olmuş ve İranlı aydınları
derinden etkilemiştir. İranlı muhalif ve laik sol aydınlar da (örneğin
komünistlerin partisi Tudeh) bu süreçte Şeriati gibi düşünürlerden etkilenerek mollaların
oyununa gelmiş ve devrim sonrasında başka ülkelere kaçmak ya da asılmak zorunda
kalmışlardır. Ayrıca Şah döneminde Bahailer, Yahudiler ve Hıristiyanlara çok
daha iyi yaklaşılırken, İslami rejimde Müslüman olmayanlara yönelik büyük baskı
politikaları uygulanmaya başlandı. Bugün de özellikle Bahailere yönelik sert
politikalar devam ettirilmektedir. Nitekim Roskin’in “sarıklı Bolşevikler”
olarak adlandırdığı İranlı mollaların İslam dinini siyasallaştırmaları ve
siyasette bir araç olarak kullanmaları çok iyi incelenmesi gereken bir konudur.
Humeyni güçlerinin devrim sürecinde kullandıkları yöntem, Roskin’e göre, “amacına
yönlendir, kullan, at” şeklinde özetlenebilir. Ayrıca ABD’yi “Büyük Şeytan” (Great Satan)[5]
olarak değerlendiren Ayetullah Humeyni, devrim sonrasında ABD Büyükelçiliği’nin
militan öğrenciler tarafından işgal edilmesi gibi olayları teşvik ederek,
uluslararası diplomasi normlarını da gözardı etmiş ve İran’ın çılgın fanatikler
tarafından yönetildiği görüşünü tüm dünyada yaygın hale getirmiştir. İran
devleti, şimdilerde Muhammed Cevad Zarif gibi yetenekli diplomatlarla bu algıyı
kırmak için büyük çaba göstermektedir.
Muhammed Hatemi
İslamcılık veya siyasal İslam, bu dönemde İran halkı için tüm sorunları
çözecek bir sihirli ideoloji haline geldiyse de, Roskin’e göre, İran’da
ilerleyen yıllarda devam edecek olan siyasal ve ekonomik sorunlar, kaçınılmaz
olarak İran halkının İslamcılık’tan cayarak yeniden diğer ideolojilere
meyletmesine yol açacaktır. Nitekim birçok uluslararası gözlemci, İran’daki
molla rejiminin son derece zayıf ve yıkılmaya açık olduğunu düşünmektedir. Bu
gözlemcilere göre, ülkede rejime sadık bağlı olanların oranı küçük bir
azınlıktan ibarettir. Zira İran halkının çok büyük çoğunluğu İslam’a ve Şiilik
inancına gönülden bağlı olsalar da, molla rejimine destek vermek konusunda
çekincelidirler. Bu nedenle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muhammed Hatemi ve
son olarak Hasan Ruhani gibi reform vaadiyle ortaya çıkan adaylara İran halkı
büyük destek vermektedir. Zira İran halkı, mollaların lanse ettiği gibi siyasal
veya ekonomik sorunlarının Şahlık rejiminin laik yapısından kaynaklanmadığını artık
anlamıştır. Bu görüşün tam tersine, İran devleti ve İran halkı, yakın geçmişte
Mahmud Ahmedinejad gibi muhafazakâr ve katı İslamcı liderler nedeniyle daha zorlu
siyasal ve ekonomik izolasyonlara maruz kalmıştır. Oysa Hatemi ve Hasan Ruhani gibi
reformist liderler dönemlerinde İran’ın ekonomik durumu ve uluslararası
siyasetteki konumu hep daha iyi olmuştur. Ancak ülkedeki mollalar da halen
etkilidir ve Hasan Ruhani gibi başı açık kadınlarla fotoğraf çektiren ve bunu
sosyal medya hesabından paylaşan liderlere eleştirel yaklaşmaktadırlar.
Hasan Ruhani
İran siyasi kültürü açısından bir diğer önemli husus da
milliyetçiliktir. Pers milliyetçiliği, tarihsel süreçte Şii inancıyla iç içe
geçmiş güçlü bir milliyetçilik örneğidir. İranlılar, Araplara inen İslam dinini
ancak kendilerine özgü Şiilik anlayışıyla benimseyerek kendi öz kültürlerini
koruyabilmiş ve Arap devletleri karşısında farklılaşabilmişlerdir. Nitekim Şah
rejimi de seküler milliyetçiliği zaman zaman toplumu bir arada tutmak için
kullanmıştır. Bugün de Pers milliyetçiliği halen İran’da etkilidir. Ancak İran’ın
milyonlarca Azeri ve Kürt nüfusa ev sahipliği yapması nedeniyle[6], Pers
milliyetçiliği toplumu bütünleştirmek konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu
nedenle, Şiilik ve Farsça, İran halkını bütünleştiren en önemli iki unsurdur ve
milliyetçilik çoğu zaman daha arka planda kalmaktadır. Yine de, Irak-İran
Savaşı gibi çatışmacı dönemlerde, milliyetçilik olgusu özellikle Pers
kökenlileri mobilize etmekte kullanılmaktadır. İran kültüründeki Pers (Fars) ve
İslam olgusunun ikili yapısı da halen devam etmektedir. Nitekim ülkede Farsi ve
İslami olmak üzere iki tip bayram kutlanmaktadır. Yeni yıl (Nowruz) gibi Farsi bayramları mutluyken,
Hz. Hüseyin’in şehit oluşunun anıldığı Kerbela gibi İslami bayramlar daima
yaslıdır.
İran’da Kerbela anmaları
Fanatik İslami rejimine karşın, şaşılacak şekilde İran’da kadınların
durumu birçok Arap devletinden iyi haldedir. İranlı kadınlar araba
kullanabilmekte, okula gidebilmekte ve siyasete aktif olarak katılmaktadırlar.
Kılık-kıyafet konusundaki kısıtlamalara karşın, İranlı kadınlar ikinci sınıf
cinsiyet olarak görülmeyi asla kabul etmemektedirler. Ahlak polisinin makyaj ve
kısmen örtünme konusundaki uyarılarına toplumda zaman zaman çok büyük tepki
gösterilmektedir. Ancak bu durum daha çok gençler ve reformistler arasında
yaygınken, mollalar arasında kadınlara yönelik bakış halen daha oldukça
katıdır. Ayrıca çok eşlilik ve muta nikâhı gibi olgular da toplumda halen
yaygındır. Nitekim İran’daki yaygın kültürel ve siyasal ayrım, daha önce de belirtildiği
gibi, reformistler (ılımlılar) ile muhafazakârlar (radikaller) arasındadır. İran’daki
en tehlikeli radikal güç ise İslami Devrim Muhafızları’dır (Pasdaran). 150.000 üyesi olan bu grubu
Hitler’in SS güçlerine benzetenler bile mevcuttur. Bu grup, rejimin en sadık
bekçisi ve garantörü durumundadır. En iyi silahlara sahip olan Devrim
Muhafızları, Savunma ve İstihbarat Bakanlıklarına egemendir. Muhafazakârlar,
İran’ın nükleer programı konusunda da ısrarcıdırlar. Oysa Hasan Ruhani ve Cevad
Zarif gibi reformistler, Barack Obama döneminde ABD ile yapılan (kendilerinin
yaptığı) nükleer anlaşmayı desteklemektedirler. Muhafazakârlar, “velayet-i
fakih” inancı doğrultusunda her alanda gerçek bir İslami cumhuriyet isterken, reformistler
İslam’ın bazı alanlarla sınırlı olmasını savunmaktadırlar. Ancak reformistlerle
radikallerin ortak noktaları da vardır. Öncelikle her iki grup da son derece
milliyetçidir ve İran ulusal çıkarları konusunda hassastırlar. Yine bir diğer
önemli benzerlik, her iki grubun da samimiyetle Şii İslam inancına bağlı
olmasıdır. Dolayısıyla, İranlı reformistleri laik bir grup olarak da görmemek gerekir.
Onların çizgisi, daha çok “ılımlı İslam” anlayışına uygun düşebilecek
niteliktedir. İslam Devrimi’nin bugün gelinen nokta itibariyle -Crane Brinton’ın
devrim tipolojisine uygun şekilde- sönmeye başladığı iddia edilebilir. Zira
devrim sonrasında zirve yapan ve istikrarlı şekilde artan İslamcılık, daha
sonra bir tür Thermidor yani
sakinleşme dönemine girmiş, şimdilerde ise etkisini yavaş yavaş kaybetmeye
başlamıştır. Geçmişte siyasal ve ekonomik sorunları nedeniyle Şah’ı suçlayan
İran halkı, artık mollaları ve İslami rejimi suçlamaya başlamışlardır. Molla
rejimi ise, Batı karşıtlığı, milliyetçilik ve İran nükleer programı gibi
meseleler üzerinden kendisini meşrulaştırmakta ve toplumsal tabanını korumaya
çalışmaktadır.
İranlıların en çok tartıştığı ve politik kültüre yön veren en önemli
konulardan birisi ise İran ekonomisidir. Şah döneminde büyük ölçüde devletçi
bir hüviyeti olan İran ekonomisi, molla rejiminde de bu niteliğini korumuştur.
İran ekonomisinin yüzde 60’ını bugün de devlet kontrol etmektedir. Geriye
kalanın yüzde 10 ila 20’sini bonyad
adı verilen devlet destekli dini vakıf ve holdingler kontrol etmektedirler.
Dolayısıyla, ekonominin ancak yüzde 20’si gerçek anlamda özel sektörün
elindedir. Yabancıların İran’da yatırım yapması serbestse de, rejimin baskıcı
yapısı ve aşırı bürokratik prosedürler nedeniyle, yabancı yatırımcılar için
İran henüz çok gözde bir pazar haline gelmemiştir. Dolayısıyla, İran bir
serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendirilemez; bu ülkenin devletçiliğe daha
yakın bir ekonomisi vardır. İlginç bir şekilde İran özelinde muhafazakârlar
devletçi ekonomiyi, reformistler ise serbest pazarı savunmaktadırlar. Bu
noktada İslam’ın nasıl bir ekonomiyi öngördüğü de İranlılar arasında tartışmalı
bir konudur. Reformistler, İslam dininin devletçi bir ekonomiyi öngörmediğine
ve daha çok piyasa ekonomisinin olduğu bir düzen içerisinde toplumsal adaleti
sağlayan sosyal politikaların (sosyal demokrasi) gerektiğine dikkat çekerken,
radikaller devletçi ekonominin gerekliliği konusunda Kuranî temeller bulmaya
çalışmaktadırlar.
İran Devrim Muhafızları
Siyasal kültürel yön veren bir diğer olgu da dış politikadır. İran dış
politikasının en temel parametresi yine Şiilik inancıdır. İran, Şii inancını
yaymaya çalışan ve bu sayede diğer devletler (özellikle Arap devletleri)
üzerinde etkili olmaya çalışan bir ülkedir. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi
ülkelerde, İran, Şii gruplar aracılığıyla kendi nüfuzunu kabul ettirmiş ve son
yıllarda dış politikada çok güçlü bir aktör haline gelmiştir. ABD’nin
uyguladığı politikaların da bölgede daima İran’ı güçlendirdiği yadsınamayacak
bir gerçektir. Zira ABD’nin Irak işgali, Irak’ı tamamen İran kontrolünde bir
devlet haline getirmiş ve İran’ın Batı karşıtı ideolojisinin taban bulmasına
yardımcı olmuştur. Ayrıca Irak, Şiilik inancı açısından da çok önemli bir
ülkedir. Birçok Şii mabedi Irak’ın güneyinde bulunmaktadır ve Irak nüfusunun
yaklaşık yüzde 60’ı Şii inancına mensuptur. Ayrıca Tahran, Hizbullah adlı
örgütü kullanarak Lübnan başta olmak üzere birçok ülkenin iç politikasını
destabilize edebilmektedir. İran dış politikasında bir diğer önemli parametre
ise İsrail düşmanlığıdır. Tahran rejimi, yakın zamana kadar İsrail’in yok
edilmesini savunan çok radikal bir çizgideydi. Hasan Ruhani döneminde verilen
bazı ılımlı mesajlarla İsrail devleti yok sayılmasa da, Ruhani gibi bir
reformist bile İsrail’in meşruiyetini halen sorgular çizgidedir.[7]
Obama döneminde ABD ile arasında sıcak rüzgârlar esse de, İran dış
politikasında ABD karşıtlığı da halen çok önemli bir eğilimdir. ABD’nin Orta
Doğu’da çatışmacı politikalar izlediği ve İsrail’in güvenliği için bölgeyi
karıştırdığı tezi, bölge halklarının çoğunluğu tarafından da (hatta Türkiye
halkı bile) kabul görmektedir. Ayrıca ABD karşıtlığı, İran’ı dış politikada
daima daha güçlü kılmış olduğu için, rejim ve siyasetçiler tarafından
kullanışlı bir kart olarak görülmektedir. Nitekim bu ülkede ABD karşıtlığı o
kadar güçlüdür ki, 1998 Dünya Kupası’nda İran milli futbol takımının ABD’yi 2-1
yendiği maç[8]
sonrasında ülkedeki en büyük kutlamalar yapılmış ve bu zafer İslam coğrafyasında
da birçok ülkede kutlanmıştır. İran, ABD gibi büyük bir ülke tarafından senelerce
dışlanmasına karşın, dış politikada gücünü istikrarlı bir şekilde arttırmayı
başardığı ve mazlum bir devlet olarak görüldüğü için dünyada sempati
toplamaktadır. Ancak Obama döneminde, ABD, İran’ın elindeki mağduriyet kozunu
almış ve bu ülke ile nükleer anlaşma yaparak İran’ın başka ülkelerin iç
işlerine karışan bir devlet olarak algılanmasını sağlamıştır. Şimdilerde ABD’deki
Donald Trump yönetimince çok sert eleştirilere maruz kalan İran, özellikle
Suudi Arabistan devletinin hedefi durumundadır. Bu tehlikeli tırmanış
sonlandırılmazsa, yakın bir gelecekte bu iki ülkenin Sünni-Şii temelinde
çatışmacı bir döneme girmeleri olasıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Kitabı buradan alabilirsiniz; http://www.kitapyurdu.com/kitap/cagdas-devlet-sistemleri-amp-siyaset-cografya-kultur/128754.html.
[2] Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’de
büyük ölçüde başarıyla gerçekleştirdiği Türk modernleşmesi, Batı’nın yalnızca
teknolojik birikiminin değil, kültürel değerlerinin de benimsenmesini içeren kapsamlı
bir modernleşme örneğidir.
[3] Klasik modernleşme teorisi,
ekonomi tarımdan fabrikalara kaydıkça ve kapitalizm geliştikçe, kentleşme ve
laikleşme gibi toplumsal gelişmelerin de eşzamanlı olarak yaşanacağını iddia
eder. Bu, hakikaten de Avrupa toplumlarında bu şekilde gelişmiş doğru bir
tarihsel gözlemdir.
[4] Hakkında bilgiler için; https://www.wikizero.com/tr/Ali_Şeriati.
[5] Şimdilerde bu sözü Ali Hamaney de
kullanmaktadır. Bakınız; http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2015/09/great-satan-150920072643884.html.
[6] İran’da özellikle Azeri
Türklerinin nüfus yoğunluğu hayli fazladır. Kimi kaynaklara göre yüzde 40’ı
bulan bu oran, ansiklopedilerde de genelde 15-18 milyon arasında
gösterilmektedir. Bakınız; http://tebaren.org/?p=732.